ZAFER: MEKKE’YE DÖNÜŞ
Kur’an’ı (sana indiren ve onu okumayı) sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: ‘Rabbim kimin hidayet üzere olduğunu ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu bilendir. [26] Bu kasabaya girin, orada bulunanlardan dilediğiniz şekilde bolca yiyin, kasabanın kapısından girerken eğilip, secde edin ve ‘Hıttal’ (Yâ Rabbi bizi affet) deyin ki, sizin hatalarınızı bağışlayayım; zira, iyi davrananlara (karşılığını) fazlasıyla vereceğimi vaat etmiştim.[27]
Hudeybiye Anlaşmasının Sonu
Hudeybiye anlaşması ile, gerek Müslümanlarla ve gerekse Kureyşle anlaşmalı toplulukların dokunulmazlıkları taraflarca kabul edilmişti. Buna göre, müttefike yönelik herhangi bir saldırı asıl tarafa yönelik bir saldırı kabul edilecekti. Anlaşma, iki taraftan birisiyle müttefik olanları karşı tarafın zarar ve saldırılarından korunmalarına imkân sağlıyordu. Güvenliklerini ittifaklarla sağlayabilen kabileler için önemli bir imkân sağlanmış oluyordu. Bu nedenledir ki anlaşma metninin yazıldığı sırada, Hudeybiye’de bulunan Huzâaların temsilcileri Müslümanların müttefiki olduklarım, Bekir oğullarının temsilcileri ise Kureyş’in müttefiki olduklarını ilan etmişlerdi. İkisi de aynı tarafın müttefiki olmamışlardı, çünkü iki kabile arasında birkaç kuşak öncesine uzanan bir kan davası vardı. Diğer Arap kabilelerinin Hudeybiye anlaşması nedeniyle taraflardan herhangi birisinin müttefiki olma konusunda çekimser kalmalarına karşılık, bu iki kabile mensuplarının Müslümanları veya Kureyş’i müttefik edinmelerindeki acelelerinin nedeni, birbirlerinin şerrinden emin olmak ve güçlerini müttefikleri ile artırmak arzusundan başka bir şey değildi.
Kureyş’in müttefiki olan Bekir oğulları, Müslümanlarla müttefik olan Huzâalara karşı derin bir düşmanlığa sahiptiler. İçlerindeki düşmanlığın kışkırtan güçlü sesini kesemiyorlardı. Huzâalara bir şekilde saldırmak ve önceden öldürülmüş adamlarının intikamını almak arzusunu yok edemiyorlar di. Hudeybiye anlaşmasına rağmen sıklıkla Kureyş liderleriyle görüşüp, Huzâalara yönelik gizli bir eylem için fırsat kollamaya ve bu konuda Kureyş’in desteğini almaya çalışıyorlardı. Eğer nrsatmı bulabilirlerse istedikleri gibi davranmaya hazırdılar. Hudeybiye anlaşmasının gerektirdiği şartları engel olarak görmüyorlardı. Onlar için, kendi güvenliklerini garantiye alan ve karşı tarafı bağlayan bir anlaşma uyulmaya değer bir anlaşma sayılırdı. Kendilerini kısıtlayan hiçbir anlaşmaya içten gelerek uymak istemezlerdi. Esasen Kureyş’in durumu da bundan farklı değildi. Onlar da Müslümanları yok etmek konusunda güçlü istek ve arzulara sahiptiler ve anlaşmayı bir engel olarak görmüyorlardı. Ama buna rağmen düşmanca bir girişimde de bulunamıyorlardı, çünkü Müslümanlarla ilgili olarak savaş alanlarında yaşadıkları tecrübeler düşmanca girişimlerinin aleyhlerine olacağını gösteriyordu. Ancak Bekir oğullan boş durmadılar. Kureyş’in genç liderlerim etkilemek için her fırsatı değerlendirdiler. Kureyş’in liderlerini Huzâalılara karşı girişecekleri bir hareketin destekçisi olmak için kışkırttılar. Sonunda arzularına kavuştular. Kureyş’in genç liderleri kimlikleri gizli kalmak şartıyla Bekir oğullarını destekleyeceklerini, Huzâalardan intikam almalarına yardımcı olacaklarını bildirdiler. Kureyş’in liderleri, böylelikle, dolaylı da olsa Müslümanlara bir zarar vermiş, içerindeki kinlerini az da olsa dindirme fırsatı bulmuş olacaklardı.
Bekir oğulları Kureyş’in genç liderlerinin desteğini alınca Huzâalara yönelik bir harekât için fırsat kollamaya başladılar. Aradıkları fırsatı bulunca da hemen harekete geçtiler. Bekir oğullarına mensup Enes b. Züneym’in islâm’ı ve Hz. Peygamber’i hicveden şiirler söylediği bir gün, Huzâah bir genç işittiklerine dayanamayıp Enes b. Züneym’e saldırdı. Müşrik şairin kafasına vurarak yaralanmasına neden oldu. Bu, çoktandır Huzalara saldırmak için fırsat kollayan Bekir oğulları için iyi bir fırsattı. Arafat dağı civarındaki Vetir ismiyle bilinen bir su kuyusu, başında toplanmış bulunan bazı Huzâalara gece baskını düzenlediler. Kureyş’in genç liderleri mütecavizce gerçekleşen bu baskına silah ve adam yardımında bulunarak destek verdiler. Ancak baskın düşünüldüğü gibi sonuçlanmadı. Huzâalar çabucak toplanıp, saldırıya karşı direndiler. Huzâalar bir yandan kendilerine saldıranlara karşı mücadele ederlerken, bir yandan da Harem’in sınırına girmeye çalışıyorlardı. Amaçları, kan dökmenin haram olduğu Harem bölgesine girerek canlarını kurtarmaktı. Hiçbir Arap’m haram bölgede kan dökmeyeceğini biliyorlardı. Huzâalar, sadece bir kişinin ölümüyle sonuçlanan direnişi takiben Harem’e girmeyi başardılar ve Bekir oğullarının lideri Nevfel b. Muaviye’ye hitaben ‘Ey Nevfel! Biz Harem’e girdik, ilâhından sahn! ilâhından kork! Artık kılıçlarınızı bizden uzak tutun’ diye seslendiler. Fakat Nevfel’den hiç ummadıkları bir cevap aldılar: ‘Bugün bizim için ilâh falan yok. Ey Bekir oğullan intikamınızı alın! Sizler hacıları dahi Harem bölgesinde soymaktan çekinmezken, şimdi bu adamları öldürmekten mi çekineceksiniz. Haydi intikamınızı almaktan geri durmayın: Böylelikle bir kez daha anlaşıldı ki müşrikler için değişmeyen tek ölçü menfaatleriydi; uğrunda can almaktan veya vermekten çekinmedikleri putları ve dinleri, aslında menfaatlerinin teminatı olduğu sürece bir değer ifade ediyordu.
Gecenin karanlığında gerçekleşen katliam Mekke liderlerini sevindirdi. Fakat sabah olunca, konuyu biraz soğukkanlı bir şekilde düşününce, hata yaptıklarını fark ettiler ve gerçekleşenlerden dolayı pişmanlık duymaya başladılar. Çok tehlikeli sonuçlara neden olacak bir işe giriştiklerini anladılar. Katliam nedeniyle Hudeybiye anlaşmasını ihlâl ettiklerini ve bunun, Müslümanlara anlaşmayı iptal etme hakkı tanıyacağını fark etmekte zorlanmadılar. Anlaşmanın iptali kendileri İçin hiç istenmeyecek bir durumdu. Anlaşmanın imzalanmasından bu yana geçen iki sene içinde her şey aleyhlerine dönmüş ve son umutlarını ve her yönden sarsılan güvenliklerini ancak Hudeybiye anlaşması ile sağlayabilir duruma gelmişlerdi. Anlaşmayı ihlâl ettikleri anlaşılacak olursa, Müslümanların Mekke’yi işgal edeceklerini biliyorlardı. Bekir oğullarına destek vermekle Mekke’nin Müslümanlar tarafından işgaline bizzat kendi elleriyle meşruiyet sağlamışlardı. Kureyş’in genç liderleri, o ana kadar gerçekleşenlerden haberdar olmayan Ebû Süfyan’a giderek durumu anlattılar. Ebû Süfyan duydukları karşısında şaşkına döndü. Hudeybiye anlaşmasının bozulduğunu, Müslümanların Mekke’yi istilâ etmelerine meşruiyet sağlandığını söyledi. Mekke’nin genç liderlerini yaptıkları nedeniyle suçlayıp, azarladı.- Ancak artık olan olmuştu. Durumun aleyhlerine dönmesini önleyecek ne gibi girişimlerde bulunabileceklerini düşünmeye başladılar.
Kureyş liderleri olayın aslının Resulüllah tarafından duyulması durumunda gerçekleşecek muhtemel gelişmeleri aralarında görüşüp tartıştılar. En kuvvetli ihtimal olarak, Resulüllah’m anlaşmayı devam ettirmek isteyeceğini, ancak kendilerinden ölenlerin diyetlerini de isteyeceğini düşündüler. Ölenlerin diyetleri çok tutuyordu. Ne kendilerinin, ne de yoksul Bekir oğullarının bu diyeti ödemeleri mümkün değildi. Bu kuvvetli ihtimale karşılık, ikinci ihtimal olarak Resulüllah’m kendilerinden Bekir oğulları ile olan ittifaklarını bozmalarını isteyip Bekir oğullarını cezalandırmaya kalkışabileceğini düşündüler. Kureyş buna razı olamazdı. Bu durumda hem müttefiklerini koruyamadıkları için Araplar arasında itibarlarını kaybederler, hem de Mekke dininin en önemli savunucularını kaybetmiş olurlardı, ikisine göre daha zayıf bir ihtimal olmakla birlikte, üçüncü ihtimal olarak da Resulüllah anlaşmanın ihlâl edildiğini düşünüp, Mekke’ye yönelik bir harekâta girişebilirdi. Bu durumda savaşmaktan başka çareleri yoktu. Bu ise hiçbir şekilde istemedikleri bir şeydi. Konuşmalar sırasında üçüncü ihtimali zayıflatmak için katliamdan haberdar olmadıklarını, kendilerinin bu olayların dışında kaldıklarını iddia etmeye karar verdiler. Ayrıca Ebû Süfyan’m Medine’ye giderek durumu kurtarmaya çalışmasının, anlaşmanın devamı için görüşmeler yapmasının iyi olacağına karar verdiler.
Huzâaların acıları büyüktü. Vakit kaybetmeden mağduru oldukları katliamı bildirmek ve desteğini istemek için bir heyeti Medine’ye, Resulüllah ile görüşmeye gönderdiler. Huzâa heyeti, yaşadıklarını olduğu gibi Resulüllah’a anlatıp, kendilerine saldıranların Bekir oğullan olduğunu bildirdiler. Onlar, Kureyş liderlerinin söz konusu katliama destek verdiklerini bilmiyorlardı. Bu nedenle sadece Ku-reyş’i saldırıya engel olmamakla suçladılar. Resulüllah mağdurlar nedeniyle üzüldü, ama gerçekleşen tecavüz nedeniyle de öfkelendi. Huzâalara yardım edeceğini bildirdi. Üzüntü ve sıkıntısı had safhadaydı. Evine giderek duş almak istedi. Resulüllah’m o anki durumuna tanık olan Hz. Aişe diyor ki; ‘Allah Resulünü hiç o kadar öfkeli görmemiştim. Duş alırken sürekli ‘Eğer Ka’b oğullarına yardım etmezsem, yardım edilen olmayayım’ diyordu’.
Öte yanda üzüntülü ve öfkeli olan birisi daha vardı. O, evine sığınan dostlarını koruyamamış bulunan Büdeyl b. Verka idi. Büdeyl, evinde gerçekleşen katliama engel olamadığı için üzgün, Kureyş’in liderleri olan arkadaşlarının bu katliama destek vermeleri ve kendi onurunu ayaklar altına almaları nedeniyle de öfkeliydi. Harem’de kan dökmek büyük bir suçtu, bir eve sığınmış olanlara saldırarak evin sahibinin onurunu çiğnemek ise bir başka suçtu. Bütün bunlar köklü bir geleneğin çiğnenmesinden başka bir şey değildi. Büdeyl, bütün bu haksızlıklara katlanamadı ve gizlice Medine’ye gitti. Medine’ye gidince de kendisinin bildiği ve tanık olduğu herşeyi Resulüllah’a anlattı.
Ebû Süfyan, Medine’ye giderken bir mola yerinde Medine’den dönmekte olan Büdeyl ile karşılaştı. Büdeyl’in Medine’den geldiğini anlayınca gizledikleri şeylerin Büdeyl tarafından açığa çıkarılmış olmasından kuşkulandı. Bu nedenle olayın gizli tutmayı kararlaştırdıkları kısmını Resulüllah’a bildirmiş olabileceğini düşünerek Büdeyl’in ağzını aradı, fakat istediği türden bir bilgi elde edemedi. Bu sefer sorusunu açıkça sordu. Büdeyl, Kureyş’in sırrını Resulüllah’a bildirmediğini söyledi. Hatta Medine’ye gitmediğini söyledi. Ebû Süfyan, Büdeyl yanından uzaklaşınca Büdeyl’in devesinin pisliğini inceledi. Hayvan Medine hurması yemişti. Bu, Medine’ye gitmediğini söylerken Büdeyl’in yalan söylediğini gösteren önemli bir delildi. Bu yalansa diğeri de yalandı. Demek ki Büdeyl her şeyi Resulüllah’a anlatmıştı. Ebû Süfyan korktu; işlerin iyice karıştığını ve durumlarının gittikçe zorlaştığını düşündü.
Ebû Süfyan ne yapacağını bilememenin sıkıntısı içerisinde Medine’ye girdi. Doğruca on yılı aşkın süredir görmediği kızı Ümm-ü Habibe’nin odasına gitti. Kızı kendisini soğuk karşıladı; umduğu sıcaklığı bulamadı. Bir ara oturmak istedi. Odada üzerine oturulabilecek tek şey yerdeki yataktı. Yatağın üzerine oturacağı sırada kızının hiç beklemediği bir tepkisiyle karşılaştı. Resulüllah’ın eşi olan Ümm-ü Habibe, babasının oturmasına engel olup, yatağı topladı. Ebû Süfyan şaşkınlık içinde ‘Kızım! Yatağı mı benden, beni mi yataktan esirgedin. Niçin böyle davrandığını anlayamadım’ dedi. Ümm-ü Habibe düşüncesini hiç çekinmeden söyledi; ‘Yatağı senden esirgedim. Bu Resulüllah’ın yatağıdır ve O’nun yatağına senin gibi pis bir müşrik oturamaz’ Ebû Süfyan şaşırdı; ‘Vallahi sana bir kötülük dokunmuş, değişmişsin’ dedi. Sonra üzgün’bir şekilde odadan çıkmak için kapıya yöneldi. Kızının arkasından söylediklerini duydu, ama bir şey demedi. Ebû Süfyan odadan ayrılırken, kızı Ümm-ü Habibe arkasından şunları söylüyordu: ‘Hayır, Bana bir kötülük dokunmadı. Allah beni İslâm’la şereflendirdi. Umarım Kureyş’in akıllı ve yaşlı lideri olan sen de islâm’dan uzak kalmazsın.
Ebû Süfyan mescide giderek Resulüllah’ı buldu. Konuşmasına, kızı Ümm-ü Habibe başta olmak üzere Medine’de kimseyi misafirperver bulmadığını, herkesin Araplıktan uzaklaştığını, geleneğe saygı kalmadığını dile getiren sitem dolu sözlerle başladı. Amacı kendisini üstün tutacak psikolojik bir ortam hazırlamaktı. Bu arada kızının yaptıklarım olduğu gibi anlattı. Resulüllah işittikleri karşısında memnun olmuştu; gülerek ‘Demek öyle’ dedi. Ebû Süfyan konuşmasını uzatmadan sözü asıl konuya getirdi. Hudeybiye anlaşmasını yenilemek arzusunda olduğunu söyledi. Bunun gerekçesi olarak da, Resulüllah’ın gerçekleşenlerden habersiz olabileceği kanaatiyle, Hudeybiye’de kendisinin bulunamadığını, Kureyş’in lideri olarak kendisinin böyle bir anlaşmanın gerçekleşmesinde bulunmayı istediğini ifade etti. Resulüllah sadece dinliyor, hiçbir şey demiyordu. Ebû Süfyan konuşurken, bir yandan da Resulüllah’ı gözlüyordu. O’nun düşüncesini anlamaya çalışıyordu. Fakat olumlu veya olumsuz bir karşılık alamayınca ‘Ey Muhammedi Biz seninfe yaptığımız anlaşmaya uyuyoruz. Bu konuda son derece titiz ve kararlıyız’ dedi. Her şeyden habersiz görünen Resulüllah ‘Yoksa siz anlaşmayı bozdunuz mu? Anlaşmayı bozacak bir şey mi oldu?’ dedi. Ebû Süfyan samimi bir görünüm sergileyerek ‘Allah korusun! Öyle bir şey olur mu? Biz sözümüzün üzerinde duruyor ve anlaşmanın şartlarına titizlikle uyuyoruz. Biz bu anlaşmaya muhalif bir iş ne yaparız, ne de bu anlaşmayı değiştirmeye kalkarız’ dedi. Resulüllah da ‘Biz de Hudeybiye’de yaptığımız anlaşmaya uyuyoruz ve ona aykırı bir iş yapmadık’ dedi. Ebû Süfyan tekrar ‘O halde anlaşmayı yenileyip, süresini uzatalım’ teklifinde bulundu. Resulüllah bunu anlamsız bulduğunu ima edecek şekilde sessiz kaldı. Ebû Süfyan, yapacağı bir şey olmadığına karar verip mescitten ayrıldı.
Ebû Süfyan, Resulüllah’la görüşmesinden isteği sonucu alamayınca aracı olmasını istemek için Ebû Bekir’in yanma gitti. Ebû Bekir böylesi bir şeyi yapamayacağını bildirdi. Ebfı Süfyan, Ömer’in yanına gidip ondan yardım istedi. Ömer de böylesi bir girişimde bulunamayacağını, Ebû Bekir’e göre daha sert bir üslûpla ifade etti: ‘Senin için ResuîüI/ah’Ia görüşeceğim ha! Vallahi böyle bir şey yapmam ve bir karınca için bile olsa size karşı savaşırsa ben de onun yanında size karşı savaşırım.
Ebû Süfyan, Ali’nin yanına gitti. Ali’yi eşi Fâtıma ve henüz küçük bir çocuk olan Hasanla bir arada otururken buldu. Ricasını Ali’ye bildirdi. Ali, Ebû Süfyan’m ricasını kabul etmedi. Ebû Süfyan son bir umutla Fâtıma’ya yöneldi. Onun yardımını istedi. Eğer kendisine yardımcı olur ve anlaşmayı yeniletirse bütün Araplar arasında şerefle anılmayı hak edecek bir iş yapmış olacağını söyledi. Fakat istediği yardımı alamadı. Artık çaresiz bir haldeydi. Son bir umutla Ali’ye ‘Bana ne tavsiye edersin? Ne yapayım?’ diye sordu. Ali, ‘Resulüllah’ın yanına gir ve iki tarafı uzlaştırma işini üzerine aldığını söyle, sonra da git’ dedi. Ebû Süfyan merakla sordu; ‘Bu bana bir fayda sağlar mı’. Ali’nin cevabı ‘Sanmam bunun sana bir faydası olsun. Ancak yapacağın başka bir şey de yok’ oldu. Ebû Süfyan, Ali’nin tavsiyesi üzerine mescide gitti ve Müslümanlardan bir grupla birlikte oturan Resulüllah’ın önünde, her iki topluluk arasında uzlaşmacı olduğunu, anlaşmayı yenilediğini söyleyip mescitten çıktı. Doğruca Mekke’ye gitti.
Ebû Süfyan, Mekke’ye dönünce merakla kendisinin getireceği haberi bekleyen Kureyş liderlerine olup-biteni anlattı. Kureyş’in genç liderleri şaşırdılar. Ebû Süfyan’a çıkışmaktan kendilerini alamadılar: Yazıklar olsun sanal Vallahi Ali seninle alay etmiş. Şimdi öyle bir durumdayız ki anlaşma devam ediyor mu, etmiyor mu bilmiyoruz. Bu nasıl iştir! Senin kendi kendine yaptığın anlaşma Muhammed’i bağlamaz. Anlaşmayı istediği zaman istediği şekilde bozar. Şimdi ne yapacağız; bize savaş haberi getirmedin ki hazırlık yapalım. Bize barış haberi getirmedin ki emniyet içinde oturalım?’
Hazırlık
Ebû Süfyan’ın Medine’den ayrılmasından hemen sonra Resulüllah evine gitti. Eşi Aişe’ye yola çıkacağını, ihtiyaçları için gerekli yol hazırlığına başlamasını söyledi. Aişe nereye gideceğini sordu, fakat cevap alamadı. Aişe’nin yol hazırlıkları yaptığı sırada babası Ebû Bekir geldi. Kızından Resulüllah’ın yola çıkacağını öğrendi. Resulüllah’ın nereye gitmek istediğini sordu, fakat Aişe’nin de bu sorunun cevabını bilmediğini anlayınca merakı hepten arttı. Resulüllah’ın yanına vararak, gidebileceği yerlerle ilgili sorular sordu. Birçok bölgenin ismini saydı. Suriye bölgesine gidilmesini daha kuvvetli bir ihtimal olarak gördüğü için özellikle o taraflardan bazı bölgelerin isimlerini söylüyordu. Ancak aldığı cevap hep ‘Hayıf oldu. Ebû Bekir, Mekke’ye gidileceğine ihtimal dahi vermediğinden, düşündüğü bütün yerleri saydıktan sonra, ancak en son ihtimal olarak ‘Kureyş’in üzerine mi?’ diye sordu. Bu sefer cevap ‘Evefti. Ancak cevabı takiben bir de uyarı geldi; ‘Kureyş’in üzerine gideceğim fakat bunu gizli tut, kimseye söyleme’. Ebû Bekir şaşırdı; ‘Ey Allah’ın Resulü! Kureyşle bir anlaşmamız var!’, Resulüllah ‘Sen herhalde onların Hu-Zâalara yaptıklarını duymadın! Onlar anlaşmaya uymadılar. Ahitlerine ihanet edip, bozdular. Ben onlarla savaşacağım. Fakat bu söylediklerimi gizli tut. Kimseye hiçbir şey söyleme’ dedi.
Resulüllah, Müslümanlardan bir harekât için hazırlıklara başlamalarını istedi. Medine çevresindeki islâm davetini kabul etmiş bütün kabilelere de haber gönderdi. Eli silah tutan herkesin hazırlık yapmasını istedi. Bölge kabilelerinden bir kısmına orduya katılmak için Ramazan başında Medine’ye gelmelerini bildirirken, bir kısmına da hazır beklemeleri ve haber geldiğinde hareket edip, yolda orduya katılmalarını bildirdi. Orduya yolda katılacaklar hariç diğerleri gruplar halinde Medine’ye akın ettiler. Herkes merakla birbirine nereye gidileceğini soruyordu. Fakat hiç kimse bu sorunun cevabını bilmiyordu. Ebû Bekir ve diğer bilenler ise hiç kimseye bir şey söylemiyorlardı. Zaten nereye gidileceğini bilenlerin kimler olduğu da bilinmiyordu. Bilenler arasında muhtemelen Ömer vardı. O, özel bir nöbetçi birliğinin komutanlığına getirilmişti. Görevi, Medine’den hiç kimsenin ayrılmasına izin vermemekti. Resulüllah Kureyş’in durumdan haberdar olmaması için bütün tedbirleri titizlikle almış ve uygulanmasını da aynı titizlikte sürdürüyordu. Medine’den hiç kimsenin ayrılmasına izin verilmemesi bu tedbirlerden birisiydi.
Resulüllah harekâtın hedefinin neresi olduğunu her zamankinden daha gizli tutuyordu. Çünkü, Mekke’yi ani bir baskınla kansız ele geçirmeyi planlamıştı. Hatta insanları şaşırtmak ve asıl hedefin anlaşılmasını önlemek için Ebû Katade b. Rebi komutasında sekiz kişilik bir birliği keşif kolu görünümünde kuzey tarafına, Batn-ı İzam’a gönderdi. Bununla, Suriye tarafına gideceğini mesajını vermek istiyordu. Herkes gidilecek yerin Suriye tarafları olduğuna emindi. Hiç kimse Mekke’yi düşünmüyordu. Hazırlıklar bu şartlar içinde tamamlandı ve bir müddet sonra Medine’den yola çıkıldı. Hareket yönü güneye doğruydu. Ama bu hedefin Mekke olduğunu düşünmeye neden olacak bir durum değildi. Çünkü, Resulüllah’ın askerî harekâtların ilk aşamasında hedef bölgenin tersi bir yöne doğru gittiği ve sonra ani bir dönüşle asıl hedefe yöneldiği biliniyordu. Herkes harekâtın Suriye taraflarına gidileceğini düşündükleri için Medine’den çıkışta Suriye’nin karşıtı bir yöne doğru hareket edilmesiyle düşüncelerinin doğruluğuna emin oldular. Bilmiyorlardı ki Resulüllah bu sefer ilk andan itibaren gerçek hedefe doğru hareket etmişti. Bu da düşmanı şaşırtmanın bir başka yöntemiydi, islâm ordusu Medine’nin güney tarafına doğru hareket ederken Ebû Katade b. Rebi komutasındaki birlik görevini tamamlamış, Suriye bölgesiyle ilgili bilgiler elde etmiş olarak geri döndü. Ordu Medine’den ayrıldığı sırada mevcudu dokuz bin civarındaydı. Yolda, Ku-deyd bölgesinde Süleym oğullan da bin kişilik bir grup halinde gelerek orduya katılmasıyla mevcut on bini aştı.
Harekâtın nereye olacağı gizli tutulmasına rağmen, Hâtıb b. Ebî Beltea harekâtın Mekke’ye olacağını sezmişti. Başta annesi olmak üzere birçok yakını Mekke’de bulunuyordu. Hâtıb b. Ebî Beltea, eğer harekât Mekke’ye ise ve başarıyla sonuçlanmazsa müşriklerin intikam harekâtına girebileceklerini ve yakınlarına zarar verebileceklerini düşündü. Gerçi diğer muhacirlerin de yakınları hâlâ Mekke’deydi ancak hemen hepsi güçlü ailelere mensuptular ve başarısızlıkla sonuçlanacak bir harekât sonunda müşrik akrabaları bu Müslümanların yakınlarını korurlardı. Hâtıb b. Ebî Beltea’nm akrabaları ise yoksul ve güçsüz idiler. Hâtıb b. Ebî Beltea, zihin çelen bu düşünceler içerisinde bir yanlışlık yapıp, Kureyş liderlerinin gönlünü kazanmak ve böylece yakınlarını muhtemel bir kötülükten korumak düşüncesiyle harekâtın amacını Kureyş’e bildirmeye karar verdi. Ordunun Medine’den hareket etmek üzere olduğu sırada yazdığı bir mektubu dilenmek için Medine’ye gelmiş bulunan ve Mekke’ye döneceğinden haberdar olduğu Müzeyneli bir kadına verdi.
Resulüllah, Hâtıb b. Ebî Beltea’nın yaptığından ilâhî bir uyarıyla haberdar oldu. Ali’yi, Zübeyr b. Avvam’ı ve Mikdad b. Esved’i yanma çağırıp ‘Acele edin] Hah bahçesine gidin. Orada hayvan üzerinde yolculuk eden ve üzerinde mektup saklayan bir kadın bulacaksınız. Onu yakalayın. Mektubu alın’ talimatını verdi. Ali ve arkadaşları hızla Resulüllah’m söylediği yere gittiler. Kadını tarif edildiği yerde buldular. Kadından mektubu istediler. Kadın kendisinde mektup bulunmadığı söyleyip, inandırıcılığını artırmak için yeminler etti. Kadının doğru söylediğini, yanlış bir kadını yakalamış olabileceklerini düşündüler. Fakat her şey Resulüllah’m tarifine uyuyordu. Ali, geri dönmeyi düşünen arkadaşlarına ‘Vallahi Resulüllah yalanlanamaz- Eğer o bu kadından mektup olduğunu söyledi ise bu kadında o mektup vardır’ deyip kadını sıkıştırdı. Ali’nin sert tavırları karşısında kadın korktu. Katlayıp küçülterek saçlarının arasına sakladığı mektubu çıkardı.
Ali ve arkadaşları mektubu Resulüllah’a getirdiler. Mektupta ‘Burada büyük hazırlıklar var. Her hâlde Mekke düşünülüyor’ yazıyordu. Resulüllah, Hâtıb’ı çağıtıp mektubun kendisine ait olup olmadığmı sordu.. Hatıb inkâr yolunu seçmedi. Her şeyi olduğu gibi itiraf etti: ‘Ey Allah’ın Resulü! Vallahi ben Allah ve Resulüne iman ettim. Dinimi asla terk etmedim. Müşriklere karşı kalbimde herhangi bir sevgiye sahip değilim. Fakat yakınlarım için duyduğum endişe beni bu yanlışlığa sevk etti’ dedi. Yaptığı iş çok büyük bir yanlışlık, büyük bir suçtu. Ömer sabredemedi; ‘Ey Allah’ın Resulü! O bu yaptığıyla münafık olduğunu göstermiştir. Emret onu öldüreyim’ demeye başladı. Ancak istediği izni alamadı. Resulüllah, Hatıb’ı serbest bırakırken Ömer’e de ‘O Bedir’de bulundu. Allah Bedir’de bulunanları affetti ve övdü’ diyerek Hatıb’m ayrıcalıklı konumunu hatırlattı. Ömer, o zorluk ve korku günlerini, o günlerdeki bir avuç Müslümamn gayretlerini ve cesaretlerini düşünerek Resulüllah’a hak verdi; gözleri yaşardı ve ‘Allah ve Resulü daha iyi bilir1 diyerek isteğinden vazgeçti. Vahyolunan bir ayet ise durumu açıklığa kavuşturdu; aynı zamanda Müslümanlara da bazı hatırlatmalarda bulundu: ‘Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Onla size gelen gerçeği inkar etmişlerdir. Rabbiniz Allah’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i de sizi de yurdunuzdan çıkardılar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da, açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse) doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edivermenizi istemektedirler.[28]
Ordu Medine’den yola çıktığı zaman Ramazan ayının ilk günleriydi. Herkes oruçluydu. Bir süre bu şekilde gidildi. Resulüllah isteyenin orucuna devam edebileceğini, isteyenin ise orucunu açabileceğini bildirdi. Ancak Kudeyd bölgesine gelinince herkesin orucunu açmasını istedi. Çünkü yolculuk uzun ve hava sıcaktı. Mücahitler zayıf düşmemeliydi. Müslümanların bir kısmı Resulüllah’in bu talimatını bir tavsiye olarak anlayıp, önceki iznini de dikkate alarak oruçlarını açmadılar. Resulüllah durumdan haberdar olunca, bir tas su alarak ordunun ortasında, devesinin üzerinde herkesin görebileceği şekilde suyu içti ve kendinin de oruçlu olmadığını gösterdi. Ayrıca, bunun bir tavsiye değil emir olduğunu ise, ‘Sizler düşmanla karşılaşacaksınız. Orucunuzu açın bu sizin için bir güç ve kuvvettif diyerek açıkladı. Bunun üzerine herkes orucunu açtı.
Ordu Mekke’ye doğru giderken, Cuhfe’de, Medine’ye hicret etmek için yola çıkmış olan Abbas’la karşılaşıldı. Resulüllah, çocuk ve kadınların yola devam etmesini, amcası Abbas’ın ise yanında bulunmasını söyledi. Amcasından Kureyş’in son durumuyla ilgili bilgileri aldı.[29]
Ordu yoluna devam etti. Herkes Suriye bölgesine gidileceğini düşündüğünden, hâlâ gidilmekte olan yönden ne zaman dönüleceğini merak ediliyordu. Fakat bir türlü beklentileri gerçekleşmiyordu. Bu sefer asıl hedefin Suriye bölgesi değil, Sakif veya Hevazin bölgesi olduğu düşünülmeye başlandı. Mekke olabileceğini düşünenler son derece azdı. Bazıları meraklarını yenemeyip, nereye gittiklerini Resulüllah’a sormaya karar verdiler. Fakat kim soracaktı? Resulüllah’m bu kadar gizli tuttuğu bir şeyi sormak uygun olacak mıydı? Bu ve benzeri sorular zihinleri meşgul etmeye başladı. Harekâtın hedefinin nereye olduğunu nasıl soracaklarım düşündükleri sırada Ka’b b. Malik, Resulüllah’a görüşüp, soruları yöneltebileceğini söyledi. Ka’b b. Malik, bir mola sırasında Resulüllah’m yanına vardı. Resulüllah’m önüne diz çöküp oturdu ve beğeneceğini düşündüğü bir şiir okumaya başladı. Şiir, dolaylı bir şekilde herkesin merak içinde nereye gidildiğini birbirine sorduğunu dile getiriyordu. ResulüUah, Ka’b’ı sonuna kadar dikkatli bir şekilde dinledi. Asıl amacı anlamamış gibi görünüp, hiçbir şey demedi. Sadece gülümsedi. Ka’b istediğini elde edemeyeceğini anlayınca kalkıp kendisini merakla bekleyenler arkadaşlarının yanına döndü.
Kudeyd’e varıncaya kadar sancaklar çıkarılmamış, ordu bir düzene konulmamıştı. Resulüllah yolun bundan sonraki kısmını daha nizami bir şekilde devam edilmesini emretti. Orduyu bölüklere ayırdı. Her bölüğün sancağını bağladı ve sancaktarına teslim etti.
Ordu düzenli bir şekilde ilerliyordu. Bir ara ordunun yolu üzerine yatmış, yavrularını emziren bir köpeğe rastlandı. Eğer müdahale edilmezse köpek ve yavruları zarar görebilirdi. Resulüllah, Cuayl b. Sürâka’yı yanma çağırdı. Ürkmemesi ve incinmemesi için gidip köpeğin yanında durmasını söyledi.
Ordu, Maruzzahrân’a geldi ve konakladı. Mekke’ye iyice yaklaşılmıştı. Çevrede bir yaban ağacı olan Irak ağacından çokça vardı. İrak meyvelerinin olgunlaşmaya başladığı bir mevsim olduğu için herkes topladığı meyvelerden yemeye başladı. ResulüUah yanındakileri uyardı; ‘Meyvelerin kararmış olanlarını yiyin. Çünkü kararmış olanları tatlıdır’. Müslümanlar şaşırdılar. Bu ancak dağlarda uzun süre kalmış olan birisinin bilebileceği bir şeydi. Merakla ‘Ev Allah’ın Resulü! Sen nereden biliyorsun!’ diye sordular. Resulüllah ‘Ben davar güttüğüm zaman o meyvelerden yerdim’ dediğinde daha da şaşırdılar. Peygamberi çobanlık yapmış birisi olarak düşünemiyorlardı. O şaşkınlıkla ‘Ey Allah’ın resulü sen çobanlık yaptın mı?’ diye sordular. ResulüUah şaşkınlığın nedenini anladı; ‘Evet ben çobanlık yaptım. Yakınlarımın hayvanlarım güderdim. Her peygamber de bu işi yapmıştır [30] dedi. Müslümanlar bir kez daha anladılar ve hatırladılar ki karşılarındaki kişi saraylarda büyümüş bir kral değil, kendi içlerinden çıkmış, kendilerini her yönleriyle en iyi şekilde tanıyan ve kendi şartlarında yaşayan bir peygamberdi.
Kırgınlık
Ebû Süfyan b. Haris, Resulüllah’m amca oğlu, süt kardeşi ve çocukluk arkadaşıydı. Risâlet öncesinde sıklıkla görüştüğü sayılı dostlarından birisiydi. Çok iyi anlaşırlardı. Ancak risâlet görevi başlayıp da Resulüllah çevresindeki insanları islâm’a davet edince Ebû Süfyan b. Haris, Resulüllah’a karşı gelenlerin, davetini reddedenlerin arasında yer aldı. Müşrik eşrafın zorbalığı bir yöntem olarak tercih edip, İslâm davetini işkence ve baskıyla durdurmaya çalıştıkları zaman da Resulüllah’ın karşısında, zorba eşrafın yanında yer almaya devam etti. Hatta işi daha da ileri götürüp, Resulüllah’ı hicveden, islâm’ı reddeden şiirler söyledi. Şiirleri dillerde dolaşırdı. Ayrıca Kureyş’in Müslümanlara yönelik savaşlarının hemen hepsinde yer aldı. O bu yaptıklarıyla, adeta diğer müşrik zorbalarla yarışıyor ve bu yaptikların Resulüllah’ı derinden yaraladığını bilmiyordu. ResulüUah, diğer zorba müş-‘klerin yaptıkları nedeniyle üzülüyordu, ama süt kardeşi ve dostu Ebû Süfyan b. Hâris’in yaptıklarına daha çok üzülüyordu. Ebû Süfyan b. Haris, Resulüllah’a düşmanlığını ve İslâm’a karşıtlığını Mekke’nin fethine yakın bir tarihe kadar devam ettirdi Durumunu hiçbir şekilde değiştirmedi. Değişim Hudeybiye anlaşmasından sonra ticaret için gittiği Suriye bölgesinde duyduklarıyla başladı. Duydukları karşısında hem şaşırdı, hem üzüldü. Medine’deki İslâm devleti ve Resulüllah’m peygamberliği Suriye bölgesi insanları tarafından konuşuluyor ve bazıları henüz görmediği Resulüllah’ı yakından tanıma isteğini dile getiriyordu. Ebû Süfyan b. Haris, kendi aralarından çıkmış, üstelik kendisinin kuzeni ve süt kardeşi olan ve yıllardır kendisine zorbalığın her türlüsünü yaptıkları Resulüllah’m bu şekilde başka bölgelerdeki insanlar tarafından merak ve takdirle konuşulan birisi olduğunu anlayınca, düşünceleri karıştı. O zamana kadar yaptıklarıyla başkalarını taklit ettiğini, yaptığı şeyin doğru mu yanlış mı olduğunu hiç düşünmediği fark etti. Bunu ‘Yaşlılarımız bir yol edinip gittiler, biz de onlara uyduk. Onlar putlara sığınarak Muhammed’e karşı geldiler, biz de onların yaptığını yaptık’ diyerek dile getirmeye ve bu düşüncesini Mekke’ye dönünce bazı arkadaşlarıyla paylaşmaya başladı. Arkadaşlarıyla konuştuğu zaman fark etti ki, birçok kişinin durumu kendisininkinden farklı değil. Ebû Süfyan b. Haris için günler sıkıntılı ve rahatsız edici bir şekilde geçmeye başladı.
Ebû Süfyan b. Haris, bir ara durumunu eşiyle konuştu. Eşinden duydukları, kendisi adına bir başkası tarafından söylenmiş şeylerdi. Eşinin sözlerinde kalbinden geçenlerin ifadesini işitti. Eşinin dedikleri şunlardı: ‘Arap olanların ve olmayanların Muhammed’a tâbi olduklarını görüp duruyorsun. Çevresindeki insanların sayısı her gün daha da artıyor. Herkes O’nu seviyor ve O’na güveniyor. Siz ise O’na düşmanlıkta birbirinizle yarışıp durdunuz. Halbuki O’nu tasdik etmek ve yardımcı olmak herkesten çok sana düşerdi. O’na yardım edenlerin ilki sen olmalıydın.’ Bu sözler üzerine hatasını daha da iyi anladı ve Müslüman olmaya karar verdiğini, bu nedenle Medine’ye gideceğini söyleyip, oğlunu da yanına alarak yola çıktı.
Resulüllah’la görüşmek ve Müslümanlara Jcatılmak için Medine’ye gitmek üzere oğluyla birlikte yola çıkan Ebû Süfyan b. Haris, yolda îslâm ordusuyla karşılaştı. İslâm ordusu Mekke’yi fethetmek için yola çıkmıştı. Ebû Süfyan b. Haris, islâm ordusunu görünce korktu; kendisi islâm’ın en katı düşmanlarından olduğu için öldürülmekten çekindi. Bu nedenle görülmemek için saklandı. Geceyi saklanarak geçirdi, islâm ordusu biraz ilerisinde mola vermişti. Sabaha doğru, tüm cesaretini toplayarak, ortalığın sakin olduğu bir zamanda, oğlunun elinden tutup ordugâha girdi. Kimseye hissettirmeden Resulüllah’a kadar yaklaşıp selâm verdi. ResulüUah, Karşısındakinin Ebû Süfyan b. Haris olduğunu anlayınca yüzünü çevirip, onunla ilgilenmedi. Ebû Süfyan b. Haris bundan sonrasını şöyle anlatmıştır:
Resulüllah benden yüzünü çevirince, yüzünü döndürdüğü tarafa geçtim Yin yüzüme bakmadı ve öbür tarafa döndü. Bana bakmıyor, benimle ilgilenmivo du. Utandım. Yakın, uzak her şey beni sıkmaya başladı. Ne yapacağımı bilem’ yordum. O’na çok sıkıntı vermiş, O’nu çok üzmüştüm. Bana kırgındı. Resulü! lah benden yüz çevirince çevresindeki Müslümanlar da yüz çevirdiler. Hiç kim se bana bakmıyor ve benimle konuşmuyordu. Oradan uzaklaştım. Kendimi bir şekilde Resulüllah’a kabul ettirmem gerektiğini düşünüyordum. Ama bunu nasıl başaracağımı bilemiyordum. Ebû Bekir’le karşılaştım. Ona yaklaşıp, beni Resulüllah’la görüştürmesini rica ettim. Fakat ‘Resulüllah’ın yüz çevirdiği kişiye ben taraftar olmam’ deyip o da benden yüz çevirdi. Onun yanından uzaklaşırken Ömer’le karşılaştım. Ricamı bu sefer ona bildirdim. Ama o ‘Ey Allah’ın düşmanı! Resulüllah’ı ve arkadaşlarını üzen sendin değil mi! Üstelik O’na düşmanlığını her taraftan duyulacak kadar ileri götürdün değil mi!’ demeye başladı. Ömer’in bana yardımcı olmayacağını anlayınca amcam Abbas’ı aradım. Abbas’ı bulunca onun yardımını istedim, Müslüman olduğumu ve Müslüman olunca Resulüllah’ın sevineceğini umduğumu, ama bunların gerçekleşmediğini, Resulüllah’ın beni görmek dahi istemediğini anlattım. Abbas, ‘Yeğenim! O’nun senden yüz çevirdiğini bildikten sonra, benim seninle konuşmam doğru olmaz. Eğer sana yakınlık gösterirsem O’nu üzmekten ve öflzelendirmekten korkarım’ dedi. Ne yapacağımı bilemez bir halde gezinmeye başladım. Ali ile karşılaştım. O da bana öncekilerinin söylediklerine benzer şeyler söyledi. Artık başkalarıyla görüşmemin bir fayda sağlamayacağını anlamıştım. Gidip Resulüllah’ın çadırının önüne oturdum. Sıcaktan ve susuzluktan ölünceye kadar O’nun kapısının önünde oturmaya karar verdim. Ordu hareket edince ben de orduyla birlikte hareket ettim. Ne Resulüllah, ne de Müslümanlardan bir kişi benimle konuşuyordu. Yanımda oğlum olduğu halde, koca ordunun ortasında yalnızdık. Bazen Resulüllah’ın görebileceği yerlere geçiyordum. Ama O beni görünce yüzünü çeviriyor ve bana bakmıyordu. Bu şekilde Mekke yakınlarına, Ebtah vadisine kadar geldik. Ordu mola verdi. Ben de yanımda oğlum olduğu hâlde Resulüllah’ın çadırının önünde beklemeye başladım. Hiç kimse benimle muhatap olmuyor ve benimle konuşmuyordu.
Bu hâl üzere beklerken Ali geldi ve bana yardımcı olabileceğini söyledi. Çok sevindim. Dedi ki; ‘Resulüllah’a arkasından yaklaş ve Yusuf un kardeşlerine söylediği şu sözleri söyle: ‘Allah’a yemin ederiz ki, Allah seni gerçekten bize üstün kılmıştır. Doğrusu biz sana karşı yaptıklarımızla suçluyuz.[31] O’na karşı söyleyebileceğin bundan daha başka söz yok’. Hemen gidip, Resulüllah’ın arkasında durdum ve Ali’nin söylediği ayeti okudum. Resulüllah dönüp bana baktı ve gülümseyerek ‘Bu güne kadar yaptıklarınızdan dolayı kınanmayacaksınız, Allah sizi bağışlasın. O merhametlilerin en merhametlisidir [32] dedi. Hem sevindim, hem de utandım. Utancımdan yüzüne bakamiyordum. Bir şiir okuyarak durumumu bildirmeye çalıştım. Okuduğum şiir şöyleydi: ‘Ben Lât’ın süvarileri Muhammed’in süvarilerini yensin diye sancak taşıdığım gün, gecenin başında yolunu şaşırıp, zifiri karanlıkta ne yapacağını bilemeyen kimse gibiydim Şimdi ise yolunu bulmuş ve selâmete ulaşmış kişi gibiyim…’. Affımı kabul etti ve yanında kaldım.[33]
Kur’an’ı (sana indiren ve onu okumayı) sana farz kılan Allah, elbette seni dönülecek yere döndürecektir. De ki: ‘Rabbim kimin hidayet üzere olduğunu ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu bilendir. [26] Bu kasabaya girin, orada bulunanlardan dilediğiniz şekilde bolca yiyin, kasabanın kapısından girerken eğilip, secde edin ve ‘Hıttal’ (Yâ Rabbi bizi affet) deyin ki, sizin hatalarınızı bağışlayayım; zira, iyi davrananlara (karşılığını) fazlasıyla vereceğimi vaat etmiştim.[27]
Hudeybiye Anlaşmasının Sonu
Hudeybiye anlaşması ile, gerek Müslümanlarla ve gerekse Kureyşle anlaşmalı toplulukların dokunulmazlıkları taraflarca kabul edilmişti. Buna göre, müttefike yönelik herhangi bir saldırı asıl tarafa yönelik bir saldırı kabul edilecekti. Anlaşma, iki taraftan birisiyle müttefik olanları karşı tarafın zarar ve saldırılarından korunmalarına imkân sağlıyordu. Güvenliklerini ittifaklarla sağlayabilen kabileler için önemli bir imkân sağlanmış oluyordu. Bu nedenledir ki anlaşma metninin yazıldığı sırada, Hudeybiye’de bulunan Huzâaların temsilcileri Müslümanların müttefiki olduklarım, Bekir oğullarının temsilcileri ise Kureyş’in müttefiki olduklarını ilan etmişlerdi. İkisi de aynı tarafın müttefiki olmamışlardı, çünkü iki kabile arasında birkaç kuşak öncesine uzanan bir kan davası vardı. Diğer Arap kabilelerinin Hudeybiye anlaşması nedeniyle taraflardan herhangi birisinin müttefiki olma konusunda çekimser kalmalarına karşılık, bu iki kabile mensuplarının Müslümanları veya Kureyş’i müttefik edinmelerindeki acelelerinin nedeni, birbirlerinin şerrinden emin olmak ve güçlerini müttefikleri ile artırmak arzusundan başka bir şey değildi.
Kureyş’in müttefiki olan Bekir oğulları, Müslümanlarla müttefik olan Huzâalara karşı derin bir düşmanlığa sahiptiler. İçlerindeki düşmanlığın kışkırtan güçlü sesini kesemiyorlardı. Huzâalara bir şekilde saldırmak ve önceden öldürülmüş adamlarının intikamını almak arzusunu yok edemiyorlar di. Hudeybiye anlaşmasına rağmen sıklıkla Kureyş liderleriyle görüşüp, Huzâalara yönelik gizli bir eylem için fırsat kollamaya ve bu konuda Kureyş’in desteğini almaya çalışıyorlardı. Eğer nrsatmı bulabilirlerse istedikleri gibi davranmaya hazırdılar. Hudeybiye anlaşmasının gerektirdiği şartları engel olarak görmüyorlardı. Onlar için, kendi güvenliklerini garantiye alan ve karşı tarafı bağlayan bir anlaşma uyulmaya değer bir anlaşma sayılırdı. Kendilerini kısıtlayan hiçbir anlaşmaya içten gelerek uymak istemezlerdi. Esasen Kureyş’in durumu da bundan farklı değildi. Onlar da Müslümanları yok etmek konusunda güçlü istek ve arzulara sahiptiler ve anlaşmayı bir engel olarak görmüyorlardı. Ama buna rağmen düşmanca bir girişimde de bulunamıyorlardı, çünkü Müslümanlarla ilgili olarak savaş alanlarında yaşadıkları tecrübeler düşmanca girişimlerinin aleyhlerine olacağını gösteriyordu. Ancak Bekir oğullan boş durmadılar. Kureyş’in genç liderlerim etkilemek için her fırsatı değerlendirdiler. Kureyş’in liderlerini Huzâalılara karşı girişecekleri bir hareketin destekçisi olmak için kışkırttılar. Sonunda arzularına kavuştular. Kureyş’in genç liderleri kimlikleri gizli kalmak şartıyla Bekir oğullarını destekleyeceklerini, Huzâalardan intikam almalarına yardımcı olacaklarını bildirdiler. Kureyş’in liderleri, böylelikle, dolaylı da olsa Müslümanlara bir zarar vermiş, içerindeki kinlerini az da olsa dindirme fırsatı bulmuş olacaklardı.
Bekir oğulları Kureyş’in genç liderlerinin desteğini alınca Huzâalara yönelik bir harekât için fırsat kollamaya başladılar. Aradıkları fırsatı bulunca da hemen harekete geçtiler. Bekir oğullarına mensup Enes b. Züneym’in islâm’ı ve Hz. Peygamber’i hicveden şiirler söylediği bir gün, Huzâah bir genç işittiklerine dayanamayıp Enes b. Züneym’e saldırdı. Müşrik şairin kafasına vurarak yaralanmasına neden oldu. Bu, çoktandır Huzalara saldırmak için fırsat kollayan Bekir oğulları için iyi bir fırsattı. Arafat dağı civarındaki Vetir ismiyle bilinen bir su kuyusu, başında toplanmış bulunan bazı Huzâalara gece baskını düzenlediler. Kureyş’in genç liderleri mütecavizce gerçekleşen bu baskına silah ve adam yardımında bulunarak destek verdiler. Ancak baskın düşünüldüğü gibi sonuçlanmadı. Huzâalar çabucak toplanıp, saldırıya karşı direndiler. Huzâalar bir yandan kendilerine saldıranlara karşı mücadele ederlerken, bir yandan da Harem’in sınırına girmeye çalışıyorlardı. Amaçları, kan dökmenin haram olduğu Harem bölgesine girerek canlarını kurtarmaktı. Hiçbir Arap’m haram bölgede kan dökmeyeceğini biliyorlardı. Huzâalar, sadece bir kişinin ölümüyle sonuçlanan direnişi takiben Harem’e girmeyi başardılar ve Bekir oğullarının lideri Nevfel b. Muaviye’ye hitaben ‘Ey Nevfel! Biz Harem’e girdik, ilâhından sahn! ilâhından kork! Artık kılıçlarınızı bizden uzak tutun’ diye seslendiler. Fakat Nevfel’den hiç ummadıkları bir cevap aldılar: ‘Bugün bizim için ilâh falan yok. Ey Bekir oğullan intikamınızı alın! Sizler hacıları dahi Harem bölgesinde soymaktan çekinmezken, şimdi bu adamları öldürmekten mi çekineceksiniz. Haydi intikamınızı almaktan geri durmayın: Böylelikle bir kez daha anlaşıldı ki müşrikler için değişmeyen tek ölçü menfaatleriydi; uğrunda can almaktan veya vermekten çekinmedikleri putları ve dinleri, aslında menfaatlerinin teminatı olduğu sürece bir değer ifade ediyordu.
Gecenin karanlığında gerçekleşen katliam Mekke liderlerini sevindirdi. Fakat sabah olunca, konuyu biraz soğukkanlı bir şekilde düşününce, hata yaptıklarını fark ettiler ve gerçekleşenlerden dolayı pişmanlık duymaya başladılar. Çok tehlikeli sonuçlara neden olacak bir işe giriştiklerini anladılar. Katliam nedeniyle Hudeybiye anlaşmasını ihlâl ettiklerini ve bunun, Müslümanlara anlaşmayı iptal etme hakkı tanıyacağını fark etmekte zorlanmadılar. Anlaşmanın iptali kendileri İçin hiç istenmeyecek bir durumdu. Anlaşmanın imzalanmasından bu yana geçen iki sene içinde her şey aleyhlerine dönmüş ve son umutlarını ve her yönden sarsılan güvenliklerini ancak Hudeybiye anlaşması ile sağlayabilir duruma gelmişlerdi. Anlaşmayı ihlâl ettikleri anlaşılacak olursa, Müslümanların Mekke’yi işgal edeceklerini biliyorlardı. Bekir oğullarına destek vermekle Mekke’nin Müslümanlar tarafından işgaline bizzat kendi elleriyle meşruiyet sağlamışlardı. Kureyş’in genç liderleri, o ana kadar gerçekleşenlerden haberdar olmayan Ebû Süfyan’a giderek durumu anlattılar. Ebû Süfyan duydukları karşısında şaşkına döndü. Hudeybiye anlaşmasının bozulduğunu, Müslümanların Mekke’yi istilâ etmelerine meşruiyet sağlandığını söyledi. Mekke’nin genç liderlerini yaptıkları nedeniyle suçlayıp, azarladı.- Ancak artık olan olmuştu. Durumun aleyhlerine dönmesini önleyecek ne gibi girişimlerde bulunabileceklerini düşünmeye başladılar.
Kureyş liderleri olayın aslının Resulüllah tarafından duyulması durumunda gerçekleşecek muhtemel gelişmeleri aralarında görüşüp tartıştılar. En kuvvetli ihtimal olarak, Resulüllah’m anlaşmayı devam ettirmek isteyeceğini, ancak kendilerinden ölenlerin diyetlerini de isteyeceğini düşündüler. Ölenlerin diyetleri çok tutuyordu. Ne kendilerinin, ne de yoksul Bekir oğullarının bu diyeti ödemeleri mümkün değildi. Bu kuvvetli ihtimale karşılık, ikinci ihtimal olarak Resulüllah’m kendilerinden Bekir oğulları ile olan ittifaklarını bozmalarını isteyip Bekir oğullarını cezalandırmaya kalkışabileceğini düşündüler. Kureyş buna razı olamazdı. Bu durumda hem müttefiklerini koruyamadıkları için Araplar arasında itibarlarını kaybederler, hem de Mekke dininin en önemli savunucularını kaybetmiş olurlardı, ikisine göre daha zayıf bir ihtimal olmakla birlikte, üçüncü ihtimal olarak da Resulüllah anlaşmanın ihlâl edildiğini düşünüp, Mekke’ye yönelik bir harekâta girişebilirdi. Bu durumda savaşmaktan başka çareleri yoktu. Bu ise hiçbir şekilde istemedikleri bir şeydi. Konuşmalar sırasında üçüncü ihtimali zayıflatmak için katliamdan haberdar olmadıklarını, kendilerinin bu olayların dışında kaldıklarını iddia etmeye karar verdiler. Ayrıca Ebû Süfyan’m Medine’ye giderek durumu kurtarmaya çalışmasının, anlaşmanın devamı için görüşmeler yapmasının iyi olacağına karar verdiler.
Huzâaların acıları büyüktü. Vakit kaybetmeden mağduru oldukları katliamı bildirmek ve desteğini istemek için bir heyeti Medine’ye, Resulüllah ile görüşmeye gönderdiler. Huzâa heyeti, yaşadıklarını olduğu gibi Resulüllah’a anlatıp, kendilerine saldıranların Bekir oğullan olduğunu bildirdiler. Onlar, Kureyş liderlerinin söz konusu katliama destek verdiklerini bilmiyorlardı. Bu nedenle sadece Ku-reyş’i saldırıya engel olmamakla suçladılar. Resulüllah mağdurlar nedeniyle üzüldü, ama gerçekleşen tecavüz nedeniyle de öfkelendi. Huzâalara yardım edeceğini bildirdi. Üzüntü ve sıkıntısı had safhadaydı. Evine giderek duş almak istedi. Resulüllah’m o anki durumuna tanık olan Hz. Aişe diyor ki; ‘Allah Resulünü hiç o kadar öfkeli görmemiştim. Duş alırken sürekli ‘Eğer Ka’b oğullarına yardım etmezsem, yardım edilen olmayayım’ diyordu’.
Öte yanda üzüntülü ve öfkeli olan birisi daha vardı. O, evine sığınan dostlarını koruyamamış bulunan Büdeyl b. Verka idi. Büdeyl, evinde gerçekleşen katliama engel olamadığı için üzgün, Kureyş’in liderleri olan arkadaşlarının bu katliama destek vermeleri ve kendi onurunu ayaklar altına almaları nedeniyle de öfkeliydi. Harem’de kan dökmek büyük bir suçtu, bir eve sığınmış olanlara saldırarak evin sahibinin onurunu çiğnemek ise bir başka suçtu. Bütün bunlar köklü bir geleneğin çiğnenmesinden başka bir şey değildi. Büdeyl, bütün bu haksızlıklara katlanamadı ve gizlice Medine’ye gitti. Medine’ye gidince de kendisinin bildiği ve tanık olduğu herşeyi Resulüllah’a anlattı.
Ebû Süfyan, Medine’ye giderken bir mola yerinde Medine’den dönmekte olan Büdeyl ile karşılaştı. Büdeyl’in Medine’den geldiğini anlayınca gizledikleri şeylerin Büdeyl tarafından açığa çıkarılmış olmasından kuşkulandı. Bu nedenle olayın gizli tutmayı kararlaştırdıkları kısmını Resulüllah’a bildirmiş olabileceğini düşünerek Büdeyl’in ağzını aradı, fakat istediği türden bir bilgi elde edemedi. Bu sefer sorusunu açıkça sordu. Büdeyl, Kureyş’in sırrını Resulüllah’a bildirmediğini söyledi. Hatta Medine’ye gitmediğini söyledi. Ebû Süfyan, Büdeyl yanından uzaklaşınca Büdeyl’in devesinin pisliğini inceledi. Hayvan Medine hurması yemişti. Bu, Medine’ye gitmediğini söylerken Büdeyl’in yalan söylediğini gösteren önemli bir delildi. Bu yalansa diğeri de yalandı. Demek ki Büdeyl her şeyi Resulüllah’a anlatmıştı. Ebû Süfyan korktu; işlerin iyice karıştığını ve durumlarının gittikçe zorlaştığını düşündü.
Ebû Süfyan ne yapacağını bilememenin sıkıntısı içerisinde Medine’ye girdi. Doğruca on yılı aşkın süredir görmediği kızı Ümm-ü Habibe’nin odasına gitti. Kızı kendisini soğuk karşıladı; umduğu sıcaklığı bulamadı. Bir ara oturmak istedi. Odada üzerine oturulabilecek tek şey yerdeki yataktı. Yatağın üzerine oturacağı sırada kızının hiç beklemediği bir tepkisiyle karşılaştı. Resulüllah’ın eşi olan Ümm-ü Habibe, babasının oturmasına engel olup, yatağı topladı. Ebû Süfyan şaşkınlık içinde ‘Kızım! Yatağı mı benden, beni mi yataktan esirgedin. Niçin böyle davrandığını anlayamadım’ dedi. Ümm-ü Habibe düşüncesini hiç çekinmeden söyledi; ‘Yatağı senden esirgedim. Bu Resulüllah’ın yatağıdır ve O’nun yatağına senin gibi pis bir müşrik oturamaz’ Ebû Süfyan şaşırdı; ‘Vallahi sana bir kötülük dokunmuş, değişmişsin’ dedi. Sonra üzgün’bir şekilde odadan çıkmak için kapıya yöneldi. Kızının arkasından söylediklerini duydu, ama bir şey demedi. Ebû Süfyan odadan ayrılırken, kızı Ümm-ü Habibe arkasından şunları söylüyordu: ‘Hayır, Bana bir kötülük dokunmadı. Allah beni İslâm’la şereflendirdi. Umarım Kureyş’in akıllı ve yaşlı lideri olan sen de islâm’dan uzak kalmazsın.
Ebû Süfyan mescide giderek Resulüllah’ı buldu. Konuşmasına, kızı Ümm-ü Habibe başta olmak üzere Medine’de kimseyi misafirperver bulmadığını, herkesin Araplıktan uzaklaştığını, geleneğe saygı kalmadığını dile getiren sitem dolu sözlerle başladı. Amacı kendisini üstün tutacak psikolojik bir ortam hazırlamaktı. Bu arada kızının yaptıklarım olduğu gibi anlattı. Resulüllah işittikleri karşısında memnun olmuştu; gülerek ‘Demek öyle’ dedi. Ebû Süfyan konuşmasını uzatmadan sözü asıl konuya getirdi. Hudeybiye anlaşmasını yenilemek arzusunda olduğunu söyledi. Bunun gerekçesi olarak da, Resulüllah’ın gerçekleşenlerden habersiz olabileceği kanaatiyle, Hudeybiye’de kendisinin bulunamadığını, Kureyş’in lideri olarak kendisinin böyle bir anlaşmanın gerçekleşmesinde bulunmayı istediğini ifade etti. Resulüllah sadece dinliyor, hiçbir şey demiyordu. Ebû Süfyan konuşurken, bir yandan da Resulüllah’ı gözlüyordu. O’nun düşüncesini anlamaya çalışıyordu. Fakat olumlu veya olumsuz bir karşılık alamayınca ‘Ey Muhammedi Biz seninfe yaptığımız anlaşmaya uyuyoruz. Bu konuda son derece titiz ve kararlıyız’ dedi. Her şeyden habersiz görünen Resulüllah ‘Yoksa siz anlaşmayı bozdunuz mu? Anlaşmayı bozacak bir şey mi oldu?’ dedi. Ebû Süfyan samimi bir görünüm sergileyerek ‘Allah korusun! Öyle bir şey olur mu? Biz sözümüzün üzerinde duruyor ve anlaşmanın şartlarına titizlikle uyuyoruz. Biz bu anlaşmaya muhalif bir iş ne yaparız, ne de bu anlaşmayı değiştirmeye kalkarız’ dedi. Resulüllah da ‘Biz de Hudeybiye’de yaptığımız anlaşmaya uyuyoruz ve ona aykırı bir iş yapmadık’ dedi. Ebû Süfyan tekrar ‘O halde anlaşmayı yenileyip, süresini uzatalım’ teklifinde bulundu. Resulüllah bunu anlamsız bulduğunu ima edecek şekilde sessiz kaldı. Ebû Süfyan, yapacağı bir şey olmadığına karar verip mescitten ayrıldı.
Ebû Süfyan, Resulüllah’la görüşmesinden isteği sonucu alamayınca aracı olmasını istemek için Ebû Bekir’in yanma gitti. Ebû Bekir böylesi bir şeyi yapamayacağını bildirdi. Ebfı Süfyan, Ömer’in yanına gidip ondan yardım istedi. Ömer de böylesi bir girişimde bulunamayacağını, Ebû Bekir’e göre daha sert bir üslûpla ifade etti: ‘Senin için ResuîüI/ah’Ia görüşeceğim ha! Vallahi böyle bir şey yapmam ve bir karınca için bile olsa size karşı savaşırsa ben de onun yanında size karşı savaşırım.
Ebû Süfyan, Ali’nin yanına gitti. Ali’yi eşi Fâtıma ve henüz küçük bir çocuk olan Hasanla bir arada otururken buldu. Ricasını Ali’ye bildirdi. Ali, Ebû Süfyan’m ricasını kabul etmedi. Ebû Süfyan son bir umutla Fâtıma’ya yöneldi. Onun yardımını istedi. Eğer kendisine yardımcı olur ve anlaşmayı yeniletirse bütün Araplar arasında şerefle anılmayı hak edecek bir iş yapmış olacağını söyledi. Fakat istediği yardımı alamadı. Artık çaresiz bir haldeydi. Son bir umutla Ali’ye ‘Bana ne tavsiye edersin? Ne yapayım?’ diye sordu. Ali, ‘Resulüllah’ın yanına gir ve iki tarafı uzlaştırma işini üzerine aldığını söyle, sonra da git’ dedi. Ebû Süfyan merakla sordu; ‘Bu bana bir fayda sağlar mı’. Ali’nin cevabı ‘Sanmam bunun sana bir faydası olsun. Ancak yapacağın başka bir şey de yok’ oldu. Ebû Süfyan, Ali’nin tavsiyesi üzerine mescide gitti ve Müslümanlardan bir grupla birlikte oturan Resulüllah’ın önünde, her iki topluluk arasında uzlaşmacı olduğunu, anlaşmayı yenilediğini söyleyip mescitten çıktı. Doğruca Mekke’ye gitti.
Ebû Süfyan, Mekke’ye dönünce merakla kendisinin getireceği haberi bekleyen Kureyş liderlerine olup-biteni anlattı. Kureyş’in genç liderleri şaşırdılar. Ebû Süfyan’a çıkışmaktan kendilerini alamadılar: Yazıklar olsun sanal Vallahi Ali seninle alay etmiş. Şimdi öyle bir durumdayız ki anlaşma devam ediyor mu, etmiyor mu bilmiyoruz. Bu nasıl iştir! Senin kendi kendine yaptığın anlaşma Muhammed’i bağlamaz. Anlaşmayı istediği zaman istediği şekilde bozar. Şimdi ne yapacağız; bize savaş haberi getirmedin ki hazırlık yapalım. Bize barış haberi getirmedin ki emniyet içinde oturalım?’
Hazırlık
Ebû Süfyan’ın Medine’den ayrılmasından hemen sonra Resulüllah evine gitti. Eşi Aişe’ye yola çıkacağını, ihtiyaçları için gerekli yol hazırlığına başlamasını söyledi. Aişe nereye gideceğini sordu, fakat cevap alamadı. Aişe’nin yol hazırlıkları yaptığı sırada babası Ebû Bekir geldi. Kızından Resulüllah’ın yola çıkacağını öğrendi. Resulüllah’ın nereye gitmek istediğini sordu, fakat Aişe’nin de bu sorunun cevabını bilmediğini anlayınca merakı hepten arttı. Resulüllah’ın yanına vararak, gidebileceği yerlerle ilgili sorular sordu. Birçok bölgenin ismini saydı. Suriye bölgesine gidilmesini daha kuvvetli bir ihtimal olarak gördüğü için özellikle o taraflardan bazı bölgelerin isimlerini söylüyordu. Ancak aldığı cevap hep ‘Hayıf oldu. Ebû Bekir, Mekke’ye gidileceğine ihtimal dahi vermediğinden, düşündüğü bütün yerleri saydıktan sonra, ancak en son ihtimal olarak ‘Kureyş’in üzerine mi?’ diye sordu. Bu sefer cevap ‘Evefti. Ancak cevabı takiben bir de uyarı geldi; ‘Kureyş’in üzerine gideceğim fakat bunu gizli tut, kimseye söyleme’. Ebû Bekir şaşırdı; ‘Ey Allah’ın Resulü! Kureyşle bir anlaşmamız var!’, Resulüllah ‘Sen herhalde onların Hu-Zâalara yaptıklarını duymadın! Onlar anlaşmaya uymadılar. Ahitlerine ihanet edip, bozdular. Ben onlarla savaşacağım. Fakat bu söylediklerimi gizli tut. Kimseye hiçbir şey söyleme’ dedi.
Resulüllah, Müslümanlardan bir harekât için hazırlıklara başlamalarını istedi. Medine çevresindeki islâm davetini kabul etmiş bütün kabilelere de haber gönderdi. Eli silah tutan herkesin hazırlık yapmasını istedi. Bölge kabilelerinden bir kısmına orduya katılmak için Ramazan başında Medine’ye gelmelerini bildirirken, bir kısmına da hazır beklemeleri ve haber geldiğinde hareket edip, yolda orduya katılmalarını bildirdi. Orduya yolda katılacaklar hariç diğerleri gruplar halinde Medine’ye akın ettiler. Herkes merakla birbirine nereye gidileceğini soruyordu. Fakat hiç kimse bu sorunun cevabını bilmiyordu. Ebû Bekir ve diğer bilenler ise hiç kimseye bir şey söylemiyorlardı. Zaten nereye gidileceğini bilenlerin kimler olduğu da bilinmiyordu. Bilenler arasında muhtemelen Ömer vardı. O, özel bir nöbetçi birliğinin komutanlığına getirilmişti. Görevi, Medine’den hiç kimsenin ayrılmasına izin vermemekti. Resulüllah Kureyş’in durumdan haberdar olmaması için bütün tedbirleri titizlikle almış ve uygulanmasını da aynı titizlikte sürdürüyordu. Medine’den hiç kimsenin ayrılmasına izin verilmemesi bu tedbirlerden birisiydi.
Resulüllah harekâtın hedefinin neresi olduğunu her zamankinden daha gizli tutuyordu. Çünkü, Mekke’yi ani bir baskınla kansız ele geçirmeyi planlamıştı. Hatta insanları şaşırtmak ve asıl hedefin anlaşılmasını önlemek için Ebû Katade b. Rebi komutasında sekiz kişilik bir birliği keşif kolu görünümünde kuzey tarafına, Batn-ı İzam’a gönderdi. Bununla, Suriye tarafına gideceğini mesajını vermek istiyordu. Herkes gidilecek yerin Suriye tarafları olduğuna emindi. Hiç kimse Mekke’yi düşünmüyordu. Hazırlıklar bu şartlar içinde tamamlandı ve bir müddet sonra Medine’den yola çıkıldı. Hareket yönü güneye doğruydu. Ama bu hedefin Mekke olduğunu düşünmeye neden olacak bir durum değildi. Çünkü, Resulüllah’ın askerî harekâtların ilk aşamasında hedef bölgenin tersi bir yöne doğru gittiği ve sonra ani bir dönüşle asıl hedefe yöneldiği biliniyordu. Herkes harekâtın Suriye taraflarına gidileceğini düşündükleri için Medine’den çıkışta Suriye’nin karşıtı bir yöne doğru hareket edilmesiyle düşüncelerinin doğruluğuna emin oldular. Bilmiyorlardı ki Resulüllah bu sefer ilk andan itibaren gerçek hedefe doğru hareket etmişti. Bu da düşmanı şaşırtmanın bir başka yöntemiydi, islâm ordusu Medine’nin güney tarafına doğru hareket ederken Ebû Katade b. Rebi komutasındaki birlik görevini tamamlamış, Suriye bölgesiyle ilgili bilgiler elde etmiş olarak geri döndü. Ordu Medine’den ayrıldığı sırada mevcudu dokuz bin civarındaydı. Yolda, Ku-deyd bölgesinde Süleym oğullan da bin kişilik bir grup halinde gelerek orduya katılmasıyla mevcut on bini aştı.
Harekâtın nereye olacağı gizli tutulmasına rağmen, Hâtıb b. Ebî Beltea harekâtın Mekke’ye olacağını sezmişti. Başta annesi olmak üzere birçok yakını Mekke’de bulunuyordu. Hâtıb b. Ebî Beltea, eğer harekât Mekke’ye ise ve başarıyla sonuçlanmazsa müşriklerin intikam harekâtına girebileceklerini ve yakınlarına zarar verebileceklerini düşündü. Gerçi diğer muhacirlerin de yakınları hâlâ Mekke’deydi ancak hemen hepsi güçlü ailelere mensuptular ve başarısızlıkla sonuçlanacak bir harekât sonunda müşrik akrabaları bu Müslümanların yakınlarını korurlardı. Hâtıb b. Ebî Beltea’nm akrabaları ise yoksul ve güçsüz idiler. Hâtıb b. Ebî Beltea, zihin çelen bu düşünceler içerisinde bir yanlışlık yapıp, Kureyş liderlerinin gönlünü kazanmak ve böylece yakınlarını muhtemel bir kötülükten korumak düşüncesiyle harekâtın amacını Kureyş’e bildirmeye karar verdi. Ordunun Medine’den hareket etmek üzere olduğu sırada yazdığı bir mektubu dilenmek için Medine’ye gelmiş bulunan ve Mekke’ye döneceğinden haberdar olduğu Müzeyneli bir kadına verdi.
Resulüllah, Hâtıb b. Ebî Beltea’nın yaptığından ilâhî bir uyarıyla haberdar oldu. Ali’yi, Zübeyr b. Avvam’ı ve Mikdad b. Esved’i yanma çağırıp ‘Acele edin] Hah bahçesine gidin. Orada hayvan üzerinde yolculuk eden ve üzerinde mektup saklayan bir kadın bulacaksınız. Onu yakalayın. Mektubu alın’ talimatını verdi. Ali ve arkadaşları hızla Resulüllah’m söylediği yere gittiler. Kadını tarif edildiği yerde buldular. Kadından mektubu istediler. Kadın kendisinde mektup bulunmadığı söyleyip, inandırıcılığını artırmak için yeminler etti. Kadının doğru söylediğini, yanlış bir kadını yakalamış olabileceklerini düşündüler. Fakat her şey Resulüllah’m tarifine uyuyordu. Ali, geri dönmeyi düşünen arkadaşlarına ‘Vallahi Resulüllah yalanlanamaz- Eğer o bu kadından mektup olduğunu söyledi ise bu kadında o mektup vardır’ deyip kadını sıkıştırdı. Ali’nin sert tavırları karşısında kadın korktu. Katlayıp küçülterek saçlarının arasına sakladığı mektubu çıkardı.
Ali ve arkadaşları mektubu Resulüllah’a getirdiler. Mektupta ‘Burada büyük hazırlıklar var. Her hâlde Mekke düşünülüyor’ yazıyordu. Resulüllah, Hâtıb’ı çağıtıp mektubun kendisine ait olup olmadığmı sordu.. Hatıb inkâr yolunu seçmedi. Her şeyi olduğu gibi itiraf etti: ‘Ey Allah’ın Resulü! Vallahi ben Allah ve Resulüne iman ettim. Dinimi asla terk etmedim. Müşriklere karşı kalbimde herhangi bir sevgiye sahip değilim. Fakat yakınlarım için duyduğum endişe beni bu yanlışlığa sevk etti’ dedi. Yaptığı iş çok büyük bir yanlışlık, büyük bir suçtu. Ömer sabredemedi; ‘Ey Allah’ın Resulü! O bu yaptığıyla münafık olduğunu göstermiştir. Emret onu öldüreyim’ demeye başladı. Ancak istediği izni alamadı. Resulüllah, Hatıb’ı serbest bırakırken Ömer’e de ‘O Bedir’de bulundu. Allah Bedir’de bulunanları affetti ve övdü’ diyerek Hatıb’m ayrıcalıklı konumunu hatırlattı. Ömer, o zorluk ve korku günlerini, o günlerdeki bir avuç Müslümamn gayretlerini ve cesaretlerini düşünerek Resulüllah’a hak verdi; gözleri yaşardı ve ‘Allah ve Resulü daha iyi bilir1 diyerek isteğinden vazgeçti. Vahyolunan bir ayet ise durumu açıklığa kavuşturdu; aynı zamanda Müslümanlara da bazı hatırlatmalarda bulundu: ‘Ey iman edenler! Eğer benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizli muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin. Onla size gelen gerçeği inkar etmişlerdir. Rabbiniz Allah’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i de sizi de yurdunuzdan çıkardılar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da, açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse) doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edivermenizi istemektedirler.[28]
Ordu Medine’den yola çıktığı zaman Ramazan ayının ilk günleriydi. Herkes oruçluydu. Bir süre bu şekilde gidildi. Resulüllah isteyenin orucuna devam edebileceğini, isteyenin ise orucunu açabileceğini bildirdi. Ancak Kudeyd bölgesine gelinince herkesin orucunu açmasını istedi. Çünkü yolculuk uzun ve hava sıcaktı. Mücahitler zayıf düşmemeliydi. Müslümanların bir kısmı Resulüllah’in bu talimatını bir tavsiye olarak anlayıp, önceki iznini de dikkate alarak oruçlarını açmadılar. Resulüllah durumdan haberdar olunca, bir tas su alarak ordunun ortasında, devesinin üzerinde herkesin görebileceği şekilde suyu içti ve kendinin de oruçlu olmadığını gösterdi. Ayrıca, bunun bir tavsiye değil emir olduğunu ise, ‘Sizler düşmanla karşılaşacaksınız. Orucunuzu açın bu sizin için bir güç ve kuvvettif diyerek açıkladı. Bunun üzerine herkes orucunu açtı.
Ordu Mekke’ye doğru giderken, Cuhfe’de, Medine’ye hicret etmek için yola çıkmış olan Abbas’la karşılaşıldı. Resulüllah, çocuk ve kadınların yola devam etmesini, amcası Abbas’ın ise yanında bulunmasını söyledi. Amcasından Kureyş’in son durumuyla ilgili bilgileri aldı.[29]
Ordu yoluna devam etti. Herkes Suriye bölgesine gidileceğini düşündüğünden, hâlâ gidilmekte olan yönden ne zaman dönüleceğini merak ediliyordu. Fakat bir türlü beklentileri gerçekleşmiyordu. Bu sefer asıl hedefin Suriye bölgesi değil, Sakif veya Hevazin bölgesi olduğu düşünülmeye başlandı. Mekke olabileceğini düşünenler son derece azdı. Bazıları meraklarını yenemeyip, nereye gittiklerini Resulüllah’a sormaya karar verdiler. Fakat kim soracaktı? Resulüllah’m bu kadar gizli tuttuğu bir şeyi sormak uygun olacak mıydı? Bu ve benzeri sorular zihinleri meşgul etmeye başladı. Harekâtın hedefinin nereye olduğunu nasıl soracaklarım düşündükleri sırada Ka’b b. Malik, Resulüllah’a görüşüp, soruları yöneltebileceğini söyledi. Ka’b b. Malik, bir mola sırasında Resulüllah’m yanına vardı. Resulüllah’m önüne diz çöküp oturdu ve beğeneceğini düşündüğü bir şiir okumaya başladı. Şiir, dolaylı bir şekilde herkesin merak içinde nereye gidildiğini birbirine sorduğunu dile getiriyordu. ResulüUah, Ka’b’ı sonuna kadar dikkatli bir şekilde dinledi. Asıl amacı anlamamış gibi görünüp, hiçbir şey demedi. Sadece gülümsedi. Ka’b istediğini elde edemeyeceğini anlayınca kalkıp kendisini merakla bekleyenler arkadaşlarının yanına döndü.
Kudeyd’e varıncaya kadar sancaklar çıkarılmamış, ordu bir düzene konulmamıştı. Resulüllah yolun bundan sonraki kısmını daha nizami bir şekilde devam edilmesini emretti. Orduyu bölüklere ayırdı. Her bölüğün sancağını bağladı ve sancaktarına teslim etti.
Ordu düzenli bir şekilde ilerliyordu. Bir ara ordunun yolu üzerine yatmış, yavrularını emziren bir köpeğe rastlandı. Eğer müdahale edilmezse köpek ve yavruları zarar görebilirdi. Resulüllah, Cuayl b. Sürâka’yı yanma çağırdı. Ürkmemesi ve incinmemesi için gidip köpeğin yanında durmasını söyledi.
Ordu, Maruzzahrân’a geldi ve konakladı. Mekke’ye iyice yaklaşılmıştı. Çevrede bir yaban ağacı olan Irak ağacından çokça vardı. İrak meyvelerinin olgunlaşmaya başladığı bir mevsim olduğu için herkes topladığı meyvelerden yemeye başladı. ResulüUah yanındakileri uyardı; ‘Meyvelerin kararmış olanlarını yiyin. Çünkü kararmış olanları tatlıdır’. Müslümanlar şaşırdılar. Bu ancak dağlarda uzun süre kalmış olan birisinin bilebileceği bir şeydi. Merakla ‘Ev Allah’ın Resulü! Sen nereden biliyorsun!’ diye sordular. Resulüllah ‘Ben davar güttüğüm zaman o meyvelerden yerdim’ dediğinde daha da şaşırdılar. Peygamberi çobanlık yapmış birisi olarak düşünemiyorlardı. O şaşkınlıkla ‘Ey Allah’ın resulü sen çobanlık yaptın mı?’ diye sordular. ResulüUah şaşkınlığın nedenini anladı; ‘Evet ben çobanlık yaptım. Yakınlarımın hayvanlarım güderdim. Her peygamber de bu işi yapmıştır [30] dedi. Müslümanlar bir kez daha anladılar ve hatırladılar ki karşılarındaki kişi saraylarda büyümüş bir kral değil, kendi içlerinden çıkmış, kendilerini her yönleriyle en iyi şekilde tanıyan ve kendi şartlarında yaşayan bir peygamberdi.
Kırgınlık
Ebû Süfyan b. Haris, Resulüllah’m amca oğlu, süt kardeşi ve çocukluk arkadaşıydı. Risâlet öncesinde sıklıkla görüştüğü sayılı dostlarından birisiydi. Çok iyi anlaşırlardı. Ancak risâlet görevi başlayıp da Resulüllah çevresindeki insanları islâm’a davet edince Ebû Süfyan b. Haris, Resulüllah’a karşı gelenlerin, davetini reddedenlerin arasında yer aldı. Müşrik eşrafın zorbalığı bir yöntem olarak tercih edip, İslâm davetini işkence ve baskıyla durdurmaya çalıştıkları zaman da Resulüllah’ın karşısında, zorba eşrafın yanında yer almaya devam etti. Hatta işi daha da ileri götürüp, Resulüllah’ı hicveden, islâm’ı reddeden şiirler söyledi. Şiirleri dillerde dolaşırdı. Ayrıca Kureyş’in Müslümanlara yönelik savaşlarının hemen hepsinde yer aldı. O bu yaptıklarıyla, adeta diğer müşrik zorbalarla yarışıyor ve bu yaptikların Resulüllah’ı derinden yaraladığını bilmiyordu. ResulüUah, diğer zorba müş-‘klerin yaptıkları nedeniyle üzülüyordu, ama süt kardeşi ve dostu Ebû Süfyan b. Hâris’in yaptıklarına daha çok üzülüyordu. Ebû Süfyan b. Haris, Resulüllah’a düşmanlığını ve İslâm’a karşıtlığını Mekke’nin fethine yakın bir tarihe kadar devam ettirdi Durumunu hiçbir şekilde değiştirmedi. Değişim Hudeybiye anlaşmasından sonra ticaret için gittiği Suriye bölgesinde duyduklarıyla başladı. Duydukları karşısında hem şaşırdı, hem üzüldü. Medine’deki İslâm devleti ve Resulüllah’m peygamberliği Suriye bölgesi insanları tarafından konuşuluyor ve bazıları henüz görmediği Resulüllah’ı yakından tanıma isteğini dile getiriyordu. Ebû Süfyan b. Haris, kendi aralarından çıkmış, üstelik kendisinin kuzeni ve süt kardeşi olan ve yıllardır kendisine zorbalığın her türlüsünü yaptıkları Resulüllah’m bu şekilde başka bölgelerdeki insanlar tarafından merak ve takdirle konuşulan birisi olduğunu anlayınca, düşünceleri karıştı. O zamana kadar yaptıklarıyla başkalarını taklit ettiğini, yaptığı şeyin doğru mu yanlış mı olduğunu hiç düşünmediği fark etti. Bunu ‘Yaşlılarımız bir yol edinip gittiler, biz de onlara uyduk. Onlar putlara sığınarak Muhammed’e karşı geldiler, biz de onların yaptığını yaptık’ diyerek dile getirmeye ve bu düşüncesini Mekke’ye dönünce bazı arkadaşlarıyla paylaşmaya başladı. Arkadaşlarıyla konuştuğu zaman fark etti ki, birçok kişinin durumu kendisininkinden farklı değil. Ebû Süfyan b. Haris için günler sıkıntılı ve rahatsız edici bir şekilde geçmeye başladı.
Ebû Süfyan b. Haris, bir ara durumunu eşiyle konuştu. Eşinden duydukları, kendisi adına bir başkası tarafından söylenmiş şeylerdi. Eşinin sözlerinde kalbinden geçenlerin ifadesini işitti. Eşinin dedikleri şunlardı: ‘Arap olanların ve olmayanların Muhammed’a tâbi olduklarını görüp duruyorsun. Çevresindeki insanların sayısı her gün daha da artıyor. Herkes O’nu seviyor ve O’na güveniyor. Siz ise O’na düşmanlıkta birbirinizle yarışıp durdunuz. Halbuki O’nu tasdik etmek ve yardımcı olmak herkesten çok sana düşerdi. O’na yardım edenlerin ilki sen olmalıydın.’ Bu sözler üzerine hatasını daha da iyi anladı ve Müslüman olmaya karar verdiğini, bu nedenle Medine’ye gideceğini söyleyip, oğlunu da yanına alarak yola çıktı.
Resulüllah’la görüşmek ve Müslümanlara Jcatılmak için Medine’ye gitmek üzere oğluyla birlikte yola çıkan Ebû Süfyan b. Haris, yolda îslâm ordusuyla karşılaştı. İslâm ordusu Mekke’yi fethetmek için yola çıkmıştı. Ebû Süfyan b. Haris, islâm ordusunu görünce korktu; kendisi islâm’ın en katı düşmanlarından olduğu için öldürülmekten çekindi. Bu nedenle görülmemek için saklandı. Geceyi saklanarak geçirdi, islâm ordusu biraz ilerisinde mola vermişti. Sabaha doğru, tüm cesaretini toplayarak, ortalığın sakin olduğu bir zamanda, oğlunun elinden tutup ordugâha girdi. Kimseye hissettirmeden Resulüllah’a kadar yaklaşıp selâm verdi. ResulüUah, Karşısındakinin Ebû Süfyan b. Haris olduğunu anlayınca yüzünü çevirip, onunla ilgilenmedi. Ebû Süfyan b. Haris bundan sonrasını şöyle anlatmıştır:
Resulüllah benden yüzünü çevirince, yüzünü döndürdüğü tarafa geçtim Yin yüzüme bakmadı ve öbür tarafa döndü. Bana bakmıyor, benimle ilgilenmivo du. Utandım. Yakın, uzak her şey beni sıkmaya başladı. Ne yapacağımı bilem’ yordum. O’na çok sıkıntı vermiş, O’nu çok üzmüştüm. Bana kırgındı. Resulü! lah benden yüz çevirince çevresindeki Müslümanlar da yüz çevirdiler. Hiç kim se bana bakmıyor ve benimle konuşmuyordu. Oradan uzaklaştım. Kendimi bir şekilde Resulüllah’a kabul ettirmem gerektiğini düşünüyordum. Ama bunu nasıl başaracağımı bilemiyordum. Ebû Bekir’le karşılaştım. Ona yaklaşıp, beni Resulüllah’la görüştürmesini rica ettim. Fakat ‘Resulüllah’ın yüz çevirdiği kişiye ben taraftar olmam’ deyip o da benden yüz çevirdi. Onun yanından uzaklaşırken Ömer’le karşılaştım. Ricamı bu sefer ona bildirdim. Ama o ‘Ey Allah’ın düşmanı! Resulüllah’ı ve arkadaşlarını üzen sendin değil mi! Üstelik O’na düşmanlığını her taraftan duyulacak kadar ileri götürdün değil mi!’ demeye başladı. Ömer’in bana yardımcı olmayacağını anlayınca amcam Abbas’ı aradım. Abbas’ı bulunca onun yardımını istedim, Müslüman olduğumu ve Müslüman olunca Resulüllah’ın sevineceğini umduğumu, ama bunların gerçekleşmediğini, Resulüllah’ın beni görmek dahi istemediğini anlattım. Abbas, ‘Yeğenim! O’nun senden yüz çevirdiğini bildikten sonra, benim seninle konuşmam doğru olmaz. Eğer sana yakınlık gösterirsem O’nu üzmekten ve öflzelendirmekten korkarım’ dedi. Ne yapacağımı bilemez bir halde gezinmeye başladım. Ali ile karşılaştım. O da bana öncekilerinin söylediklerine benzer şeyler söyledi. Artık başkalarıyla görüşmemin bir fayda sağlamayacağını anlamıştım. Gidip Resulüllah’ın çadırının önüne oturdum. Sıcaktan ve susuzluktan ölünceye kadar O’nun kapısının önünde oturmaya karar verdim. Ordu hareket edince ben de orduyla birlikte hareket ettim. Ne Resulüllah, ne de Müslümanlardan bir kişi benimle konuşuyordu. Yanımda oğlum olduğu halde, koca ordunun ortasında yalnızdık. Bazen Resulüllah’ın görebileceği yerlere geçiyordum. Ama O beni görünce yüzünü çeviriyor ve bana bakmıyordu. Bu şekilde Mekke yakınlarına, Ebtah vadisine kadar geldik. Ordu mola verdi. Ben de yanımda oğlum olduğu hâlde Resulüllah’ın çadırının önünde beklemeye başladım. Hiç kimse benimle muhatap olmuyor ve benimle konuşmuyordu.
Bu hâl üzere beklerken Ali geldi ve bana yardımcı olabileceğini söyledi. Çok sevindim. Dedi ki; ‘Resulüllah’a arkasından yaklaş ve Yusuf un kardeşlerine söylediği şu sözleri söyle: ‘Allah’a yemin ederiz ki, Allah seni gerçekten bize üstün kılmıştır. Doğrusu biz sana karşı yaptıklarımızla suçluyuz.[31] O’na karşı söyleyebileceğin bundan daha başka söz yok’. Hemen gidip, Resulüllah’ın arkasında durdum ve Ali’nin söylediği ayeti okudum. Resulüllah dönüp bana baktı ve gülümseyerek ‘Bu güne kadar yaptıklarınızdan dolayı kınanmayacaksınız, Allah sizi bağışlasın. O merhametlilerin en merhametlisidir [32] dedi. Hem sevindim, hem de utandım. Utancımdan yüzüne bakamiyordum. Bir şiir okuyarak durumumu bildirmeye çalıştım. Okuduğum şiir şöyleydi: ‘Ben Lât’ın süvarileri Muhammed’in süvarilerini yensin diye sancak taşıdığım gün, gecenin başında yolunu şaşırıp, zifiri karanlıkta ne yapacağını bilemeyen kimse gibiydim Şimdi ise yolunu bulmuş ve selâmete ulaşmış kişi gibiyim…’. Affımı kabul etti ve yanında kaldım.[33]