ceylannur
Yeni Üyemiz
Varlıkların Yaratılış Gayesi
Her güzellik ve maharet sahibi, bu güzelliğini, eserlerini, sanat inceliklerini hem kendi gözüyle görmek ve hem de başkalarının nazarıyla o eser ve sanatına bakmak ister. Cenâbı Hak da, kendi sonsuz cemâl ve kemâlini görmek ve mahlûkatına göstermek hikmetiyle, bu kâinat sergisini açıp antika sanatlarını orada dizmek istedi.
Bir çiçeğin yaratılması, bir baharın icadı kadar O’na rahat ve bütün mahlûkatın icadı bir atomun vücuda getirilmesi kadar kudretine kolay gelen Cenâbı Hak, bu kâinat sergisini hikmet, inayet ve adalet kanunlarına binaen aşama aşama vücuda getirdi. Cenâbı Hak, önce bütün varlıkların esasını, özünü ve nurunu teşkil eden çekirdek misâli cevheri halk etti. O çekirdeği tekâmül ve terakki kanunlarına tâbi tuttu. Her şeyi kademe kademe, yavaş yavaş yokluk âleminden varlık âlemine çıkardı. Güneşi orada bırakıp, galaksi ve yıldızları yerlerine yerleştirdi, zemin sofrasını burada açtı.
Semadan yağmuru indirdi, zemine toprağı serdi. Denizleri çeşit çeşit canlılarla, karaları bitkilerle şenlendirdi. İnayet ve Rahmetinin tecellisiyle önce sofraları seriyor, arkasından misâfirlerini gönderiyordu. Çimenler yeşeriyor, arkasından koyunlar, kuzular geliyordu. O’nun emriyle güller açıyor, nergisler boy gösteriyor, şeftaliler meyvelerini, dalların elleriyle uzatıyor, atlar ve inekler dolanıyor, kuşlar semalarda süzülüyordu.
Melâikeler, Yaratıcılarını zikir ve tespihte asumanı vecde getiriyordu. Ama henüz beklenen misafir gelmemişti. Zemin ve sema garipti. Melâikeler ne koyunun varlığını anlayabiliyor ve ne de atın bulunmasına bir mânâ verebiliyordu.
Bir gün, yeryüzünün rengi ve görünüşü birden değişivermişti. Rüzgâr daha bir neşeli esiyor, ekinler bu aşkla vecde geliyor, ağaçlar meyvelerini daha neşeli sallıyor, dağlar cuş-u huruşa geliyor, denizler çarşaf çarşaf sergi açıyor, melâikeler secdeye gidiyordu.
Zira, zeminin halifesi, mahlûkatın efendisi ve Cenâbı Hakk’ın muhatabı insan yer yüzünde görünmüştü. Bu son misâfir, bütün kâinat ağacının meyvesi, bütün varlıkların kumandanı ve hâkimi idi.
Çevresinde olup bitenlere tam bir mana veremeyen bu şerefli mahlûk, kâinatın sırlarını anlamaya çalışıyordu. Kendi varlığının mahiyetini bilmek istiyordu. Nereden gelmişti? Nereye gidecekti? Niçin gelmişti ve kendisinden ne isteniyordu? Kendisini kim göndermişti?
Ruh sahipleri, muntazam, hikmetli giyinmiş ve giydirilmiş, süslendirilmiş, bu sergiye gönderilmiş varlıkları ve özellikle canlıları seyrediyor, ancak çabuk kaybolmalarına bir mânâ veremiyordu.
İnsan, bu sorulara yeterli cevap bulamıyor, varlığının mânâsını tam çözemiyordu. Bütün insanlık, bu kâinat kitabının mânâsını bilen, bu sorularına ikna edici cevabı verecek, yaratıcı ile arasını bulacak, elinden tutup onu yaratanına götürecek büyük bir misâfiri bekliyordu. O şerefli misâfir, bu kâinat sergisinde dizilmiş varlıkların sırrını çözecek, yaratılışın hikmetini anlatacaktı.
O misâfir, insanlığın ser tacı, bütün peygamberlerin reisi, kâinat Halik’ının sevgilisi, bütün insanlığın önderi, gönüller sultanı, kalplerin sevgilisi, âlemlerin rahmet kaynağı, bütün sırların anahtar sahibi, kâinatın nuru ve ışığı Muhammed (sav)bu âlemi şereflendirince kâinat birden bire nurlandı, aydınlandı. Her şeyin hakikati daha iyi görülmeye başladı.
O, insanlığa ve bütün ruh sahiplerine, âlemlerin yaratılış sırlarını açıklıyor, kâinat sergisinin mânâsını ders veriyordu. Ondan ders alan akıl sahipleri de, bu dünyaya gelip çabucak kaybolmaların sırrını çözmeye başlamıştı.
Her varlık ve özellikle canlılar, mânâlı birer kelime, birer mektup, ya da kitap tarzında Cenâbı Hak tarafından yazılıyor, bütün şuurlu varlıklar onu inceliyor, tetkik ediyor, sanat inceliklerini ve harikalıklarını anlamaya çalışıyordu. Tabiî bu çok sınırlı bir algılama ve değerlendirme idi. Çünkü hem onları tefekkür edenler az sayıda hem de şuur sahipleri canlıların bütün sanat inceliklerine vakıf olamıyor ve dolayısıyla hakkıyla onun sanat ve kıymetini takdir edemiyordu.
O halde canlıların en mühim yaratılış gayesi, doğrudan Cenâbı Hakk’ın kendi nazarına arz etmek ve cemal ve kemaline bir ayna olmaktı.
Cenâbı Hak, sevdiği bu sevimli varlıkları ve özellikle canlıların hiç birine göz açtırmayarak mütemadiyen âlemi gayba gönderiyor, hiç birine uzun süre nefes aldırmadan bu dünyadan terhis ediyordu. Bu dünya misâfirhanesini devamlı doldurup misâfirlerin rızası olmadan boşaltıyordu.
Şu kâinatta zaman nehri içerisinde devamlı akan ve çalkalanan, kafile kafile arkasından gelip geçen mahlûkatın bir kısmı geliyor, bir saniye sonra kayboluyor. Bir grubu bir dakika kalır, bir çeşidi bir saat bu âleme uğrar ve arkasından âlemi gabya gönderilir. Bazıları bir günde, bir kısmı bir sene, bir kısmı bir asırda, bazısı da asırlarda bu âlemi şahadete gelir, bir takım vazifeleri görüp gider.
Varlıklar yokluğa gidip kaybolmuyordu. Kudret dairesinden gidiyor, ilim dairesinde, varlığını devam ettiriyordu. Âlem-i şahadetten âlem-i gayba gidiyordu. Dünya âleminden ahiret âlemine geçiyor, bir beldeden bir başka beldeye gidiyordu. Geçici ve karanlıklı, ezici ve boğucu olan bu âlemden nur âlemine, bâki âleme gidiyordu.
Eşyada görünen güzellikler ve mükemmellikler, Cenâbı Hakk’ın isimlerine aittir ve o isimlerin tecellileridir. Madem o isimler bâkidir, devamlıdır ve cilveleri dâimidir. Elbette onların nakışları yenilenir, daha güzel bir şekilde âlem-i bâkide tazelenir.
Madem Sani-i Zülcelâl vardır ve bâkidir ve sıfat ve isimleri de devamlıdır. Elbette o isimlerin cilveleri, nakışları ve tezahürleri de, bâki bir âlemde devamlıdır.
Kâinattaki bu esrarengiz faaliyet ve hareketin altında yatan sırlardan birisi, bu akıl almaz faaliyetin verdiği lezzettir. Küçük olsun büyük olsun her bir hareket bir lezzet verir. Denilebilir ki, her faaliyette bir lezzet vardır. Bütün mahlûkatın bu sevk ve hareketten aldığı lezzeti müşahede eden Sani-i Zülcelâl, kendi zatına münasip kudsi bir muhabbet, mukaddes bir lezzetle böyle hadsiz faaliyetle ve sayısız yaratıklarıyla kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor ve değiştiriyor. Bu hayret verici seyahat ve seferde hareketli mahlûkat son derece intizamlı, ölçülü ve hikmetli sevk ve idare edilir ki, bütün akıllar birleşse, bu tedbir ve idarenin sırrına akıl erdiremez bir güzellik ve incelikle idare edilmektedir.
Kâinattaki bu esrarengiz faaliyet ve hareketin altında yatan sırlardan ikincisi ise, Cenâbı Hakk’ın sanat inceliklerini ve güzelliklerini, seyirci misâfirlerin dikkatini çekerek şuur sahiplerine göstermek istemesidir. Varlıkların yaratılışında her an süratli ve sanatlı değişmelerin olması ve hiçbir şeyin kararında kalmaması, fezadaki sonsuz sayıdaki yıldız ve gezegenlerin çok hikmetli ve ölçülü hareketleri, atomdan galaksilere kadar olan her bir varlıktaki hareket ve faaliyet, kışta beyaz elbisesine bürünen zemin yüzünün baharda rengarenk elbiselerle süslenmesi ve ağaçlara takılan her bir meyve, akıl sahiplerine bir şeyler söylemek istiyor. Âdeta, göklerin ve yerin hareketli varlıkları ve hareketleri, onların konuşmalarındaki kelimelerdir ve hareketleri ise bir konuşmadır. Kâinattaki faaliyet dahi kâinatın ve içindeki varlıkların sessizce bir konuşması ve konuşturulmasıdır.
Allah`ı bize tanıtan üç büyük tarif edici
Cenâbı Hakk’ı bize anlatan, tarif eden üç büyük tarif edici vardır. Bunlardan birisi, kâinat kitabı, diğeri Kur’an-ı Kerim ve üçüncüsü de Hz. Muhammed (sav)’dir. Her biri bize Allah’ı tanıtmakta O’nun varlığını ve vasıflarını göstermekte, bize Allah’ı bildirmektedir.
a) Büyük Kâinat Kitabı
Kâinat kitabı bizlere Allah’ı sıfatları ve isimleriyle tanıtmakta ve bildirmektedir. Bu kâinat, 110 elementten yazılmış bir kitap gibi, her element âdeta o kitabın harfleri, ya da mürekkebi. Cenâbı Hak, bu kâinattaki varlıkları kudret kalemiyle o elementlerden yazmış. Her bir harf kendi vücudunu bir harf kadar gösterirken, katibini bir satır kadar ifade ediyor. Bir A harfi kendisini sadece bir harf olarak ifade ederken; katibinin bu yazıyı görerek yazdığını, ilim sahibi olduğunu, yazma kudretinin bulunduğunu, bu yazıyı okuyacak olanın ilim sahibi olduğunu ve daha bunun gibi pek çok hususiyetlerinin varlığını gösterir.
O elementler, maddeler kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulat da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur. Kumaş gibi dokunan bu yapraklar, patiska gibi işlenen bu çiçekler, konserve gibi hazırlanan bu meyveler, çiçek çiçek, desen desen halı gibi örülen ve dokunan bu yeryüzü, yıldızlarla ve galaksilerle süslenen sema, Cenâbı Hakk’ın varlığını ve birliğini bizlere gösteriyor ve okutturuyor.
Kâinattaki her bir varlık, özellikle canlılar, nizamlı ve intizamlı yaratılışlarıyla, istidat ve kâbiliyetiyle bir Sani-i Zülcelal’in varlığına işaret ederler. Kâinat, âdeta bir biri içerisinde sarılı bir gül goncası gibidir. Hakem isminin tecellisi şu kâinatı öyle bir kitap şekline getirmiştir ki, âdeta her sayfasında yüzer kitap yazılmış. Ve her satırında yüzer sayfa yerleştirilmiş ve her kelimesinde yüzer satır mevcuttur. Her harfinde yüzer kelime var. Her noktasında bu kâinat kitabının bir fihristi, indeksi bulunur bir tarzdadır. O kitabın sayfaları, satırları, ta noktalarına kadar yüzer cihette yaratıcısını ve katibini gösteriyor ki, kendi varlığından yüz derece daha ziyade katibinin varlığını ve birliğini, vahdetini ispat eder.
Bu büyük kâinat kitabının bir sayfası, yer yüzüdür. Bu sayfanın bir satırı bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar ve bitkiler, bahar mevsiminde beraber birbiri içinde yanlışsız yazıldığı gözle görünüyor. O satırın bir kelimesi, meyve vermek üzere, yaprak ve çiçek açmış bir ağaçtır. İşte bu kelime, muntazam, ölçülü, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince Sani-i Zülcelal’in varlığına işaret eder.
Senin bahçende kirazlar nasıl yaprak ve çiçek açıyor ve meyve veriyorsa, zemin yüzündeki bütün kirazların da aynı kanuna tâbi olması, buradaki tavuğun verdiği yumurta ile yeryüzünün her tarafındaki tavukların aynı kanunu göre aynı şekil ve yapıda yumurta vermesi, buradaki koyunun süt ve yavru verirken tâbi olduğu kanunun bütün yer yüzünde aynı olması, Sani-i Zülcelal’in varlığını, vahdetini ve her yerde tasarruf sahibi olduğunu bildirir.
Taklit edilmez mühür
Nasıl ki, bir mühür ile damgalanmış bir mektup, o mührün sahibini gösterir, onun ismini okutturur. Aynen onun gibi, bir elma ağacının başındaki bir çiçek de bir mühürdür. yaratıcısının ismini okutturur, gösterir. Bütün yer yüzündeki o nevi çiçekler aynı yaratıcının ismini okutturur. Elma ağacı da bir mühürdür. Bu ağaç kimin turası ise ve kimin nakşı ise, elbette o nevi ağaçlar, onun mühürleridir, sikkeleridir. O ağacın bulunduğu bahçe de bir mühürdür. O bahçede yetişen bütün bitkiler bir yaratıcıyı gösteren mühürlerdir. O bahçenin bulunduğu ova yine O Sani-i Zülcelal’i gösteren bir mühürdür.
Bütün yeryüzü de daha büyük bir mühürdür. Bütün üzerindeki varlıkları kendi Halik’ının olduğunu gösterir. Kendi katibinin mektubu olduğunu ispat eder. Bir yaratıcının mührünü okutturur.
Nasıl ki, güneşe karşı parlayan ve akan büyük bir ırmağın kabarcıkları güneşi gösteriyor. O kabarcığın gitmesiyle arkalarından yeni gelen kabarcıkların yine güneşi göstermesiyle daimi bir güneşin varlığına işaret eder. Şu kâinattaki her bir varlık da, bu dünyaya gelişi ve hayatlarıyla Vacibü’l-vücud’un varlığına ve birliğine şahadet ettikleri gibi, zevalleri ve ölümleriyle o Vacibü’l-vücud’un ezeliyetine ve ehadiyetine şahadet ederler.
İnsan kendisine verilen cüz-i ilim, irade kudret ve malikiyetle, Cenab-ı Hakk’ın ilmini, kudretini ve malikiyetini anlar. “Ben nasıl bu mülkün sahibiyim. Burada istediğim gibi tasarruf edebiliyorum, Cenab-ı Hak da bu kâinat mülkünün sahibidir ve onda istediği gibi tasarruf eder” der. Allah’ın isim ve sıfatlarını bir derece anlar. Bütün insanlarda el, yüz ve göz gibi organlar aynı olmakla beraber, her bir ferdin simasındaki farklılık Cenab-ı Hakk’ın ehadiyetini ve birliğini, istediğini istediği gibi yaptığını gösteren bir mührüdür.
İnsan da yeryüzü sayfasında bir kelime gibidir. Her harfinde ayrı bir mana, her noktasında ayrı bir sanat ve hikmet gizlidir. Yüz trilyona yakın hücreden örülmüş bu insan sarayında her bir hücre bir nokta gibidir ve bu her bir noktaya binlerce cilt kitaba sığdırılmayacak kadar bilgi yükleyen kâinat sahibi, kendi varlığını ve birliğini böyle bir mühürle göstermek istemektedir.
Bütün bilimlerin gayesi ve faaliyeti bu kainat kitabını okuyup açıklamaktır. İnsan kelimesini okumaya çalışan ilimler, onun her bir organını ayrı bir bilim sahası olarak ele almaktadır. Bu sahada edinilen bilgileri, Allah’ın eseri olarak algılamak, Allah’ı bilmeye vesiledir. Bu ilim sahasında bir kimse ne kadar ilerlese, bilgi sahibi olsa, marifetullah’ta, Allah’ı bilmede o kadar terakki eder.
b) Kuran-ı Azimüşşan
Cenâb-ı Hakk’ı bize tanıtan ikinci delil Kuran-ı Azimüşşandır. Kur’an bize Halikımızı tanıtmakta, sıfat ve esmasını bize tarif etmektedir. Kuran-ı Azimüşşan’ın tarifinden anlıyoruz ki, Cenâbı Hakk, hiçbir şeye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır. Her şeyi O yaratmıştır. O yaratılmamıştır. Çünkü, yaratılan mahlûktur, İlâh olamaz.
Cenâbı Hakk’ın bütün sıfatları ezelidir ve zatının zaruri lâzımıdır. Yani, sıfatları varlığının gereğidir. O sıfatlarından her hangi birinin yokluğu veya sınırlı olması düşünülemez. Meselâ; işitmesi sonsuz olmayan İlah olamaz, görmesi sonsuz olmayan Halik olamaz, ilim ve kudreti sonsuz olmayan Yaratıcı olamaz. Sıfatları zatından olunca, o sıfatların zıddı orada bulunamaz. Bulunması halinde iki zıddın bir anda bir arada olması gerekir ki, bu da mantıken mümkün değildir. Meselâ, aydınlığın zıddı karanlıktır. Aynı anda hem tam aydınlık ve hem tam karanlık olması mümkün değildir. Cenâbı Hak âlimdir, ilim sahibidir. İlmin zıddı cehalettir. Cahillik, yani her hangi bir şeyi bilmemek Allah için düşünülemez. Kudretin zıddı acizliktir. Aciz olan İlah olamaz.
Sıfatların zıddı girmeyince orada derecelenme olmaz. Çirkinlik olmayınca güzellikte derecelenme bulunmaz. Soğuk olmayınca sıcaklıkta derecelenme söz konusu değildir. Sıfatlarda kademelenme olmayınca orada az çok büyük küçük fark etmez. Dolayısıyla, Cenâbı Hak için, bir çiçeği yaratmakla bir baharı yaratmak arasında fark yoktur. Çünkü kudretinde acizlik bulunmaz. Bir atomu yaratmakla, Cennet ve Cehennem de dahil, bütün kâinatı halk etmek arasında fark yoktur. Bir atomu nasıl görüyorsa, bütün âlemleri de öyle görür. Bir atomu nasıl idare ediyorsa bütün varlıkları da aynı kolaylık ve rahatlıkla idare eder. Büyük küçük, az çok onun nazarında birdir.
Cenâbı Hak, Kayyum isminin tecellisiyle bütün kâinatı her an ayakta tutmakta tasarrufunda bulundurmaktadır. Bir an bile, hiçbir şey O’nun nazarından hariç değildir. Nasıl ki, bir fabrikayı çalıştıran elektriğin bir an kesilmesi, o fabrikayı durdurursa, Sani-i Zülcelal’in kâinattaki tasarrufu, idaresi, kontrolü bir an çekilse, her şey alt üst olur, kâinat dağılır.
Tıpkı insan ruhunun, insanın bütün bedeniyle bir anda alâkadar olduğu gibi, Cenâbı Hak da, kâinatta her şeyi bir anda nazarında bulundurmakta, uzak yakın büyük küçük fark etmemekte, bütün sesleri birden işitmekte, bütün varlıkları bir anda görmekte, bütününü birinin imdadına göndermektedir.
Her şey Allah’ın ilmindedir
Atomlardan galaksilere kadar her şey, olmuş ve olacak, Cenâbı Hakk’ın ilmindedir ve Hâfız isminin tecellisiyle her şeyi İmam-ı Mübin’de, yani kadar defterinde kaydetmiştir. Her bir atomun nerede nasıl görev alacağı bellidir. Bu plân ve program çerçevesinde eşya teşkil edilirken, İmam-ı Mübin’deki düsturlar çerçevesinde, atomlar aldıkları emirle gerekli yerlere sevk edilirler ve böylece varlıklar Kitâb-ı Mübin’de, yani âlemi şahadette, yani bu âlemde yer alırlar. Ama aynı zamanda hem ilm-i İlahi’de ve hem de İmam-ı Mübin’de kayıtlıdır. Belli bir süre sonra eşya bu hayat sahnesinden çekilerek, Kitab-ı Mübin’den silinir, İmam-ı Mübin’de ve İlm-i İlahi’de varlığı devam eder. Haşir’de diriltilme ile yeniden hayat sahnesinde, yani Kitâb-ı Mübin’de yer alacak. İnsanın da bütün filleri, yaptığı işleri kaydedilmekte, öldükten sonra tekrar diriltileceği, büyük küçük her amelinden hesaba çekileceği, iyiliklerin karşılığı olarak Cennet’in verileceği vaat edilmekte, kötülüklerin ağır gelmesi halinde de Cehennem’le cezalandırılacağı belirtilmektedir.
Cenâbı Hak, bütün varlıkları hem vücuda gelmeden ve hem de vücuttan gittikten sonra bilmektedir. Yani, geçmiş ve gelecek her şey bir anda O’nun ilmindedir. Nasıl ki elimizde bir ayna olsa, bu aynaya göre sağ tarafımızdaki mesafe geçmiş, sol tarafımızdaki mesafe gelecek farz edilse, o ayna önce yalnız karşısını görür. Yukarıya çıktıkça her iki tarafı da birden içerisinde gösterir. Aynanın içindeki bu görüntüye göre artık geçmiş gelecek söz konusu olmaz. Çünkü, her iki tarafı da birden görmektedir. İşte İlm-i ezeli, hadîsin tâbiriyle, Manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Cenab-ı Hak için geçmiş ve gelecek söz konusu değildir. Her şey ve bütün âlemler bir anda O’nun nazarındadır.
Cenâbı Hak, Kur’an-ı Kerim’inde ilmini bize şöyle tarif etmektedir:
Bildiklerimi mürekkepli bir kalemle yazmaya çalışsam, bir çay bardağı mürekkebin kafi geleceğini tahmin ediyorum. Kabul edelim ki, siz çok zeki ve çok bilgi sahibisiniz. Haydi sizin ilminizi yazmak için bir sürahi mürekkep gerekli olsun.
Allah’ın ilmini tam anlamıyla bilmek, sınırlarını ihata ile mümkündür. Halbuki, bir sürahi ile bütün okyanusları ihata mümkün olmadığı gibi, bu okyanusların yedi katı daha olsa yine de O’nun ilminin bitmeyeceği beyan ediliyor.
Bunun manası şudur: Biz Allah’ın ilimlerinin sınırlarını bilemeyiz. Çünkü bu bizim algılama ve anlama kapasitemizin çok üzerindedir. Biz sadece, bizdeki az ilim sayesinde, O’nun ilminin mahiyetini, yani ilmin ne olduğunu biliyoruz. Ancak, büyüklüğünü tahmin edemiyoruz. İşte burada O’nun ilmini hakkıyla bilmediğimizi, ya da bilemeyeceğimizi bilmek ilimdir.
O’nun ilmi neyse kudreti de, görmesi de, işitmesi de iradesi de öyle sonsuzdur. Şimdi böyle bütün sıfatları sonsuz olan bir yaratıcının sadece ilim sıfatını bilemiyorsak, bütün o sıfatların sahibinin zatını hakkıyla bilmemiz elbette mümkün değildir.
Her güzellik ve maharet sahibi, bu güzelliğini, eserlerini, sanat inceliklerini hem kendi gözüyle görmek ve hem de başkalarının nazarıyla o eser ve sanatına bakmak ister. Cenâbı Hak da, kendi sonsuz cemâl ve kemâlini görmek ve mahlûkatına göstermek hikmetiyle, bu kâinat sergisini açıp antika sanatlarını orada dizmek istedi.
Bir çiçeğin yaratılması, bir baharın icadı kadar O’na rahat ve bütün mahlûkatın icadı bir atomun vücuda getirilmesi kadar kudretine kolay gelen Cenâbı Hak, bu kâinat sergisini hikmet, inayet ve adalet kanunlarına binaen aşama aşama vücuda getirdi. Cenâbı Hak, önce bütün varlıkların esasını, özünü ve nurunu teşkil eden çekirdek misâli cevheri halk etti. O çekirdeği tekâmül ve terakki kanunlarına tâbi tuttu. Her şeyi kademe kademe, yavaş yavaş yokluk âleminden varlık âlemine çıkardı. Güneşi orada bırakıp, galaksi ve yıldızları yerlerine yerleştirdi, zemin sofrasını burada açtı.
Semadan yağmuru indirdi, zemine toprağı serdi. Denizleri çeşit çeşit canlılarla, karaları bitkilerle şenlendirdi. İnayet ve Rahmetinin tecellisiyle önce sofraları seriyor, arkasından misâfirlerini gönderiyordu. Çimenler yeşeriyor, arkasından koyunlar, kuzular geliyordu. O’nun emriyle güller açıyor, nergisler boy gösteriyor, şeftaliler meyvelerini, dalların elleriyle uzatıyor, atlar ve inekler dolanıyor, kuşlar semalarda süzülüyordu.
Melâikeler, Yaratıcılarını zikir ve tespihte asumanı vecde getiriyordu. Ama henüz beklenen misafir gelmemişti. Zemin ve sema garipti. Melâikeler ne koyunun varlığını anlayabiliyor ve ne de atın bulunmasına bir mânâ verebiliyordu.
Bir gün, yeryüzünün rengi ve görünüşü birden değişivermişti. Rüzgâr daha bir neşeli esiyor, ekinler bu aşkla vecde geliyor, ağaçlar meyvelerini daha neşeli sallıyor, dağlar cuş-u huruşa geliyor, denizler çarşaf çarşaf sergi açıyor, melâikeler secdeye gidiyordu.
Zira, zeminin halifesi, mahlûkatın efendisi ve Cenâbı Hakk’ın muhatabı insan yer yüzünde görünmüştü. Bu son misâfir, bütün kâinat ağacının meyvesi, bütün varlıkların kumandanı ve hâkimi idi.
Çevresinde olup bitenlere tam bir mana veremeyen bu şerefli mahlûk, kâinatın sırlarını anlamaya çalışıyordu. Kendi varlığının mahiyetini bilmek istiyordu. Nereden gelmişti? Nereye gidecekti? Niçin gelmişti ve kendisinden ne isteniyordu? Kendisini kim göndermişti?
Ruh sahipleri, muntazam, hikmetli giyinmiş ve giydirilmiş, süslendirilmiş, bu sergiye gönderilmiş varlıkları ve özellikle canlıları seyrediyor, ancak çabuk kaybolmalarına bir mânâ veremiyordu.
İnsan, bu sorulara yeterli cevap bulamıyor, varlığının mânâsını tam çözemiyordu. Bütün insanlık, bu kâinat kitabının mânâsını bilen, bu sorularına ikna edici cevabı verecek, yaratıcı ile arasını bulacak, elinden tutup onu yaratanına götürecek büyük bir misâfiri bekliyordu. O şerefli misâfir, bu kâinat sergisinde dizilmiş varlıkların sırrını çözecek, yaratılışın hikmetini anlatacaktı.
O misâfir, insanlığın ser tacı, bütün peygamberlerin reisi, kâinat Halik’ının sevgilisi, bütün insanlığın önderi, gönüller sultanı, kalplerin sevgilisi, âlemlerin rahmet kaynağı, bütün sırların anahtar sahibi, kâinatın nuru ve ışığı Muhammed (sav)bu âlemi şereflendirince kâinat birden bire nurlandı, aydınlandı. Her şeyin hakikati daha iyi görülmeye başladı.
O, insanlığa ve bütün ruh sahiplerine, âlemlerin yaratılış sırlarını açıklıyor, kâinat sergisinin mânâsını ders veriyordu. Ondan ders alan akıl sahipleri de, bu dünyaya gelip çabucak kaybolmaların sırrını çözmeye başlamıştı.
Her varlık ve özellikle canlılar, mânâlı birer kelime, birer mektup, ya da kitap tarzında Cenâbı Hak tarafından yazılıyor, bütün şuurlu varlıklar onu inceliyor, tetkik ediyor, sanat inceliklerini ve harikalıklarını anlamaya çalışıyordu. Tabiî bu çok sınırlı bir algılama ve değerlendirme idi. Çünkü hem onları tefekkür edenler az sayıda hem de şuur sahipleri canlıların bütün sanat inceliklerine vakıf olamıyor ve dolayısıyla hakkıyla onun sanat ve kıymetini takdir edemiyordu.
O halde canlıların en mühim yaratılış gayesi, doğrudan Cenâbı Hakk’ın kendi nazarına arz etmek ve cemal ve kemaline bir ayna olmaktı.
Cenâbı Hak, sevdiği bu sevimli varlıkları ve özellikle canlıların hiç birine göz açtırmayarak mütemadiyen âlemi gayba gönderiyor, hiç birine uzun süre nefes aldırmadan bu dünyadan terhis ediyordu. Bu dünya misâfirhanesini devamlı doldurup misâfirlerin rızası olmadan boşaltıyordu.
Şu kâinatta zaman nehri içerisinde devamlı akan ve çalkalanan, kafile kafile arkasından gelip geçen mahlûkatın bir kısmı geliyor, bir saniye sonra kayboluyor. Bir grubu bir dakika kalır, bir çeşidi bir saat bu âleme uğrar ve arkasından âlemi gabya gönderilir. Bazıları bir günde, bir kısmı bir sene, bir kısmı bir asırda, bazısı da asırlarda bu âlemi şahadete gelir, bir takım vazifeleri görüp gider.
Varlıklar yokluğa gidip kaybolmuyordu. Kudret dairesinden gidiyor, ilim dairesinde, varlığını devam ettiriyordu. Âlem-i şahadetten âlem-i gayba gidiyordu. Dünya âleminden ahiret âlemine geçiyor, bir beldeden bir başka beldeye gidiyordu. Geçici ve karanlıklı, ezici ve boğucu olan bu âlemden nur âlemine, bâki âleme gidiyordu.
Eşyada görünen güzellikler ve mükemmellikler, Cenâbı Hakk’ın isimlerine aittir ve o isimlerin tecellileridir. Madem o isimler bâkidir, devamlıdır ve cilveleri dâimidir. Elbette onların nakışları yenilenir, daha güzel bir şekilde âlem-i bâkide tazelenir.
Madem Sani-i Zülcelâl vardır ve bâkidir ve sıfat ve isimleri de devamlıdır. Elbette o isimlerin cilveleri, nakışları ve tezahürleri de, bâki bir âlemde devamlıdır.
Kâinattaki bu esrarengiz faaliyet ve hareketin altında yatan sırlardan birisi, bu akıl almaz faaliyetin verdiği lezzettir. Küçük olsun büyük olsun her bir hareket bir lezzet verir. Denilebilir ki, her faaliyette bir lezzet vardır. Bütün mahlûkatın bu sevk ve hareketten aldığı lezzeti müşahede eden Sani-i Zülcelâl, kendi zatına münasip kudsi bir muhabbet, mukaddes bir lezzetle böyle hadsiz faaliyetle ve sayısız yaratıklarıyla kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor ve değiştiriyor. Bu hayret verici seyahat ve seferde hareketli mahlûkat son derece intizamlı, ölçülü ve hikmetli sevk ve idare edilir ki, bütün akıllar birleşse, bu tedbir ve idarenin sırrına akıl erdiremez bir güzellik ve incelikle idare edilmektedir.
Kâinattaki bu esrarengiz faaliyet ve hareketin altında yatan sırlardan ikincisi ise, Cenâbı Hakk’ın sanat inceliklerini ve güzelliklerini, seyirci misâfirlerin dikkatini çekerek şuur sahiplerine göstermek istemesidir. Varlıkların yaratılışında her an süratli ve sanatlı değişmelerin olması ve hiçbir şeyin kararında kalmaması, fezadaki sonsuz sayıdaki yıldız ve gezegenlerin çok hikmetli ve ölçülü hareketleri, atomdan galaksilere kadar olan her bir varlıktaki hareket ve faaliyet, kışta beyaz elbisesine bürünen zemin yüzünün baharda rengarenk elbiselerle süslenmesi ve ağaçlara takılan her bir meyve, akıl sahiplerine bir şeyler söylemek istiyor. Âdeta, göklerin ve yerin hareketli varlıkları ve hareketleri, onların konuşmalarındaki kelimelerdir ve hareketleri ise bir konuşmadır. Kâinattaki faaliyet dahi kâinatın ve içindeki varlıkların sessizce bir konuşması ve konuşturulmasıdır.
Allah`ı bize tanıtan üç büyük tarif edici
Cenâbı Hakk’ı bize anlatan, tarif eden üç büyük tarif edici vardır. Bunlardan birisi, kâinat kitabı, diğeri Kur’an-ı Kerim ve üçüncüsü de Hz. Muhammed (sav)’dir. Her biri bize Allah’ı tanıtmakta O’nun varlığını ve vasıflarını göstermekte, bize Allah’ı bildirmektedir.
a) Büyük Kâinat Kitabı
Kâinat kitabı bizlere Allah’ı sıfatları ve isimleriyle tanıtmakta ve bildirmektedir. Bu kâinat, 110 elementten yazılmış bir kitap gibi, her element âdeta o kitabın harfleri, ya da mürekkebi. Cenâbı Hak, bu kâinattaki varlıkları kudret kalemiyle o elementlerden yazmış. Her bir harf kendi vücudunu bir harf kadar gösterirken, katibini bir satır kadar ifade ediyor. Bir A harfi kendisini sadece bir harf olarak ifade ederken; katibinin bu yazıyı görerek yazdığını, ilim sahibi olduğunu, yazma kudretinin bulunduğunu, bu yazıyı okuyacak olanın ilim sahibi olduğunu ve daha bunun gibi pek çok hususiyetlerinin varlığını gösterir.
O elementler, maddeler kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulat da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur. Kumaş gibi dokunan bu yapraklar, patiska gibi işlenen bu çiçekler, konserve gibi hazırlanan bu meyveler, çiçek çiçek, desen desen halı gibi örülen ve dokunan bu yeryüzü, yıldızlarla ve galaksilerle süslenen sema, Cenâbı Hakk’ın varlığını ve birliğini bizlere gösteriyor ve okutturuyor.
Kâinattaki her bir varlık, özellikle canlılar, nizamlı ve intizamlı yaratılışlarıyla, istidat ve kâbiliyetiyle bir Sani-i Zülcelal’in varlığına işaret ederler. Kâinat, âdeta bir biri içerisinde sarılı bir gül goncası gibidir. Hakem isminin tecellisi şu kâinatı öyle bir kitap şekline getirmiştir ki, âdeta her sayfasında yüzer kitap yazılmış. Ve her satırında yüzer sayfa yerleştirilmiş ve her kelimesinde yüzer satır mevcuttur. Her harfinde yüzer kelime var. Her noktasında bu kâinat kitabının bir fihristi, indeksi bulunur bir tarzdadır. O kitabın sayfaları, satırları, ta noktalarına kadar yüzer cihette yaratıcısını ve katibini gösteriyor ki, kendi varlığından yüz derece daha ziyade katibinin varlığını ve birliğini, vahdetini ispat eder.
Bu büyük kâinat kitabının bir sayfası, yer yüzüdür. Bu sayfanın bir satırı bir bahçedir. O bahçede bulunan çiçekler, ağaçlar ve bitkiler, bahar mevsiminde beraber birbiri içinde yanlışsız yazıldığı gözle görünüyor. O satırın bir kelimesi, meyve vermek üzere, yaprak ve çiçek açmış bir ağaçtır. İşte bu kelime, muntazam, ölçülü, süslü yaprak, çiçek ve meyveleri adedince Sani-i Zülcelal’in varlığına işaret eder.
Senin bahçende kirazlar nasıl yaprak ve çiçek açıyor ve meyve veriyorsa, zemin yüzündeki bütün kirazların da aynı kanuna tâbi olması, buradaki tavuğun verdiği yumurta ile yeryüzünün her tarafındaki tavukların aynı kanunu göre aynı şekil ve yapıda yumurta vermesi, buradaki koyunun süt ve yavru verirken tâbi olduğu kanunun bütün yer yüzünde aynı olması, Sani-i Zülcelal’in varlığını, vahdetini ve her yerde tasarruf sahibi olduğunu bildirir.
Taklit edilmez mühür
Nasıl ki, bir mühür ile damgalanmış bir mektup, o mührün sahibini gösterir, onun ismini okutturur. Aynen onun gibi, bir elma ağacının başındaki bir çiçek de bir mühürdür. yaratıcısının ismini okutturur, gösterir. Bütün yer yüzündeki o nevi çiçekler aynı yaratıcının ismini okutturur. Elma ağacı da bir mühürdür. Bu ağaç kimin turası ise ve kimin nakşı ise, elbette o nevi ağaçlar, onun mühürleridir, sikkeleridir. O ağacın bulunduğu bahçe de bir mühürdür. O bahçede yetişen bütün bitkiler bir yaratıcıyı gösteren mühürlerdir. O bahçenin bulunduğu ova yine O Sani-i Zülcelal’i gösteren bir mühürdür.
Bütün yeryüzü de daha büyük bir mühürdür. Bütün üzerindeki varlıkları kendi Halik’ının olduğunu gösterir. Kendi katibinin mektubu olduğunu ispat eder. Bir yaratıcının mührünü okutturur.
Nasıl ki, güneşe karşı parlayan ve akan büyük bir ırmağın kabarcıkları güneşi gösteriyor. O kabarcığın gitmesiyle arkalarından yeni gelen kabarcıkların yine güneşi göstermesiyle daimi bir güneşin varlığına işaret eder. Şu kâinattaki her bir varlık da, bu dünyaya gelişi ve hayatlarıyla Vacibü’l-vücud’un varlığına ve birliğine şahadet ettikleri gibi, zevalleri ve ölümleriyle o Vacibü’l-vücud’un ezeliyetine ve ehadiyetine şahadet ederler.
İnsan kendisine verilen cüz-i ilim, irade kudret ve malikiyetle, Cenab-ı Hakk’ın ilmini, kudretini ve malikiyetini anlar. “Ben nasıl bu mülkün sahibiyim. Burada istediğim gibi tasarruf edebiliyorum, Cenab-ı Hak da bu kâinat mülkünün sahibidir ve onda istediği gibi tasarruf eder” der. Allah’ın isim ve sıfatlarını bir derece anlar. Bütün insanlarda el, yüz ve göz gibi organlar aynı olmakla beraber, her bir ferdin simasındaki farklılık Cenab-ı Hakk’ın ehadiyetini ve birliğini, istediğini istediği gibi yaptığını gösteren bir mührüdür.
İnsan da yeryüzü sayfasında bir kelime gibidir. Her harfinde ayrı bir mana, her noktasında ayrı bir sanat ve hikmet gizlidir. Yüz trilyona yakın hücreden örülmüş bu insan sarayında her bir hücre bir nokta gibidir ve bu her bir noktaya binlerce cilt kitaba sığdırılmayacak kadar bilgi yükleyen kâinat sahibi, kendi varlığını ve birliğini böyle bir mühürle göstermek istemektedir.
Bütün bilimlerin gayesi ve faaliyeti bu kainat kitabını okuyup açıklamaktır. İnsan kelimesini okumaya çalışan ilimler, onun her bir organını ayrı bir bilim sahası olarak ele almaktadır. Bu sahada edinilen bilgileri, Allah’ın eseri olarak algılamak, Allah’ı bilmeye vesiledir. Bu ilim sahasında bir kimse ne kadar ilerlese, bilgi sahibi olsa, marifetullah’ta, Allah’ı bilmede o kadar terakki eder.
b) Kuran-ı Azimüşşan
Cenâbı Hakk’ın bütün sıfatları ezelidir ve zatının zaruri lâzımıdır. Yani, sıfatları varlığının gereğidir. O sıfatlarından her hangi birinin yokluğu veya sınırlı olması düşünülemez. Meselâ; işitmesi sonsuz olmayan İlah olamaz, görmesi sonsuz olmayan Halik olamaz, ilim ve kudreti sonsuz olmayan Yaratıcı olamaz. Sıfatları zatından olunca, o sıfatların zıddı orada bulunamaz. Bulunması halinde iki zıddın bir anda bir arada olması gerekir ki, bu da mantıken mümkün değildir. Meselâ, aydınlığın zıddı karanlıktır. Aynı anda hem tam aydınlık ve hem tam karanlık olması mümkün değildir. Cenâbı Hak âlimdir, ilim sahibidir. İlmin zıddı cehalettir. Cahillik, yani her hangi bir şeyi bilmemek Allah için düşünülemez. Kudretin zıddı acizliktir. Aciz olan İlah olamaz.
Sıfatların zıddı girmeyince orada derecelenme olmaz. Çirkinlik olmayınca güzellikte derecelenme bulunmaz. Soğuk olmayınca sıcaklıkta derecelenme söz konusu değildir. Sıfatlarda kademelenme olmayınca orada az çok büyük küçük fark etmez. Dolayısıyla, Cenâbı Hak için, bir çiçeği yaratmakla bir baharı yaratmak arasında fark yoktur. Çünkü kudretinde acizlik bulunmaz. Bir atomu yaratmakla, Cennet ve Cehennem de dahil, bütün kâinatı halk etmek arasında fark yoktur. Bir atomu nasıl görüyorsa, bütün âlemleri de öyle görür. Bir atomu nasıl idare ediyorsa bütün varlıkları da aynı kolaylık ve rahatlıkla idare eder. Büyük küçük, az çok onun nazarında birdir.
Cenâbı Hak, Kayyum isminin tecellisiyle bütün kâinatı her an ayakta tutmakta tasarrufunda bulundurmaktadır. Bir an bile, hiçbir şey O’nun nazarından hariç değildir. Nasıl ki, bir fabrikayı çalıştıran elektriğin bir an kesilmesi, o fabrikayı durdurursa, Sani-i Zülcelal’in kâinattaki tasarrufu, idaresi, kontrolü bir an çekilse, her şey alt üst olur, kâinat dağılır.
Tıpkı insan ruhunun, insanın bütün bedeniyle bir anda alâkadar olduğu gibi, Cenâbı Hak da, kâinatta her şeyi bir anda nazarında bulundurmakta, uzak yakın büyük küçük fark etmemekte, bütün sesleri birden işitmekte, bütün varlıkları bir anda görmekte, bütününü birinin imdadına göndermektedir.
Her şey Allah’ın ilmindedir
Atomlardan galaksilere kadar her şey, olmuş ve olacak, Cenâbı Hakk’ın ilmindedir ve Hâfız isminin tecellisiyle her şeyi İmam-ı Mübin’de, yani kadar defterinde kaydetmiştir. Her bir atomun nerede nasıl görev alacağı bellidir. Bu plân ve program çerçevesinde eşya teşkil edilirken, İmam-ı Mübin’deki düsturlar çerçevesinde, atomlar aldıkları emirle gerekli yerlere sevk edilirler ve böylece varlıklar Kitâb-ı Mübin’de, yani âlemi şahadette, yani bu âlemde yer alırlar. Ama aynı zamanda hem ilm-i İlahi’de ve hem de İmam-ı Mübin’de kayıtlıdır. Belli bir süre sonra eşya bu hayat sahnesinden çekilerek, Kitab-ı Mübin’den silinir, İmam-ı Mübin’de ve İlm-i İlahi’de varlığı devam eder. Haşir’de diriltilme ile yeniden hayat sahnesinde, yani Kitâb-ı Mübin’de yer alacak. İnsanın da bütün filleri, yaptığı işleri kaydedilmekte, öldükten sonra tekrar diriltileceği, büyük küçük her amelinden hesaba çekileceği, iyiliklerin karşılığı olarak Cennet’in verileceği vaat edilmekte, kötülüklerin ağır gelmesi halinde de Cehennem’le cezalandırılacağı belirtilmektedir.
Cenâbı Hak, bütün varlıkları hem vücuda gelmeden ve hem de vücuttan gittikten sonra bilmektedir. Yani, geçmiş ve gelecek her şey bir anda O’nun ilmindedir. Nasıl ki elimizde bir ayna olsa, bu aynaya göre sağ tarafımızdaki mesafe geçmiş, sol tarafımızdaki mesafe gelecek farz edilse, o ayna önce yalnız karşısını görür. Yukarıya çıktıkça her iki tarafı da birden içerisinde gösterir. Aynanın içindeki bu görüntüye göre artık geçmiş gelecek söz konusu olmaz. Çünkü, her iki tarafı da birden görmektedir. İşte İlm-i ezeli, hadîsin tâbiriyle, Manzar-ı âlâdan, ezelden ebede kadar her şey, olmuş ve olacak, birden tutar, ihata eder bir makam-ı âlâdadır. Cenab-ı Hak için geçmiş ve gelecek söz konusu değildir. Her şey ve bütün âlemler bir anda O’nun nazarındadır.
Cenâbı Hak, Kur’an-ı Kerim’inde ilmini bize şöyle tarif etmektedir:
“Yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha ilâve edilse, Allah’ın kelimeleri yazmakla tükenmezdi” (Lokman/27).
Yeryüzünün dörtte üçü denizdir. Bunların içinde 11 bin metre derinliğinde olan yerler vardır. Bu denizler mürekkep olsa, bunlara yedi deniz daha ilâve edilse, yine de Allah’ın ilminin yazmakla tükenmeyeceği bildiriliyor.
Bildiklerimi mürekkepli bir kalemle yazmaya çalışsam, bir çay bardağı mürekkebin kafi geleceğini tahmin ediyorum. Kabul edelim ki, siz çok zeki ve çok bilgi sahibisiniz. Haydi sizin ilminizi yazmak için bir sürahi mürekkep gerekli olsun.
Allah’ın ilmini tam anlamıyla bilmek, sınırlarını ihata ile mümkündür. Halbuki, bir sürahi ile bütün okyanusları ihata mümkün olmadığı gibi, bu okyanusların yedi katı daha olsa yine de O’nun ilminin bitmeyeceği beyan ediliyor.
Bunun manası şudur: Biz Allah’ın ilimlerinin sınırlarını bilemeyiz. Çünkü bu bizim algılama ve anlama kapasitemizin çok üzerindedir. Biz sadece, bizdeki az ilim sayesinde, O’nun ilminin mahiyetini, yani ilmin ne olduğunu biliyoruz. Ancak, büyüklüğünü tahmin edemiyoruz. İşte burada O’nun ilmini hakkıyla bilmediğimizi, ya da bilemeyeceğimizi bilmek ilimdir.
O’nun ilmi neyse kudreti de, görmesi de, işitmesi de iradesi de öyle sonsuzdur. Şimdi böyle bütün sıfatları sonsuz olan bir yaratıcının sadece ilim sıfatını bilemiyorsak, bütün o sıfatların sahibinin zatını hakkıyla bilmemiz elbette mümkün değildir.