Dahâ sonra gelen müslimânlar da, beden
bilgilerini fıkh kitâblarından, kalb bilgilerini, Evliyânın kalblerinden aldılar. (Ben, beden
bilgilerini, dogruca Resûlullahın sözlerinden, ya’nî hadîs-i serîflerden ögrenecegim)
diyenler, hadîs-i serîfleri yanlıs anlıyarak, nefsin ve seytânın tuzaklarına düsdükleri
gibi, (Ben kalb bilgilerini dogruca Resûlullahın kalbinden alacagım) diyenler de,
nefsin ve seytânın tuzaklarına düsmüslerdir. Beden bilgilerinin, Ehl-i sünnet âlimlerinin
sözlerinden veyâ kitâblarından, kalb bilgilerinin de, bu âlimlerin, hayâtda olanlarının
kalblerinden, vefâtlarından sonra da, rûhlarından alınması lâzımdır. Bu bilgilerin
mütehassısları, ya’nî Müctehidler ve Velîler, böyle söylemislerdir. (Künûz-üddekâık)
da yazılı olan, (Talebesi arasında âlim, Eshâbı arasındaki Peygamber gibidir),
(Âlimin talebesinden üstünlügü, Peygamberin ümmetinden üstünlügü gibidir), (Herseyin
bir kaynagı vardır. Takvânın menba’ı âriflerin kalbleridir), (Fıkh dersinde bulunmak,
bir sene ibâdet yapmakdan dahâ iyidir), (Âlimin yüzüne bakmak ibâdetdir)
hadîs-i serîfleri, yukarıdaki yazımızın vesîkasıdır. Allahü teâlâ, islâm dîninin kıyâmete
kadar devâm edecegini va’d etdi. Beden bilgilerini muhâfaza için Osmânlı devletini,
kalb bilgilerini muhâfaza için Evliyâyı yaratdı. Islâmın en büyük düsmanı olan
ingiliz devleti asrlarca çalısarak, bu iki muhâfızı yok etdi. Allahü teâlâ, yeni muhâfızlar
yaratmakda, islâmiyyet devâm etmekdedir.
Sunu da bildirelim ki, kalbin, rûhun hastalıgı, herkesde baskadır ve herkesin (Idiosynkrasie=
Überempfindlichkeit gegen bestimmte Reize) denilen hassâsiyyeti,
isti’dâdı ayrıdır. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” yalnız kalbin hastalıklarını
ve tedâvîsini bildirmekle kalmamıs, ferdlere, âilelere, cem’iyyetlere, harblere,
mîrâs hesâblarına, ya’nî her çesid dünyâ ve âhıret islerine âid yüzbinlerle bilgiyi söylemisdir.
Kendi hastalıgını ve kalbinin ilâcını bilmiyen bizim gibi câhillerin, bu hadîs-
i serîflerden kendine uygun olanları seçip alması imkânsız gibidir. Ikinci cild,
54. cü mektûbda diyor ki, (Simdi hadîsler unutuldu. Bid’atler yayıldı. Dogru ve igri
kitâblar birbirine karısdı.) Evliyâ, kalb, rûh mütehassısları olup, herkesin bünyesine
ve hastalıgına ve zemânının zulmetine ve fesâdına uygun rûh ilâclarını, hadîs-
i serîflerden seçerek söylemisler ve yazmıslardır. Resûlullah “sallallahü aleyhi
ve sellem”, dünyâ eczâhânesine yüzbinlerce ilâc hâzırlayan bas tabîb olup, Evliyâ
da, bu hâzır ilâcları, hastaların derdlerine göre dagıtan, emrindeki yardımcı tabîbler
gibidir. Yüzondokuzuncu mektûba bakınız! Hastalıgımızı bilemedigimiz, ilâcları
tanımadıgımız için, yüzbinlerce hadîs içinden, kendimize ilâc aramaga kalkarsak,
(Allergie) aks-i te’sîr hâsıl olarak, câhilligimizin cezâsını çeker, fâide yerine
zarar görürüz. Iste bunun için, hadîs-i serîfde, (Kur’ân-ı kerîmi kendi anladıgına
göre tefsîr eden kâfir olur) buyuruldu. Mezhebsizler, bu inceligi anlıyamadık-
ları için, (Herkes Kur’ân ve hadîs okumalı, dînini bunlardan kendi anlamalı, mezheb
kitâblarını okumamalıdır) diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarının okunmasını
yasak ediyorlar. Bütün müslimânları felâkete sürükliyorlar. Fârisî (Redd-i
vehhâbî) kitâbı, mezhebsizlerin bu iftirâlarına, çok güzel cevâb vermekdedir.
Imâm-ı Rabbânî de, ikinci cildin, 97. ci mektûbunda, cevâb vermekdedir.
Sonsöz olarak, yine bildireyim ki, Velî demek, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine
kavusmus olan, Ehl-i sünnet âlimi demekdir. (Ehl-i sünnet) demek, Kur’ân-ı kerîmin
ve hadîs-i serîflerin gösterdigi yol demekdir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu yolu Eshâb-ı
kirâmdan ögrendiler. Kendi anladıklarına degil, Eshâb-ı kirâmdan isitdiklerine sarıldılar.
Ehl-i sünnetden ayrılmak, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i serîflerin dogru yolundan
ayrılmak olur. Ehl-i sünnetden ayrılanlar arasında, Kur’ân-ı kerîmdeki ve mütevâtir
olan hadîs-i serîflerdeki açıkca anlasılamıyan delîlleri yanlıs te’vîl edenler, kâfir
olmazlar ise de, bid’at sâhibi oluyorlar. Bu delîllerden çıkardıkları yanlıs ve bozuk
bilgilere, (Kur’ân yolu), (Eshâb yolu) diyerek, ahmakları, câhilleri aldatıyorlar.
Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavusmak için, ihlâs, kalb-i selîm sâhibi olmak
lâzımdır. Kalb de, ancak Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” inanmak, Onu sevmek
ve Ona tâbi’ olmakla temizlenir. Bunun için, birinci yol, hayâtda olan bir Velîyi
tanıyıp, Onun sözlerinden, kitâblarından Ehl-i sünnet i’tikâdını, ahkâm-ı islâmiyyeyi
ve tesavvufun edeblerini ögrenmek ve bunlara uymak sartı ile, Ona (Râbıta)
yapmak, ya’nî kalbini Onun kalbine baglamakdır. Bir Velî, kendi üstâdlarından
almıs oldugu yazılı vesîkadan ve bütün sözlerinin, hareketlerinin ahkâm-ı islâmiyyeye
uygun olmasından anlasılır. Böyle bir Velî görülemedigi zemân, herhangi bir
Velîye râbıta yapan Onun (Üveysî)si olur. Birinci cildde ikiyüzseksenaltıncı ve
ikinci cildde seksendokuzuncu mektûbda diyor ki, (Bir Ârifin sohbetine kavusamıyana,
büyüklerin rûhlarından feyz almak nasîb olur. Allahü teâlâ onun ilerlemesi için,
bunların rûhlarını vâsıta yapar.) Ârifler, Velîler, birinci kısmın kırkaltıncı maddesinin
sonunda bildirdigimiz hadîs-i kudsîde, Allahü teâlânın va’d etdigi müjdeye kavusdukları
için, öldükden sonra da, tâliblere feyz verirler. Ikinci kısmda, ellidördüncü
maddeye bakınız! Ve ikiyüzdoksanbirinci mektûba da bakınız! Vefât etmis olan
Velînin rûhundan nasıl feyz alınacagı, ikinci kısmın, onyedinci maddesinde bildirildi.
Muhammed Masûm-i Fârûkî “rahmetullahi aleyh” üçüncü cildin yüzkırkikinci
mektûbunda buyuruyor ki, (Imâm-ı Rabbânînin “kuddise sirruh” kabr-i serîfini ziyâret
niyyeti ile Serhend sehrine gelmeniz çok iyi olur. Buradaki feyzlere ve bereketlere
kavusursunuz. Medîne-i münevveredeki menba’dan buraya gelen nûrlardan
ve esrârdan istifâde edersiniz. Hindistândaki küfr ve isyân zulmetleri, kalbleri karartmakda,
rûhları hasta yapmakda ise de, rûhlara hayât veren ve kalbleri temizliyen
sifâlı su, karanlık ormanlarda bulundugu gibi, bugün Serhend sehri, Medîne-i
münevveredeki kaynakdan [Evliyânın mubârek kalbleri vâsıtası ile] gelen feyzlerin,
nûrların yayıldıgı yerdir. Burasını Hindistânın küfr, zulm yerleri gibi sanmayınız. Burası,
[insanı Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavusduran] vilâyet yolunun kapısıdır.
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” mubârek kalbinden gelen
envâr ve esrâr, buradan fıskırmakdadır. Allahü teâlânın rızâsına kavusmak istiyenler,
inanarak bu mezârı ziyâret ediyor, sevgileri nisbetinde, bu feyzlere, bereketlere
kavusuyorlar. Bu mubârek makâmda bulunanların çogu, inanmadıkları, kıymetini
bilmedikleri için, bu ni’metden mahrûmdurlar. Misk bulunan odaya giren, güzel
kokuyu duyar. Miski, nezle hastasının burnuna soksan, kokusunu duyamaz.) Bunların,
Esrefzâde Abdüllah Rûmînin, (Müzekkin-nüfûs) kitâbının sonunda da yazılı
oldugu, arabî (Tuhfet-ül-ussak)da bildirilmekdedir. (Tuhfe), (El-münkız) sonunda
basılmısdır. Sohbetde feyzler, ma’rifetler bol bol alındıgı hâlde, Üveysîler damla
damla alabilir. Fekat bunun tek damlası, bütün dünyâ kazançlarından dahâ kıymetli
ve pek lezzetlidir. Kabrini ziyâret etmek, damlaların artmasına, mezhebsizlerin,
sapıkların ve sahte, yalancı seyhlerin tuzaklarına düsmek de, büsbütün kesilmesine
sebeb olur. Kalblerin, rûhların arasındaki bag, inanmak, sevmek ve istemekdir.
Bir müslimân, bir Velînin sohbetine kavusursa veyâ hep onu düsünürse, ya’nî
onun sûretini, yüzünü hayâline getirirse, yâhud hayâtını, sözlerini ögrenip, severek,
aglayarak düsünürse, onun kalbindeki feyzler, ma’rifetler, bunun kalbine
akar. Yalnız uzakdan düsünerek yetismis, Velî olmus mes’ûd, bahtiyâr zatlar çok
vardı. Bu kazançlarını ve kavusdukları yüksek dereceleri, kitâblarında bildirmislerdir.
Allahü teâlânın bu merhameti, bu ihsânı, kıyâmete kadar devâm edecekdir.
Bir kimseyi seviyorum deyince, ona karsı sûrî, mecâzî muhabbeti oldugu anlasılır.
Câhil ve bid’at sâhibi ve sâlih ve sâdık her müslimân, Resûlullahı böyle sevmekdedir.
Müslimân olmak için de, bu kadar muhabbet kâfîdir. Feyz getiren hakîkî
sevginin hâsıl olması için, onun sözlerini, islerini, hâllerini ve ahlâkını ögrenmesi
ve bunları sevmesi lâzımdır. Sevilene itâ’at edilir. Herseyde ona tâbi’ olunur.
Hakîkî sevgi pekçok olursa, sevdiginden baska herseyi unutur. Bu unutmaga (Fenâ-
yi kalb) denir. Hattâ kendini de unutur. Kendini de unutmaga (Fenâ-yı nefs)
denir. (Mekâtîb-i serîfe)nin doksanıncı mektûbunda diyor ki, (Fenâ-yi kalb hâsıl
olunca, kalbde hatara [mahlûkların düsüncesi] kalmaz. Fekat dimâgdan gitmezler.
Fenâ-yi nefs olunca, dimâgdan da giderler. Bu yazımızı tesavvuf ehli anlar. Liselerde,
üniversitelerde okumakla ögrenilmez.) Böylece, (Fenâ) hâsıl olunca,
ya’nî bir Ârif böyle çok sevilince, onun kalbine Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi
ve sellem” gelmis olan feyzler, ilâhî ma’rifetler, nûrlar, sevenin kalbine akarak,
hakîkî ihlâsa kavusur. Böylece hakîkî ibâdet yapmak nasîb olarak, Allahü teâlânın
rızâsına, sevgisine kavusur. Bundan sonra (Fenâ fir-Resûl) hâsıl olur. Ya’nî Resûlullahı
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” hakîkî muhabbet ile severek, feyzleri
dogruca Onun mubârek kalbinden alır. Artık, vesîleye ihtiyâc kalmaz.
Dünyâ ve âhıret se’âdetine kavusmak için biricik yol, müslimân olmakdır.
Müslimân olmak için, Allahü teâlânın var olduguna, bir olduguna, herseyi gördügüne,
bildigine, herseyi Onun yapdıgına [yaratdıgına] ve Muhammed aleyhisselâmın
Peygamber olduguna ve öldükden sonra, Cennet denilen yerde sonsuz ni’metler,
tatlı hayât olduguna ve Cehennem denilen yerde sonsuz olarak atesde yanmak
olduguna ve müslimân olanın Cennete gidecegine, müslimân olmıyanın, ya’nî
isitdikden sonra inanmayanın, inkâr edenin, Cehennemde sonsuz olarak yanacagına
inanmak lâzımdır. Dünyâ nüfûsunun yüzde doksandan fazlası, ya’nî bütün hıristiyanlar,
bütün yehûdîler, Avrupadaki, Amerikadaki bütün siyâset ve devlet
adamları, bütün fen adamları, kumandanlar, berehmenler, budistler, atese, putlara
tapanlar, öldükden sonra tekrâr dirilecegimize, Cehennemde sonsuz azâb olduguna
inanıyor. Inanmamak, dünyâdaki bütün ilm, fen ve siyâset adamlarına uymamak
olur. Böyle kimse tam gerici ve ahmakdır. Inanmak yalnız laf ile olmaz.
Kalb ile olur. Kalbde îmân bulundugunun iki alâmeti vardır: Söz ve is.
Islâm dîninden, islâmın güzel ahlâkından ve insan haklarından haberi olmıyan
ba’zı câhilleri, ahmakları isitiyoruz. Gündüzleri spor sâhalarında, plajlarda,
geceleri de eglence yerlerinde, kızlarla, oglanlarla, zevk, safâ, fuhs içinde, çalgı,
oyun, kumar, içki ile ömrlerini ziyân ediyorlar. Zevkleri için lâzım olan parayı, hak,
hukuk, kanûn tanımadan topluyorlar. Bu taskınlıkları, hîleleri, azgınlıkları ile
hem kendilerine, hem de cem’iyyete, insanlara, canlara, ırzlara zarar veriyorlar.
Dinsizlige, îmânsızlıga (ilericilik), (aydın gençlik) diyorlar. Aklı olan böyle yasar
diyorlar. Böyle yapmakla Avrupalılara, Amerikalılara benziyoruz diyerek
övünüyorlar. Dîni, îmânı, temiz ahlâkı olan, herkesin hakkını tanıyan, dogru,
nâmûslu müslimânlara, gerici, yobaz diyorlar. Böylece kendilerini avutuyorlar.
Bütün Avrupalılar, Amerikalılar, dinlerine baglı oldukları için, aklsız da, yalnız bunlar
mı akllı? Felâket yolunda olduklarını, birkaç senelik zevk için, sonsuz azâblara
sürüklendiklerini anlıyamıyorlar. Târîhden de ibret almıyorlar. Hâlbuki islâmiyyet,
dünyâ zevklerinden hiçbirini yasak etmemisdir. Bunların, hayvanlar gibi,
açıkca, azgınca, zararlı olarak yapılmasını men’ etmisdir. Bunların tuzaklarına
düsenlere, ancak acınır! Dünyâ zevklerine düskün, gâfil, can yakan ve baskasının
malına, nâmûsuna saldıranlar islâm dînini gençlerden saklıyorlar ise de, aklı olan
bir insanın, fen, biyoloji ve astronomi bilgilerini ögrenince, dinleri inceliyerek, akla,
ilme uygun olan islâm dînini seçmesi îcâb eder. Bunu basaramıyanın da, bütün
dünyânın inandıgı, Cehennemde sonsuz yanmak tehlükesi karsısında, korkarak,
titriyerek hemen müslimân olması lâzımdır. Yine inanmazsa, akla uymamıs olur.
Hulâsa, dünyâ ve âhıret se’âdetlerinin bası, en iyisi, Allahü teâlânın rızâsına, sevmesine
kavusmakdır. Allahü teâlâya yakın olmak, Onun sevmesine kavusmak
demekdir. Bu se’âdete kavusana (Velî) ve (Ârif) denir. Velî olmak için, farzları yapmak
lâzımdır. Farzlar, sıra ile, evvelâ Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân
etmek, sonra harâmlardan sakınmak, farz olan ibâdetleri yapmak ve sâlih olan
mü’minleri sevmekdir. Ihlâs ile yapılmıyan ibâdetin fâidesi olmaz, sevâbı olmaz.
(Ihlâs), herseyi yalnız Allah rızâsı için yapmakdır. Ihlâs, Allahü teâlâdan baska hiçbir
seyi sevmemekle, yalnız Onu sevmekle, kendiliginden hâsıl olur. Kalbin yalnız
Onu sevmesine (Kalbin tasfiyesi), (Kalbin itmînânı) veyâ (Fenâ fillah) denir. Kalbin
itmînâna kavusması, ancak Onu çok hâtırlamakla, büyüklügünü, ni’metlerini
düsünmekle olacagını, Ra’d sûresinin yirmisekizinci âyeti bildirmekdedir. Insanda,
akl, kalb ve nefs denilen üç kuvvet vardır. Aklın ve nefsin yeri dimâgdır. Kalbin
yeri yürekdir. Akl, mekteb dersleri, san’at hesâbları, mâl sâhibi olmak, âhıreti
kazanmak yolları gibi seyleri düsünür. Isterse düsünür. Istemezse düsünmez. Aklın
bu düsünceleri ve insanın bunlara kavusmak için çalısması câizdir. Hattâ, çok
sevâb olur. Bunların kalbe sirâyet etmeleri zararlıdır. Nefs dâimâ harâmları, zararlı
seyleri yapmagı düsünür. Kalbin kendinde hiç düsünce yokdur. Ona, aklın ve nefsin
ve his uzvlarından dimâga ve dimâgdan kalbe ulasan harâm seylerin düsünceleri
gelerek hasta yapar. Kalbi bu hataralardan kurtarmak güçdür. Bu düsüncelerden
kurtulursa, Allahü teâlâyı hâtırlar, düsünür. Ya’nî kalb, hiç düsüncesiz kalmaz. Kalbin
hataralardan kurtulması Allahü teâlânın ismini çok söylemekle veyâ bir Velîyi
severek görmek ile olur. Bir Velî bulamazsa, ismini isitdigi bir Velînin hayâtını
okuyup ögrenir. Onu çok sever. Hep onu düsünür. Bir Velîyi görmek, Allahü
teâlâyı hâtırlamaga sebeb olacagı, (Onlar görüldükleri zemân, Allahü teâlâ zikr edilmis
olur) hadîs-i serîfi ile bildirilmisdir. Bu hadîs-i serîf, (Irsâd-üt-tâlibîn), (Ibni
Mâce), (Ezkâr) ve Abdülhakîm efendinin (Râbıta-i serîfe)sinde ve Dost Muhammed
Kandihârînin onbirinci mektûbunda vardır. Bir insan, kendisine islâmiyyeti
dogru olarak ögreten, kendisini dünyâ ve âhıretde felâketlerden kurtaran, ebedî
se’âdete kavusduran vesîleyi görerek veyâ kitâblarından tanıyarak, onu cânı gibi
sever. Onu görünce, göremezse, severek düsündükce, Resûlullahdan ona gelen feyzler
bunun kalbine de akar. (Makâmât-i Mazheriyye), 74. cü sahîfesinde diyor ki,
(Mükerrem hân ölecegi zemân, basına Ubeydüllah-ı Ahrârın takkesini koydular.
Onu alın! Yerine üstâdımın külâhını geçirin! Çünki, beni se’âdetlere kavusduran
odur, dedi). Düsünülen seklin, Velînin tam kendisi olması sart degildir. Hergün,
sabâh ve aksam gözleri kapatıp, bes-on dakîka aynı sûret düsünülürse, bir müddet
sonra, bu Velînin rûhu, o sûretde görünerek, rü’yâda oldugu gibi, konusmaga
baslar. Ihsânlarda bulunur. Ikinci kısmın 17. ci maddesinde bildirdigimiz hadîs-i kudsîden
anlasılıyor ki, bir müslimân, sohbetlerinde bulunarak veyâ kitâblardan okuyarak,
tanıdıgı ve sevdigi, uzakda veyâ kabrde bulunan bir Velîyi, ismi ile çagırır
ve yalvarırsa, Allahü teâlâ, o Velîye isitdirir. Velî de, ona imdâd eder. Bir Velî, olmus
veyâ ilerde olacak birseyi ögrenmek isterse, Allahü teâlâ, ona bildirir. Allahü
teâlânın, Velîlere olan, bunlar gibi ihsânlarına, ikrâmlarına (Kerâmet) denir. Bedreddîn-
i Serhendî, (Hadarât-ül-kuds) kitâbında, imâm-ı Rabbânînin kerâmetlerinden
binlerce gördügünü ve isitdigini yazıyor ve bunlardan yüzden fazlasını bildiriyor.
Kalb fânî olunca, ya’nî hiçbirseyi hâtırlamayınca, aklın, fikrin ve hâfızanın
da dünyâ islerini unutması îcâb etmez. Kalb, fânî iken de, bütün organlara, akla,
fikre, hâfızaya, her nev’ dünyâ islerini yapdırır, baska insanlar gibi dünyâ islerine
de çalısır. Bütün insanlık vazîfesini, her iyiligi Allah rızâsı için yapar. Bütün yapdıkları
ibâdet olur. Birinci kısmda, 46. cı madde sonuna bakınız!
ALLAH VARDIR:
Ulemâ-i meshûreden seyh Muhammed Rebhâmî, (Riyâd-ün-nâsıhîn) sahîfe
15.de diyor ki: (Zâd-ül-mukvîn) kitâbında diyor ki, Rûm kayseri, yedinci Abbâsî
halîfesi Me’mûn bin Hârûna bir haberci gönderdi. Bunun yanında, heybetli, kendini
begenmis biri vardı. Haberci, halîfeye, (Bu adam dinsiz, kâfirdir. Bir yaratıcı
olduguna inanmıyor. Rûm papasları buna cevâb veremedi. Islâm âlimleri bunu
susdurursa, milyonlarca hıristiyanı ve müslimânı sevindirecekdir) dedi. Bagdâd
âlimleri, buna ancak Ahmed Nisâpûrî cevâb verir, dediler. Halîfe serâyda, belli gün
ve sâatde âlimlerin toplanmasını emr etdi. Nisâpûrî meclise geç geldi ve (yolda, acâib,
sasılacak birsey gördüm. Onu seyr edince, buraya geç kaldım. Dicle kenârında
gemi bekliyordum. Yerden büyük bir agaç çıkdı. Sonra yıkıldı, parçalandı.
Tahtalar hâsıl oldu. Sonra tahtalar birleserek, bir gemi oldu. Gemici olmadan, suda
hareket etdi) dedi. Rûm kâfiri bu sözleri isitince, yerinden fırladı ve (bu adam
deli olmus. Hiç böyle sey olur mu? Böyle söyliyen, yalancıdır ve buna aklı olmıyanlar
inanır) dedi. Nisâpûrî, söze karısarak, (Bunlar, kendi kendine olamayınca,
yer yüzündeki sasılacak seyler, kendi kendilerine nasıl var olur? Bunları yaratan
biri olmadıgını söyleyen dahâ ahmak ve alçak olmaz mı?) dedi. Kâfir, (Her seyin
bir yaratıcısı oldugunu simdi anladım ve buna inandım) diyerek LÂ ILÂHE ILLALLAH
diyerek müslimân oldu. Böyle bir hâdisenin, imâm-ı Gazâlî zemânında
da vâki’ oldugu rivâyet edilmekdedir. Halîfe Me’mûn, hicretin 218.ci senesinde
vefât etdi.
KALB TEMIZLIGI:
Tenbîh: Insanda iki dürlü kalb vardır. Birisi, bildigimiz, gögsümüzdeki et parçasıdır.
Buna (Yürek) diyoruz. Ikincisi, bu et parçasında bulunan bir kuvvetdir. Buna
(Gönül) diyoruz. Biz, kalb deyince, bu gönlü bildirecegiz. Inanmak ve inanmamak,
muhabbet ve düsmanlık bu kalbde olur. Insanın a’zâları bu kalbin emrindedir.
Temiz kalbin sâhibi akla uyar, hep iyi isler yapar. Kalbi bozuk, hasta olan, nefse
uyar, hep zararlı isler yapar. Ihlâs ile yapılan ibâdetler, bilhâssa nemâz kılmak,
kalbi temizler. Allahü teâlâ, kalbi bozan, hasta yapan seyleri harâm etmisdir.
Günâh isliyenin kalbi hasta olur. Günâhın büyüklügüne göre, hastalık hafîf veyâ
agır olur. Kalb hasta olunca, ibâdet yapmak güç olur. Kalb hastalıgının birinci ilâcı,
tevbe ve istigfârdır. Tevbenin kabûl olması için, günâhı terk etmek ve ibâdet yapmak
lâzımdır. Kalb hastalıgının ilâcı olan tevbenin kabûl olması için, en fâideli ibâdet,
nemâz kılmakdır. Hergün bir kerre nemâz kılmak, çok kolaydır. Hergün bes
kerre nemâz kılmak, kalbi hasta olanlara güç gelir. Hâlbuki, nemâz çok kılınırsa,
kalbde Allah sevgisi hâsıl olur. Allah sevgisi zemânla kalbi doldurur. Se’âdetlerin
en büyügü, kalbe Allah sevgisini yerlesdirmekdir. [Dünyâ isleri ile ugrasanların ve
geçici olan dünyâ ni’metlerine ve lezzetlerine kavusmagı düsünenlerin kalblerinde
Allah sevgisi kalmaz. Insanı bu felâketden kurtaran en kuvvetli ilâc, kelime-i
tevhîd okumakdır. Bunun için, Allahü teâlâ, sonsuz merhametinden dolayı, hergün
bir vakt degil, bes vakt nemâz kılmagı emr buyurmusdur. Allahü teâlânın bu
emri, insanlara sıkıntı vermek için degil, onları kalb hastalıgından kurtarmak
içindir.]
Nemâz dînin temelidir. Nemâz kılanın dîni saglam olur.
Nemâz kılmıyanın dîni yıkılır, yok olur.
Osmânlılar zemânında gençler, dinlerini ve vatan sevgisini ögrenmek için, bir
âlimin, bir velînin etrâfına toplanırlardı. Büyük âlimlerin gösterdigi yola (Tarîkat)
denildi. Tarîkatlar etrâfa yayıldı. Müslimânlar ve vatan sevgisini ögrenen gençler,
çogaldı. Hükûmetleri ele geçiren masonlar, bu hâli görünce, tarîkatlara dinsiz, soysuz
kimseleri karısdırdılar. Hakîkî müslimânlar azalıp, kalmayınca, tarîkatlar,
dinsizlerin, ahlâksızların elinde kaldı.