MURATS44
Özel Üye
NOT
Konunun ilk bölümüne aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
http://www.rasulehasret.com/peygamb.../57602-harut-ile-marut-1bolum.html#post133640
http://www.rasulehasret.com/peygamb.../57602-harut-ile-marut-1bolum.html#post133640
Sihir ve Büyü
Sözlerimizin burasında büyücülükten, karı ile kocasının arasını açan ve Yahudileri peşinden sürükleyerek Yüce Allah'ın kitabını arkalarına atmalarına yol açan sanat hakkında bir kaç söz söylememiz gerekir.
Öteden beri bazı kimselerin bilimsel olarak mahiyetleri henüz ortaya çıkarılamamış birtakım yeteneklere sahip oldukları, birtakım özellikler taşıdıkları hep müşahede edile gelmiştir. Söz konusu yeteneklerin bazılarına birtakım adlar verilmiş, fakat ne mahiyetleri ve ne de metotları belirlenememiştir.
Meselâ şu "Telepati" dediğimiz zihinler arası uzaktan etkilenme olayının özü nedir? Nasıl meydana gelir? Herhangi bir insan, normal olarak sesin ve bakışların ulaşamayacağı kadar uzak bir mesafede bulunan başka bir insanı nasıl çağırabilir ve aralarındaki uzaklıklar ve fizikî engeller ortadan kalkmadan karşı taraftan nasıl cevap alabilir?
Peki şu "hipnotizma" olayı nedir? Nasıl meydana geliyor? Nasıl oluyor da bir irade başka bir iradeye egemen oluyor, bir düşünce başka bir düşünce ile ilişki kuruyor, bu sırada taraflardan biri diğerine mesaj gönderiyor ve karşı taraf sanki bir kitabın sayfalarını okuyormuş gibi kendisine gönderilen mesaja cevap veriyor?
Pozitif bilimin günümüze kadar varlıklarını kabul ettiği bu esrarengiz güçler hakkında söyleyebildiği tek söz bunlara birtakım isimler takması olmuştur. Fakat bu güçlerin ne olduğu ve bu olayların nasıl meydana geldiği hususunda hiçbir şey söyleyememiştir.
Pozitif bilimin kuşku ile karşıladığı dàha pek çok olay var. Bu kuşku ya söz konusu olaylar hakkında yeterince gözlem verisi sağlayamadığı için onları kabul etmemesinden ya da bu olayları deney alanına sokacak uygun metotlar bulamamış olmasından ileri geliyor.
Meselâ şu geleceği haber veren rüyalar olayını düşünelim. Her türlü ruhî gücü inkâr etmeye kalkışan S.Freud bile bu tür rüyaları inkâr edememiştir. Nasıl oluyor da meçhul bir gelecek ile ilgili bir rüya görüyorum da bir süre sonra bu ileriye dönük rüyam aynen gerçekleşiyor. Ya şu gizli ve henüz adı bile konulamamış duygular olayına ne demeli? Nasıl oluyor da bir süre sonra belirli bir olayın olacağını ya da belirli bir şahsın az sonra geleceğini hissediyorum da beklediğim şey bir süre sonra şu ya da bu şekilde sahiden gerçekleşiyor.
Sırf pozitif bilim henüz bu tür güçleri deney alanına aktaracak uygun metotlar geliştiremedi diye insan denen varlıkta bulunan bu tür meçhul yetenekleri, güçleri bir kalemde reddetmek, aslında bilimsel kılıflı bir egoizmden, bir şımarıklıktan başka bir şey değildir.
Bu demek değil ki, her türlü hurafeye teslim olalım ve karşımıza çıkan her çeşit masalın peşinden gidelim. Bu konuda tutulacak en sağlıklı ve en ihtiyatlı yol insan aklının bu tür bilinmezler hakkında esnek bir tutum benimsemesidir. Yani bu tür esrarengiz güçleri ne mutlak olarak reddetmeli ve ne de gözü kapalı bir şekilde kabul etmeliyiz. Böylece insan aklı elindeki metotlarla bu metotları geliştirerek şimdi kavrayamadığı bu tür güçleri kavramayı başarmalı ya da söz konusu meselelerin, kapasitesini aştığını itiraf ederek yeteneklerinin sınırlarını tanımalı ve şu evrendeki bilinmez güçlerin ve olayların varlığını kesinlikle onaylayarak tutumunu ona göre ayarlamalıdır.
İşte büyücülük bu tür olaylardandır. Şeytanların insanlara öğrettiği belirtilen esrarengiz bilgilerde bu tür olaylardandır. Uzaklardaki başka insanlara mesaj ulaştırma ve gerek duygu ve düşünceleri gerekse cansız maddeler ile canlı organizmaları etkileme olayları da büyücülüğün değişik bir biçimi olabilir.
Gerçi Kur'an-ı Kerim'in; "Attıkları ipler ve sopalar onların büyülerinin sonucu olarak kendisine yürüyorlarmış gibi göründü" (ğ) ayetinde, Firavun'un büyücüleri tarafından yapıldığı anlatılan gösteriler hiçbir gerçek tarafı olmayan bir hayal oyunundan ibaretti. Fakat bunun öyle olması bu tür bir etkinin karı ile kocanın ya da iki samimi dostun arasının bozulmasına yol açmasına engel değildir. Çünkü daha önce belirttiğimiz gibi her ne kadar metotlar, araçlar, etkiler, sebepler ve sonuçlar yüce Allah'ın izni olmaksızın meydana gelmez ise de tepkilerin etkilerden doğduğu da bir gerçektir.
Bu arada acaba Hârut ile Mârut adındaki bu iki melek kimlerdi ve hangi dönemde Bâbil kentinde yaşadılar? Bir defa bunların hikâyesi Yahudiler tarafından biliniyordu. Çünkü bu olaya işaret eden yukarıdaki ayeti ne yalanladılar ve ne de ona itiraz ettiler. Kur'an-ı Kerim'de bu şekilde kısaca değinilerek geçilen daha başka olaylar da vardır. Söz konusu olaylar muhatapları tarafından bilindiği için, bu olaylara kısaca değinmek, gözetilen amacı gerçekleştirmek için yeterli sayılmıştır. Bu tür olaylar hakkında ayrıntılı bilgi vermeyi gerektiren bir sebep yoktur. Çünkü amaç, olayın ayrıntıları değildir.
Ben de elinizdeki bu tefsir kitabında bu iki melek hakkında bize ulaşan çok sayıdaki rivayete dalmak istemiyorum. Çünkü bunlar içinde hiçbir araştırma ürünü ve güvenilir rivayet yoktur.
İnsanlık tarihi boyunca her dönemde insanoğlunun durumuna ve idrak düzeyine uygun birçok ibret verici ve imtihan vesilesi niteliği taşıyan olaylar yaşanmıştır. Buna göre insanın iki melek -ya da iki iyi insan- şekline bürünmüş bir imtihan vesilesiyle karşılaşması şaşılacak kadar olağanüstü bir durum değildir. Zira buna benzer daha nice ibret verici olaylar, harikuladelikler ve çeşitli imtihan türüyle karşılaşmıştır insanoğlu bugüne kadar. O insanoğlu ki simsiyah bir gecenin koyu karanlıkları arasında sürekli biçimde ilâhi meşalenin parıldayan ışınları peşinde emeklemekte, yürümekte ve koşmaktadır.
Uzun bir geçmişin gerisinde kaldıkları için bize göre belirsiz olan meselelerin peşine takılacağımıza bu ayetlerde yaralan açık hükümlü ve belirli anlamlı kavramlar üzerinde durmamız daha yerindedir. Burada, Yahudilerin, yüce Allah'ın kesin doğruları içeren kitabını arkalarına atarak masalların peşine düşmekle sapıklığa düştüklerini, bunun yanında, büyücülüğün bir tür şeytan işi olması yüzünden insanın kınanmasına ve Ahiretteki tüm nasibini ve birikimini kaybetmesine yol açan bir kâfirlik sebebi olduğunu bilmemiz bizim için yeterlidir.
Hârut ve Mârut Adlı Meleklerin Büyük Günah İşlemeleri
“…Halbuki Süleyman asla kafir olmadı. Fakat o şeytanlar kafirdiler ki, insanlara sihri ve Bâbil'deki iki meleği, Hârut ve Mârut'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı…” (a) mealinde olan ayetin tefsiri esnasında şu rivayetlere yer verilmiştir.
Bir rivayete göre, melekler insanların işlediği günahları görünce onları ayıpladılar ve Allah'a: “Yeryüzüne halife olarak seçtiğin bu günahkarlar mıdır?” dediler. Cenab-ı Hak da: “Eğer onlara verdiğimiz nefis sizde olsaydı aynı şeyleri siz de yapardınız?” cevabını verdi. Onlar: “İmkansız, biz böyle bir şey yapmayız ve bu bize yakışmaz” dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: “En huylunuzdan iki melek seçiniz.” emrini verdi ve onlar da, Hârut ve Mârut'u seçtiler. Hârut ve Mârut, onların içinde Allah'a en çok ibadet eden ve en iyi huylu olan iki melekti. Bunlar bir insanda mevcut olan şehvet gibi huylar ve benzeri hallerle teçhiz edilip yere indirildiler. Vazifeleri, gündüz halkın davalarına bakmaktı, akşam olunca tekrar semaya uruc edeceklerdi. Allah kendilerini, şirkten, haksız yere bir kimseyi katletmekten, içki içmekten ve zinadan men etmişti. Vazifeleri gereğince gündüz halkın davasına bakıyorlar, akşam olunca da, İsm-i Azâm'ı okuyarak semaya çıkıyorlardı.
Günün birinde kendilerine, insanların en güzellerinden olan Zühre isimli bir kadın müracaat etti. Bu kadın Lahm kabilesindendi (bir rivayete göre, İranlı ve memleketinin melikesiydi). Kadının şikayeti kocası ile ilgili idi. Melekler, bu kadını görünce, içlerine kurt düştü ve ondan murat almak istediler. Kadın onların bu teklifini reddetti. Israrları üzerine kadın: “Siz davayı benim lehime karara bağlamadıkça ben size evet demem.” dedi. Bunun üzerine kadının isteğini yerine getirdiler. Kadın, onların teklifine yine yanaşmadı ve ikinci olarak onlardan kocasını öldürmelerini istedi. Onlar da öldürdüler. Kadın, yine onların isteklerine yanaşmadı ve onlardan üçüncü şartı yerine getirmelerini istedi ki, o da içki içmeleri ve gösterdiği puta secde etmeleriydi. Bu şartları da yerine getirdiler. Melekler tekliflerini tekrarlayınca, kadın bu defa da onlardan, kendilerini göğe yükselten şeyi öğretmelerini istedi. Onlar da kadına İsm-i Azâm'ı öğrettiler. Kadın, İsm-i Azâm'ı okuyarak göklere yükselince, Allah onu bir yıldıza tebdil ediverdi.
Akşam olunca, iki melek adetleri gereği göğe çıkmak istediler. Lakin, kanatları kendilerine itaat etmedi. Başlarına gelen felaketi anlayınca, İdris'e müracaat ettiler. Kendisinden şefaat dilediler. O da kabul etti. Neticede, Allah kendilerini, dünya azabıyla ahiret azabından birini tercih etmeleri için fırsat verdi. Onlar, kısa süreli olduğu için dünya azabını tercih ettiler. Şimdi onlar, Bâbil'de cezalarını çekmektedirler. Onların, saçlarından asılı oldukları söylenmektedir ve bu durum, kıyamet kopuncaya kadar devam edecektir (h).
Bazı İslâmî kaynaklarda, kıssanın tam bir düzmece olduğu belirtilir, (ı) kıssada meleklere günah işlettirilmiştir. İslam inancına göre melekler, masumdurlar. Kendilerinden ne küçük ve ne de büyük günah sadır eder (i).
Hârut ile Mârut ve Meleklerin İsmeti
Meleklerle ilgili İslâm itikadı gözden geçirilirken "Meleklerin Allah'a isyan etmeyecekleri" açıkça görülmektedir. Bu husus, Kur'an-ı Kerim âyetleri ile de sabittir (j).
Hâl böyle iken, Hârut ve Mârut adındaki meleklerle ilgili olarak halkın dilinde dolaşan ve bazı kitaplarda yer alan yersiz söylentilerin İslâmî inançlarla bağdaşması kâbil değildir. O söylenti şudur Yeryüzüne indirilen bu iki melek, -hâşâ- Zühre adındaki güzel bir kadına tutulmuşlarmış da, kendisiyle güya zina etmek istemişlermiş de, o fahişe de bu meleklerden Allah'a şirk koşmalarını istemiş fakat melekler, bu teklifi kabul etmemişler.
Bir defasında bu melekler, o kadına, aynı arzuyu tekrarlayınca Zühre, kucağında taşıdığı çocuğu gösterip; "bunu öldürmedikçe dediğinize razı olmam." demiş, melekler bu teklifi de kabul etmemişler.
Başka bir gün, bu çirkin teklifi gene tekrarlamışlar. O kadın da elinde taşıdığı kadehin içindeki şarabı içmedikleri takdirde arzularına râm olmayacağını söylemiş imiş de onlar da -hâşâ- şarabı içmişlermiş. İçkinin tesiriyle sarhoş olunca o çocuğu öldürmüşler ve kadınla da güya zina etmişler. Zühre adlı bu fahişe, Hârut ve Mârut'tan göğe çıkarken okudukları İsm-i âzamı sorup öğrenmiş imiş ve öğrendiğini okuyarak semaya çıkmış ve orada yıldız olup kalmış. "Zühre" adlı yıldız işte bu kadın imiş!!!
Meleklerin yüce mahiyetine ve pırıl pırıl şerefine uymayan bu gibi beyanların hepsi zayıftır (k).
"Bunlar, İsrail oğullarının verdikleri haberlere râcidir. Çünkü bu hususta isnadı, günahtan masum ve her hususta doğru bulunan yüce Peygamberimize ulaşan sahih ve merfû bir hadis yoktur" (l).
"Ne Allah Teâlâ'nın kitabında, ne de Resulullah (s.a.v.)'ın hadislerinde bu haberin doğruluğuna delâlet eden bir beyân da yoktur" (a8).
"Bu bâbda uydurulan hurâfelere itimat olunmamalıdır. İşte sahih olan haber Kitabullah'tadır" (m).
Bu haberin doğru ve mûteber olmadığına delâlet eden hususlardan biri de şudur: Hârut ve Mârut isimli bu meleklerin yeryüzüne inmesi, Süleyman Aleyhisselâm'ın Peygamberliği zamanına tesadüf etmektedir. Halbuki "Zühre" yıldızının yaratılması, göklerin halk olunduğu zamanda olmuştur (a10).
Hârut ve Mârut isimli bu meleklerle ilgili meselenin ehl-i sünnet mezhebi hükümlerini zedelemeyecek yönü şudur:
Süleyman Aleyhisselam zamanında, şeytanlaşmış insanlar, cin şeytanlarını sihir yoluyla kendilerine bağlamışlardı. Cin şeytanları semâlara doğru yükselerek, yeryüzündeki hâdiselerle ilgili konuşmalardan kulak hırsızlığı yaparlar ve meleklerden duydukları bir söze yüz de yalan katarak o devrin kâhinlerine ve sihirbazlarına haber verirlerdi.
Şeytanların nâşir-i melaneti olan bu kimseler, yalan yanlış bu haberleri, halkın arasında yaymaya çalışırlar ve yazarak halka okurlardı.
Bu kâhinler; cin toplamayı, onlar vasıtasıyla sihir yapmayı ve efsunculuk şekillerini halk arasında yaydılar. Beşerî topluluklarda baş gösteren fesat ve kargaşalıklar yüzünden halk arasında yanlış inançlar yayılmaya başladı. Bir takım kimseler, cinlerin gayb-ı bildiğini iddia eder ve inanır oldular.
İşte bu sırada Cenâb-ı Hak, hikmet-i ilâhîsi iktizasından olarak Hârut ve Mârut isimli bu iki meleği yeryüzüne indirdi ve Bâbil şehri halkına gönderdi.
Bu melekler, halka sihrin zararını ve mahiyetini haber veriyor, mucizeyi sihirden ayırd edecek bilgi ile insanları teçhize çalışıyorlardı. Sihrin doğruluğuna inanıp veya sihre dâir olan şeyleri kullanıp da küfre gitmemeleri için halkı ikaz ediyorlardı. Bu hususla ilgili âyet-i kerimeyi, muhterem okuyucularımla birlikte tetkîk ve tahlil etmek isterim:
"Şeytanların; Süleyman'ın mülk(-ü saltanat ve nübüvvet)i aleyhinde uydurup takip ettikleri şeylere (yalanlara) uydular. Halbuki Süleyman asla kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfirdiler ki, insanlara sihri (büyücülüğü) ve Bâbil'deki iki meleğe, Hârut ve Mârut'a indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Halbuki onlar (o iki melek): "Biz ancak fitneyiz (imtihan için gönderilmişizdir), sakın (sihir, büyü yapıp da) kâfir olma" demedikçe, hiç bir kimseye (sihir) öğretmezlerdi. İşte onlardan (o iki melekten) koca ile karısının arasını ayıracak şeyleri öğreniyorlardı..." (a).
Yukarıdaki âyetin meâli tetkik süzgecinden geçirildiğinde bazı hakikatlerin ortaya çıktığı gözden kaçmamaktadır. Şöyle ki:
a) Âyet-i kerimedeki "ve mâ ünzile" ilh.. cümlesi, yukarıdaki "es-sihra" kelimesine mâtuftur. Mâtuf le mâtufun aleyhin birbirine mubâyin olacağı nahvî bir zarurettir. Bu itibârla Hârut ve Mârut'a indirilen bilgiler sihir değildi. Fakat sihir halinde kullanmaya müsait bulunuyordu, Bu sebeple o bilgileri kötüye kullanmanın küfür olacağı, bizzat bu melekler tarafından, "telâ tekfur" ihtâriyle haber veriliyordu.
b) "Es-sihra" kelimesi, "yüallimûne" fiilinin ikinci mef'ûlü; "ve mâ ünzile" cümlesi, onun matufu olduğuna göre, sihri de meleklere indirilen bilgileri, sihir olarak kötüye kullanmayı da halka öğreten şeytanlardı.
c) Melekler; sihrin mahiyetine ışık tutuyorlar, onun itikâdî zararlarını ve amelî safhasının küfre götüreceğini haber veriyorlardı. Sihrin haram olan yönü, onun nasıl yapıldığını bilmek olmayıp, ameli haysiyetidir (m2). Yani, sihrin nasıl yapılacağını bilmek değil, bizzat sihri yapmaktır. Bir bıçağı kurban kesmekte kullanmanın suç olmayıp, bir cinayete âlet yapmanın haram olduğu gibi...
d) Hârut ve Mârut, sihrin ilmî cihetine ışık tutarken; "Biz ancak bir fitneyiz (imtihan için gönderilmişiz), sakın (sihir yapıp da) kâfir olma" diyerek sihrin amelî tarafından halkı nehyetmekte ve gerekli ikazda bulunmaktaydılar.
e) Koca ile karısının arasını ayıracak şeyi öğrenme arzusunun halktan gelmiş bulunduğunu, Hârut ile Mârut'un; "Gelin, size zevc ile zevcenin arasını ayıracak şeyi öğretelim." diye bir çağrı vâki olmadığını âyetin metnindeki "yeteallemûne=öğreniyorlardı" ifadesinden açık ve seçik olarak anlamaktayız.
İşaret edilen bu noktalardan başka Hârut ve Mârut, diğer melekler gibi, günahtan uzaktırlar Kur'ân-ı Kerim'de meleklerle ilgili olarak buyrulmaktadır ki:
"Onlar, Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler" .
"Hayır, onlar, ikrâma mazhar edilmiş kullardır. Bunlar söz(leriy)le asla onun önüne geçmezler. (Bilakis) bunlar ancak onun emriyle hareket ederler" (o).
"(Evet) kendilerine her suretle kâhir ve hâkim olan Rablerinden korkarak (daima ona inkıyat ederler. Melekler de) ne ile emr olunurlarsa onu yaparlar" (ö).
Kitab-ı ilâhînin bu açık beyanı karşısında meleklerden günahın vukuu nasıl kabul edilebilir? Muhâlfarz, onların günah işlediği kabul edilecek olsa, yaptıkları o günahın da Allah'ın emri olması gerekir. Kur'an-ı Sâdıku'l-beyânın şu âyet-i böyle bir ihtimali, katiyetle reddetmektedir:
"Allah, hiç bir zaman kötülüğü emretmez." (p).
"Biz, o melekleri hak(km hikmeti ve kaderin bir iktizası) olmadan indirmeyiz." (r).
Bunun dışında kalan ve meleklerin ismetiyle münasip düşmeyecek beyanlar, fehmin yerini vehme bırakmış insanlara has bir davranış olur.
Dipnotlar
(a) Kurân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, ayet: 102
(a8) Celâl: Akâid-i Adudiye Şerhi, 56.
(b) Kurân-ı Kerîm, Enbiya Sûresi, ayet: 7
(c) Kurân-ı Kerîm, Enam Sûresi, ayet: 8
(ç) Kurân-ı Kerîm, Furkân Sûresi, ayet: 7-9
(d) Kurân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, ayet: 249
(e) Kurân-ı Kerîm, Felak Sûresi, ayet: 1-5
(f) Kurân-ı Kerîm, Al-i İmran Sûresi, ayet: 160
(g) Kurân-ı Kerîm, Bakara Sûresi, ayet: 123
(ğ) Kurân-ı Kerîm, Taha Sûresi, ayet: 66
(h)Hazin Tefsiri,l,70; Beğavi Tefsiri, l, 100-101.
(ı) Hazin Tefsiri, l, 71.
(i) Zadü'l- Mesir, l, 124.
(ib) Mehasin'ut- Tevil, Muhammed Cemâluddin Kâsımî (1866-1913), Cilt-2, Sh. 215-216. Bu konudaki örnekler için bakınız: Kitab-ı Mukaddes, 1.Krallar. (Çev.)
(j) Kurân-ı Kerîm, Tahrim Sûresi, ayet: 6; Nâhil Sûresi, ayet: 50.
(k) Tefsiri Kurtubî, c, 2, s. 52.
(l) Tefsir-i İbni Kesir, c. 1, s. 141.
(m) H. B. Çantay, Kur'an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerim, c. 1, s. 33., 56 no'lu hâşiye.
(m1) Tefsir-i Kurtubî, c. 1, s. 52.
(m2) Hak Dini Kur'an Dili, c. 1, s. 447.
Kurân-ı Kerîm, Tahrim Sûresi, ayet: 6.
(o) Kurân-ı Kerîm, Enbiyâ Sûresi, ayet: 26-27.
(ö) Kurân-ı Kerîm, Nahl Sûresi, ayet: 50.
(p) Kurân-ı Kerîm, Ârâf, Sûresi, ayet: 28.
(r) Kurân-ı Kerîm, Hicr Sûresi, ayet: 8.