FIKH, MEZHEB, İMÂM-I A’ZAM (Mecmû’a-i Zühdiyye) kitâbının başında diyor ki:
Fıkh kelimesi, arabcada, fekıha yefkahü şeklinde kullanılınca, ya’nî dördüncü bâbdan olunca, bilmek, anlamak demekdir. Beşinci bâbdan olunca, ahkâm-ı islâmiyyeyi bilmek, anlamak demekdir. (Ahkâm-ı islâmiyye)yi bildiren ilme (Fıkh ilmi) adı verildi. Fıkh bilgilerini bilen kimseye (Fakîh) denir. Fıkh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkh bilgileri, Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ’-ı ümmetden ve kıyâsdan meydâna gelmekdedir. Fıkh bilgisinin bu dört kaynağına (Edille-i şer’ıyye) denir. Müctehidler, bu dört kaynakdan ahkâm çıkarırlarken dört (Mezheb)e ayrılmışlardır. Eshâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve bunlardan sonraki asrda gelen müctehidlere (Selef-i sâlihîn) denildiğini, ikinci kısmın dördüncü maddesinde, îmânı anlatırken bildirmişdim. Selef-i sâlihînin sözbirliğine (İcmâ’-ı ümmet) denir. Kur’ân-ı kerîmden veyâ hadîs-i şerîflerden veyâ icmâ’-ı ümmetden çıkarılan ahkâm-ı islâmiyyeye (Kıyâs-ı fükahâ) denir. Bir işin, halâl veyâ harâm olduğunu (Kıyâs) yolu ile anlamak için, halâl veyâ harâm olduğu bilinen başka bir işe benzetilir. Bunun için, o işi halâl veyâ harâm yapan sebebin, birinci işde de bulunması lâzımdır. Fıkh ilmini kuran, ilk yapan, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahmetullahi teâlâ aleyh”.
Fıkh ilmi, ya’nî (Ahkâm-ı islâmiyye), dört büyük kısma ayrılır:
1 — (İbâdât) olup beşe ayrılır: Nemâz, oruc, zekât, hac, cihâd. Herbirinin dalları çokdur. (Dürr-ül-muhtâr)da ve (Redd-ül-muhtâr)da diyor ki, (Cihâd, insanları islâm dînine çağırmak, kabûl etmiyenlerle [Bu çağırıyı işitmelerine, işitenlerin îmân etmelerine mâni’ olan zâlimlerin orduları ile] kıtâl, ya’nî harb etmekdir. [Harbi devlet yapar. Devletin ordusu yapar.] Harb edenlere [ya’nî devlete, orduya] mal ile, fikr [söz ve yazı] ile ve sayılarını artdırmak ile ve tedâvîleri ile [ve düâ ederek] yardım etmek de cihâddır. Hadîs-i şerîfde, (Kâfirlere karşı malınızla, cânınızla ve dilinizle cihâd ediniz!) buyuruldu. [Birinci kısmda, onsekizinci maddeyi okuyunuz!]. Sulh zemânında hudûd başında beklemek, harb vâsıtalarını kullanmasını ve bunun için lâzım olan fen bilgilerini öğrenmek de cihâddır. Müslimânların böyle cihâd etmeleri farz-ı kifâyedir. Düşman hücûm etdiği zemân, kadın, çocuk herkese, ya’nî yakın olanlara, eğer bunların da gücü yetişmezse, uzakda ve dahâ uzaklarda olanlara da (Farz-ı ayn) olur. [(İbn-i Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cild, ikiyüzyetmişikinci sahîfede diyor ki, (Kadınlar cihâda mestûre olarak ve zevci veyâ mahremi ile gider).] [Cihâd yapan devlete] yardım etmiyenler günâha girer. Hücûm edince öldürüleceğini, hücûm etmezse esîr olacağını anlıyan, harb etmez. Fekat, düşmanlara zarar, müslimânlara fâide mevcûd olunca, [fedâi olarak çıkıp] hücûm etmesi iyi olur. Fâsık müslimânlara (Nehy-i anilmünker) yapmak [zararlarına mâni’ olmak] böyle değildir. Nasîhat ile ve zor ile mâni’ olmaları vâcib olanların, [din adamlarının ve diğer vazîfelilerin] fâidesi olmasa da, öldürüleceğini bilse de, mâni’ olmaları câiz olur. Fitneye sebeb olunca câiz olmaz. Kumandan kâfir şehrini muhâsara edince, önce islâma da’vet olunur. Kabûl ederlerse, müslimânlar ile kardeş olurlar. Kabûl etmezlerse, cizye denilen vergiyi verip (Zimmî) olmaları istenir. Cizye, cezâ, karşılık demekdir. Ölümden kurtulma ve mallarını, canlarını, her dürlü haklarını koruma karşılığında, kâfirlerin devlete verecekleri paradır. İki dürlü cizye vardır: Birincisi, kâfirlerle sulh yaparken, karârlaşdırılan mikdârdır. Bu mikdâr, sonradan hiç değişdirilemez. Cizyenin ikincisi, her ay sonunda, fakîrlerden bir dirhem gümüş alınır [ki, yarım gram altın değerindedir]. Orta hâllilerden iki dirhem, zenginlerden dört dirhem alınır. Çalışamıyandan ve senenin yarısından fazla hasta olandan birşey alınmaz. Senede onbin dirhemden fazla geliri olana zengin denir. İkiyüz dirhemden fazla kazanan orta hâllidir.
Fıkh kelimesi, arabcada, fekıha yefkahü şeklinde kullanılınca, ya’nî dördüncü bâbdan olunca, bilmek, anlamak demekdir. Beşinci bâbdan olunca, ahkâm-ı islâmiyyeyi bilmek, anlamak demekdir. (Ahkâm-ı islâmiyye)yi bildiren ilme (Fıkh ilmi) adı verildi. Fıkh bilgilerini bilen kimseye (Fakîh) denir. Fıkh ilmi, insanların yapması ve yapmaması lâzım olan işleri bildirir. Fıkh bilgileri, Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden, icmâ’-ı ümmetden ve kıyâsdan meydâna gelmekdedir. Fıkh bilgisinin bu dört kaynağına (Edille-i şer’ıyye) denir. Müctehidler, bu dört kaynakdan ahkâm çıkarırlarken dört (Mezheb)e ayrılmışlardır. Eshâb-ı kirâma “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ve bunlardan sonraki asrda gelen müctehidlere (Selef-i sâlihîn) denildiğini, ikinci kısmın dördüncü maddesinde, îmânı anlatırken bildirmişdim. Selef-i sâlihînin sözbirliğine (İcmâ’-ı ümmet) denir. Kur’ân-ı kerîmden veyâ hadîs-i şerîflerden veyâ icmâ’-ı ümmetden çıkarılan ahkâm-ı islâmiyyeye (Kıyâs-ı fükahâ) denir. Bir işin, halâl veyâ harâm olduğunu (Kıyâs) yolu ile anlamak için, halâl veyâ harâm olduğu bilinen başka bir işe benzetilir. Bunun için, o işi halâl veyâ harâm yapan sebebin, birinci işde de bulunması lâzımdır. Fıkh ilmini kuran, ilk yapan, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfedir “rahmetullahi teâlâ aleyh”.
Fıkh ilmi, ya’nî (Ahkâm-ı islâmiyye), dört büyük kısma ayrılır:
1 — (İbâdât) olup beşe ayrılır: Nemâz, oruc, zekât, hac, cihâd. Herbirinin dalları çokdur. (Dürr-ül-muhtâr)da ve (Redd-ül-muhtâr)da diyor ki, (Cihâd, insanları islâm dînine çağırmak, kabûl etmiyenlerle [Bu çağırıyı işitmelerine, işitenlerin îmân etmelerine mâni’ olan zâlimlerin orduları ile] kıtâl, ya’nî harb etmekdir. [Harbi devlet yapar. Devletin ordusu yapar.] Harb edenlere [ya’nî devlete, orduya] mal ile, fikr [söz ve yazı] ile ve sayılarını artdırmak ile ve tedâvîleri ile [ve düâ ederek] yardım etmek de cihâddır. Hadîs-i şerîfde, (Kâfirlere karşı malınızla, cânınızla ve dilinizle cihâd ediniz!) buyuruldu. [Birinci kısmda, onsekizinci maddeyi okuyunuz!]. Sulh zemânında hudûd başında beklemek, harb vâsıtalarını kullanmasını ve bunun için lâzım olan fen bilgilerini öğrenmek de cihâddır. Müslimânların böyle cihâd etmeleri farz-ı kifâyedir. Düşman hücûm etdiği zemân, kadın, çocuk herkese, ya’nî yakın olanlara, eğer bunların da gücü yetişmezse, uzakda ve dahâ uzaklarda olanlara da (Farz-ı ayn) olur. [(İbn-i Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ aleyh” beşinci cild, ikiyüzyetmişikinci sahîfede diyor ki, (Kadınlar cihâda mestûre olarak ve zevci veyâ mahremi ile gider).] [Cihâd yapan devlete] yardım etmiyenler günâha girer. Hücûm edince öldürüleceğini, hücûm etmezse esîr olacağını anlıyan, harb etmez. Fekat, düşmanlara zarar, müslimânlara fâide mevcûd olunca, [fedâi olarak çıkıp] hücûm etmesi iyi olur. Fâsık müslimânlara (Nehy-i anilmünker) yapmak [zararlarına mâni’ olmak] böyle değildir. Nasîhat ile ve zor ile mâni’ olmaları vâcib olanların, [din adamlarının ve diğer vazîfelilerin] fâidesi olmasa da, öldürüleceğini bilse de, mâni’ olmaları câiz olur. Fitneye sebeb olunca câiz olmaz. Kumandan kâfir şehrini muhâsara edince, önce islâma da’vet olunur. Kabûl ederlerse, müslimânlar ile kardeş olurlar. Kabûl etmezlerse, cizye denilen vergiyi verip (Zimmî) olmaları istenir. Cizye, cezâ, karşılık demekdir. Ölümden kurtulma ve mallarını, canlarını, her dürlü haklarını koruma karşılığında, kâfirlerin devlete verecekleri paradır. İki dürlü cizye vardır: Birincisi, kâfirlerle sulh yaparken, karârlaşdırılan mikdârdır. Bu mikdâr, sonradan hiç değişdirilemez. Cizyenin ikincisi, her ay sonunda, fakîrlerden bir dirhem gümüş alınır [ki, yarım gram altın değerindedir]. Orta hâllilerden iki dirhem, zenginlerden dört dirhem alınır. Çalışamıyandan ve senenin yarısından fazla hasta olandan birşey alınmaz. Senede onbin dirhemden fazla geliri olana zengin denir. İkiyüz dirhemden fazla kazanan orta hâllidir.