127- İrâde-i cüz’iyye. Bir ihtiyâr müslimânın kızına nasîhatı ve münâcâtı

HASAN CAN

Active member
127- İrâde-i cüz’iyye. Bir ihtiyâr müslimânın kızına nasîhatı ve münâcâtı

İRÂDE-İ CÜZ’İYYE

İrâde-i cüz’iyye risâlesini Muhammed Akkermânî “rahmetullahi aleyh” yazmışdır:
Dehr [veyâ İnsan] sûresindeki, (Siz, ancak Allahü teâlânın dilediğini arzû edersiniz!) meâlindeki âyet-i kerîmeden, Ebül-Hasen-i Eş’arî imâmımız “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Allahü teâlâ, sizin istemenizi dilemedikce, birşey isteyemezsiniz!) ma’nâsını anlamışdır. Ya’nî, Allahü teâlâ dilemedikce, kul, irâde-i cüz’iyyesini kullanamaz demişdir. Eş’arî mezhebine göre, kullar, irâde-i cüz’iyyelerini kullanmakda mecbûr oluyor. Çünki, Allahü teâlâ, bir kimsenin birşey yapmağa irâde-i cüz’iyyesini kullanmasını dileyince, o kimse irâde etmeğe, istemeğe mecbûr olur. İrâde-i cüz’iyye, mevcûd ve mahlûk oluyor. Böyle olunca, şeytân, insana: Ey kul! Niçin zahmet çekersin? Allahü teâlâ bir işini istemezse, sen o işi irâde edemezsin! derse, şeytâna cevâb verilemez. Kul fâil-i muhtâr olmaz. İbâdetlerine sevâb, kötülüklerine azâb vermeğe sebeb bulunmaz. Kul, Allahü teâlânın dilediğini dilemekde, o işin yapılmasına, âlet olmakdadır.
Ebû Mensûr-i Mâtürîdî “rahmetullahi teâlâ aleyh” imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi teâlâ aleyh” anladığını açıklıyarak buyurdu ki, (İrâde-i cüz’iyye, bir varlık değildir. Var olmıyan şey, yaratılmış olmaz. İrâde-i cüz’iyye, kullarda bir hâldir. Kuvveti, birşeyi yapmak ve yapmamakda kullanmakdır. Kullar, irâde-i cüz’iyyelerini kullanmakda serbestdir. Mecbûr değildir). Bu mezhebe göre şeytâna: İrâde, bende bir hâldir. İyiliğe kullanırsam, Allahü teâlâ iyiliği yaratır. Kötülüğe sarf edersem, onu yaratır. Eğer sarf etmezsem, ikisini de yaratmaz, diye cevâb verilir. Allahü teâlânın, kul irâde etmeden de, yaratması câiz ise de, ihtiyârî olan işleri yaratmağa, kulların kalblerinin ihtiyâr ve irâde etmesini sebeb kılmışdır. İrâde-i cüz’iyyemizin sebeb olması da, Allahü teâlânın irâdesi iledir. Kul, bir iş yapmağı ihtiyâr ve irâde edince, ya’nî tercîh edip dileyince, Allahü teâlâ da, o işi irâde ederse o işi yaratır. Kul ihtiyâr ve irâde etmezse, ihtiyârî olan o işi yaratmaz. Şu hâlde, kul irâde-i cüz’iyyesini ibâdete sarf ederse, Allahü teâlâ, ibâdeti yaratır. Eğer günâhlara sarf ederse, günâhları yaratır. O zemân kul, dünyâda fenâ olur, âhıretde azâb görür. Böyle olduğunu bilen bir kimseye, şeytân birşey diyemez.
Yukarıdaki âyet-i kerîmenin ma’nâsını, Ebû Mensûr-i Mâtürîdî “rahmetullahi teâlâ aleyh” şöyle açıklıyor: (İhtiyârî işleriniz, yalnız sizin irâdenizle olmaz. Sizin irâdenizden sonra, Allahü teâlâ da, o işi irâde edip yaratır.) Görülüyor ki, işi yapmakda, kullar müstekıl değildir.
Mu’tezile yolunda olanlar, insan bütün işlerini, kendisi yaratır diyorlar. Yaratmakda, kulları Allahü teâlâya şerîk ediyorlar. [Îrânda, kendilerine şî’î adını veren kimseler de, kazâ ve kadere, mu’tezile fırkası gibi inanıyor. Böylece Ehl-i sünnet âlimlerinin yolundan ayrılıyorlar. (Hak Sözün Vesîkaları) ve (Eshâb-ı Kirâm) kitâblarında, değerli kitâblardan alarak, bunların yazılarına uzun cevâb verilmiş ve kazâ kader bilgisi anlatılmışdır. (Mevâhib-i ledünniyye)de, Bedr gazâsını anlatırken, irâde-i cüz’iyye uzun bildirilmişdir. (Eshâb-ı Kirâm) kitâbında da büyük âlim, veliyy-i kâmil, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh”de (İrâde-i cüz’iyye) risâlesi vardır. Mevlânânın kardeşi Mahmûd Sâhibin oğlu Muhammed Es’ad “rahmetullahi aleyhim”, (Bugyet-ül-vâcid) kitâbının dokuzuncu mektûbunda, bu risâleyi neşr etmişdir. Kitâb 1334 [m. 1915] de Şâmda basılmışdır. Kitâbda, risâlenin şerhleri ve şârihleri de bildirilmişdir. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (İkdül-cevherî) kitâbında kulun ihtiyârını ve irâde-i cüz’iyyesini uzun anlatmakdadır. Abdülhamîd Harpûtî, bunu şerh ederek (Simtul’ abkarî) ismini vermiş, 1305 [m. 1888] de İstanbulda basılmışdır.]
İnsanın ihtiyârî hareketi, dört şeyle meydâna gelmekdedir: 1- O işi dimâgında tesavvur etmek, hâtırlamak. 2- O şeyden lezzet duymak. 3- Sonra, o işi yapmağı kalbi ile ihtiyâr etmek, seçmek ve irâde-i cüz’iyyeyi kullanmak.
 

HASAN CAN

Active member
Ya’nî hareket etmegi
dilemek. 4- Hareketin meydâna gelmesi. Birinci ile ikinciyi Allahü teâlâ yaratıyor.
Çünki, tesavvur ile sevk, var olan seylerdir. Var olan, yaratılmaga muhtâcdır.
Ihtiyâr ve Irâde-i cüz’iyye, kuldandır. Hareketi yaratan, Allahü teâlâdır. Kuldan
ihtiyâr ve irâdenin meydâna gelmesi de, ancak önce tesavvur ve sevk yaratılması
ile olur. Meselâ, bir kimse, sadaka vermegi ve sevâbını tesavvur eylese, kendisinde
sevk veyâ nefret hâsıl olur. Bunu ihtiyâr ve irâde eder veyâ etmez. Sevk,
irâde demek degildir. Nefret de, irâdeyi kullanmamak degildir.
Allahü teâlânın kazâsı, takdîri ve Levh-i mahfûza yazması, ilm-i ezelîsine uygundur.
Bilgisi de, bildigi seylere tâbi’dir. Ya’nî herseyi, ileride ne zemânda ve nasıl
olacak ise veyâ olmıyacak ise, ezelde öylece bilmisdir. Bildigini takdîr eder ve
yazar. Bundan dolayı, cebr olmaz. Ilerdeki seyler, ilmine tâbi’ olsaydı, cebr lâzım
gelirdi. Allahü teâlânın ilmi, esyânın yaratılmasını ve sıfatlarını, hâllerini îcâb etseydi,
cebr olurdu. Fekat, böyle degildir. Bunun aksinedir. Allahü teâlânın yardımı
ile sözümüz temâm oldu.
(Dürr-i yektâ) serhinin sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki, (Insanların
kalbleri ile veyâ bedenleri ile yapdıkları her isin ve canlılarda ve cansız seylerde
meydâna gelen her isin, Allahü teâlânın ezelde bilmesi ve dilemesi ve halk etmesi
ile olmalarına (Kader) ve (Takdîr) denir. Insan birseyi yapmagı veyâ terk etmegi
ihtiyâr ve irâde eder ya’nî kuvvetini kullanır. Sonra, Allahü teâlâ da, bunu irâde
eder, kudretini kullanırsa, bu sey olur. Ilk ikisine (Kesb), son ikisine (Halk) denir.
Bu seyi Allahü teâlâ, begenirse (Tâ’at) olur. Bunun için, insana âhıretde (Sevâb)
verilir. Bir tâ’at yapılırken, sevâb kazanmak niyyet edilirse, (Kurbet) olur. Begenmezse
(Ma’sıyyet), ya’nî günâh olur. Âhıretde (Itâb) veyâ (Ikab) olunur.
Mekrûh isliyen veyâ müekked sünneti özrsüz terk etmegi âdet edinen, itâb olunur,
azarlanır. Farzı terk eden veyâ harâm isliyen, tevbesiz ölür ve sefâ’ate, afva kavusmazsa,
ikab olunur, yanar. Insanda ihtiyâr ve irâde ve kudret, ya’nî kesb bulunduguna
inanmıyan (Mürted) olur.)
BIR IHTIYÂR MÜSLIMÂNIN, KIZINA NASÎHATI VE
MÜNÂCÂTI
1 — SE’ÂDET NEDIR?: Dünyâdaki bütün insânlar mes’ûd olmak ister. Fekat,
mes’ûd olan, pek azdır. Neden bu böyledir? Çünki, se’âdetin neden ibâret oldugu
bilinmiyor. Asl is, se’âdetin ne oldugunu bilmekdedir. Se’âdet, yalnız dünyâ
se’âdetinden ibâret degildir. Aksine, asl se’âdet âhıret se’âdetini elde etmekdir.
Âhıret se’âdeti nasıl elde edilir? Âhıret se’âdeti için Allahü teâlânın kanûnlarına
ve emrlerine [ya’nî Kur’ân-ı kerîme ve Peygamberimizin “aleyhisselâm” sözlerine]
itâ’at etmek lâzımdır. Allahü teâlânın emrleri arasında: Öldükden sonra tekrâr
dirilmek, (ya’nî âhırete) inanmak da vardır. Cenâb-ı Hak âhıretin nihâyetsiz
oldugunu (ebedî oldugunu) bize bildiriyor. Dünyâ hayâtı ise, sayılı günlerden
ibâretdir. O hâlde, se’âdet iki baslı demekdir. Biri âhıret se’âdeti, öteki dünyâ
se’âdeti. Bu iki se’âdetden hangisi önemlidir? Bunu akl ve iz’ân sâhibi insanlar kolaylıkla
anlıyabilir. Aklımız ve iz’ânımız âhıret hayâtının, dünyâ hayâtı ile mukâyese
edilemiyecek kadar önemli oldugunu bize gösterir. Buna ragmen, insânların
dünyâ için gösterdikleri gayret ve çalısmaların onda birini bile âhıret için göstermedikleri
meydândadır. Bunun âkıbetinin ne kadar acı ve ne kadar korkunç olduguna
acabâ inanmıyor muyuz? Inanmıyorsak, kurtulus ümmîdi yokdur. Allahü teâlâya
inanmıyanların yeri ebedî olarak Cehennemde yanmakdır. Eger inanıyorsak,
Allahü teâlânın emrlerini yapmamak bir gaflet (bir nev’i uyku) ve bir dalâletdir.
Bu uykudan uyanamıyanlara yazıklar olsun.
Dünyâ se’âdeti için söz söyleyenler, kitâb yazanlar ve bunu dikkatle okuyanlar,
dinleyenler çokdur. Âhıret se’âdetine gelince: Buna dâir Hakkın kitâbı (Kur’ân-ı
kerîm) ve Peygamberimizin sözleri (hadîs-i serîf) ve din âlimlerinin binlerce kitâbları
vardır. Fekat, bugün artık bunları okuyan, bunları söyleyen, söyleyenleri ve
yazanları dinleyen az insan kalmısdır. Çok ehemmiyyetli olan âhıret se’âdeti âdetâ
unutulmus, sanki böyle birsey yokmus gibi bir gaflet içinde bulunmakdayız. Bu
ise, felâketin en tehlükelisi ve âkıbetlerin en korkuncudur. Iste kızım, benim yazılarımın
asl maksadı, seni bu korkunc felâketden kurtarmakdır. Ya’nî seni Cehennem
denen büyük atesden korumakdır. Sen idrâkin ve anlayısın nisbetinde, bu yazılarımdan
hisse alacaksın. Cenâb-ı Hak seni hakîkati iyice anlayacaklardan ve bu
anlayısa göre hareket edenlerden eylesin! Âmîn.
Din âlimlerinin yazdıkları kitâblar var iken, ayrıca bu mevzûlarda çocuklara nasîhat
vermenin lüzûmsuz oldugunu düsünmek dogru degildir. Çünki, çocugunun
se’âdetini isteyen bir baba, yalnız dünyânın kısa se’âdetini degil, âhıretin sonsuz
se’âdetini de, çocuguna bildirmekle vazîfelidir. Babaya bu vazîfeyi veren cenâb-ı
Hakdır.
Bir çocuk ne kadar kaydsız olursa olsun, babasının kendisi için yazdıklarını merâk
ederek hiç degilse, bir kerre okur. Bu yazılardan ders alacak anlayıs ve uyanıklıgı
da gösterirse, kendisini kurtarmıs olur.
Zemânımızda din bilgilerini veren kitâblarımız, ögretmenlerimiz kifâyetsizdir.
Büyük sehrlerdeki ba’zı mekteb ve cem’ıyyet muhîtinin din ile ilgisi za’îf görünüyor.
Bu sartlar içinde çocugun dogru ve yeter derecede din bilgisi alması
çok zorlasmısdır. Bunun için, hiç degilse, müslimân dîninin temel kâ’idelerini ve
özünü burada söylemek, çok ehemmiyyetli bir vazîfe hâline gelmis bulunuyor. Temel
kâ’ideler sunlardır: I- Îmânın (inanmanın) sartları: 1- Allahü teâlâya inanmak,
2- Meleklere inanmak, 3- Kitâblara inanmak, 4- Peygamberlere inanmak, 5- Âhırete
(öldükden sonra tekrâr dirilmege) inanmak, 6- Kaderin ya’nî, hayr ve serrin
Allahü teâlâdan geldigine inanmak. II- Müslimânlıgın sartları: 1- Kelime-i sehâdet,
2- Nemâz, 3- Oruc, 4- Zekât, 5- Hac.
2 — DÜNYÂ ve ÂHIRET: Günün birinde iki ellerimiz yanımıza gelecek ve
dünyâdaki hayâtımız sona erecekdir. Bu dehsetli bir hakîkatdir. Bu hakîkat karsısında,
hayât nedir? Ölüm nedir? diye düsünmeyen bir insan olmaması lâzımdır.
O hâlde, hayâtın ne oldugunu, dünyâya niçin geldigimizi, ölümün ötesi ne oldugunu
bilmek ve ögrenmek, insan olmanın ilk sartıdır. Hayâta niçin geldigimizi, hayâtın
sâhibinden dahâ iyi bilen olur mu? Her seyin oldugu gibi, hayâtımızın sâhibi
de, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde, Vezzâriyât sûresi 56.cı âyetinde
meâlen, (Insanları ve cinnîleri ancak, Beni bilip, itâ’at, ibâdet etmeleri için
yaratdım!) buyuruyor. Bu büyük hakîkati, yasadıgımız bu zemândaki insanların
kaçda kaçı biliyor ve ona göre hareket ediyor? Insanların büyük çogunlugunun,
bu hakîkati bilmediklerini, bilenlerin de, bu hakîkate göz yumduklarını veyâ
ehemmiyyet vermediklerini görüyoruz. Iste felâket de, bu noktadan baslıyor. Bu
hakîkati bilmemek veyâ bildigi hâlde, ona göre davranmamak, hele bu hakîkate
inanmamak, bir insan için, (bilhâssa bir müslimân için) tasavvur edebilecegimiz en
büyük bahtsızlık, en büyük fâcia, en büyük felâketdir. Çünki, Allahü teâlâ, kendi
emrlerine inanmıyanları ebediyyen, inanıp da emrlerini yapmıyanları, irâde etdigi
kadar Cehennem atesinde yakacagını kitâb-ı kadîminde, bizlere bildiriyor. Allahü
teâlâ, insanlar gibi yalan söylemez. Emrlerini mühimsemeyenleri mutlak
cezâlandırır. Allahü teâlânın cezâsı çok agırdır. Kendini bu cezâdan koruyamıyanlara
yazıkdır. Dünyâdaki kısa hayâtımız için sonsuz âhıret hayâtımızı Cehennem
içinde geçirmek, aklı basında bir insanın isi midir?
 

HASAN CAN

Active member
3 — MÜSLIMÂNLIK NEDIR?: Müslimânlık, maddî ve ma’nevî temizlikdir,
vücûd temizligini ve kalb temizligini emr eder.
müslimânlık, dünyâ ve âhıret se’âdetini saglayan tek yoldur. Hakîkî müslimân
(Allahü teâlânın kaderine inanan müslimân) dünyâda, dâimâ huzûr içindedir.
Çünki bu müslimân, suna inanmısdır: Kendisine gelen hayr ve ser Allahü teâlâdandır.
Allahü teâlânın takdîridir. Allahü teâlâdan gelen herseyin, kendisi için iyi oldugunu,
fenâ zan etdigi seyin sonunun, iyi olacagını düsünür ve böylelikle iç râhatlıgını
bozmaz. Felâketlere de, kolaylıkla gögüs gerer. Iste böyle bir insan, Allahü
teâlânın sevgili kuludur. Bu sûretle, o insan, âhıret se’âdetine de ulasmıs olur.
Müslimânlıgın emrlerini yapan bir insan, dünyâda her dürlü kötülükden ve
her dürlü zarardan kendisini korumus olur.
Müslimânlık ve islâmlık aynı terimlerdir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîminde, Zümer
sûresi 3.cü âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın indinde din, islâm dînidir) buyurmusdur.
Bugün islâmlıgın dısındaki dinler, Allahü teâlânın indinde, din degildir. Hıristiyanların
ellerindeki Incîl, mûsevîlerin ellerindeki Tevrât, Peygamberimizden evvelki
zemânların kitâblarıdır. Kur’ân-ı kerîm, bütün bunların hükmlerini kaldırmısdır.
Müslimânlık, iyi ahlâk demekdir. Allahü teâlâ, Peygamberimize “sallallahü
aleyhi ve sellem”, (Ben seni iyi ahlâkı temâmlamak için yaratdım!) buyurmusdur.
Peygamberimizin “aleyhisselâm” her sözünde (hadîs-i serîflerinde) büyük dersler,
güzel ahlâk özellikleri vardır.
4 — ÎMÂN ve I’TIKÂD: Bir insanın müslimân olabilmesi için, îmân (i’tikâd)
sâhibi olması, ya’nî müslimânlıgın kanûnlarına ve emrlerine inanması sartdır.
Hattâ, yalnız inanması kâfî degildir; bu emrleri begenmesi ve sevmesi de lâzımdır.
Bu da bir bilgi isidir. Inanma (îmân) çok mühimdir. Îmân, ufak bir sübheyi götürmez.
Sübhesi olan, din âlimlerinden sübhesini sorarak ve ögrenerek, gidermelidir.
Aksi takdirde, îmân ni’meti, elden gider.
Îmânsız insan, dünyânın en bahtsız insanıdır. Çünki, ebediyyen Cehennem
azâbında yanmaya mahkûmdur.
Allahü teâlânın emrlerinin ve yasaklarının bir kısmına inanıp, bir kısmına
inanmamak, dogru degildir. Îmân, tam olmalıdır.
Îmân sâhibi olmak için, altı sart vardır: 1- Allahü teâlâya inanmak, 2- Meleklere
inanmak, 3- Kitâblara inanmak, 4- Peygamberlere “aleyhimüsselâm” inanmak,
5- Âhırete (öldükden sonra, tekrâr dirilmege) inanmak, 6- Kazâ ve kaderin
Allahü teâlâdan geldigine inanmak. Bunların birisine inanmıyan, îmânsızdır. Bu
hâl ile ölürse (Allahü teâlâ cümlemizi muhâfaza buyursun!) ebediyyen Cehennemdedir.

5 — ALLAHÜ TEÂLÂNIN VARLIGINI ISBÂT: Allahü teâlânın zâtını
görmüyoruz. Fekat, Allahü teâlânın eserlerini, yaratdıklarını, her zemân, her yerde
görüyoruz. Günes, ay, yıldızlar, denizler, daglar, taslar, insanlar, hayvanlar, agaçlar,
gece ve gündüz, yaz, kıs, ..... ne görebiliyorsak, bütün bunların yaratıcısı hiç sübhesiz,
Allahü teâlâdır. Çünki, Allahü teâlâdan baska, bir varlık, meselâ insanların
en akllıları bir araya gelseler, bu muazzam eserlerden en küçügünü, meselâ, bir karıncayı
yaratabilirler mi? Bir Pastör, hiç yokdan bir mikrop yaratabilir mi? Bir Edison,
günes ısıgına mu’âdil bir ısık îcâd edebilir mi? Bir Galile, dünyânın dönüsündeki
intizâmı degisdirebilir mi? Insanları göklerde ve deniz altında dolasdıran, radyoları
bulan bir insanın beynini yaratan kimdir? Bütün bu azametli varlıgı yaratanı
inkâr etmek için, insanın yâ ahmak olması, yâ koyu câhil olması veyâ kör bir inâdın
kurbânı olması lâzımdır. Bu eserlere tabî’at (natür) diyenler var. Göklerdeki
muazzam âlemleri, dünyâda gördügümüz her eseri, dünyânın dönüsünü, gece ve gündüz
hâdiselerini, mevsimleri ve herseyi tabî’at kuvveti, tabî’at kanûnudur diyerek
Allahü teâlâyı inkâr edenler var. Bunlara sormak lâzım: Bu muazzam eserlerin sâhibi
yok mudur? Insanların meydâna getirdikleri en ufak bir eser, insan suûr ve zekâsının
bir mahsûlü oldugunu kabûl ediyoruz. Bu, aklları durduran muazzam
eserler, kendi kendine meydâna gelmis olabilir mi? Bu eserlerdeki intizâmı ve muvâzeneyi,
suûrsuz ve donuk tabî’at mı meydâna getirmisdir? Inkârcıların bu sözlerini
normal bir aklın, hattâ basît bir anlayısın dahî, kabûl etmesi mümkin degildir.

6 — ALLAHÜ TEÂLÂDAN KORKMAK ve ALLAHÜ TEÂLÂYI
SEVMEK:
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, ibâdetlerin en makbûlüdür.
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, bir bilgi isi olmakla berâber,
aynı zemânda, bir çalısma, bir gayret isidir. Herkes kolaylıkla bunları elde
edemiyor.
Allahü teâlâ, istediklerine kendisini sevdirir. Korku ve hasyet verir. Bunu herkese
nasîb etmiyor. Nasîb etdigi kulunu seviyor demekdir. Çok kimse, uzun gayret,
telkînler, çalısmalar sonunda bu mertebeye erisiyor.
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek için pekçok sebeb vardır:
Allahü teâlâdan korkmak için sebebler:
Dünyâda insanın basına gelen felâketleri düsünelim: Hastalanmak, yaralanmak,
vücûdün bir parçasından mahrûm olmak, aç kalmak, susuz kalmak, fakîr olmak,
akldan mahrûm olmak, çoluk ve çocugunun basına felâketler gelmek, yangınlar,
zelzele.... gibi mahlûklar vâsıtasıyla veyâ dogrudan dogruya Allahü teâlâ tarafından
insanlara takdîr edilen felâketler, elemler, Allahü teâlâdan gelmekdedir.
Dünyâdaki elemler nihâyet geçicidir. Âhıretdeki ise, ebedîdir. Oradaki azâb, bitmeyen
bir azâbdır. Yâhud, îmânla âhırete intikâl etmis günâhkâr bir müslimân ise,
Allahü teâlânın irâde etdigi kadar, azâb görecekdir. Âhıret azâbı, kabre girildigi
ândan i’tibâren baslıyacakdır. Bütün bunlar Allahü teâlâdan korkmak için, yeter
derecede sebebler degil midir?
Allahü teâlâyı sevmek için de, sebebler pek çokdur: Evvelâ, müslimân olarak
dünyâya gelmek. Ya’nî, bir müslimân ananın ve bir müslimân babanın evlâdı olarak
dünyâya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlâyı sevmek, Allahü teâlâya sükr
ve hamd etmek için, tek basına en büyük sebebdir. Meselâ, hıristiyan ana-babadan
dünyâya gelmis olsaydık, artık müslimânlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor
veyâ imkânsız olurdu. Hıristiyan toplulugu içinde yasar ve âhırete îmânsız olarak
giderdik. Zemânımızda müslimân olarak dogmak da, kâfî degildir. Müslimânlıgı
sevmis, elinden geldigi kadar müslimânlık yolunda yürümege gayret etmis bir âilenin
çocugu olmak da ayrı bir tâli’dir. Ismi Ahmed veyâ Hadîce olup da, müslimânlık
îcâblarını yapmayan, hattâ müslimânlıgı hor gören, nice sözde müslimânlar
var. Akl ve iz’ân sâhibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilecek bir tahsîl ve anlayıs
seviyesinde bulunmak da, Allahü teâlânın en büyük ni’metlerindendir. Bundan
baska, insan haklarını tanıyan bir devletin ferdi olarak yasamak, sıhhatde olmak,
fakîr olmamak vesâire gibi binlerce ni’met hep Allahü teâlânın lutf ve ihsânıdır.
Bu saydıgımız ni’metlerden mahrûm olan milyonlarca insanın, milyonlarca
müslimânın bulundugunu düsünürsek, Allahü teâlâyı nasıl sevip, sükretmemiz lâzım
geldigi kolayca anlasılır.
 

HASAN CAN

Active member
7 — ALLAHÜ TEÂLÂNIN KITÂBI (KANÛNU):
Allahü teâlânın kitâbına
(Kur’ân-ı kerîme) inanmak, îmânın sartlarındandır. Bir âyetinden bile sübhe etmek,
câiz degildir. Sübhe edenler, Allahü teâlâyı seven, dogru din adamlarının (islâm
âlimlerinin) kitâblarını okuyarak, sübhesini gidermelidir.
Allahü teâlâ, çok merhametli oldugu için, emrlerini ve yasaklarını dünyâda isitmeyen
insan kalmasın diye, yalnız Peygamber göndermemis, ayrıca Kitâbını (kanûnunu)
da göndermisdir. Müslimânların kitâbı Kur’ân-ı kerîmdir. Kur’ân-ı kerîm,
Peygamberimizden “aleyhisselâm” evvel dünyâya gelen milletlere, Allahü teâlâ
tarafından gönderilen kitâblardaki emrleri ve hükmleri de içinde topladıgı için,
bütün insanlara hitâb eden bir kitâbdır. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîm bugünkü dünyâda
mevcûd, hıristiyan, yehûdî, mecûsî, vesâire gibi çesidli dinlere sapmıs insanlara da,
dogru yolu gösteren bir kitâbdır.
Kur’ân-ı kerîme inanmayan müslimân sayılmaz. Müslimân olmayan da Allahü
teâlânın atesinden kurtulamıyacakdır.
Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmıdır. Ya’nî, Kur’ân-ı kerîmdeki her söz ve
her kelime Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimize “aleyhisselâm” bildirilmisdir.
Peygamberimize “aleyhisselâm” bu sözler, vahy yoluyla ya’nî, meleklerin büyüklerinden
Cebrâîl “aleyhisselâm” vâsıtası ile bildirilmisdir. Cebrâîl “aleyhisselâm”
insan sekline girerek bunları Peygamberimize “aleyhisselâm” okumus ve ezberletmisdir.
Peygamberimize “aleyhisselâm” Kur’ân-ı kerîm parça parça (kısm kısm)
gelmisdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlânın emrlerini
alır almaz, hem kendileri ezberler, hem de kendi yakınlarına ezberletirdi. Vahy
kâtiblerine de yazdırırlardı. Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kur’ân-ı kerîm
meydâna gelmisdir. Dünyânın her tarafındaki bütün Kur’ân-ı kerîmler birbirlerinin
aynıdır. Bir kelime, hattâ bir harf bile degisik degildir. Hâlbuki hıristiyanların
ellerindeki Incîller birbirlerini tutmuyor ve birbirlerine benzemiyor.
Kur’ân-ı kerîmin her âyetine (her cümlesine) inanmak sartdır. Içinden birisine
inanmamak, insanın îmânını giderir. Îmânsız insanın âhıreti husrândır.
Allahü teâlânın emrleri münâkasa edilemez. Herkesin kendi anlayısına göre
ma’nâ vermesi veyâ isine geldigi seklde anlaması câiz degildir. Kur’ân-ı kerîmi en
iyi anlayan yalnız Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”dir. Peygamberimiz
“aleyhisselâm” Kur’ân-ı kerîmin, bizim anlamadıgımız taraflarını hadîs-i serîfleri
ile açıklamısdır. Ayrıca büyük din âlimleri, Kur’ân-ı kerîmi tefsîr etmislerdir.
Kur’ân-ı kerîmde pek çok âyetlerin çok genis ma’nâları vardır. Onun için Kur’ân-ı
kerîmi kelime kelime terceme etmekle tam ma’nâsı ifâde edilemez. Ancak, her âyetin
salâhiyyetli büyük din âlimleri tarafından tefsîr ve îzâh edilmesi ile ma’nâsını
ögrenmek mümkindir.
Kur’ân-ı kerîmi, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sözleridir diyenler
vardır. Bunu söyleyenler, hiç sübhesiz îmânsızdır, kâfirdir.
Kur’ân-ı kerîm, Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” âyet âyet gelmege
basladıgı zemân, o zemânın en meshûr arab sâirleri ve edîbleri bir âyetinin benzerini
söylemekden âciz kaldıklarını ifâde etmislerdir. Bu bakımdan da Kur’ân-ı
kerîme bir mu’cize denmekdedir. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın insanlara en büyük
ni’metidir. Çünki Kur’ân-ı kerîm, dünyâ ve âhıretde insanları se’âdete götürecek
yolları açıklamısdır. Bu yolda gidenlere ne mutlu!..

8 — PEYGAMBERLER: Allahü teâlâ, emrlerini ve yasaklarını insanlara
Peygamberler “aleyhimüsselâm” vâsıtası ile bildirmisdir. Peygamberler de “aleyhimüsselâm”
insandır. Fekat, Allahü teâlânın bilgili, ahlâklı ve kusûrsuz yaratdıgı
büyük insanlardır. Peygamberler ma’nen Allahü teâlâya yakın insanlar oldugu
için, onların fikrlerine ve kalblerine bizimkilerden farklı ve dahâ genis bilgiler ve
ilhâmlar verilmisdir. Müslimân âlimlerinin bildirdiklerine göre, dünyânın yaratılısından
bizim Peygamberimize “aleyhisselâm” kadar yüzyirmidört binden ziyâde
Peygamber “aleyhimüsselâm” gelip geçmisdir. Bizim Peygamberimiz “aleyhisselâm”
en son ve en büyük Peygamberdir. Bizim Peygamberimizden “aleyhisselâm”
sonra artık dünyâya Peygamber gelmiyecekdir. Peygamberimiz “aleyhisselâm”,
Allahü teâlânın en çok sevdigi kuludur. Allahü teâlâ, Peygamberimize
“aleyhisselâm”, (Sen olmasaydın, bu âlemi [dünyâyı ve semâları] yaratmazdım!)
buyurmusdur. Peygamberimiz “aleyhisselâm”, Mekke-i mükerremede dünyâya gelmisdir.
Bir üniversitede okumamısdır. Tahsîlleri yokdur. Ümmîdir. Fekat, dünyâdaki
bütün insanların en akllısı, en bilgilisi, en hayrlısıdır. Çünki, Allahü teâlâ, Onu
asrlarca artık Peygambersiz kalacak olan dünyânın son ısıgı olarak yaratmısdır. Bu
ısık, kıyâmete kadar nûrunu devâm etdirecekdir. Peygamberimize ve bütün Peygamberlere
“aleyhimüsselâm” inanmak, îmânın sartlarındandır. Peygamberimize
“aleyhisselâm” inanmıyan müslimân sayılmaz. Müslimân olmıyan da, atesde ebedî
yanacakdır. Bunu Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ, bizlere bildiriyor.

9 — ÂHIRETE INANMAK: Îmânın sartlarından birisidir. Öldükden sonra,
tekrâr dirilecegimize inanmıyan îmânsız olur, kâfir olur. Âhırete böyle giderse, ebedî
olarak Cehennem azâbına mahkûm olur. Bugünki insanların çogunun buna inanmayan
bir görünüsleri var. Bunlar, hayâtı yalnız dünyâda râhat etmek ve iyi yasamakdan
ibâret sanıyor. Gâye, sanki dünyâda eglenmek, gezmek, râhat etmek, zengin
olmakdan ibâretdir. Bu insanlar, öldükden sonra, tekrâr dirileceklerine ve hesâba
çekileceklerine inanmıyor görünüyor. Insanlar, bu derece hissizlik içinde yasayamaz.
Bu kadar kaydsızlıgın ma’nâsı, bu olsa gerekdir.
Öldükden ve toprak ve toz hâline geldikden sonra, tekrâr dirilmenin mümkin
olmadıgını söyleyenlerin sayısı az degildir. Bunu söyleyenler sübhesiz îmânsız, dinsiz,
zevallı insanlardır. Tekrâr dirilmek mümkin degildir diyenlere verilecek mantıkî
cevâblar vardır. Allahü teâlânın azameti, bir insânı hiç yokdan (bir damla sudan)
yaratmaga muktedir de, ikinci def’a yaratmaga muktedir degil midir? Gözümüzün
görebildigi âlemlerin ve dünyâdaki muhtesem eserlerin yaratıcısı, bir insanı
tekrâr diriltmekden nasıl âciz olabilir? Agaç, kısın yapraklarını döker. Kuru
dallar ile cansız zannedilir. Bunlar, behâr gelince tekrâr canlanmıyor mu? Büyük
mevlânâ Celâleddîn “kuddise sirruh”, (Topraga ekilen hangi tohm topragın yüzüne
canlı olarak çıkmamısdır?) diyerek, topraga gömülen insânların tekrâr canlanacaklarına
isâret etmisdir. Bu mevzû’da hazret-i Alîye “kerremallahü vecheh” atfedilen
asagıdaki mantıkî muhâkeme ne kadar güzeldir. Ahmed, âhırete inanmısdır.
Ahmedin arkadası Kaya, tekrâr dirilecegine inanmıyor. Ahmed, Kayayı iknâ’
için, çok ugrasıyor. Muvaffak olamıyor. Nihâyet Ahmed, Kayaya sunları söyliyor:
(Ben âhırete inanarak Allahü teâlânın bütün emrlerini yapıyorum. Allahü teâlânın
emrlerini yapmak için, belki senden biraz fazla yoruluyorum, zahmet çekiyorum.
Nemâz kılıyorum, oruc tutuyorum. Sen bunları yapmıyorsun. Ikimiz de ihtiyârladık
ve ikimiz de öldük. Dahâ mezâra girer girmez, âhıret var mı, yok mu, belli
olacakdır. Eger âhıret varsa, ben kazandım. Orada i’tibârım ve râhatım yerinde
demekdir. Eger âhıret yoksa, ben hiçbir sey gaybetmem, dünyâdaki yorgunlugumla
kalırım. Sana gelince: Eger âhıret yoksa, ne kârdasın, ne ziyândasın. Ammâ,
âhıret var olduguna göre, mahvoldun demekdir. Artık Allahü teâlânın bitmiyen,
ebedî azâbı senin yakanı bırakmıyacakdır. Bu mantıkî muhâkemeye göre, hangimizin
yolu dogru yoldur. Bunu senin anlayısına bırakıyorum). Bu muhâkeme tarzındaki
mantıkın kuvveti karsısında, söylenecek tek söz yokdur. Sunu da isâret edelim
ki, âhırete sübhe ile inanmak iyi bir inanıs degildir. Tam ve sübhesiz inanmak
lâzımdır.

10 — KADERE, HAYR VE SERRE INANMAK: Îmânın sartlarından biri de
kadere ve hayr ve serrin Allahü teâlâdan geldigine inanmakdır. Kaderin ma’nâsını
türkcede (alın yazısı) diye ifâde ediyoruz. Allahü teâlâ, her kulunun basından
geçecek herseyi evvelden bilir. Kaderi degisdirmek kimsenin elinde degildir. Dilerse
gene Allahü teâlâ degisdirir. Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır.
Hayr ve ser Allahü teâlâdan gelir. Çünki, küllî irâde Allahü teâlâdadır. Allahü
teâlâ, kullarına da cüz’î irâde vermisdir. Iste, bu cüz’î irâdeyi Allahü teâlânın
emr etdigi yolda kullananlar, mükâfâtlanırlar. Fenâ yollarda kullananlar da, cezâlandırılır.
Insanları Cennete veyâ Cehenneme götüren, iste bu cüz’î irâdedir. Bir
müslimânın içki içmesi, cüz’î irâdesini Allahü teâlânın emrine muhâlif olarak
kullanmasıdır. Baska bir müslimânın içki içmemesi cüz’î irâdenin Allahü teâlânın
emrine göre kullanılması demekdir. Bunun gibi bir insanın cüz’î irâdesini iyi veyâ
kötü istikâmetde kullanması kendi elindedir.
– 707 –
Kulun, cüz’î irâdesini kötü istikâmetde kullanması ile, Allahü teâlâ, o kula, ser
getirir. O hâlde serri hâzırlayan gene kuldur. Allahü teâlâ, zâlim degildir. Bil’akis
Allahü teâlânın merhameti, bir annenin evlâdına olan merhametinden çok üstündür.
Bununla berâber, sebebini bilmedigimiz serrin hikmetini ancak Allahü teâlâ
bilir. Allahü teâlânın her irâdesinin ve her tecellîsinin sebebini ve hikmetini anlamak,
kullar için çok zemân mümkin olmaz.
 

HASAN CAN

Active member
11 — NEMÂZIN FAZÎLETLERI: Nemâzın maddî ve ma’nevî pek çok fâidesi
vardır. Maddî fâideleri sunlardır: Hergün bes def’a abdest alan müslimân, temiz
bir insan demekdir. Hergün, kırk def’a (kırk rek’at) Allahü teâlânın emri ile egilerek
secdeye kapanarak, ayaga kalkan bir insan, vücûdunun her uzvunu hareket
etdiren bir idmâncı demekdir. Temiz ve hareketli bir insan ömrünün her yasında
sıhhatini muhâfaza edebilir. Dikkat edilirse, ömrü boyunca nemâz kılanların büyük
bir ekseriyeti saglam insanlardır.
Nemâzın ma’nevî fâidesine gelince: Hergün bes def’a nemâz kılmak, ya’nî bes
def’a Allahü teâlânın huzûruna çıkmak, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamak demekdir.
Allahü teâlâya inanan, ondan korkan insan, onun emrlerinin dısına çıkmıs
ise, nemâz sâatlarında hatâsını anlar. O hatâyı tekrâr etmekden kaçınır, kendini
islâh etmek yolunu arar ve bulur. Kendini islâh etmek belki ilk zemânlarda
kolay olmaz. Fekat, nemâza devâm etdikce, Allahü teâlânın emrlerini yapar ve yasaklarından
kaçınır. Böylelikle kâmil bir insan, sâlih bir müslimân olmak yoluna
girer. Nemâz, insanları dogru yola götürmek için en güzel bir vâsıtadır. Nemâz, her
müslimânı kusûrsuz bir insan hâline getirir. Böyle insanların meydâna getirdigi topluluk
da, ne mutlu bir topluluk olur.
Nemâz müslimânlıgın temel tasıdır. Temelsiz bir binâ saglam olmadıgı gibi, nemâzsız
müslimânlık da günün birinde yıkılmaga mahkûmdur.
Nemâz, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamaga sebebdir, demisdik. Nemâzı terk
etmek, Allahü teâlâyı unutmaga sebeb olur. Allahü teâlâ, kendisini unutanları afv
etmiyor. Kendisini unutanlara Bekara sûresinin yedinci âyetinde, meâlen (onların
kalblerini mühürledik) buyurdu. Bu hâle gelmekden Allahü teâlâ, cümlemizi
korusun! Âmîn.
(Nemâz, islerimizi, kazancımızı aksatıyor. Bilhassa ögle ve ikindi nemâzlarında
abdest almak ve nemâz kılmak zordur) diyenler var. Bunların bu sözleri yersizdir.
Çünki, bütün medenî memleketlerde ve her is yerinde ögle zemânında en
az bir sâat, yemek zemânı ayrılmısdır. Bu zemânda abdest almak ve nemâz kılmak
için, onbes dakîka kâfîdir. Ikindi zemânında ise, ögle abdesti ile, bes veyâ on dakîka
içinde nemâzını kılmak mümkindir.
Nemâz, dünyâ ve âhıret se’âdetlerinin kapısını açan bir anahtardır. Bu anahtarı
ele geçirmek, herkesin elindedir. Nihâyet, Allahü teâlâya inanan ve tenbel olmayan
bir müslimân, bu anahtarı, elde edebilir. Bu bir irâde ve azm isidir.
Nemâzını kılan kimse, Allahü teâlâya samimiyyetle inandıgının kuvvetli bir delîlini
de göstermis olmakdadır.
Gösteris için nemâz kılmak riyâkârlıkdır. Böyle nemâz kabûl edilmez. Zemânımızda
gösteris için nemâz kılan, hemen hemen kalmamıs gibidir. Aksine, nemâz
kıldıgını saklayanlar çokdur. Çünki, zemânımızda, nemâz kılanları, gerici, yobaz,
mürteci’, eski kafalı gibi tahkîr edici ve küçültücü sıfatlarla alaya almak ve onları
horlamak gibi hâller almıs yürümüsdür. Bunların serrinden korunmak için, nemâz
kılmagı, bu gibilerden saklamak câizdir.
Nemâz kılmanın zevkine eren bir müslimân, artık onu bırakamaz.

12 — ORUCUN FAZÎLETLERI: Allahü teâlâ senede bir ay (Ramezân-ı serîf
ayında) gündüzleri oruc tutmayı emr etmisdir. Allahü teâlâ, bu emri sebebsiz
vermemisdir. Oruc, insanlara hem maddî, hem de ma’nevî fâideler saglar. Bütün
– 708 –
bir sene, çesidli yemekleri eritmek için, yorulan insan mi’desi ve bagırsakları, senede
bir ay dinlenerek saglıgını korumus olur. (Iftârda çok yimemek sartıyla). Bu
maddî fâidesidir. Ma’nevî fâidesi de sudur: Oruc tutan bir insan, aç kalmıs bir insanın
çekdigi ızdırâbı, bizzat his ederek fakîr insanlara yardım etmek ihtiyâcını duyar.
Bu da, insanların birbirlerine yardım etmelerine sebeb olur. Birbirlerine yardım
eden insan toplulugu arasında ise çekismeler olmaz.
Bundan baska, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için gündüzleri bir ay oruc
tutan bir müslimân, Allahü teâlânın emrlerini yapmak i’tiyâdını da kazanır. Böylelikle,
Allahü teâlânın baska emrlerini yapmaga da isti’dâd peydâ eder.
13 — KANÂ’AT, RIZÂ: Hergünkü hâlinden memnûn olmak, her hâlinden Allahü
teâlâya sükr ve hamd etmek, kanâ’at sâhibi olmak demekdir. Kendinden dahâ
iyi mevkı’de, kendinden dahâ zengin, kendinden dahâ kuvvetli, kendinden dahâ
güzel bir insanı kıskanmıyarak kendi hâlinden memnûn ve râzı olan insanın evvelâ
kalbi râhatdır. Sonra da, en mühimi Allahü teâlânın sevgili kuludur. Sevgili
olmanın sebebi sudur: Allahü teâlânın kendisine verdiginden memnûn ve râzıdır.
Bunun için, Allahü teâlâ da, ondan râzıdır.
Kanâ’at, bitmez tükenmez bir hazînedir. Kanâ’atkâr olmayan bir zengin, kanâ’atkâr
olan bir fakîrden dahâ fenâ durumdadır. Çünki, o zenginin kalbi râhat degildir.
Kanâ’atkâr olan fakîr ise, kalbi râhat oldugu için, sanki bir hazîne içinde yasamakdadır.
Rızâ demek, Allahü teâlâdan gelen herseye râzı olmak demekdir. Allahü teâlâdan
bir felâket gelse, ona da rızâ gösterir. Kimseye sikâyet etmez. Bu, her insanın
yapabilecegi bir is degildir. Fekat, bunu yapabilen, büyük bir insandır. Böyle insanlarda,
Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” mahsûs sabr ve tehammül
var demekdir. Allahü teâlânın büyüklügüne inandıgı derecede insan, bu tehammülü
ve bu rızâyı gösterebilir. Gıbta edilecek bir meziyyetdir.
14 — HASED (Kıskançlık): Baskasının, kendinden üstün olan herseyini kıskanan,
ya’nî ondaki üstünlügün, yalnız kendinde olmasını isteyen insana, kıskanc denir.
Bu hâl, insanlıgın en kötü huylarından biridir. Kıskanç insan, ömrü boyunca
râhatsız insandır. Böyle insanlar, kendinden asagı olan insanı görmez de, kendinden
yüksek ve varlıklı insanın her seyini görür ve onu kıskanır. Kıskanç insan, Allahü
teâlânın kendisine verdigi seylere râzı olmayan insan demekdir. Allahü teâlânın
verdigine râzı olmayan insandan Allahü teâlâ da râzı olmaz. Allahü teâlânın bir
insandan râzı olmaması ise, felâketlerin en büyügüdür. Artık o insan, dünyâda da,
âhıretde de hüsran içindedir. (Ya’nî zarardadır). Bunun için, kendisinde kıskançlık
ve hased duygusu oldugunu görenler yavas yavas bu huylarından sıyrılmalıdır.
Bu pek mümkindir. Insanlar, kendilerini istedikleri kadar islâh edebilir. Kıskançlıkdan
kurtulanlar râhat ve huzûra kavusur. Bu is, zenginlik ve fakîrlik isi degildir.
Bu is, kalbin zenginligi ve fakîrligi isidir. Nice fakîrler vardır ki, bir lokma ekmegi
kazandıgı zemân, Allahü teâlâya sükr eder ve zenginlerin hâlini düsünmez
bile. Nice zenginler de vardır ki, milyonlarına dahâ birkaç milyon ekliyemedigi için
üzüntü içindedir. Kıskanç insan, baska bir insanın kendinden iyi giyinmesini, iyi
yasamasını hazm edemez. Ya’nî onun boyunu, posunu, güzelligini, çalıskanlıgını,
basarısını kıskanır. Dahâ kötüsü, onun basına gelen fenâlıklara sevinir. Iste bu hâl,
kıskançlıgın en kötü derecesidir. Böyle insandan Allahü teâlânın yardımı kesilebilir.
Dahâ da mahrûm olurlar. Iyi kalbli ve herkesin iyiligini isteyen insan, Allahü
teâlânın himâyesinde demekdir. Büyük Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve
sellem” çok güzel bir hadîs-i serîfi var: (Bir müslimân, kendisine istedigi bir iyiligi,
baska bir müslimân için istemezse ve bir müslimân, kendisine gelecek bir kötülügü,
istemedigi hâlde, o kötülügü baska bir müslimân için isterse, onun îmânı
tam degildir) buyurmusdur. Ya’nî, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” yal-
nız kendisini düsünenleri begenmiyor. Baska müslimânları düsünenleri begeniyor
ve öyle yapmalarını istiyor. Düsünün bir kerre; bütün dünyâ, Peygamberimizin “sallallahü
aleyhi ve sellem” bu emrlerini yapmıs olsa, dünyâda kavga, gürültü kalır
mı?
 

HASAN CAN

Active member
15 — INSANLARA, BILHÂSSA MÜSLIMÂNLARA IYILIK ETMEKKALB
KIRMAMAK: Bir insanın baska bir insana, bilhâssa müslimâna iyilik etmesi
Allahü teâlânın en çok sevdigi bir hâldir. Iyilik çesidli olur. Para ile olur, vücûd
yardımı ile, fikr yardımı ile ve muhtelif yollarla olur. Insanın elinden hiçbir yardım
gelmezse, Allahü teâlânın kuluna, güler yüz gösterirse, onun bile sevâbı vardır.
[(Cevâb Veremedi) kitâbında, 147. ci mektûba ve (Mektûbât Tercemesi)nde
98. ci mektûba bakınız!]
Allahü teâlâ, (Benim kullarıma yardım edene, ben fazlasiyle yardım ederim) buyuruyor.
Elinden yardım geldigi hâlde, yardımı esirgeyen insan, Allahü teâlânın
indinde sevgili bir kul olabilir mi? Insanların kalbini kırmak ise, Allahü teâlânın
gadabını üzerine çekmek demekdir. Bundan çok kaçınmalıdır. Insan kalbi, Allahü
teâlânın sevgisinin tecelli etdigi bir yerdir. Oraya dokunmak, çok tehlükelidir.
Hele o kalbde, Allahü teâlânın korkusu ve Allahü teâlânın sevgisi varsa, onu incitmekden,
son derece kaçınmalıdır

16 — ANNE HAKKI: Dünyâda bir insan için, anne hakkından dahâ ehemmiyyetli
bir hak yokdur. Düsünmeli ki anne, çocugunu dokuz ay karnında tasıyor. Onu
kendi kanıyla besliyor. Büyük bir ızdırab, büyük bir heyecânla onu dünyâya getiriyor.
Bebek iken, onun için aylarca uykusuz kalıyor. Kendi sütü ile besliyor. Sonra,
onun her yasdaki yaramazlıklarını çekiyor. Bu zahmetler para ile, menfe’at ile
olur isler degildir. Bu zahmetlere anne, ancak Allahü teâlânın verdigi sefkat duygusuyla
tehammül edebiliyor. Bu büyük zahmet karsısında, çocugun annesine
neler borçlu oldugu meydândadır. Çok zemân çocuk, annesinin hakkını ödeyecek
zemânı ve imkânı bulamıyor. Annesine isyânkâr olan bir çocuk, artık bir âsî, bir
eskiyâdan farksız bir insan demekdir. Bu çocugun büyüdükden sonra, annesini dinlememesi,
onu üzmesi, ona eziyyet etmesi, insanı çileden çıkardıgı gibi, Allahü teâlânın
gadabını, cezâsını kendi üzerine çekmis olmaz mı? Ne yazık ki pek çok çocuklar,
gençligin verdigi hoyratlık ve kadr bilmemek yüzünden, annelerinin haklarını
çigniyorlar. Onları üzüyorlar, böyle anneler ba’zen zor durumda kalarak, çocugu
için Allahü teâlâdan bed düâ ederse, bu düâ kabûl olunabilir. O zemân çocuk,
dünyâda iken bile, cezâsını çeker. Âhıretdeki cezâsı ise, tasavvur edilemiyecek
derecede acıdır. Biraz idrâklı ve anlayıslı olan bir çocuk, annesinin hakkını düsünebilir
ve onun dediklerini seve seve yapar. Onun gönlünü kazanmaga dikkat
eder. Eger çocuk, annesinin kalbini kırmıs ise, hemen afv dilemeli, bir dahâ onu
gücendirmemeli. Ikinci veyâ üçüncü def’â annesinin kalbini kırmıs ise, tekrâr afv
dilemeli, artık bir dahâ gönlünü kırmamaga dikkat etmelidir. Anne hakkı üzerinde
olarak âhırete gidenlerin âkıbeti çok acıdır.

17 — IFFET (NÂMÛSKÂRLIK): Allahü teâlâ, insan neslini devâm etdirmek
için, erkek ve kadınları birbirlerine karsı câzib kılmısdır. Aynı zemânda, bu kuvvetli
duygu karsısında, insanları dünyâda çetin bir imtihâna tâbi’ tutmusdur. Dünyâdaki
kısa ömrümüz içinde, en zor imtihân iffet imtihânıdır. Bu imtihânda kazanan
bir insan, dünyâ ve âhıretin kahramânıdır. Insanların kemâli (ya’nî kusûrsuz
olması) veyâ insanın düsüklügü, dahâ ziyâde iffet isinde belli olur. Allahü teâlâ,
Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, iffetini muhâfaza edenlere, büyük mükâfâtlar va’d
etmis ve müjdeler vermisdir. Iffetini muhâfaza etmeyenlere de, Cehennem azâbını
göstermisdir. (Allahü teâlâ, iffetsizleri, bir insânı öldüren bir kâtil ile bir tutmakdadır).
Insan günâhlarının belki de yüzde doksanı, iffet mevzû’u içindedir.
Iffetsiz insan, Allahü teâlânın indinde günâhkâr oldugu gibi, insan toplulugu içinde
de, günâhkâr ve serefsizdir. Bir fâhisenin cem’iyyet içindeki haysiyyet ve i’tibârı
ile bir köpegin i’tibârı arasında hemen hiçbir fark yok gibidir. Erkeklik ve disilik
duyguları insanlarda da, hayvânda da vardır. Hayvânlarda utanma hissi olmadıgı
için, onlar, bu duygularını gizlemezler. Insanlar ise, (hayâ) seref ve haysiyyet
duygularına sâhib oldukları için, erkeklik ve disilik hislerine karsı çesidli ve mesrû’
yolları ararlar.
Bir insanın ve bir âilenin serefi ve i’tibârı, bu duygu karsısındaki tutumu ile ölçülür.
Zengin ve çok güzel bir kadın, eger iffetsiz ise, serefi yokdur. I’tibârı kırıkdır.
Cem’iyyet nazârında, o bir fâhisedir. Fakîr ve afîf bir kadın ise, her yerde, her
zemân i’tibârlıdır. Hurmete lâyıkdır. Bu söylediklerimiz, normâl ve temiz bir
cem’iyyetin iffet ölçüleridir. Iffet kâidelerini ayaklar altına almıs azgın bir hayvân
sürüsü gibi, yalnız hayvânî hisleri pesinde kosan insan toplulukları, bu sözlerle alay
ederler. Onlar için konusulacak sözümüz yokdur. Yalnız onlara (Allahü teâlâ islâh
etsin) diyebiliriz.
Dünyâdaki pek çok rezâletler, cinâyetler, kavgalar, kıskançlıklar, hülâsa bütün
fenâlıklar, iffetsizlik yüzünden meydâna gelmekdedir.
Insanların pek çogu, iffetsizligin fenâlıklarını bildikleri hâlde, kendilerini bu fenâ
yollara sapmakdan alıkoyamazlar. Bu kuvvetli duygu karsısında, insanları
zabt edecek, onları selâmet yoluna çıkaracak çâreler nelerdir? Bu, terbiye ve ahlâk
mes’elesidir. Din, ahlâk demekdir demisdik. Bu mühim mevzû’da da yine din
terbiyesi birinci plânda rol oynamakdadır. Allahü teâlâdan korkmasını ögrenmis,
hakîkaten Allahü teâlâdan korkan bir insan iffetsiz olamaz. O hâlde, çocuklarımıza
Allahü teâlânın korkusunu ögretmege çalısmak bizim için en basda gelen vazîfe
oluyor. Allahü teâlâdan korkmak için, Allahü teâlâyı iyi bilmek lâzımdır. Allahü
teâlâyı bilmek için, onun büyüklügünü ve sıfatlarını ögrenmek mecbûriyyetindeyiz.
Allahü teâlâyı hiç düsünmeyen bir topluluk için, Allahü teâlânın korkusuna
sâhib olmak kolay degildir. Allahü teâlâdan korkmak da, bir bilgi, bir çalısma
ve bir gayret isidir. Durup dururken, Allahü teâlânın korkusu meydâna gelmez.
Bu korkuyu, Allahü teâlâ diledigi kuluna kolaylıkla da verir. Allahü teâlâdan korkmak,
bir insan için iyi alâmetdir.
Bilhâssa büyük sehrlerde iffet isi tehlükeli bir istikâmetdedir. Bir genç kızın, kendi
basına yalnız kendi aklı ve idrâki ile iffetini muhâfaza etmesi, cidden güçdür. O
genç kız, (eger biraz da güzelse), hâtıra ve hayâle gelmeyen tehlükelerle çevrilmis
demekdir. Bu tehlüke, mektebde, yollarda, otobüsde, komsularda, hattâ evinin içinde
yakasını bırakmaz. Hele o kızcagız kadınlık duygusuna karsı koymasını bilmeyecek
derecede za’îf ahlâklı ise, o zemân tehlüke iki misli artmıs demekdir. Iste bunun
içindir ki, genç kızın bes dakîkasını bile kontrolsüz bırakmak aslâ câiz degildir.
Ev içinde anne kontrolu, ev dısında baba kontrolu onları, koruyucu melek gibi
ta’kîb etmelidir.
Kızım! Belki babanın ömrü, seni korumaga kifâyet etmeyecekdir. Annen, belki
seni her yerde, her zemân ta’kîb edemiyecekdir. Bu takdîrde, sen sâhibsiz,
tehlükeler karsısında âciz bir mahlûk olarak, ahlâksızların elinde bir oyuncak mı
olacaksın? Allahü teâlâ, seni bu âkıbetden muhâfaza etsin! Âmîn. Seni evvelâ Allahü
teâlânın büyüklügüne ve Onun himâyesine emânet ederim. Ondan sonra da,
yine Allahü teâlânın sana verdigi aklını kullanarak, bu tehlükelere düsmemege çalısmanı
sana tavsiye ederim.
Kızım, öyle bir zemânda, öyle bir mekânda yasıyacaksın ki, herkesden, her yerde
sana zarar gelebilir. Bu zarar, senin parana, puluna degil, iffet, seref ve haysiyyetinedir.
Paraya olan zarar telâfî edilebilir. Ma’nevî zarâr, yerine konamaz.
Cem’iyyet içinde öyle hasarât (öyle ahlâksızlar) vardır ki, bunların içinde genç
kadın ve genç kız için serefi ile yasamak cidden güç olur. Bunun güçlügü, yalnız bas-
kalarından degil, bizzat kendi varlıgından gelmekdedir. Eger sen de, kadınlık
duygusunun te’sîri altında kalır ve kendine hâkim olamazsan, iffetsizligin ve ahlâksızlıgın
çukuruna düsersin. Bu çukura düsenlerden kurtulabilen azdır.
Sen kadınlık duyguna karsı haysiyyetli ve mesrû’ yolları aramalısın! Sen de, herkes
gibi, evlenebilirsin. Ahlâkın güzel oldukdan sonra evlenmemek için, hiçbir sebeb
yok demekdir. Evlenmeden evvel, birçok kızların yapdıgı gibi, flört yapmaga
aslâ heves etme! Bu tecrîbe mutlak tehlükelidir. Esâsen flört yapılan insanla evlenmek,
çok zemân se’âdeti getirmez. Iffeti muhâfaza için, ikinci bir çâre, genç erkek
ve genç kızı zemânında evlendirmekdir. Üçüncü çâre, iffeti zedeliyecek her
yerden uzaklasmak yoludur. Meselâ kız ve erkek toplulukları, onlarla berâber gezintiler,
danslar, plâja gitmek, erkekle berâber sinemaya gitmek, içki içmek, ahlâksız
ve za’îf insanlarla arkadaslık etmek vesâire gibi genç kız veyâ kadını basdan
çıkarma yollarının her çesidinden uzak durmak, tehlükeden uzaklasmak demekdir.
Gençligin hakkı veyâ eglence ismi altındaki bu gibi davranıslar, genç kızı veyâ
kadını elde etmek için birer tuzakdır. Bunun tuzak olduguna inanmayan bir genç
kız, tuzagın içine düsdükden sonra, aklı basına gelir. Fekat is isden geçmisdir. Yukarıda
saydıgımız eglence veyâ tuzagın zâhirî güzelligine ve câzibesine kapılan kızlar,
erkeklerin elinde yavas yavas veyâ çabucak birer oyuncak hâline gelir. En kendine
güvenen bir kız bile, onların karsısında sonuna kadar mukâvemet edemez. Yakısıklı
bir erkegin aldatıcı tebessümü karsısında, maglûb olabilir. Artık o kız, tuzaga
düsmüs demekdir. Hele bunu kız kendisi de istemis ise, artık tehlükenin içine
girmisdir. O tuzakdan kurtulan pek azdır veyâ yokdur. Hâlbuki, o tuzak dedigimiz
eglence yerlerine gitmemek dahâ kolay bir isdir. (Göz görmeyince, gönül tehammül
eder) diye bir atasözü vardır. Oraya gitmeyen bir genç kız, oranın câzibesinden
ve tehlükesinden kurtulmus olur. Giderse, kurtulmak da kolay degildir.
Bunu nasîhat olsun diye söylemiyoruz. Tecribelere güvenerek söylüyoruz.
Iffet, bir genç kızın veyâ kadının, degeri milyonlar eden, bir mücevheridir. Bu
mücevheri ele geçirmek için, Allahü teâlâdan korkmayan her erkek bütün seytânlıgını
kullanır. Ele geçirdikden sonra, maksadına erismisdir. Artık o, mücevherlikden
çıkmıs, âdî bir tas olmusdur. Sokaga atılıverir. Bu alısverisde, erkek, bir nâmûs
hırsızıdır. Kadın ise, mücevherini çaldırmıs, bir zevallıdır.

18 — BIR GENÇ KIZIN GIYINISI NASIL OLMALI?: Genç kız, fazla göze
çarpmıyacak tarzda temiz ve ciddî bir kıyâfetde görünmelidir.
Kendini begendirmek için, fazla süslenmek, ahlâk hakkında sübhe uyandırır.
Erkeklere kendini begendirmek için, kızın ba’zı uzvlarını, gögsünü veyâ bacaklarını
teshîr etmesi, düsük bir ahlâkın belirtisidir.
Kendisinin ve âilesinin seref ve haysiyyetini düsünen bir kızın, ciddî giyinmesi
sartdır. Bir kızın gögsünü mümkin mertebe belirsiz bir hâlde gösterecek tarzda
giyinmesi, elbisesinin ve etekliginin pileli olması, onun bir ciddî ev kızı olduguna
delîl sayılır. Müslimân kızı nasıl giyinmelidir? Bunun cevâbı, birinci kısm, ellisekizinci
maddede yazılıdır.

19 — TOPLULUK IÇINDE, YOLDA, BIR KIZIN HAREKET TARZI (Davranısı)
NASIL OLMALI?: Yapmacıksız olarak mütevâzi’, iddi’âsız ve terbiyeli bir
tavr, genç kıza en yakısan bir davranısdır.
Bir genç kızın etrâfındaki insanları hiçe sayan saygısız ve küstah davranısları terbiyesizlik
alâmetidir. Iyi ahlâklı ve normal bir kız, bir erkege dikkatle ve alâka ile
bakmaz. Mecbûriyyet yoksa ve mümkin ise, bakmamak en sâlim bir hareketdir. Bunu
da, sun’î olarak degil, tabî’î olarak yapmalıdır.
Bir kızın genç bir erkegin yüzüne pervâsızca bakması, küstah ve mütecâviz erkeklere,
bu tip kızlara musallat olmak için, cesâret verir.
Kızın, bir erkege ümmîd verecek tarzda davranısı, o kıza felâket getirebilir. In-
sânların, yüzlerindeki degisiklik kadar huy ve ahlâkları da degisikdir. Güzel ve iyi
yüzlü insan, mutlaka iyi ahlâklı insan demek degildir.
Alâka toplamak ister gibi, degisik bir edâ ve hoppa bir tavır ile yürümek iyi bir
intibâ’ bırakmaz. Böyleleri, alay mevzû’u ve gülünç olur.
Bir kızın giyinisi, yürüyüsü ve hareket tarzları, onun dînî inanısı, ahlâkı ve karakteri
hakkında, bir fikr verebilir.
Yâ Rabbî! Senin lutf ve kerem ve inâyetinle, büyük sıkıntılar görmeden, uzun
bir ömür yasadım. Bu hayâtın içinde, sana karsı, pekçok günâh isledim. Irâde-i
cüz’iyyemi, senin râzı olmadıgın seylere sarf etdim.
Artık sana rücû’ etmek zemânım pek yakın. Bundan sonraki, dünyâ ve âhıret
hayâtımın safhaları su olacak:
Dünyâ elemleri, sekerât-ül-mevt, kabr hayâtı, hasr âlemi, mükâfât ve mücâzât
ihtimâlleri...
Büyük günâhlarımla, bu tehlükeli geçidlerden, nasıl geçecegimi bilmiyorum. Afvına
kavusamazsam, hâlim ne olacak?
Istigfâr ve düâlarım, kabûle lâyık olacak mı bilmiyorum. Senin afv ve magfiret
sıfatın, tek ümmîdim! Senden baska kime sıgınabilirim?
Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Kitâbında bildirdigin gibi inanıyorum. Kitâbına ve
Resûlüne “sallallahü aleyhi ve sellem” inanıyorum.
Hudûdsuz büyüklügünü anlatan kâinâtı, gözlerimle görüyorum. Azametini,
bana ihsân etdigin aklımla, anlıyorum. Günâhlarımın, afv ve magfiret deryân
içinde, bir damla bile olmadıgını da, biliyorum.
Isledigim günâhlardan pismânlık duyuyorum. Pismânlık duygularımı eksiltme!
Bu duygularımı, elem derecesine çıkart yâ Rabbî!
Yâ Rabbî! Sen afv etmegi seviyorsun. Beni de, afv etdigin kulların içine al! Sen
Gafûrürrahîmsin yâ Rabbî!
Emekli tümgeneral
Hayri Aytepe
[Hayri Aytepe “rahmetullahi teâlâ aleyh”, 1387 [m. 1967] yılı Eylülün ikinci Cumartesi
günü vefât etmisdir. Edirnekapı kabristânındadır].
Allah, Insan ve Nemâz
Bismillâhirrahmânirrahîm. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâhil’aliyyil’azîm.
Herseyi yaratan ve varlıkda durduran bir Allah vardır. Allah yok denirse, hiçbir
sey var olamaz. [980.ci sahîfede (Hava) kelimesine bakınız!] Her insanın hayâtı
üç zemâna ayrılır. Dünyâ, kabr ve âhıret hayâtı. Âhıret hayâtı Cennet ve Cehennem
olarak ikidir. Allahın sevdikleri, Cennetde ni’metler içinde sonsuz yasayacak,
sevmedikleri ise, Cehennemde sonsuz yanacakdır. Allahü teâlâ, kendisinin
var olduguna inananları ve dünyâda her an Onu düsünenleri ve emrlerini yapanları
sever. Her gün bes vakt nemâz kılan, Onu hiç unutmaz. Nemâz, insanı bu
se’âdete kavusdurur. Nemâz kılmıyan ve bunları kazâ etmiyen Cehennemde yanacakdır.

Yüzügünde ne yazılıydı, bilsen Süleymânın:
Sakın aldanma, yokdur vefâsı dünyânın!
Mes’ûd, o kimsedir ki, bütün kazandıgını,
yiye. Bırakıp, sevindirmeye düsmânın.
 
Üst Alt