16. De ki: “Eğer Allah dileseydi Kur’an’ı size okuyamazdım, Allah da onu size hiçbir surette bildirmezdi. Kaldı ki, bana vahiy gelmeden önce de aranızda bir ömür boyu yaşadım. Hâlâ aklınızı kullanıp, benim yalancı olmadığımı düşünmeyecek misiniz?”
Kur’an, Allah Teâlâ’nın kullara en büyük rahmet tecellisidir. İnsanı da, Kur’an’a göre yaşayarak rızâsına ermesi için yaratmıştır. Nitekim: “Rahmân, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona anlayıp açıkça anlatmayı öğretti” (Rahmân 55/1-4) âyetleri bu gerçeği bildirir. Eğer Allah dileseydi, Peygamberlerin Sultanı Hz. Muhammed (s.a.s.)’i bize peygamber göndermez, Kur’an’ı ona indirmez, o da bize Kur’an’ı okumazdı. Böylece Allah da bize Kur’an’ı bildirmemiş olurdu. Fakat bütün insanlık Kur’ân-ı Kerîm gibi büyük bir rahmetten, aydınlatıcı, yol gösterici bir hidâyet rehberinden, ebedî bir devletten, fert ve toplumun müzmin hastalıklarının şifa kaynağından mahrum kalırdı. Kaybeden onu göndermeyen değil, o rahmete eremeyen insanlık olurdu. Bu hususa dikkat çekmek üzere buyruluyor ki:
“Şimdi siz bu ilâhî kelâmı mı küçümsüyorsunuz? Allah’ın size verdiği bu büyük nimete teşekkür edecek yerde onu yalanlıyorsunuz.” (Vâkıa 56/81-82)
Allah bize, nimetlerinin kadrini bilecek ve şükrünü ifâya yönelecek akıl, idrak, niyet, azim ve gayret lutfetsin!
Hem Kur’an’ı okuyan Hz. Muhammed (s.a.s.), Mekke toplumunun tanımadığı, bilmediği, sıradan bir insan değildir. Kur’an ona gelmeden önce, kırk sene o toplum içinde yaşamıştır. Onun doğru sözlü ve emin bir kimse olduğunu herkes biliyordu. Okuyup yazmadığını da biliyorlardı. Daha önce şiir veya nesir olarak ne edebiyatla meşgul olmuş ne de şairlik ve hatiplik taslamıştı. Kimseye tahakküm etmek, didişmek, saldırmak gibi bir özelliği hiç görülmemişti. Yalan söylemek şöyle dursun, hakkında bir şüphe ve şâibe uyandıracak en küçük bir davranışı bile yoktu. Herkes tarafından iffet, doğruluk, dürüstlük, sadakat ve emânet sahibi olarak bilinen Muhammedü’l-Emîn oydu. Hiç kimseye yalan söylemeyen o emîn ve mübârek zâtın, kalkıp Âlemlerin Rabbi Allah adına yalan söylemesi olacak şey değildir. Onun Allah adına yalan söylemesi mümkün olmadığı gibi, O’nun emrine karşı gelmesi veya kendisine indirilen vahyi değiştirmesi de mümkün değildir. Aklını çalıştıran herkes bunu kolaylıkla anlayabilir. Bu bakımdan hem Efendimiz’i hem de onu yalanlayanları hedef alarak buyruluyor ki:
17. Allah adına yalan uydurandan veya O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zâlim kim olabilir? Şu bir gerçek ki, günahlara dalmış inkârcı suçlular asla kurtuluşa eremezler.
Yalan bir zulüm, iftira daha büyük bir zulüm, Allah adına yapılan yalan ve iftira ise en büyük zulümdür. Allah’ın indirdiği âyetleri ve gösterdiği delilleri inkâr etmek; onların asılsız ve yalan olduğunu söylemek de yine en büyük ve katmerli zulümdür. Çünkü bunda biri bâtıla hak demenin, diğeri hakka bâtıl demenin karşılığı olmak üzere iki türlü zulüm vardır. Buna göre peygamber olmadığı halde peygamberlik taklidine kalkışmak ve Allah’a şirk koşmak büyük bir zulüm olduğu gibi, gerçek olan Kur’ân’ı ve peygamberi inkâr etmek de büyük zulümdür. Bunları yapandan da daha zâlim kimse olamaz. Bu şekilde zulmün zirvesine varan yalancı, iftiracı, inkârcı suçluların kurtuluşa eremeyecekleri de muhakkaktır.
Buna rağmen:
18. Müşrikler, Allah’ı bırakıp kendilerine ne zarar ne de fayda veremeyen putlara tapıyor ve: “Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlar. De ki: “Böyle bir şey sözkonusu olacak da, Allah onu bilmeyecek, öyle mi? Yoksa siz Allah’a, göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?” Şüphesiz ki Allah, onların ortak koştukları şeylerden pak ve yücedir.
Müşrikler taştan ağaçtan yontulmuş putlara tapıyor ve bunların hem önemli dünya işlerinde, hem de şayet müslümanların dedikleri gibi âhiret hayatı olacaksa orada kendilerine şefaat edeceklerini söylüyorlardı. Bu düpedüz bir yalan idi ve Allah’a, göklerde ve yerde -hâşâ- bilemediği bir şeyi öğretmeye kalkışmaktı. Eğer ilâhlıkta Allah’a ortak olacak ve O’nun nezdinde şefaat edebilecek varlıklar olsaydı onları herkesten önce Allah bilir ve kullarına bildirirdi. Allah böyle bir şey bildirmediği, aksine böyle bir şey olmasının imkansızlığını apaçık delillerle defalarca ortay akoyduğuna göre, artık bu konuda yanlış bir düşünce taşımak bile bile sapıklığa düşmekten başka bir şeyle izah edilemez.
Şu bir gerçek ki, insan fıtratı Allah’ın birliğini kabule uygun bir surette yaratıldığı için, şirk denilen o son derece büyük ve çirkin günah başlangıçta yokken, bazı câhillerin hak dini tahrif etmeleri yüzünden sonradan nüksetmiştir:
19. İnsanlar başlangıçta tevhid dînine inanan tek bir ümmetti. Sonradan ayrılık ve anlaşmazlığa düştüler. Eğer haklarındaki nihâî hükmün âhirete bırakılacağına dair daha önce Rabbinin verilmiş bir sözü olmasaydı, hiç şüphesiz anlaşmazlığa düştükleri hususlarda aralarında hüküm verilir, işleri çoktan bitirilirdi.
İnsanların başlangıçta tek ümmet olup, sonradan ihtilafa düşmeleri hususunda şu izahlar yapılabilir:
› Allah Teâlâ ilk defa Âdem ve zürriyetini yarattığı zaman hepsi aynı din ve hukuka bağlı, aralarında herhangi bir ayrılık ve çekişme olmayan tek ümmet idiler. Hâbil ve Kâbil olayından sonra ayrılığa düştüler. İman edenler olduğu gibi, inkâr edenler de oldu. Çeşitli inanç grupları oluşmaya başladı ve öylece devam etti.
› Her insan İslâm fıtratı üzere doğar; dinî sorumluluğun başladığı bülûğ çağına kadar böyle devam eder. Bülûğa erdikten sonra bunlar ayrılığa düşerler. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bu hakikati şöyle beyân etmektedir:
“Her doğan çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Sonra ana-babası onu yahudi,hHıristiyan veyam mecûsî yapar.” (Buhârî, Cenâiz 80; Müslim, Kader 20)
Allah Teâlâ, dünya hayatında insanların inanç, amel ve diğer beşeri münâsebetler bakımından ayrılığa düşmelerine müsaade buyurmuştur. Onların içinde hidâyete erenler ve ermeyenler, hak yolunu tutanlar ve tutmayanlar olacaktır. Cenâb-ı Hak bunlarla ilgili esas hükmünü âhiret gününe bırakmış olmasaydı, dünyada aralarında hükmeder; haklıyı bırakır, haksızı hemen helak ederdi. Fakat başka âyet-i kerîmelerden de anlaşıldığı üzere, iyilerle kötülerin arasını ayıracak ilâhî hüküm kıyamete ertelenmiştir:
“Eğer Allah insanları yaptıkları günahlar yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde tek bir canlı bile bırakmazdı. Fakat Allah belirlenmiş bir vakte
“Her ümmet için takdir edilmiş belli bir süre vardır. Bu sürenin sonu geldiğinde artık onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler.” (A‘râf 7/34):
20. Onlar kalkmış: “Ona Rabbinden bir mûcize indirilse ya!” diyorlar. De ki: “Gayb sadece Allah’a aittir. Geleceğin neler getireceğini yalnız O bilir. Öyleyse bekleyin bakalım; ben de sizinle beraber beklemekteyim.”
Mûcizeler, Allah’ın varlığını ve peygamberin doğruluğunu gösteren işaretlerdir. Ancak Allah’ın izniyle peygamber mûcize gösterebilir; kendi arzusuna göre yapamaz. Bu sebeple münkirlerin yeni bir mûcize veya helak edici bir azap taleplerine, “bu işin sadece Allah’a ait gaybî bir durum olduğu; dilerse bunu yapacağı, dilemezse yapmayacağı” beyân edilmiştir.
Şimdi de iman ve İslâm’ın huzur limanına ulaşamamış inançsız insanların bir diğer iç yarasından bahisle şöyle buyruluyor:
21. O inançsız insanlara, başlarına gelen kıtlık ve hastalık gibi sıkıntılardan sonra bir nimet ve âfiyet tattırdığımızda, hemen âyetlerimiz hakkında bir takım hileler ve tuzaklar düşünmeye başlarlar. De ki: “Allah, o düşündüğünüz tuzakları siz onları uygulamaya koymadan başınıza geçirir.” Unutmayın ki, elçilerimiz, kurmakta olduğunuz bütün o hile ve tuzakları tek tek kaydediyorlar.
Resûlullah (s.a.s.), Mekke müşrikleri için “Allahım! Mudar üzerine baskınını şiddetlendir. Allahım! Yûsuf’un yedi kıtlık senesi gibi onlara kıtlık seneleri ver” diye beddua ettiğinde yedi sene kıtlık ve sıkıntıya düçar kaldılar. Ebu Süfyân, Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelip: “Allah’ın bize bolluk vermesi için dua et. Eğer bize bolluk verilirse seni tasdik edeceğiz” dedi. Resûlullah (s.a.s.) dua etti. Bunun üzerineyağmur yağdı, suya kavuştular. Fakat yine de iman etmediler. Bu olayla ilgili olarak bu âyet nâzil oldu. (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-mesîr, IV,17)
Âyetin iniş sebebi bu olmakla beraber, esas hedefinin, bolluk zamanlarında şımarıp ilâhî âyet ve işaretlerin hakkını vermeyen, Allah’ın hükümlerini küçümseyen umûmî mânada bütün nankör isyankârlar olduğunda şüphe yoktur. Onların, Allah’ın âyetleri hakkında ortaya koydukları bir takım hile ve kötü düşüncelerden maksat; gelen iyiliğin putlardan geldiğini söylemeleri, mûcizeleri alaya alıp yalanlamaları, sıkıştıklarında Allah’a sığınıp bir daha kötülük yapmayacaklarına söz verdikleri halde selâmete erince tekrar haksızlık ve günaha dönmeleri gibi durumlardır. Bu hâlin güzel bir misâli verilmek üzere buyruluyor ki:
22. Sizi karada ve denizde gezdiren O Allah’tır. Bindiğiniz gemi, tatlı bir rüzgârla yolcuları alıp götürürken herkes büyük bir neşe içinde sevinir. Derken şiddetli bir fırtına kopup, dalgalar kendilerini her yandan sarınca ve dalgalarla iyice kuşatıldıklarını anlayınca, bütün samimiyetleriyle Allah’a yönelerek: “Eğer bizi bu felâketten sağ sâlim kurtarırsan hiç şüphesiz artık şükredenlerden olacağız” diye yalvarıp yakarırlar.
Bu ayetler, bir önceki âyette temas edilen insanın darlık ve zorlukta sergilediği davranışlarını canlı bir misalle açıklamaktadır. Bu misal, birbirini takip eden gayet canlı ve hareketli sahneler halinde takdim edilmektedir:
Birinci sahne: Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi yaratan ve yöneten Allah Teâlâ olduğu gibi insanları karada ve denizde gezdiren; onlara hem karada hem denizde hareket edebilme güç ve kabiliyetini veren; bütün engelleri kaldırarak ister yürüyerek ister binitli bir şekilde gezmelerine imkân sağlayan Allah’tır.
İkinci sahne: Limanda bir gemi ve yolcular o gemiye doluşuyor, birer birer yerlerine oturuyorlar. Gemi doluyor, halatlar çözülüyor ve yavaş yavaş iskeleden uzaklaşıp denizin ortasına doğru süzülmeye başlıyor. Yalnız burada kullanılan ifadede dikkat çekici bir durum var: Geminin içinde bulunanlar da biziz, onun ve içindekilerin akibetini sahilden izleyenler de biziz.[1] Hava güzel, rüzgârın esişi güzel, manzara güzel; insanlar keyiflerinden neş’eleniyorlar, seviniyorlar. Fakat işin tuhaf tarafı, hiç birinin aklına Allah gelmiyor. Ancak O’nun izniyle geminin su üzerinde durduğunu, ancak O’nun isteğiyle rüzgârın estiğini ve bütün bunların O’nun bir nimeti olduğunu kimse düşünmüyor. Tam mânasıyla gâfil bir zümre!
Üçüncü sahne: Gemi ve içindekiler rahat bir şekilde yolculuklarına devam ederken hemen ânî ve müthiş bir fırtınanın kopup derhal gemiye ulaştığını görüyoruz. Fırtınanın tesiriyle oluşan dağlar gibi dalgalar gemiye ve içindekilere hücum ediyor; geminin düzeni bozuluyor, yatıyor, kalkıyor. Dalga vurdukça derinliklere gömülür gibi oluyor; iniyor çıkıyor. Evet şimdi o müthiş fırtınanın önünde ve o son derece büyük ve şiddetli dalgaların arasındaki geminin hazîn durumunu izliyoruz. Gemi bu halde olursa, içindeki yolcuların halinin ne olduğunu tasavvur etmek gerekir! Şimdi gözümüzün önüne denizde çalkanan bu geminin içindeki zavallı yolcular geliyor: Hepsi feryat içindeler; az önce seyrettiğimiz keyifli ve neşeli hallerinin zerresi bile yok! Bu neş’e, yerini bütünüyle korku ve dehşete terk etmiş durumdadır. Herbiri yerinden fırlamış, bağrışıp çağrışıyor; dalgalarla çepeçevre kuşatıldıklarını, kurtuluşun mümkün olmadığını anlıyorlar. Son derece zayıf, güçsüz, aciz ve çaresiz olduklarını iliklerine kadar hissediyorlar. İşte ancak bu müthiş hercümerc içinde gönüllerde katmerleşen kirler sıyrılıyor, fıtratı selîme açığa çıkıyor, kalp silkinerek iğrenç tasavvurların kalıntılarından kurtuluyor ve selîm fıtrattan tevhîd fışkırıyor. Her şeyi bırakıp ihlâsla; içtenlikle Allah’a sarılıyorlar: “Eğer bizi bu felâketten sağ sâlim kurtarırsan hiç şüphesiz artık şükredenlerden olacağız. Ne olur Allahım bizi kurtar. Senden başka bizi kurtaracak kimse yok!” Şimdi biz bu yolcuların kalplerinin tâ derinliklerinden gelen bir âhü enînle Rablerine yalvarışlarını, kurtuluş ümitlerini O’na bağlayışlarını; ihlas ve samimiyetle şükredenlerden olacaklarına dâir Allah’a söz verişlerini seyrediyor ve dinliyoruz.
Dördüncü sahne: Onların bu samimi yalvarışları dergâh-ı izzete ulaşıyor ve kabule şâyan olup hemen neticesini veriyor. Fırtına diniyor, dalgalar kesiliyor ve deniz sakinleşiyor. Yolcular, nefesleri içlerine sığmazken artık rahat rahat nefes alabiliyorlar. Uçacak gibi olan kalpleri sükûnet buluyor. Gemi emniyetle sahile yanaşıyor, yolcular boğulup mahvolmadıklarından ve hayatta olduklarından emin, korkusuzca karaya ayak basıyorlar. Fakat karaya ayak basar basmaz birden olan biten her şeyi unutuyorlar. Tabi bununla birlikte Allah’ı da unutuyorlar. Sanki başlarına hiçbir şey gelmemiş, sanki hiçbir sıkıntıya uğramamış ve sanki Allah’a hiç yalvarmamış gibi, hiç ara vermeksizin hemen azgınlığa, taşkınlığa ve haksızlığa başlıyorlar. İşte insanın gerçek yapısı budur. “Nisyan” kökünden unutkan, “üns” kökünden ise, başından geçenleri bir kenara bırakıp içinde bulunduğu durumla ünsiyet eden, kaynaşan bir yapıya sahiptir. Allah Teâlâ, bu vasfımızı böyle dikkat çekicic bir örnekle hatırlatarak bizlerden dâimâ dalgaların sarsıntıları arasında gemide bulunup kurtuluş için Allah’a yalvaran insanların o anda sahip oldukları ihlâs, samimiyet ve tevhid şuurunu istemektedir.
Son sahne: Bu misâl, kıyamete kadar bütün insan gruplarının hâlini kuşatacak bir özelliktedir. Bu yüzden Allah Teâlâ bütün insanlara hitap ederek yaptıkları taşkınlıkların hep kendi aleyhlerinde olduğunu bildiriyor. Belki bu taşkınlıkları sebebiyle fani dünyada geçici bazı menfaatler elde edebilirler. Bu ise aldatıcı bir menfaattir. Sonra ister istemez mecburi olarak Allah’a dönecekler, O da bütün yaptıklarını kendilerine haber verecektir. İşledikleri yanlışları orada anlayacaklar ama artık iş işten geçmiş olacaktır.
Sonsuz cennet nimetlerini kaybetme pahasına inkârcıların taparcasına gönül kaptırdığı şu dünya zevklerinin, âhiret nimetlerine nispetle yok denecek kadar değersiz olduğunu çok etkili bir misalle açıklamak üzere buyruluyor ki:
Âyette, “Bindiğiniz gemi...” buyurulduktan sonra, “O gemiler hoş bir rüzgarla بكم (bikum): sizinle birlikte akıp gittikleri...” denmeyip, بِهِمْ (bihim) “onlarla birlikte” buyrularak hitaptan gaibe bir geçiş yapılmıştır. Bunun da gayesi şudur: Her insan içinde bulunduğu durumu iyice düşünüp tartamaz. Bu bakımdan yapılan bu geçişte hem muhataplara, kendi hallerini soyutlayıp karşıdan bakar gibi seyrettirmek ve düşündürmek, hem de bunların hallerini başkalarına hatırlatıp seyrettirmek için gayet ince bir tasvir sanatı bulunmaktadır. (Fahreddin er-Râzi, Mefâtîhu’l-gayb, XVII, 69; Elmalılı, Hak Dini, IV, 2699)
23. Allah kendilerini o felâketten kurtarınca da, yine yeryüzünde haksız yere taşkınlık ve tecâvüze başlarlar. Ey insanlar! Taşkınlığınız ancak kendinize zarar verecektir. Bununla sadece dünya hayatının menfaatini elde edersiniz. Ama sonunda dönüşünüz bize olacak ve o zaman bütün yaptıklarınızı size haber vereceğiz.
Bu ayetler, bir önceki âyette temas edilen insanın darlık ve zorlukta sergilediği davranışlarını canlı bir misalle açıklamaktadır. Bu misal, birbirini takip eden gayet canlı ve hareketli sahneler halinde takdim edilmektedir:
Birinci sahne: Gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi yaratan ve yöneten Allah Teâlâ olduğu gibi insanları karada ve denizde gezdiren; onlara hem karada hem denizde hareket edebilme güç ve kabiliyetini veren; bütün engelleri kaldırarak ister yürüyerek ister binitli bir şekilde gezmelerine imkân sağlayan Allah’tır.
İkinci sahne: Limanda bir gemi ve yolcular o gemiye doluşuyor, birer birer yerlerine oturuyorlar. Gemi doluyor, halatlar çözülüyor ve yavaş yavaş iskeleden uzaklaşıp denizin ortasına doğru süzülmeye başlıyor. Yalnız burada kullanılan ifadede dikkat çekici bir durum var: Geminin içinde bulunanlar da biziz, onun ve içindekilerin akibetini sahilden izleyenler de biziz.[1] Hava güzel, rüzgârın esişi güzel, manzara güzel; insanlar keyiflerinden neş’eleniyorlar, seviniyorlar. Fakat işin tuhaf tarafı, hiç birinin aklına Allah gelmiyor. Ancak O’nun izniyle geminin su üzerinde durduğunu, ancak O’nun isteğiyle rüzgârın estiğini ve bütün bunların O’nun bir nimeti olduğunu kimse düşünmüyor. Tam mânasıyla gâfil bir zümre!
Üçüncü sahne: Gemi ve içindekiler rahat bir şekilde yolculuklarına devam ederken hemen ânî ve müthiş bir fırtınanın kopup derhal gemiye ulaştığını görüyoruz. Fırtınanın tesiriyle oluşan dağlar gibi dalgalar gemiye ve içindekilere hücum ediyor; geminin düzeni bozuluyor, yatıyor, kalkıyor. Dalga vurdukça derinliklere gömülür gibi oluyor; iniyor çıkıyor. Evet şimdi o müthiş fırtınanın önünde ve o son derece büyük ve şiddetli dalgaların arasındaki geminin hazîn durumunu izliyoruz. Gemi bu halde olursa, içindeki yolcuların halinin ne olduğunu tasavvur etmek gerekir! Şimdi gözümüzün önüne denizde çalkanan bu geminin içindeki zavallı yolcular geliyor: Hepsi feryat içindeler; az önce seyrettiğimiz keyifli ve neşeli hallerinin zerresi bile yok! Bu neş’e, yerini bütünüyle korku ve dehşete terk etmiş durumdadır. Herbiri yerinden fırlamış, bağrışıp çağrışıyor; dalgalarla çepeçevre kuşatıldıklarını, kurtuluşun mümkün olmadığını anlıyorlar. Son derece zayıf, güçsüz, aciz ve çaresiz olduklarını iliklerine kadar hissediyorlar. İşte ancak bu müthiş hercümerc içinde gönüllerde katmerleşen kirler sıyrılıyor, fıtratı selîme açığa çıkıyor, kalp silkinerek iğrenç tasavvurların kalıntılarından kurtuluyor ve selîm fıtrattan tevhîd fışkırıyor.
Her şeyi bırakıp ihlâsla; içtenlikle Allah’a sarılıyorlar: “Eğer bizi bu felâketten sağ sâlim kurtarırsan hiç şüphesiz artık şükredenlerden olacağız. Ne olur Allahım bizi kurtar. Senden başka bizi kurtaracak kimse yok!” Şimdi biz bu yolcuların kalplerinin tâ derinliklerinden gelen bir âhü enînle Rablerine yalvarışlarını, kurtuluş ümitlerini O’na bağlayışlarını; ihlas ve samimiyetle şükredenlerden olacaklarına dâir Allah’a söz verişlerini seyrediyor ve dinliyoruz.
Dördüncü sahne: Onların bu samimi yalvarışları dergâh-ı izzete ulaşıyor ve kabule şâyan olup hemen neticesini veriyor. Fırtına diniyor, dalgalar kesiliyor ve deniz sakinleşiyor. Yolcular, nefesleri içlerine sığmazken artık rahat rahat nefes alabiliyorlar. Uçacak gibi olan kalpleri sükûnet buluyor. Gemi emniyetle sahile yanaşıyor, yolcular boğulup mahvolmadıklarından ve hayatta olduklarından emin, korkusuzca karaya ayak basıyorlar. Fakat karaya ayak basar basmaz birden olan biten her şeyi unutuyorlar. Tabi bununla birlikte Allah’ı da unutuyorlar. Sanki başlarına hiçbir şey gelmemiş, sanki hiçbir sıkıntıya uğramamış ve sanki Allah’a hiç yalvarmamış gibi, hiç ara vermeksizin hemen azgınlığa, taşkınlığa ve haksızlığa başlıyorlar. İşte insanın gerçek yapısı budur. “Nisyan” kökünden unutkan, “üns” kökünden ise, başından geçenleri bir kenara bırakıp içinde bulunduğu durumla ünsiyet eden, kaynaşan bir yapıya sahiptir. Allah Teâlâ, bu vasfımızı böyle dikkat çekicic bir örnekle hatırlatarak bizlerden dâimâ dalgaların sarsıntıları arasında gemide bulunup kurtuluş için Allah’a yalvaran insanların o anda sahip oldukları ihlâs, samimiyet ve tevhid şuurunu istemektedir.
Son sahne: Bu misâl, kıyamete kadar bütün insan gruplarının hâlini kuşatacak bir özelliktedir. Bu yüzden Allah Teâlâ bütün insanlara hitap ederek yaptıkları taşkınlıkların hep kendi aleyhlerinde olduğunu bildiriyor. Belki bu taşkınlıkları sebebiyle fani dünyada geçici bazı menfaatler elde edebilirler. Bu ise aldatıcı bir menfaattir. Sonra ister istemez mecburi olarak Allah’a dönecekler, O da bütün yaptıklarını kendilerine haber verecektir. İşledikleri yanlışları orada anlayacaklar ama artık iş işten geçmiş olacaktır.
Sonsuz cennet nimetlerini kaybetme pahasına inkârcıların taparcasına gönül kaptırdığı şu dünya zevklerinin, âhiret nimetlerine nispetle yok denecek kadar değersiz olduğunu çok etkili bir misalle açıklamak üzere buyruluyor ki:
Âyette, “Bindiğiniz gemi...” buyurulduktan sonra, “O gemiler hoş bir rüzgarla بكم (bikum): sizinle birlikte akıp gittikleri...” denmeyip, بِهِمْ (bihim) “onlarla birlikte” buyrularak hitaptan gaibe bir geçiş yapılmıştır. Bunun da gayesi şudur: Her insan içinde bulunduğu durumu iyice düşünüp tartamaz. Bu bakımdan yapılan bu geçişte hem muhataplara, kendi hallerini soyutlayıp karşıdan bakar gibi seyrettirmek ve düşündürmek, hem de bunların hallerini başkalarına hatırlatıp seyrettirmek için gayet ince bir tasvir sanatı bulunmaktadır. (Fahreddin er-Râzi, Mefâtîhu’l-gayb, XVII, 69; Elmalılı, Hak Dini, IV, 2699)
24. Dünya hayatının misâli şudur: Bir yağmur, onu gökten indiririz. İnsanların ve hayvanların yiyip istifade ettikleri yeryüzü bitkileri o yağmuru emerek boy atıp gürleşir, sarmaş dolaş olur. Derken yeryüzü bütün takılarını takınıp, regârenk süslenerek olanca güzelliğiyle göz kamaştırır hâle gelir. Orayı ekip biçenler bütün bunların kendi güçlerinin eseri olduğuna ve artık onun ürünlerini toplama zamanı geldiğine inandıkları sırada, bir gece vakti veya gündüz oraya azap emrimiz gelir; sanki dün orada hiçbir şey yokmuş gibi, her şeyi kökünden biçiveririz. İşte, sistemlice düşünüp ibret alacak kimseler için âyetleri böyle ayrıntılarıyla açıklıyoruz.
Bu âyette fânîliği, sonluluğu, değersizliği ve kendisinden elde edilen menfaat ve zevklerin son derece kısa süreli oluşu itibariyle dünya hayatının bir misâli verilir. Bu hakikat, insanların devamlı müşâhede ettikleri ve azıcık bir tefekkürle mâhiyetini derhal anlayabilecekleri canlı bir tabiat manzarasıyla dikkatlere sunulur. Şöyle ki:
Gökten indirilen yağmur vesilesiyle yerde insanların ve hayvanların yiyecekleri türlü türlü bitkiler yeşerir, yeryüzü süslenir, güzelliğin kemâline erişir, yeşillenir ve şenlenir. Her alanda gürleşmiş bitkiler ve ürünler kendini gösterir. Bu, gerçekten göz alıcı ve gönül okşayıcı mükemmel bir manzaradır. Bu manzara karşısında o tarlaların, bağların ve bahçelerin sahipleri çok sevinirler; bu ürünleri devşirmenin, yemenin ve satıp kâr etmenin hesabını yaparlar. Onlar böyle bir umit ve beklenti içinde iken gece veya gündüzün herhangi bir saatinde Allah’ın emriyle ansızın çıkan dondurucu bir kasırga veya sel gibi bir felaket bütün o bitkileri ve ürünleri kökünden söker, atar, yok eder. O yer, sanki dün o bitkilerle hiç yeşillenmemiş, süslenmemiş ve şenlenmemiş gibi olur.
İşte dünya hayatı da böyle kısa süren bir bahar mevsimine benzer. İnsan gençlik çağına gelir, kuvvet kazanır, hiç ölmeyeceğini sanır. Birdenbire ölüm gelir; o kuvvetli, canlı bedeni deviriverir, sanki o kimse hiç yokmuş gibi olur. Bu sebeple şâir Vedâdî şu nasihatta bulunur:
“Gel çekme cihân kaydını devrân bile kalmaz,
Kan ağlama çok, dîde-i giryân bile kalmaz.
Gül vakti geçer, seyr-i gülistân bile kalmaz.
Her lahza gönül hürrem ü handân bile kalmaz.”
Bu âyet-i kerîmede ayrıca iman ve sâlih amellerle tezyin edilmiş ruhun küfür ve günahlarla harap edileceğine de işaret vardır. Çünkü küfür, insan ruhunun bütün güzelliklerini mahveden dondurucu bir kasırga gibidir. İman ve güzel davranışlar insan ruhunu süslerken, kalpte esen küfür rüzgârı o güzelliklerin hepsini silip götürür.
İşte dünya böyle hem müspet hem menfi olayların vuku bulduğu, belli bir kararı olmayan fanilik mekanıdır. Bugün her şey yolundayken yarın hangi süprizlerin çıkacağı bilinemez. Bu sebeple Yüce Allah dünyanın oyunlarına karşı uyarmakta ve bizi hiçbir olumsuz süprizin yaşanmadığı ebedî esenlik diyarına çağırmaktadır:
Dîde-i giryân: Ağlayan göz. Seyr-i gülistân: Gül bahçesini seyretmek. Hürrem ü handân: Güleç, sevinçli, neşeli.
25. Allah, kullarını her bakımdan emniyet ve esenlik yurduna dâvet eder ve kimi dilerse onu doğru yola eriştirir.
Cennetin isimlerinden biri دَارُ السَّلَامِ (Dâru’s-Selâm)dır. Ona bu ismin verilmesi, oraya girenlerin, her türlü âfet ve musibetten selâmete ermesinden ötürüdür. Cennetin başı ihsan, ortası rızâ, sonu da Hakk’a kavuşmaktır. Cennet aynı zamanda selâmlaşma yurdudur. Çünkü orada Allah kullarına selâm verir, melekler de selâm verir, kendi aralarında da hep selâmlaşır dururlar. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Cennetlikler orada ne bir boş, mânasız laflar işitirler, ne de günaha sokacak bir söz. Sadece, “Selam size ey cennetlikler, selâm!” sözünü duyarlar.” (Vâkıa 56/25-26)
İnsan, dünyada bile davet eden şahıs ve davet edildiği yere göre bir hazırlık yapar; ona göre giyinir kuşanır ve ona göre hediyesini alır. Davet sahibi Cenâb-ı Hak, davet edilen yer de cennet olunca, oraya nasıl bir hazırlıkla gitmek lâzım geldiğini düşünmek gerekir.
Allah’ın dilediğini eriştirdiği dosdoğru yol, her türlü esaslarını Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’nin belirlediği İslâm yoludur. İşte selâmet diyârına ulaştıracak yol budur. Felâketlerle dolu dünya hayatında bu yolda yürümeyi başaranlar, felâketlerden uzak cennet yurduna ulaşabileceklerdir.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bu dosdoğru yolu bir temsille şöyle anlatır:
“Bir yol var; yolun iki kenarında kapıları açık iki duvar var; kapıları üzerinde ise perdeler var. Yolun başında bir davetçi, onun üzerinde de ikinci bir davetçi: “Allah, kullarını her bakımdan emniyet ve esenlik yurduna davet eder ve kimi dilerse onu doğru yola eriştirir” diye seslenir. Yolun iki kenarındaki kapılar Allah’ın koyduğu yasaklardır. Bir kimse perdeyi kaldırmadan Allah’ın koyduğu yasakları çiğnemez. Yolun başındaki davetçinin üzerindeki ikinci davetçi Rabbinin vâizi olan vicdandır” Tirmizî, Emsâl 1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 183)
İnsan, Allah ve Peygamber’in davetine kulak verip onların belirlediği çerçevede ve temiz vicdanının da gösterdiği istikamette hareket ederse ebedî selamet diyarına erişir. Orada:
26. İyi ve güzel işler yapan mü’minlere mükâfatların en güzeli ve bir de tahmin edemeyeceğiniz fazlası vardır. Onların yüzlerine ne bir karalık bulaşır, ne de yüzlerini aşağıya eğdirecek bir zillete maruz kalırlar! Onlar cennetin yârân ve yoldaşlarıdırlar; orada ebedî kalacaklardır.
27. Kötülük işleyenlere gelince, ancak işledikleri kötülüğün cezası neyse onu görürler. Onların yüzlerini bir utanç ve aşağılık duygusu kaplar. Allah’ın azabına karşı onları koruyacak hiç kimse yoktur. Yüzleri sanki kapkaranlık gece parçaları içine gömülmüş gitmiştir. Bunlar da cehennemin yoldaşıdırlar ve orada ebedî kalacaklardır.
Yaptığı işi iyi, güzel ve kaliteli yapanlar dünya hayatında da başarılı olurlar. Kendilerine değer verilir, yaptıkları takdir edilir, eğer ticâretle uğraşıyorlarsa bol kazanç elde ederler. Güzel bir kulluk hayatı, haram ve helâl hassâsiyeti insanın dünyada da mutlu ve huzurlu bir hayat sürmesine yardımcı olur. Âhirette ise Cenâb-ı Hak, imanla birlikte yaptığını güzel yapanlara mükâfâtın en güzelini verecek ve zamanla bu mükâfâtı daha da artıracaktır. Mükâfatlar sonsuza değin artarak devam edecektir.
Allah Resûlü (s.a.s.), âyette geçen اَلْحُسْنٰى (hüsnâ)yı cennet, زِيَادَةٌ (ziyâde)yi ise Allah’ı görmek olarak şöyle tefsir etmiştir:
“Cennetlikler cennete girdikten sonra, şanı yüce ve mübârek olan Allah şöyle buyuracak: «Size daha fazlasını vermemi istediğiniz bir şey var mı?» Onlar: «Yüzlerimizi ağartmadın mı, bizi cennete koymadın mı, cehennem ateşinden korumadın mı?» diyecekler. Bunun üzerine yüce Allah hicabı açacak. Onlara aziz ve celil olan Rabblerine bakmaktan daha çok sevdikleri bir şey verilmiş olmayacaktır.” Bir rivayete göre Efendimiz (a.s.), bu açıklamadan sonra: “İyi ve güzel işler yapan mü’minlere mükâfatların en güzeli ve bir de tahmin edemeyeceğiniz fazlası vardır” (Tevbe 9/26) âyetini okumuştur. (Müslim, İman 297, 298; Tirmizî, Cennet 16)
Cennetliklerin yüzleri aydınlık ve parlak olacak; onlar herhangi bir zillet ve aşağılık hissi içinde olmayacaklardır. Akıbetlerinden emin, huzurlu ve rahat bir halde bulunacaklardır. Dünyada günah fiiller işlediklerinden ötürü cehenneme girecek olanları ise mahşerde müthiş bir zillet, bayağılık ve perişanlık kaplayacaktır. Yaptıklarına duydukları pişmanlığın derin izleri yüzlerine yansıyacaktır. Onları Allah’ın azabından hiç kimse kurtaramayacaktır. Yüzleri ise karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibi simsiyah olacaktır. Bu hususu izah eden diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“O kıyâmet gününde bir kısım yüzler pırıl pırıl parlayacak; bir kısım yüzler de kederden simsiyah kesilecektir. Yüzleri simsiyah olanlara: «İmanınızdan sonra tekrar küfre sapmıştınız, değil mi? O halde küfür üzere yürüyüp durmanız sebebiyle tadın bakalım bu azabı!» denilecek. Yüzleri pırıl pırıl olanlara gelince, onlar hep Allah’ın rahmetinin tecelli ettiği cennette olacak ve orada ebedî kalacaklardır.” (Âl-i İmrân 3/106-107)
“Yüzler vardır o gün pırıl pırıldır. Güleçtir, sevinçlidir. Kimi yüzler de o gün toza toprağa bulanmıştır. Onları karanlık bürümüştür. Onlar Allah’ın sınırlarını aşıp günaha dadanmış kâfirlerdir.” (Abese 80/38-42)
Bunlardan sonra söz müşriklere intikal ettirilerek, dehşetli mahşer meydanından şirkin asılsızlığını belgeleyen acı bir manzara takdim ediliyor:
28. O gün onların hepsini huzurumuzda bir araya toplayacağız; sonra da Allah’a şirk koşanlara: “Siz de, ortak koştuklarınız da haydin yerlerinize!” diyeceğiz. Böylece, her birini lâyık olduğu yere koyup aralarını tam olarak ayıracağız. Kendilerine tanrı diye taptıkları şeyler onlara şöyle diyecek: “Aslında siz bize tapmıyordunuz.”
29. “Allah da aramızda şâhittir ki, sizin bize taptığınızdan hiç mi hiç haberimiz yoktu.”
30. Orada herkes daha önce yaptığının imtihanını verecek ve gerçek sahipleri olan Allah’ın huzuruna çıkarılacaklar. Tanrı diye uydurdukları şeyler ise onları yüzüstü bırakarak ortadan kaybolup gidecektir.
İyi veya kötü amel sahibi herkes, hesap vermek üzere mahşer yerinde bir araya toplanacak. Bu sırada müşrikler ve onların ortak koştukları putlar, birbirinden tamâmen ayrılarak âdeta hâkimin huzurundaki davacı ve davalılar gibi karşı karşıya getirilecek ve aralarında bir kısım konuşmalar geçecek. Burada sadece Allah’a ortak koşulan putların, ortak koşanlara söyleyecekleri sözlere yer verilmektedir. O da şudur:
“Siz gerçekte bize değil, kendi arzularınıza kulluk yaptınız. Çünkü biz kulluğa layık varlıklar değiliz; böyle bir hakkımız ve iddiamız yoktur. Allah şâhit ki, bize taptığınızın asla farkında bile değiliz; bu konuda herhangi bir haberimiz de yoktur. Demek siz, bizim hiç haberimiz olmadan, kendi hayal ve vehminize dayanarak bir kısım putlar edindiniz, onlara perestij ettiniz, önlerinde eğilip kalktınız, adlarına kurbanlar kestiniz. Bunların hiç birinin doğru olmadığını şimdi çok iyi anladınız.”
İşte inceden inceye hesabın yapıldığı o gün orada her bir nefis dünyada yaptıklarının imtihanını verecek, onların iç yüzünü görecek, değerini bilecek, iyi veya kötü tatlarını tadacak, faydalı mı zararlı mı olduğunu anlayacaktır. Allah’tan başka taptığı putların hiçbir işe yaramadığını ayan beyân görecektir. Bütün insanlar hakiki tek ilâh olan Allah’ın huzuruna döndürülecek; o uydurma ilâhların hepsi kaybolup gideceklerdir. Hakikat bütün ihtişamıyla ortaya çıkacak, bâtıl yok olacaktır.
Öyleyse ey Rasûlüm ve ey müslümanlar, Allah’ın birliğini ve hâkimiyetini reddederek adım adım bu korkunç âkıbete doğru sürüklenen inkârcıları şu sorularla uyarın: