206- Tesavvuf yolunun başında da, sonunda da islâmiyyete uymak lâzımdır 2.Cild 50.ci

MURATS44

Özel Üye
İKİNCİ CİLD, 50. ci MEKTÛB

Bu mektûb, Mirzâ Şemseddîne yazılmışdır. İslâmiyyetin bir sûreti, bir de hakîkati olduğu ve tesavvuf yolunun başında da, sonunda da islâmiyyete uymak lâzım olduğu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdiği, sevdiği kullarına selâm olsun! İslâmiyyetin bir sûreti, ya’nî dış görünüşü, bir de hakîkati, ya’nî aslı, özü vardır. İslâmiyyetin sûreti, Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne ve bu Resûlün Ondan getirdiği bilgilere inanmak ve islâmiyyetin ahkâmına uymakdır. [(İslâmiyyet), hükmler, emrler ve yasaklar demekdir. Ahkâma uymak demek, emr edilen şeyleri yapmak, yasak edilen şeylerden kaçınmakdır.] İnsanın nefs-i emmâresi îmân etmez ve islâmiyyetin sûretine uymak istemez. Onun yaratılışı böyledir. Bundan dolayı islâmiyyetin sûretine uyanların îmânı, îmânın sûretidir. Ya’nî, görünüşde îmândır. Nemâzları, orucları ve bütün ibâdetleri, ibâdetlerin sûretidir. Ya’nî, hep görünüşde ibâdetdirler. Çünki, insan deyince, insanın nefsi anlaşılır. Herkes (Ben) deyince nefsini bildirmekdedir. İnsan ibâdet yaparken, nefsi küfr hâlindedir. Yapdıklarının yerinde bir iş olduğunu inkâr etmekdedir. Böyle bir insanın îmânı ve ibâdetleri, hakîkî ve doğru olabilir mi? Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için îmânın ve ibâdetlerin sûretlerini, görünüşlerini, hakîkî olarak, doğru olarak kabûl buyuruyor. Böyle kullarını Cennete koyacağını söz veriyor, müjdeliyor. Cenneti ve Cennetde olan kullarını Allahü teâlâ sever. Onlardan râzıdır. Allahü teâlâ, sonsuz ihsân sâhibi olduğu için, yalnız kalbin tasdîk etmesini, inanmasını îmân olarak kabûl buyurmuşdur. Nefsin iz’ân etmesini, inanmasını istememişdir. Böyle olmakla berâber Cennetin de hem sûreti, hem de hakîkati vardır. Dünyâda islâmiyyetin yalnız sûretine kavuşanlar, Cennetin de yalnız sûretine kavuşacaklar, yalnız onun zevkıni, tadını alacaklardır. Dünyâda islâmiyyetin hakîkatine kavuşanlar, Cennetin de hakîkatine kavuşacaklardır.
Cennetin yalnız sûretine ve yalnız hakîkatine kavuşanlar, aynı ni’metlerden meselâ aynı meyvesinden yidikleri hâlde, başka başka lezzet duyacaklardır. Resûlullahın zevceleri, mü’minlerin anneleri olup, Cennetde Resûlullahın yanında bulunacaklar, aynı meyveyi yiyecekler ise de, başka başka tad alacaklardır.
 

MURATS44

Özel Üye
Duydukları lezzet, hep aynı olsa idi, mü’minlerin annelerinin, bütün insanlardan dahâ üstün
olmaları lâzım gelirdi “aleyhinnessalâtü vesselâm ve rıdvânullahi teâlâ aleyhinne”.
Bunun gibi, her dahâ üstün olan kimsenin zevcesinin de, baskalarından dahâ üstün
olması lâzım gelirdi. Çünki zevceler, Cennetde, zevclerinin yanında bulunacaklardır.
Islâmiyyetin sûretine uyanlar, âhıretde azâbdan kurtulacak, sonsuz se’âdete kavusacaklardır.
Evliyâlık da, iki dürlüdür: (Vilâyet-i âmme) ve (Vilâyet-i hâssa), ya’nî,
seçilmis olanların vilâyeti. Islâmiyyetin yalnız sûretine uyanlar, vilâyet-i âmmeye
kavusmus olurlar. Meâl-i serîfi (Allahü teâlâ, îmân edenlerin velîsidir) olan âyet meshûrdur.
Islâmiyyetin sûretini elde eden, ya’nî vilâyet-i âmmeye, Allahü teâlânın sevgisine
kavusanlar, tarîkatda, ya’nî tesavvuf yolunda ilerliyerek, vilâyet-i hâssaya kavusabilirler.
Bu yolda ilerliyen müslimâna (Sâlik) denir. Sâlikin nefsi yavas yavas,
emmârelikden kurtulup itmînâna, râhata kavusur. Azgınlıgı gider. Sunu iyi bilmelidir
ki, vilâyet-i hâssaya kavusmak için çalısan sâlikin, hep islâmiyyetin sûretine
uyması sartdır. Tesavvuf yolunda en önemli vazîfe olan (Zikr-i ilâhî), islâmiyyetin
emrlerinden biridir. Islâmiyyetin yasaklarından sakınmak da, bu yolda lâzımdır.
Farzları yapmak, sâlikin ilerlemesini kolaylasdırır. Tesavvuf yolunu iyi bilen
ve sâlike yol gösteren âlim aramagı da islâmiyyet emr etmekdedir. Çünki, Mâide
sûresinde, (Ona kavusmak için vesîle arayınız!) buyurulmusdur. [(Künûz-üd-dekâık)
deki hadîs-i serîflerde buyuruluyor ki, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir),
(Evliyâ ol kimselerdir ki, Onlar görülünce, Allah hâtırlanır), (Herseyin hâsıl oldugu
yer vardır. Takvânın elde edildigi yer, âriflerin kalbleridir), (Bâtın ilmi, Allahü
teâlânın esrârından bir sırdır!). (Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, müslimânların
fakîrlerini vesîle ederek düâ ederdi), (Âlimin yüzüne bakmak ibâdetdir!),
(Onlar, öyle kimselerdir ki, yanlarında bulunanlar sakî olmaz!), (Ümmetimin
âlimlerine saygılı olunuz! Çünki onlar yeryüzünün yıldızlarıdır), (Allahın
öyle kulları vardır ki, birsey için yemîn etseler, Allah o seyi yaratır), (Âlimlerin yanında
bulunmak ibâdetdir), (Talebesi arasında âlim, ümmeti arasında Peygamber
gibidir), (Bir âlimin ölmesi, bir sehr halkının ölümünden dahâ büyük ziyândır), (Derecesi
en üstün olanlar, Allahü teâlâyı zikr edenlerdir), (Insanların en kıymetlisi,
mü’minlerin âlimleridir), (Zikr etmek, nâfile oruc tutmakdan dahâ iyidir), (Allah
sevgisinin alâmeti, Onu çok zikr etmekdir), (Resûlullah, Allahü teâlâyı çok zikr
ederdi), (Insan, sevdigini çok zikr eder).]
Görülüyor ki, islâmiyyetin hakîkatine kavusmak için, islâmiyyetin sûretine uymak
sartdır. Çünki, vilâyetin ve nübüvvetin bütün kemâlleri, islâmiyyetin sûreti
üzerine kurulmusdur. Islâmiyyetin yalnız sûretine uyan, vilâyetin kemâllerine
kavusur. Hem sûretine, hem de hakîkatine uyan ise, nübüvvetin kemâllerine de kavusur.
Bunu, asagıda insâallah dahâ açıklıyacagız.
Vilâyete kavusmak, tesavvuf yolunda çalısmakla olur. Vilâyete kavusmak için,
ya’nî Velî olmak için, mâ-sivâyı kalbden çıkarmak lâzımdır. (Mâ-sivâ), Allahdan
baska seyler demekdir. Ya’nî bütün mahlûklardır. Allahü teâlânın, lutfü ve ihsânı
ile, mâ-sivânın hepsi, kalb gözünden silinince, ismleri bile unutulunca, (Fenâ)
hâsıl oldu denir. (Seyr-i ilallah) temâm olur. Bundan sonra (Seyr-i fillah) denilen
(Isbât) makâmına kavusmak için çalısılır. Bu makâmda, kalb yalnız Allahü teâlâyı
hâtırlamakdadır. Bu makâma (Bekâ) makâmı ve (Hakîkat) denir. Vilâyetin sonu,
bekâ makâmıdır. Birincisinde fenâ makâmına ve hakîkatde bekâ makâmına kavusan
sâlik, vilâyete kavusmus, Velî olmusdur. Nefs-i emmâresi mutmainne olmus,
küfrden, inkârdan kurtulup, Rabbinden râzı olmusdur. Rabbi de ondan râzıdır. Yaratılısında
bulunan kötülük, azgınlık yok olmusdur. Tesavvuf büyükleri “kaddesallahü
teâlâ esrârehümül’azîz” itmînâna kavusan nefs, azgınlıgından kurtulmaz
demisler. Fârisî beyt tercemesi:

Mutmainne olsa da nefs,
kötülükleri hiç gitmez.
demisler ve bir gazâdan dönüsde buyurulmus olan (Küçük cihâddan döndük, büyük
cihâda baslıyacagız!) hadîs-i serîfinde bildirilen büyük cihâd, nefse karsı yapılan cihâddır
demislerdir. Bu fakîre kesf olunan ve vicdânım ile anladıgım ise, bunların dedigi
gibi degildir. Itmînân hâsıl olunca, nefsde hiç azgınlık ve taskınlık bulmuyorum.
Islâmiyyete tam uydugunu görüyorum. Öyle ki, nefs de, mâ-sivâyı temâmen unutmus
olan kalb gibi olmakda, Allahdan baska hiçbirseyi görmez ve bilmez hâle gelmekdedir.
Mevkı’ sevgisi, birseye kavusunca sevinmek, kaçırınca üzülmek onda hiç
kalmıyor. Bunun islâmiyyete uymaması, azgınlık, taskınlık yapması nasıl olabilir?
Itmînâna kavusmadan önce, islâmiyyetden kıl kadar ayrılmasına, azgınlık, taskınlık
derlerse, sözlerinin yeri vardır. Fekat, itmînâna kavusdukdan sonra, islâmiyyete
uymaması, taskınlık yapması olamaz. Bu fakîr [ya’nî Imâm-ı Rabbânî hazretleri]
çok inceledim. Bu bilmeceyi çözmek için pek ugrasdım. Nefs mutmainne olunca,
kıl kadar azgınlık, taskınlık yapamamakdadır. Islâmiyyete tam teslîm olmus, her
kötülügü yok olmusdur. Sâhibi için kendini yok etmisdir. Böyle olan nefsin islâmiyyete
uymaması, olacak sey degildir. Nefs, Allahü teâlâdan râzı olunca, Allahü teâlâ
da ondan râzı olunca, artık taskınlık, azgınlık yapabilir mi? Azgın olandan râzı
olunmaz. Allahü teâlânın râzı oldugu nefs, râzı olmıyacak bir sey yapabilir mi?
Hadîs-i serîfde bildirilen (Cihâd-ı ekber), bu fakîrin anladıgına göre, bedene,
cesede karsı yapılan cihâd olabilir. Çünki, insanın bedeni, birbirine zıd, ters olan
dört dürlü maddelerden yapılmısdır. Her çesid madde, baska seyler istemekde ve
baska seylerden kaçmakdadırlar. Herseyin dogrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. Insanın
sehvânî istekleri, bedenden dogmakdadır. Gazab etmesi, istememesi de
bedenden ileri gelmekdedir. Hayvanlarda (Nefs-i nâtıka) yokdur. Onlarda da
sehvet, gadab, hırs, hased vardır. Insanda bu cihâdın sonu olmaz. Nefsin itmînâna
ermesi, bu cihâdı ortadan kaldırmaz. Kalbin vilâyet makâmına kavusması ile,
bu cihâd yok olmaz. Insanda bu cihâdın bulunması, çesidli fâideler saglamakdadır.
Böylece, beden temizlenir. Âhıretde yüksek derecelere kavusur. Dünyâ hayâtında,
beden, kalbe tâbi’dir. Âhıretde, is bunun tersinedir. Orada, kalb bedene
tâbi’ olur. Insan ölünce, âhıret hayâtı baslar. Bu cihâd da biter.
Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, nefs itmînân makâmına gelince ve islâmiyyete
uymakla sereflenince, (Islâm-ı hakîkî)ye kavusulur ve îmânın hakîkati hâsıl
olur. Bundan sonra yapılacak her is, islâmiyyetin hakîkati olur. Nemâz kılınca,
nemâzın hakîkati kılınmıs olur. Oruc tutunca, orucun hakîkati tutulmus olur. Hac
yapınca, haccın hakîkati yapılmıs olur. Islâmiyyetin bütün hükmlerine uymak da,
hep böyledir. Görülüyor ki, ilk yol ile hakîkat, islâmiyyetin sûreti ile islâmiyyetin
hakîkati arasında bir geçiddir. Vilâyet-i hâssa ile sereflenmedikce, islâm-ı mecâzîden
kurtulup, islâm-ı hakîkîye kavusulmaz. [Islâmiyyetin sûretine uymak, islâm-ı
mecâzîdir. Islâmiyyetin hakîkatine uymak ise, hakîkî müslimânlıkdır.]
 

MURATS44

Özel Üye
Bir müslimân,
Allahü teâlânın ihsânı ile, islâmiyyetin hakîkatine kavusur, islâm-ı hakîkî ile
sereflenirse, Peygamberlere tam uyarak ve O büyüklere vâris olarak, (Kemâlât-i
nübüvvet) denilen makâma kavusabilir. O yüksek derecenin ni’metlerini bol bol elde
edebilir. Islâmiyyetin sûreti, kemâlât-ı vilâyet meyvelerini meydâna getiren
mubârek bir agaç oldugu gibi, nübüvvet kemâlleri de, mubârek bir agaç gibi olan
islâmiyyetin hakîkatinin meyveleri gibidir. Vilâyetin kemâlâtı, sûretin meyveleridir.
Nübüvvet kemâlâtı ise, bu sûretin hakîkatinin meyveleridir. Bunun içindir ki,
vilâyetin kemâlâtı, Peygamberlik kemâlâtının sûretleridir. Peygamberlik kemâlâtı,
bu sûretlerin hakîkatleridir.
Sunu iyi anlamalıdır ki, islâmiyyetin sûreti ile islâmiyyetin hakîkati, nefsden dolayı
birbirinden ayrılmakdadır. Islâmiyyetin sûretine kavusanın nefs-i emmâresi taskınlık
yapmakda ve inanmamakdadır. Islâmiyyetin hakîkatine kavusunca, nefs
mutmainne olmakdadır. Müslimân olmakla sereflenmekdedir. Bunun gibi, sûret
gibi olan (Kemâlât-i vilâyet) ile, bu sûretlerin hakîkatleri gibi olan (Kemâlât-i nübüvvet)
arasındaki ayrılık da, bedenden ileri gelmekdedir. Vilâyet makâmında, bedeni
meydâna getiren dört dürlü maddeler, kendi isteklerinde, kendi azgınlıklarındadır.
Meselâ, nefsi itmînâna kavusmus olan bir Velînin bedenindeki enerji, kudret,
iyi oldugu, üstün oldugu da’vâsındadır. Bedendeki toprak maddeleri, kötülük
ve asagılık yapdırmak istemekdedir. Sıvı ve gaz hâlindeki maddeler de, fizik ve kimyâ
özelliklerini ve reaksiyonlarını meydâna getirmek çabasındadır. Kemâlât-i
nübüvvet makâmına kavusunca, bedendeki maddelerin hepsi, adâlet, denge hâlini
alır. Asırı ve zararlı hâlleri kalmaz. Resûlullahın “aleyhi ve alâ Âlihissalâtü vesselâm”
(Seytânım müslimân oldu), ya’nî teslîm oldu buyurması, belki de bu denge
hâlini haber vermekdedir. Çünki, insanın dısında seytân bulundugu gibi, içinde
de vardır. Insanın içindeki seytânı, onun kudretinin, enerjisinin taskınlıgıdır.
Enerji artınca, insanda kibr ve yükseklik hâsıl olur. Kötü sıfatların en asagısı da,
bu kibr sıfatıdır. Enerjinin teslîm olması, selâmet bulması, bu kötülügün ondan gitmesidir.
(Kemâlât-i nübüvvet) hâsıl olan bir Velînin hem kalbi, hem de nefsi itmînâna
kavusmusdur. Hem de bedendeki üç çesid maddesi ve enerjisi denge hâline gelmisdir.
Vilâyetde ise kalb temâmen, nefs de söyle böyle itmînâna kavusmusdur.
Nefsin itmînâna kavusmasına söyle böyle dedik. Ya’nî az çok, yaklasık olarak dedik.
Çünki, nefsin itmînâna tam olarak, olgun olarak kavusması, beden maddelerinde
denge hâsıl oldukdan sonra olur. Iste bundan dolayı vilâyet sâhiblerinin bedenlerindeki
maddeler dengeye gelmedikleri zemân, mutmainne olan nefsin eski
sıfatlarına dönecegini bildirmislerdir. Bedendeki maddelerin i’tidâle gelmesinden
sonra, itmînâna kavusan nefs, eski sıfatlarına dönmez. Görülüyor ki, nefsin eski
kötülüklerine dönmesini ve dönmemesini söylemek, makâm sâhiblerinin görüslerinin
baska olmalarından ileri gelmekdedir. Her Velî, kendi makâmına uygun olanı
söylemisdir.
Süâl: Bedendeki maddeler de dengeye geldikden ve islâmiyyete uymıyan taskınlıkları
kalmadıkdan sonra, bunlarla cihâd etmek nasıl olur? Mutmainne olan
nefs ile cihâd yapılmadıgı gibi, bu maddelere karsı da cihâd yapmak lüzûmu ortadan
kalkmaz mı?
Cevâb: Nefsin mutmainne olması ile bedendeki maddelerin dengeye gelmeleri,
birbirine benzemez. Nefs mutmainne olunca, yok gibi olur. Âlem-i emrden olan
bes latîfe nasıl yok gibi oluyorlarsa, nefs de böyle olur. Bedendeki maddelerin, dünyâda
kaldıkca, islâmiyyetin ahkâmına uymaları lâzım oldugundan sekr ve istihlâk
ile ilgileri yokdur. Istihlâk olanda, ya’nî benligi yok olanda, emre karsı durmak,
taskınlık etmek kalmaz. Sahv hâlinde olan, ya’nî benligi, su’ûrü gitmiyen ise,
emrlere uygunsuz davranabilir. Bu davranıs her emre karsı degildir ve çesidli fâidelere
sebeb olmakdadır. Bu davranıs, Allahü teâlânın lutf etmesi ve koruması
ile, yalnız müstehabları yapmamak olup, bundan ileriye gitmez. Bundan dolayı, dengeye
gelmis olan beden maddelerine karsı cihâd yapılabilir. Mutmainne olan nefs
ile cihâd yapmak ise câiz degildir. Bu bildirdiklerimi, Mektûbâtın birinci cildinde,
büyük oglum [Muhammed Sâdık “rahmetullahi aleyh”] için yazmıs oldugum mektûbda
[ikiyüzaltmısıncı mektûbda] dahâ uzun bildirmisdim. Anlasılamıyan yer kaldı
ise, o mektûba da bakınız!
Allahü teâlâ, lutf ederek, ihsân ederek, islâmiyyetin hakîkatinin netîceleri ve
meyveleri olan (Kemâlât-i nübüvvet) makâmları da asılınca, artık ilerlemek, çalısmakla,
ahkâm-ı islâmiyyeye uymakla olmaz. O makâmlarda nasîb olan hersey,
rahmân olan Allahü teâlânın yalnız lutf etmesi ile ve ihsânı ile olur. Bu makâmlarda
îmânın, ilmin te’sîri yokdur. Kazanılanlar, yalnız ihsân ile, ikrâm iledir. Bu
makâmlar, önceki makâmlardan pekçok dahâ yüksek ve pekçok genisdir. Öyle nûr-
ludurlar ki, önceki makâmlarda bu nûrlar hiç bulunmaz. Bu makâm, yalnız
(Ülül’azm) olan Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” verilmisdir.
Bunlara tam uyan pek az seçilmislere de ihsân ederler.
Islâmiyyet, bütün bu yüce makâmların temelidir. Bütün kazancların sermâyesidir.
Agaç ne kadar dal budak verse de ve duvar ne kadar yükselse ve üzerine yüksek
binâlar yapılsa da, köksüz ve temelsiz olamaz. Köke, temele her zemân muhtâc
olurlar. Bir binâda ne kadar çok kat yükselirse yükselsin, asagıdaki katlara hep
muhtâcdırlar. Hiçbir kat, altındaki kata olan ihtiyâcından kurtulamaz. Asagıdaki
katlardan biri çürük olursa, yukardaki katların hepsi de çürük sayılır. Onlardan biri
yıkılınca, yukardakiler de yıkılır. Demek ki, islâmiyyet her zemân ve her makâmda
lâzımdır. Hangi makâmda olursa olsun, herkes islâmiyyete uymaga muhtâcdır.
Allahü teâlâ, ihsân ederek, bu makâmdan da yukarı çıkılırsa, ele geçenler, ihsân ile
degil, muhabbet ile olur. Bu makâmın bu yüksek derecesi, Peygamberlerin sonuncusu
olan Muhammed aleyhisselâma mahsûsdur “aleyhi ve aleyhim ve alâ Âl-i küllinissalevâtü
vetteslîmâtü vettehıyyâtü velberekât”. Bu yüce Peygambere tam
uyanlardan ve izinde gidenlerden dilediklerini de bu ni’metle sereflendirirler. [Bu
en yüksek makâm, âlem-i misâlde bir kösk seklinde görünmekdedir.] Bu kösk
çok yüksek görünüyor. Ebû Bekr-i Sıddîk, O yüce Peygambere tam uydugu için, vâris
olarak, bu köskün içinde görünüyor. Hazret-i Ömer-ül-Fârûk da, bu ni’metle sereflenmisdir.
Mü’minlerin annelerinden Hazret-i Hadîce ve Hazret-i Âise-i Sıddîka
da zevcelik bagı ile, bu köskde görülmekdedir “radıyallahü anhüm ecma’în”. Her
isin dogrusunu yalnız Allahü teâlâ bilir. Yâ Rabbî! Bize merhamet et! Bizleri dogru
yola kavusdur! Kıymetli kardesim, ma’rifetler sâhibi seyh Abdülhay, senelerce
sohbetde bulundu. Simdi memleketine gidiyor. Oraların makâmı kendisine verilmisdir.
Bunu size birkaç satır ile bildirmek lâzım oldu. Ehlullah [ya’nî Allah adamları,
ya’nî Evliyâ], hangi memleketde bulunursa, oradaki insanlar için büyük bir
ni’metdir. Bunların se’âdete kavusmaları için büyük müjdedir. Onları tanıyabilenlere,
anlıyabilenlere ne mutlu!
[Imâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, birinci cild, 97. ci mektûbunda buyuruyor
ki, (Insânın yaratılması, ibâdet yapmak içindir. Ibâdet yapmak da, yakîn ya’nî
hakîkî îmâna kavusmak içindir. Hicr sûresinin son âyetindeki (hattâ) kelîmesi, belki
de (için) demekdir. Ibâdet yapmadan önceki îmân, sanki îmânın sûretidir. Ibâdet
yapınca, îmânın hakîkati hâsıl olur. (Vilâyet) ya’nî evliyâlık, Fenâ ve Bekâ demekdir.
Fenâ, Allahü teâlânın râzı olmadıgı seylerin, kalbden çıkmaları, kalbde
kalmamalarıdır. Bekâ, yalnız Allahü teâlânın râzı oldugu, begendigi seylerin
kalbde bulunmasıdır). Ibâdet, Resûlullahın sünnetine, yoluna tâbi’ olmak demekdir.
Bu yola (Islâmiyyet) denir. Islâmiyyete tâbi’ olmak için, Ehl-i sünnet
âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, Allahü teâlânın emrlerini yapmak ve harâmlardan,
bid’atlerden sakınmak lâzımdır. Harâmların en kötüsü, kul hakkıdır.
Hükûmet adamları buna çok dikkat etmelidir. Adâlet yapmaları, islâmın en büyük
düsmanı olan ingilizlere aldanmamaları, sulh zemânında, zevk ve safâya sapmayıp,
düsmanlardaki silâhları temîn etmeleri, milleti tıb, ticâret, zırâat, san’at ve
harb islerinde yetisdirmeleri emr olundu. Bunlar, hakîkî bir âlimden ögrenilir. Bu
âlime (Mürsid) denir. Bir mürsid bulup, onun sözlerinden, hâllerinden ögrenilir.
Mürsid bulamazsa, bir mürsidin kitâbından ögrenilir. Mürsidin sohbeti veyâ kitâbı,
en büyük bir ni’metdir. Ebedî se’âdete sebebdir. Insân, bu sebebi çok sever. (Ihsân
sâhibini sevmek, insânların yaratılısında vardır) hadîs-i serîfi meshûrdur. Insân,
mürsidini sevdigi kadar, onun kalbinden feyz alır. Fenâ makâmına kavusur.
Ibâdetlerini ihlâs ile yapmak nasîb olur. Her hareketi zikr olur. Kalb ile zikr söylemek
de, fenâ makâmına kavusdurur ise de, kalbine feyz gelerek kavusmak, dahâ
sür’atli olur.]
 
Üst Alt