HASAN CAN
Active member
Konunun ilk bölümüne aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz.
--------------> http://www.rasulehasret.com/tasavvufi-kavramlar/46444-faydali-ilim-ilm-i-nafi-1-a.html#post101617
İlm-i nâfîden, yani ilimdeki kalbî olgunluktan mahrum kimseler, neticede ne öğrenirlerse öğrensinler, en büyük hakîkat olan Hakk'a vuslattan mahrum kalırlar. İlim, ancak kulak ve zihinden kalbe inip kalben de hazmedildiği takdirde, sâhibi için güzel tecelliler hâsıl eder. Ancak böyle bir ilim, suretten sîrete, yâni güzel ahlâk, amel-i salih ve Allah korkusuna inkılap eder. Cenâb-ı Hak ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "(Rasûlüm) de ki: Rabbim, ilmimi artır!" (Tâhâ, 114) Bu artış, kulun takva ve haşyet duygularının seviye kazanmasıdır. Zira yine Kur’an-ı Kerîm'de buyrulduğu üzere: "... Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan (gereğince) korkar..." (Fâtır, 28)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de: "İçinizde Allah’tan en çok sakınanınız (en muttaki olanınız) ve O'nu en çok bileniniz benim." (Buhârî, Îmân, 13; Edeb, 72) buyurmuştur. Demek ki ilim, gönle ulaşmamış ve sâhibini Allah sevgi ve korkusuna götürmemişse, sâhibine zahiren âlim dense bile, hakikatte âlim sayılmaz.
İmâm Gazâlî -kuddise sirruh-, sırf dünyevî ilimlerle meşgul olup, bunların "kîl ü kâl"iyle ömrünü tüketerek Rabbini unutan kimselere şöyle hitap eder: "- Ey oğul! Kelâm, mantık, belâgat, şiir, sarf, nahiv ve emsali ilimleri irfana geçirememişsen yazık sana! Allah -celle celâlühû-'nun, kendisine ibadet edesin diye vermiş olduğu ömrü zayi etmekten başka eline ne geçti."
Gerçekten de kulu Hak katında hüsrana uğratıp cennet ve cemâlullâha kavuşmaya faydası olmayacak bir ilim neye yarar? İnsanı sonunda İblîs, Bel'am bin Baura ve Kârun'a benzeten ve onların gurur, kibir, kendini beğenme, herkese tepeden bakma, nihâyet Hakk'a isyan etme gibi kötü sıfatlarıyla dolduran bir ilme, ilim denilebilir mi? Asla! Bu bakımdan İslâm büyükleri ilim hakkında: "İlim, idrak etmektir. İdrak gerçekleşmeden ilim tahakkuk etmez. Bu idrakin müntehası ise mârifetullâhtır. Bu yönüyle mârifetullâh bütün ilimlerin özüdür. İlimler bu ilme yakınlığı derecesinde değer kazanırlar..." demişlerdir.
Hazret-i Mevlana buyurur: "Hünerli ve bilgili kişi iyidir ama İblis'ten ibret al da ona pek değer verme! Zira İblis'te de bilgi vardı. Ama o, Âdem'in topraktan yaratılışını, dış yüzünü gördü de, onun hakikatini göremedi." "Nice ilim, akıl ve anlayış vardır ki, hakikat yolcusuna gulyabani kesilir, yolunu vurur. Onun için cennetliklerin ekserisi, filozofların şerlerinden korunabilmiş, saf ve ehl-i kalb kimselerdir. Ey gâfil! Gururdan, kendini beğenmekten kurtul ve lüzumsuz şeyleri üstünden at ki her an sana ilâhî rahmetler yağsın."
Hiçbir insan, sırf aklıyla hakikate ulaşamaz. Zira kâinat, akılla tahlil edildiğinde sayısız muamma ile karşılaşılır. Akıl, dünya işlerini görmekte faydalıdır ama ilâhî vahiyden feyizlenmediği takdirde hakikat yolunda kifayetsizdir. Hakikate ulaşmak, akla ilâveten bir iman ve aşk işidir. Vahiyle terbiye edilmiş selim bir muhakeme, hakikat arayışında kulu bir noktaya ulaştırabilir. Onun ötesindeki sır ve hikmetlerin idrakinde ise ancak gönül kanatları ile mesafe alınabilir.
Hakikatler ve sırlar âlemine açılmada aklın rolü, dar bir kapı gibidir. Buna rağmen onsuz, irfana ulaşmak mümkün olmadığı gibi, hiçbir akılsız da "arif" olamaz. Lâkin sırf akıl da sâhibini "irfana nail kılamaz. Aklın sathında kalarak dini kâmil manasıyla idrak etmek, mümkün değildir. Zira akıl, bir basamaktır. Oradan aşka sıçrayabilmek gerekir. Hazret-i Mevlânâ, bu merhaleleri kat edebilmek için: "Mustafa’nın önünde aklı kurban et." buyurmuştur. Hakk'a giden yolda, aklın nihâyetinden sonra gönül vecdine ihtiyaç vardır.
Cümle ehlullâh, bu varlık denizinden aşk ile geçtiklerini ifade ederler. Nitekim onlarda, hakikate vuslatın vecdinden fışkıran aşk nağmelerini bol bol duyarız. Onların nazarında bu viran dünyanın kıymeti yok olmuştur. İstiğrak hâlindeki aşkın neşvesi onları sarmıştır. Bu sebeple daima asıl gayeye yönelirler. Allah’ın veli kulları; birer ahlâk abidesi olan peygamberlerin nefisleri terbiye etme vazifelerini, insanlık içinde önce nefislerinde bizzat yaşamak ve ardındakilere misal teşkil etmek suretiyle tamamlayan, ruh dünyasının zirve şahsiyetleridir.
Kalp gözü açılan mümin, her yerde Rabbin ilâhî tecellilerini müşahede eder. Bu hâl, bir keramet değil, irfan ve marifete dönüşmüş bir ilimdir. Gönüldeki hakiki aşkın mahsulüdür. Hak dostları ilâhî aşkın verdiği bu görüş dirayetiyle âlemi ilâhî kudret tecellileri içinde müşahede ederler. İnsanı, eşyayı ve kâinatı, kendi sır ve hakikati ile görürler.
Hakikaten bilgi, kalbe saplanan gurur vesilesi bir diken olursa, onun gayesi olan gülden ne râyiha duyulabilir? Rüzgârların, ırmakların, dağların dilinden anlamayan; güllerden, ağaçlardan, çiçeklerden, kurtlardan, kuşlardan ibret almayanlar için hayatın ne tadı olabilir? Onların telkin ettiği ilâhî sanatı hissedememek, kalbin olgunlaşmamış bulunduğuna alâmettir.
Sâdî-i Şîrâzî gönülleri hikmete yönlendirip, ilm-i nâfîye şöyle davet eder: "Ayık kişiler nazarında ağaçların yeşil yaprakları bile bir divandır. Her zerre, Cenâb-ı Hakk'ın ilâhî sanatını ifşâ etmiyor mu?"
Kâinat, ilâhî neşvenin membaından taşan tecelliler sergisidir. İnsan denilen meçhul muamma, ilâhî neşvenin kâmil bir tecellisidir. İnsanoğlunu dünyada kemâle erdiren, ulvî neşveler taşıyan bir yürek sâhibi olmasıdır. Hallâc, taşlanırken dahi kâmil bir kalp aradı. Gül atana esef etti. Öylece gitti.
Zira kâinatta her zerre, her an bize ilâhî neşveden taze bir haber ve selâm veriyor. Kundaktaki yavrunun gülüşünden, bir kelebeğin kanat çırpışına, bülbüllerin feryadından, baharın renk ve râyiha cümbüşüne kadar her şey ilâhî neşvenin bin bir tecellisi değil de nedir? İşte ilm-i nâfînin en ihtişamlı tezahürü, kâinat kitabını gönül gözüyle okumaktır. Âlemin hikmet, ibret ve ilâhî tecellilerden ibaret olduğunun idrakine varmaktır. Cenâb-ı Hak ayet-i kerimelerde: "Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık." (ed-Duhân,38) "Sizi abes yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (el-Mü'minûn, 115) buyurmaktadır.
Buna göre her ilim, insanı yaratılış gayesi mucibince ibret ve hikmete götürmeli, kâinattaki ilâhî ihtişamı temâşa edip mutlak sanatkâra ulaştırmalıdır. Cenâb-ı Hak, tabiatı, ruha ferah râyihalar sunan rengârenk çiçeklerle tezyin etmiştir. En abûs bir surat bile, bunları seyrederken ruhuna bir inikâs olur, yüzünde tebessümler belirir. İşte nebâtâtı mevzu edinen bir botanik ilminde bile, naif ilim olgunluğuna ermiş bir müminin kalbi, bütün beşeriyetin yüzünde tebessüm uyandıran bir çiçek bahçesi hâline gelir.
İlâhî sanatın teşhir edildiği diğer bir sırlar hazinesi de insan vücududur. Bu hazineyi keşfederek ilmini nâfî hâle getiren bir doktor, ilâhî kudret karşısında duyacağı hayranlıkla, hastasına yaratıcısından ötürü tevazu, şefkat ve hürmetle nazar edebilme faziletine erer.
Diğer taraftan bu ufka ulaşamayan bir insan, ilim ve dünyevî mevkilerde zirve noktada bile olsa, yine de noksandır. Zira bir ilmin kıymeti, dünya ve ahirette faydası olacak kalbî olgunluk ve ahlâkî mükemmellikle ölçülür.
Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere, ilm-i nâfînin yolu bazı manevi hasletlerin gönülde yer etmesinden geçmektedir. Yâni nefsin, riya, kibir, tamah, fahır, hubb-i riyaset vs. gibi bütün kötü sıfatlardan temizlenmesi; bunun neticesinde de gönlün, takva, huşû, merhamet, sabır, şükür, tevazu, kanaat, zühd, verâ, Hakk'a tevekkül gibi ahlâk-ı Muhammediyye ile muttasıf olması zaruridir.
İlm-i nâfînin yeşerdiği iklim ve çerçeveyi İmâm-ı Rabbânî Hazretleri kısaca şöyle beyan buyurur: "Ey din kardeşlerim! Hepimizin üzerine en önce gereken şey, itikadımızı Kitap ve sünnete göre düzeltmektir. Bidat ve dalâlet ehli, kendi bâtıl hüküm ve itikatlarını Kitap ve sünnete uygun zannederler. Hâlbuki onların itikatları hak ve hakikatten fersah fersah uzaktır."
Bundan sonra da dinin hükümlerini, helâl ve haramı, farz, vacip ve sünnetleri bilmek ve bunları amel-i sâlihler suretinde tatbik etmek lâzımdır. Ancak bütün bunların kâmil manada gerçekleşmesi için de her zaman kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye etmek zaruridir. Zira itikat düzgün olmadığı takdirde dinî hükümleri bilmenin; dinî hükümler bilinmediği takdirde amel işlemenin; amel işlenmediği takdirde kalbi tasfiye ve nefsi tezkiyenin; tasfiye ve tezkiye gerçekleşmediği takdirde de itikat, amel ve ilmin hiçbir faydası olmaz...
İşte ancak bu temel esasların oluşturduğu bir zeminde yeşerecek olan ilim ve davranışlar, ilm-i nâfî dairesine girerek marifet mahiyetini kazanmış olur.
Ey Rabbimiz! Bizleri daima ilm-i nâfî ile rızıklandırmanı niyaz eyler, faydası olmayan her türlü ilimden sana sığınırız! Bizleri ilmiyle amel edenlerden kıl! İlmini irfan haline getirip mârifetullâh semalarına yükselen ve böylece miracına vasıl olan bahtiyarlardan eyle!
--------------> http://www.rasulehasret.com/tasavvufi-kavramlar/46444-faydali-ilim-ilm-i-nafi-1-a.html#post101617
İlm-i nâfîden, yani ilimdeki kalbî olgunluktan mahrum kimseler, neticede ne öğrenirlerse öğrensinler, en büyük hakîkat olan Hakk'a vuslattan mahrum kalırlar. İlim, ancak kulak ve zihinden kalbe inip kalben de hazmedildiği takdirde, sâhibi için güzel tecelliler hâsıl eder. Ancak böyle bir ilim, suretten sîrete, yâni güzel ahlâk, amel-i salih ve Allah korkusuna inkılap eder. Cenâb-ı Hak ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: "(Rasûlüm) de ki: Rabbim, ilmimi artır!" (Tâhâ, 114) Bu artış, kulun takva ve haşyet duygularının seviye kazanmasıdır. Zira yine Kur’an-ı Kerîm'de buyrulduğu üzere: "... Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan (gereğince) korkar..." (Fâtır, 28)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de: "İçinizde Allah’tan en çok sakınanınız (en muttaki olanınız) ve O'nu en çok bileniniz benim." (Buhârî, Îmân, 13; Edeb, 72) buyurmuştur. Demek ki ilim, gönle ulaşmamış ve sâhibini Allah sevgi ve korkusuna götürmemişse, sâhibine zahiren âlim dense bile, hakikatte âlim sayılmaz.
İmâm Gazâlî -kuddise sirruh-, sırf dünyevî ilimlerle meşgul olup, bunların "kîl ü kâl"iyle ömrünü tüketerek Rabbini unutan kimselere şöyle hitap eder: "- Ey oğul! Kelâm, mantık, belâgat, şiir, sarf, nahiv ve emsali ilimleri irfana geçirememişsen yazık sana! Allah -celle celâlühû-'nun, kendisine ibadet edesin diye vermiş olduğu ömrü zayi etmekten başka eline ne geçti."
Gerçekten de kulu Hak katında hüsrana uğratıp cennet ve cemâlullâha kavuşmaya faydası olmayacak bir ilim neye yarar? İnsanı sonunda İblîs, Bel'am bin Baura ve Kârun'a benzeten ve onların gurur, kibir, kendini beğenme, herkese tepeden bakma, nihâyet Hakk'a isyan etme gibi kötü sıfatlarıyla dolduran bir ilme, ilim denilebilir mi? Asla! Bu bakımdan İslâm büyükleri ilim hakkında: "İlim, idrak etmektir. İdrak gerçekleşmeden ilim tahakkuk etmez. Bu idrakin müntehası ise mârifetullâhtır. Bu yönüyle mârifetullâh bütün ilimlerin özüdür. İlimler bu ilme yakınlığı derecesinde değer kazanırlar..." demişlerdir.
Hazret-i Mevlana buyurur: "Hünerli ve bilgili kişi iyidir ama İblis'ten ibret al da ona pek değer verme! Zira İblis'te de bilgi vardı. Ama o, Âdem'in topraktan yaratılışını, dış yüzünü gördü de, onun hakikatini göremedi." "Nice ilim, akıl ve anlayış vardır ki, hakikat yolcusuna gulyabani kesilir, yolunu vurur. Onun için cennetliklerin ekserisi, filozofların şerlerinden korunabilmiş, saf ve ehl-i kalb kimselerdir. Ey gâfil! Gururdan, kendini beğenmekten kurtul ve lüzumsuz şeyleri üstünden at ki her an sana ilâhî rahmetler yağsın."
Hiçbir insan, sırf aklıyla hakikate ulaşamaz. Zira kâinat, akılla tahlil edildiğinde sayısız muamma ile karşılaşılır. Akıl, dünya işlerini görmekte faydalıdır ama ilâhî vahiyden feyizlenmediği takdirde hakikat yolunda kifayetsizdir. Hakikate ulaşmak, akla ilâveten bir iman ve aşk işidir. Vahiyle terbiye edilmiş selim bir muhakeme, hakikat arayışında kulu bir noktaya ulaştırabilir. Onun ötesindeki sır ve hikmetlerin idrakinde ise ancak gönül kanatları ile mesafe alınabilir.
Hakikatler ve sırlar âlemine açılmada aklın rolü, dar bir kapı gibidir. Buna rağmen onsuz, irfana ulaşmak mümkün olmadığı gibi, hiçbir akılsız da "arif" olamaz. Lâkin sırf akıl da sâhibini "irfana nail kılamaz. Aklın sathında kalarak dini kâmil manasıyla idrak etmek, mümkün değildir. Zira akıl, bir basamaktır. Oradan aşka sıçrayabilmek gerekir. Hazret-i Mevlânâ, bu merhaleleri kat edebilmek için: "Mustafa’nın önünde aklı kurban et." buyurmuştur. Hakk'a giden yolda, aklın nihâyetinden sonra gönül vecdine ihtiyaç vardır.
Cümle ehlullâh, bu varlık denizinden aşk ile geçtiklerini ifade ederler. Nitekim onlarda, hakikate vuslatın vecdinden fışkıran aşk nağmelerini bol bol duyarız. Onların nazarında bu viran dünyanın kıymeti yok olmuştur. İstiğrak hâlindeki aşkın neşvesi onları sarmıştır. Bu sebeple daima asıl gayeye yönelirler. Allah’ın veli kulları; birer ahlâk abidesi olan peygamberlerin nefisleri terbiye etme vazifelerini, insanlık içinde önce nefislerinde bizzat yaşamak ve ardındakilere misal teşkil etmek suretiyle tamamlayan, ruh dünyasının zirve şahsiyetleridir.
Kalp gözü açılan mümin, her yerde Rabbin ilâhî tecellilerini müşahede eder. Bu hâl, bir keramet değil, irfan ve marifete dönüşmüş bir ilimdir. Gönüldeki hakiki aşkın mahsulüdür. Hak dostları ilâhî aşkın verdiği bu görüş dirayetiyle âlemi ilâhî kudret tecellileri içinde müşahede ederler. İnsanı, eşyayı ve kâinatı, kendi sır ve hakikati ile görürler.
Hakikaten bilgi, kalbe saplanan gurur vesilesi bir diken olursa, onun gayesi olan gülden ne râyiha duyulabilir? Rüzgârların, ırmakların, dağların dilinden anlamayan; güllerden, ağaçlardan, çiçeklerden, kurtlardan, kuşlardan ibret almayanlar için hayatın ne tadı olabilir? Onların telkin ettiği ilâhî sanatı hissedememek, kalbin olgunlaşmamış bulunduğuna alâmettir.
Sâdî-i Şîrâzî gönülleri hikmete yönlendirip, ilm-i nâfîye şöyle davet eder: "Ayık kişiler nazarında ağaçların yeşil yaprakları bile bir divandır. Her zerre, Cenâb-ı Hakk'ın ilâhî sanatını ifşâ etmiyor mu?"
Kâinat, ilâhî neşvenin membaından taşan tecelliler sergisidir. İnsan denilen meçhul muamma, ilâhî neşvenin kâmil bir tecellisidir. İnsanoğlunu dünyada kemâle erdiren, ulvî neşveler taşıyan bir yürek sâhibi olmasıdır. Hallâc, taşlanırken dahi kâmil bir kalp aradı. Gül atana esef etti. Öylece gitti.
Zira kâinatta her zerre, her an bize ilâhî neşveden taze bir haber ve selâm veriyor. Kundaktaki yavrunun gülüşünden, bir kelebeğin kanat çırpışına, bülbüllerin feryadından, baharın renk ve râyiha cümbüşüne kadar her şey ilâhî neşvenin bin bir tecellisi değil de nedir? İşte ilm-i nâfînin en ihtişamlı tezahürü, kâinat kitabını gönül gözüyle okumaktır. Âlemin hikmet, ibret ve ilâhî tecellilerden ibaret olduğunun idrakine varmaktır. Cenâb-ı Hak ayet-i kerimelerde: "Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık." (ed-Duhân,38) "Sizi abes yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (el-Mü'minûn, 115) buyurmaktadır.
Buna göre her ilim, insanı yaratılış gayesi mucibince ibret ve hikmete götürmeli, kâinattaki ilâhî ihtişamı temâşa edip mutlak sanatkâra ulaştırmalıdır. Cenâb-ı Hak, tabiatı, ruha ferah râyihalar sunan rengârenk çiçeklerle tezyin etmiştir. En abûs bir surat bile, bunları seyrederken ruhuna bir inikâs olur, yüzünde tebessümler belirir. İşte nebâtâtı mevzu edinen bir botanik ilminde bile, naif ilim olgunluğuna ermiş bir müminin kalbi, bütün beşeriyetin yüzünde tebessüm uyandıran bir çiçek bahçesi hâline gelir.
İlâhî sanatın teşhir edildiği diğer bir sırlar hazinesi de insan vücududur. Bu hazineyi keşfederek ilmini nâfî hâle getiren bir doktor, ilâhî kudret karşısında duyacağı hayranlıkla, hastasına yaratıcısından ötürü tevazu, şefkat ve hürmetle nazar edebilme faziletine erer.
Diğer taraftan bu ufka ulaşamayan bir insan, ilim ve dünyevî mevkilerde zirve noktada bile olsa, yine de noksandır. Zira bir ilmin kıymeti, dünya ve ahirette faydası olacak kalbî olgunluk ve ahlâkî mükemmellikle ölçülür.
Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere, ilm-i nâfînin yolu bazı manevi hasletlerin gönülde yer etmesinden geçmektedir. Yâni nefsin, riya, kibir, tamah, fahır, hubb-i riyaset vs. gibi bütün kötü sıfatlardan temizlenmesi; bunun neticesinde de gönlün, takva, huşû, merhamet, sabır, şükür, tevazu, kanaat, zühd, verâ, Hakk'a tevekkül gibi ahlâk-ı Muhammediyye ile muttasıf olması zaruridir.
İlm-i nâfînin yeşerdiği iklim ve çerçeveyi İmâm-ı Rabbânî Hazretleri kısaca şöyle beyan buyurur: "Ey din kardeşlerim! Hepimizin üzerine en önce gereken şey, itikadımızı Kitap ve sünnete göre düzeltmektir. Bidat ve dalâlet ehli, kendi bâtıl hüküm ve itikatlarını Kitap ve sünnete uygun zannederler. Hâlbuki onların itikatları hak ve hakikatten fersah fersah uzaktır."
Bundan sonra da dinin hükümlerini, helâl ve haramı, farz, vacip ve sünnetleri bilmek ve bunları amel-i sâlihler suretinde tatbik etmek lâzımdır. Ancak bütün bunların kâmil manada gerçekleşmesi için de her zaman kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye etmek zaruridir. Zira itikat düzgün olmadığı takdirde dinî hükümleri bilmenin; dinî hükümler bilinmediği takdirde amel işlemenin; amel işlenmediği takdirde kalbi tasfiye ve nefsi tezkiyenin; tasfiye ve tezkiye gerçekleşmediği takdirde de itikat, amel ve ilmin hiçbir faydası olmaz...
İşte ancak bu temel esasların oluşturduğu bir zeminde yeşerecek olan ilim ve davranışlar, ilm-i nâfî dairesine girerek marifet mahiyetini kazanmış olur.
Ey Rabbimiz! Bizleri daima ilm-i nâfî ile rızıklandırmanı niyaz eyler, faydası olmayan her türlü ilimden sana sığınırız! Bizleri ilmiyle amel edenlerden kıl! İlmini irfan haline getirip mârifetullâh semalarına yükselen ve böylece miracına vasıl olan bahtiyarlardan eyle!