HAYATIN KİTABI: KUR’AN
Ey iman edenler! Sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman Allah ve Resulünün çağrısına koşun. [40]
Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulunu apaçık ayetlerle gönderen O’dur. Şüphesiz Allah sizlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. [41] Allah kullarını esenlik yurduna çağırıyor. [42]
Şehir devletinin meclisi olan Dâru’n Nedve’de, yoğun katılımlı, sert tartışmalı toplantılardan birisi daha gerçekleşiyordu. Toplantıya katılanların ileri sürdükleri görüşlerden ve yapılan konuşmalardan anlaşıldığına göre, bu tartışmalı toplantının da öncekilerden bir farkı yoktu. Konu yine aynıydı: Şehrin idaresini ve toplumun değerlerini temellerinden sarsan İslâm davetini durdurabilmek veya eğer bu gerçekleştirilemezse, daveti normal seyrinden saptırabilmenin çarelerini bulmak. Zira, Mekke şehir devleti îslâm daveti nedeniyle büyük bir tehlikeyle karşı karşıyaydı. Bir kişi olarak Resulüllah’la başlayan davet gelişmiş, büyümüş ve Mekke yönetiminin, ekonomik gücü elinde bulunduran Mekke eşrafının baş edemeyeceği bir güce erişmişti. Yürürlükteki sistemin ve değerlerin savunucusu ve temsilcileri olan Mekke eşrafı hayatlarının en sıkıntılı dönemlerini yaşıyorlardı. Toplumsal sistemleri çökmek; sahip oldukları ekonomik, siyasî, hukukî, kültürel, dinî statüleri yok olmak üzereydi. Mekke eşrafı için durumları vahimdi ve tez elden çözüm sağlayıcı hâl çareleri tespit edip uygulamaya koymaları gerekiyordu. Bir süredir gerçekleştirdikleri boykot hâlâ bir işe yaramamıştı. Müminler de Haşim oğullarının müşrik kesimi de boykotun bütün zorluklarına katlanıyor ve pes etmiyorlardı.
Meclisin en saygın üyelerinden Nadr b. Haris, toplantının amacını, katılanlara Şöyle açıkladı: ‘Ey Kureyş topluluğu! Vallahi başımıza öyle bir şey geldi ki, henüz onu çözüme kavuşturamadık. Muhammed içimizde genç bir delikanlıydı; en sevilen, en doğru sözlü, en güvenilir olammızdı. Ancak ne zaman ki, göz ile kulağı arasına ak düştü ve bizi bir şeylere davet etmeye başladı, işte o zaman getirdiği şey karşısında ‘Bu sihirbazdır’ dedik. Hayır! Biliyoruz ki, vallahi o bir sihirbaz değildir. Çünkü biz sihirbazları ve sihirbazların büyülerini gördük. ‘O kâhindir’ dedik. Hayır, vallahi o bir kâhin değildir. Çünkü biz kâhinleri ve hallerini gördük ve sözlerini dinledik. ‘O şairdir’ dedik. Hayır, vallahi o bir şair de değildir. Çünkü biz şiir çeşitlerini dinledik. Hecesiyle, receziyle ve karıziyla bütün şiir çeşitlerini biliyoruz. ‘Delidir’ dedik. Hayır, vallahi! Biliyoruz ki o asla deli değildir. Çünkü biz deli gördük. O, delilik boğuntusu ve vesvesesi içinde değil. Ey Kureyş topluluğu! Bu işin çaresini bulun! Çünkü, vallahi başımıza büyük bir iş gelmiş bulunuyor.[43]
Mekke eşrafı, bütün gayret ve çabalarına, uyguladıkları baskı ve işkencelere, yaptıkları tehditlere, sundukları tekliflere rağmen Resulüllah’ı davasından vazgeçiremeyeceklerini, Resulüllah’ın yanındaki müminleri dinlerinden döndüremeyeceklerini anlamış durumdaydılar. İslâm davetini durdurma noktasında ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığını yaşıyorlardı. Yıllardır sürdürdükleri mücadelenin sonunda şunu anlamışlardı: İslâm’ın doğruluğu hakkında bir şüphe veya delil oluş tura madıkça, problem kendileri açısından hallolmayacak. Dikkatlerini islâm’a yönelttiler. Eğer İslâm’ın, insanların ona dahil olmasını engelleyecek olumsuz bir özelliğini tespit edebilirlerse problemden kurtulabilirlerdi. Ancak içinde bulundukları şartlarda İslâm’ın bir eksiğini veya yanlışlığını kendilerinin bilebil-meleri veya bulabilmeleri mümkün görünmüyordu. İslâm hakkında bütün bildikleri, Resulüllah’ın kendilerine bildirdiği şeyler olup, bunlar da hep olumlu ve güzel şeylerdi. Bunları amaçlarını gerçekleştirmede malzeme olarak kullanamayacakları açıktı. Yahudilerden yardım alabileceklerini düşündüler. Zira, islâm ile Yahudilerin dininin aynı temellere sahip olduğunu biliyorlardı. Her ikisi de Allah katından olduğunu ifade etmekteydi, islâm’ı insanlar açısından sevimsiz, yanlış gösterebilmelerini sağlayacak bilgiyi Yahudilerden alabilirlerdi. Yahudilerden, yakından tanıdıkları, bilhassa ticarî seyahatleri sırasında sıklıkla görüşüp dost oldukları birçok kişi vardı. Yardımlarını esirgemeyeceklerine emindiler.
Mekke liderleri, islâm’la ilgili bir olumsuzluk, yanlışlık bulma arzularını gerçekleştirebilmek için Yahudilerden yardım isteme kararını, Dâru’n Nedve’deki bu son toplantıda aldılar. Yapılan toplantıda durumu ayrıntılarıyla görüştüler ve iki temsilci seçtiler. Temsilcilere, Mekke adına yapacakları görevi şu şekilde bildirdiler: ‘Muhammed’in durumunu Yahudi bilginlerinden sorun. O’nun özelliklerini ve sözlerini bildirin. Onlar peygamberlik hakkında bizden daha bilgilidirler. Çünkü onlar kendilerine kitap inmiş bir topluluktur’.
Nadr b. Haris ve Ukbe b. Ebî Muayt’tan oluşan heyet, Mekke şehir devleti adına kendileriyle görüşüp, yardım istemek için Medine’deki Yahudilere gittiler. Bu iki temsilci, Medine’de Yahudi kabilelerinin ileri gelenleriyle görüşüp, Resulüllah ve Resulüllah’ın insanlara bildirdikleri hakkında bilgiler verdiler. İki temsilciyi dikkatle dinleyen Yahudiler şunları söylediler: ‘Şu üç şeyi O’na sorun, eğer bunları bilirse O bir peygamberdir. Yok eğer bilemezse O bir yalancıdır. O zaman O’na istediğinizi yapın. O’na öncelikle bir mağaraya sığınan gençlerin durumunu sorun. Bunların, ayrıntılarını ancak bir peygamberin bilebileceği ilginç bir hikayeleri vardır. Ayrıca yeryüzünü doğusundan batısına kadar gezen adamın durumunu sorun. Bir de ruhun ne olduğunu sorun. Eğer bunlara cevap verirse O’nu tasdik edip, O’na itaat edin. Çünkü O bir peygamberdir. Fakat eğer bu sorularınızı cevaplayamazsa bu durumda O yalancılardan birisidir; ne istiyorsanız onu yapın.[44]
Yahudilerden, problemlerini çözebileceğine inandıkları bilgilerle Mekke’ye dönen heyet, büyük bir sevinçle durumu eşrafa açıkladılar: ‘Ey Kureyş büyükleri! Bizler sizinle Muhammed’in arasındaki problemi halledecek şeylerle geldik. Yahudi bilginleri Muhammed’e bazı şeyler sormamızı istediler. Bu sorularımızla Muhammed’in ne olduğunu açığa çıkaracağız’ Sonra hiç vakit kaybetmeden Resulüllah’ın yanma giderek sorularını yönelttiler. Sorularını yönelttikten sonra da alaylı bir ifadeyle ‘Eğer gerçekten peygambersen bunları bil bakalım! Eğer bilemezsen sen yalancının birisisin’ dediler.
Mekke eşrafının sorularım dikkatle dinleyen Resulüllah, kendisine yöneltilen soruların cevabını bilmiyordu. Bunları ancak vahiy ile öğrenebilirdi. Cevapların vahyolunacağmdan ise kuşkusu yoktu. Bu nedenle, her zaman olduğu gibi vahyin yine yardımına yetişeceğinden emin bir halde ‘Yarın gelin sorularınızın cevabını vereyim’ dedi. Müşrik liderler ertesi gün büyük bir merak içerisinde Resulüllah’ın yanma gittikleri zaman sorularına cevap alamadılar. Resulüllah kendisine sorulan soruların cevabını veremedi. Soruların cevabı vahyolunmamıştı. Eşraftan bazıları bir sonraki gün tekrar Resulüllah’ın yanma gittiler, fakat cevap yine yoktu. Bir başka gün yine gittiler, cevap yine yoktu… Bu durum günlerce devam etti. Günlerce sorularına cevap alamayan Mekke eşrafı, Resulüllah’ın yalanını açığa çıkardıklarını düşünerek sevindiler, büyük bir keyifle insanlara durumu açıklamaya başladılar.
Kanaatlerince artık iş bitmişti. Problemleri sonra ermişti. İstedikleri olmuş ve Resulüllah’ın yalan söylediğini açığa çıkarmışlardı. Büyük bir mutlulukla, islâm’ın Allah katından insanlar için belirlenen bir inanç ve hayat tarzı olmadığını, Resulüllah’ın kişisel düşünce ve fikirlerini Allah tarafından bildirilen şeyler gibi sunduğunu ilan etmeye başladılar. Karşılaştıkları herkese ‘Eğer o gerçekten bir peygamber olsaydı bu soruları cevaplardı. Ama görüyorsunuz, cevaplayamıyor; o bir yalancı diyorlardı. Mekke müşriklerinin son derece sevinçli olduğu bu günlerde başta Resulüllah olmak üzere tüm müminler üzüntülüydüler; ne diyeceklerini bilemiyorlar, perişan bir halde bekliyorlar, sıkıntıları her geçen gün daha da artıyordu. Bir toplumun gözünde yalancı konumuna düşmüşlerdi. Fakat durum on beş gün sonra değişti. Resulüllah’ın büyük bir üzüntü ve sıkıntı içerisinde beklediği, müşriklerin ise korktukları şey gerçekleşti. Söz konusu soruları cevaplayan ayetler vahyolundu. Vahyolunan ayetler Kehf sûresinin ayetleriydi.
İnsanların islâm’ı kabullenişlerini durdurmak, islâm’a girenlerin ise islâm’dan uzaklaşmalarını sağlamak maksadıyla Yahudilerle görüşen müşrikler, Resulüllah’ın sorularına bir süre cevap verememesiyle arzularına kavuştuklarını düşünmüş ve çok sevinmiştiler. Nihayet istedikleri olmaya başlamıştı; daveti durdurmanın bir yolunu bulmuşlardı. Ancak Kehf sûresinin vahyolunmasıyla, sorularına cevap verildiği gibi, daha da fazlası yapıldı. Şöyle ki; müşrikler bir müddet sorularının cevabını alamamaları nedeniyle ‘Muhammed eğer peygamber olsaydı sorularımızı cevaplardı’ propagandası ile konuyu tamamen vahyin üzerine odaklandırmışlardı. ‘Muhammed eğer peygamber olsaydı sorularımızı cevaplardı’ derken kendilerini mahkum ettiklerinin farkında değillerdi ve vahiy ile cevap verilince ne yapacaklarını bilemez oldular, itiraz da edemediler; cevap verilmişti ve bizzat kendileri bu soruların ancak vahiyle bilinebileceğini söyleyip durmuşlardı. Müşrikler kendi silahlarıyla vurulmuşlardı; ama bunu anladıkları zaman iş işten geçmişti.
Vahyin bir süre gecikmesinde birçok hikmetler vardı. Bunu ilk zamanlar, o sıkıntılı günlerinde ne Resulüllah ve ne de diğer müminler anlayabildiler. O zaman bilmiyorlardı ama sonradan fark ettiler ki, eğer cevap ilk anda vahyolunsaydi, böylesine etkili olmayacak ve hatta müşrikler daha başka yalan iddialarda dahi bulunabileceklerdi. Ama müşrikler, on beş gün süreyle ‘eğer peygamber olsaydı bilirdi’ ifadeleriyle kendilerini bağlayıp, iftira atamaz hale getirilmişlerdi. Böylelikle Resulüllah’ın peygamberliği müşriklerin iddia olarak ileri sürebilecekleri olumsuz bir neden ve tavır bırakılmaksızın ispat edildiği gibi; on beş gün herkesin beklediği ve konusuna şartlandığı ayetlerdeki Ashab-ı Kehf kıssası ile Mekke’deki taraflardan hangisinin hak üzere, hangisinin cehalet üzere olduğu bir kez daha açıkça ifade edilmiş, ilgili-ilgisiz herkese durum bir kez daha açıkça gösterilmiş oldu. Müşrik liderler henüz vahyolunmadan propagandasını yaptıkları ayetleri insanların ilgi ve merakla dinlenmesini önleyemez oldular.
Yaşanan bu olayların taraflarından birisini müşrikler oluşturmasına karşılık, diğer tarafını da başta Resulüllah olmak üzere müminler oluşturuyordu. Dolayısıyla, vahyin on beş günlük kesintisi ve arkasından Ashab-ı Kehf kıssasının vahyolunması, sadece müşrikleri cevaplayan, onları perişan ve rezil eden bir süreci oluşturmadı. Aynı zamanda Resulüllah’a ve O’nun şahsında müminlere de birçok mesajlar verildi; bazı ihtarlarda bulunuldu. Yaşanan sürecin müminleri ilgilendiren ve oldukça Önemli olan boyutu şuydu: Yahudilerden öğrenilen sorular kendisine yönetildiği zaman, bu soruların cevabını hiçbir şekilde bilmeyen Resulüllah’ın emin olduğu bir şey vardı; Allah her zaman olduğu gibi, bu seferde Resulünü ve O’nun şahsında müminleri zor durumda bırakmayıp, soruların cevabını bildirecektir. Bu güven ve rahatlık içerisinde Resulüllah’ın müşriklere sözü ‘Yarın gelin cevabı bildireyim’ oldu. Fakat umduğu gerçekleşmedi. Bir, iki, üç derken tam on beş gün soruların cevabını açıklayacak ayetler vahyolunmadı. Resulüllah ve müminler müşrikler karşısında büyük sıkıntılara girdiler, zor anlar yaşadılar. Bir anda adeta dünyanın başlarına yıkıldığım hissettiler. Doğruluğundan hiçbir şekilde tereddüt etmedikleri dinleri nedeniyle sessiz kalmaları, söyleyebilecekleri bir şey olmaması kendileri için büyük bir azap oldu. Çaresiz, perişan bir duruma düştüler. Haklı olup bunu ispatlayamamamn, doğru olup yalancı konuma düşmenin katlanılamaz ağırlığını olanca şiddetiyle bütün varlıklarında hissettiler.
Allah’ın, Resulüllah’ı ve diğer müminleri böylesine büyük bir sıkıntı içerisinde bırakmasının bir gayesinin olduğu ise kesindi. Bu, islâm’ın kaynağı ve dayanağı olan vahyin önemiyle, yani Kur’an’m fonksiyonuyla doğrudan ilgiliydi. Müminler, biraz geç olmakla birlikte bunu anlamakta zorlanmadılar. Şöyle ki: Gerek Resulüllah ve gerekse diğer müminler bütün hâl ve hareketlerini, hedef ve planlarını ilâhî bilgiye dayalı bir şekilde belirliyorlardı. Vahyolunan her bir ayet, onlar için o andaki ve gelecekteki muhtemel problemlerini çözüp, durumlarını açıkladığı gibi, ne yapmaları ve neler yapmamaları gerektiğini de bildiriyordu. Onlar, islâm davetinin seyri konusunda yorulmuyor, sadece verilen ilâhî talimatların gereğini yerine getiriyorlardı. Ancak şurası açıktır ki bütün hâl ve hareketlerin, yani islâm davetinin yöntem ve stratejisinin ilâhî irade tarafından belirlenmiş olması, zaman içerisinde Resulüllah ve müminlerde bir alışkanlığa neden olması gayet normaldir. Aynen çok hassas bir denge üzerinde yer alan hayatımızın birçok özelliklerine alışıp, o özelliklerin önemini fark edemeyecek duruma geldiğimiz gibi. Resulüllah ve diğer müminlerin de, zor bir durumda kalınca, ne yapacaklarını bilemeyecek bir duruma gelince, hiç gecikmeden tam zamanında imdatlarına yetişen ayetlerin Önemini, zamanla kavrayamaz hale gelmelerini beklemek gerekir. Veya hiç değilse böylesi bir gidişe yönelmiş olmaları mümkün görünmektedir.
Zaten Resulüllah’ın kendisinden emin bir halde, müşriklere ‘Yarın gelin sorularınızın cevabını vereyim’ demesi de bunu göstermektedir. Halbuki Allah bir şey bildirmezse Resulüllah’ın yapabileceği hiçbir şey yoktu. Risâlet sürecinde bütün zorlukları aşmanın, tamamıyla ‘dosdoğru’ olan bir gidişatın, her türlü olumsuz şartlara rağmen elde edilen başarıların, sahip olunan izzet ve şerefin yegâne nedeninin Kur’an olduğu açıktı. Kur’an olmazsa bunların hiçbirisi söz konusu dahi olamazdı. O halde başta Resulüllah’a ve bunun yanı sıra diğer bütün müminlere inançlarının ve hayat tarzlarının yegâne kaynağı olan Kur’an’ın önemini hiç unutmayacakları şekilde hatırlatmak gerekiyordu. Bu ise vahyi bir müddet kesmekle gerçekleştirildi.Vahyin bir müddet kesilmesi Resulüllah başta olmak üzere müminleri çaresizlikler içerisinde bıraktı. Ne yapacaklarını bilemediler. Üzgün ve şaşkm bir halde vahyi beklemeye başladılar. Vahiy gelmediği sürece de durumlarının çıkmaza girdiğini çok acı bir şekilde anladılar ve yaşadılar. O ana kadar elde ettiklerinin bir anda ellerinden uçup gittiğini fark etmeye başladılar. Bu durum Kehf sûresinde açıkça da bildirildi: ‘Hiçbir şey için ‘Bunu yarın yapacağım’ deme. Ancak ‘Allah dilerse yapacağım’ de. Unuttuğun zaman Allah’ı an ve ‘Umarım Rabbİm beni, doğruya daha yakın olana eriştirir’ de.[45]
İşte Kur’an buydu. O, tamamıyla hayatın içerisindeydi. Hayattan kopuk bir düşünce veya ütopyalar âleminin sözcüsü değildi. Bizzat hayatın içerisinde yerini alıyor ve fonksiyonunu olanca açıklığıyla ve mükemmelliğiyle yerine getiriyordu. O, müminlere hayatlarının her anında ‘dosdoğru’yu bizzat hayatın içinde yer alarak canlı, pratik şekilde gösteriyordu.
Ayrıca, Kehf sûresi ile davetin muhatabı olan tüm insanlara İslâm daveti tanıtıldı. Peygamberlik hakkında bilgiler verildi.
Tevhid-küfür mücadelesinin değişmeyen temel özellikleri ve bu mücadelenin seyri hakkında açıklamalarda bulunuldu.
Peygamber ve peygamberlikle ilgili ayetlerden birisi şöyleydi: ‘Deki; ‘Şüphesiz ben, sizin gibi bir beşerim, yalnız bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umarsa artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın.[46] Bu ayette, öncelikle vahyin kaynağı ve dolayısıyla risâletin sıhhati açıklığa kavuşturuluyordu. Resulüllah’m bir peygamber olarak insanlara bir şeyler bildirdiği ve bildirdiklerinin Allah’tan olduğu ifade ediliyordu. Hemen arkasından tarihsel olarak bilhassa Hıristiyanların sapmasına neden olan ve insanlığın hemen her zaman eğilimli olduğu Peygamberi beşer üstü kılma inanç ve anlayışı reddediliyor ve yanlışlıkları gösteriliyordu.
Peygamberin kendi başına hiçbir şey yapamayan, fakat Allah tarafından görevlendirilmiş bir kul olduğu bildiriliyordu.
Sûre kapsamında, risâlet sürecindeki gelişmeleri ve tarafların konumlarını doğru değerlendirmeyi sağlayacak ölçüleri tespit etmek amacıyla üzerinde özellikle durulması gereken konulardan birisi, mağaraya sığınan gençlerle ilgili anlatılanlardı. Onların durumlarım açıklayan ayetler, bu ayetlerin vahyolunduğu dönemdeki müminlerin durumlarım tespit etmekte yardımcı olduğu gibi, müminlere o günün şartlan içerisinde nasıl davranmalart gerektiğini, muhtemel gelişmeler karşısında nasıl bir tutum takınmaları gerektiğini de açıklıyordu. Mağaraya sığınan ve ‘Rabbİmiz! bize katından bir rahmet ver ve bize şu işimizde bir kurtuluş yolu hazırla [47] diye dua eden gençlerin durumları, Mekke müşriklerinin zorbalık ve işkenceleri altında büyük sıkıntılar yaşayan müminlerin durumlarına çok benziyordu. O gençler kendi kavimlerinin zorbalıgıyla karşı karşıya kalmış ve bu zorbalıktan kurtulabilmek için mağaraya sığınmışlardı. Gençlerin ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabb’idir’ [48] diyerek imanlarının mahiyetini açıklamalarını takiben ‘Biz ondan başkasına ilâh deyip tapmayız, yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz [49] demiş olmaları, kendilerinin şirke girmeleri için zorlandıklarım gösteriyordu.
Aynı şekilde, Mekke’deki müminler de dinlerinden dönmeleri ve şirke girmeleri için zorlanıyor, işkencelere uğratılıyorlardı.Bir süredir de acımasızca uygulanan boykot kararının mağdurlarıydı Bu gençlerle, Mekke’deki müminlerin durumları daha başka yönlerden de birbirine benziyordu. O gençler Hakka iman etmişler fakat imanlarını gizlemeyip açıklamışlar, hatta açıklamaktan da öte şirke karşı açıkça tavır almışlardı. Bu, ‘kıyam ederek’ rabb olarak sadece Allah’ı kabul ettiklerini ve Allah’tan başkasını ilâh kabul etmeyeceklerini söylemelerinden ve şirkin tutarsızlığını açıklayan sözlerinden anlaşılıyordu: ‘Şu bizim kavmimiz, Allah’tan başka ilâh edindiler. Onların ilâh olduğuna dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?.[50]
Elbette ki o gençlerle, Mekke’deki müminlerin ve gençlere zulmeden müşriklerle, Mekke müşrikleri arasındaki benzerlikler sadece bunlardan ibaret değildi. O gençlerin, şirkin temsilcisi ve müşriklerin lideri olması nedeniyle Krala karşı kıyam ederek şirke karşı çıkmaları ve mümin olduklarını açıklamaları üzerine, İslâm’ı terk etmeleri için zorba bir yönetim tarafından sorgulanmaları ve üstelik bu sorgulanmanın şehir devletinin meclisinde gerçekleşmiş olması, benzerliklerden bir diğeri, hatta belki de en önemlisiydi. Mekke eşrafı da İslâm’a ve müminlere yönelik bütün kararlarını şehrin meclisindeki toplantılarında almışlar ve hatta bu toplantılarının birisinde Resulüllah’ı sorgulayarak davasından vazgeçmesini teklif etmişlerdi. Ayrıca, o gençler, açıkça şirke ve şirke dayanan bir yönetim tarzına başkaldırmalardı; Mekke’deki müminler de. Gençleri sorgulayan ve imanlarını terk etmeleri için zorlayan yönetim zorba idi; her zorbanın temel özelliği olarak da işkenceci idi; aynen Mekke’nin müşrik eşrafı gibi. Bütün bunlar Ashab-ı Kehf ile Mekke’deki müminleri aymlaştınrken, onların karşısındaki müşrikleri de birbirleriyle aynılaştırıyordu.
Kehf sûresinin sunduğu bir diğer konu ise, müşriklerin fiziki güçleri karşısında bir şey yapamayacaklarını anlayan ve sırf imanlarım kurtarmak için bir mağaraya saklanan gençlerin gerçekleştirdikleri hicretti. Onların bu durumu Mekke müşriklerinin işkenceleri altında can veren müminler için önemli bir mesajdı. Ashab-ı Kehf kıssası ile Resulüllah’a ve diğer müminlere, ‘Yiğit gençlerin yaptığı gibi yapın ve müşriklere hiçbir zaman boyun eğmeyin, hakka olan imanınızı açıkça ilan edin’ mesajı verilmişti. Bâtılın saçmalığını, hiçbir şekilde hakkı eğip bükmeden oluğu gibi, anlaşılır bir netlikte açıklanmalı ve ilan edilmeliydiler. Ancak bu durumun belirli zorluklara neden olacağı da açıktı. Bu durumda müminlere düşen sadece Allah’a sığınmak ve imanlarında sabırla sebat etmekti. Ancak ne zaman ki müşrikler fiilen saldırıya geçip müminleri katletmek isterlerse, bu durumda şirk toplumunu terk edip, hicret etmekte bir sakınca yoktu. Hakkın ilam ve bâtılın aşağılanıp yok edilmesi davasında karşılaşılan zorluklar müminlere belirli sıkıntılar yaşatacaksa da müminler şunu unutmamalıydılar; Allah’ın yardımı her zaman onları kuşatmış durumdadır ve bu yardım hiç ummadıkları bir zamanda ve hiç ummadıkları bir şekilde kendilerine gelecektir.
[40] Enfal sûresi, 8:24
[41] Hadid sûresi, 57:9
[42] Yunus sûresi, 10:25
[43] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1/320; Zehebî, Tarihü’l îslâm, 11/91.
[44] Ibn Hişam, cs-Siretü’n-Nebeviyye, 1/321; Taberî, Câmiu’l-Beyân fi Tefsîri’l-Kur’ân, XV/191, 192; Kurtubî, el-Cami’u li Ahkâmi’l Kur’an, X/347.
[45] Kehf, 18:23,24
[46] Kehf, 18:110
[47] Kehf, 18:10
[48] Kehf, 18:14
[49] Kehf, 18:14
[50] Kehf 18:15
Ey iman edenler! Sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman Allah ve Resulünün çağrısına koşun. [40]
Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulunu apaçık ayetlerle gönderen O’dur. Şüphesiz Allah sizlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir. [41] Allah kullarını esenlik yurduna çağırıyor. [42]
Şehir devletinin meclisi olan Dâru’n Nedve’de, yoğun katılımlı, sert tartışmalı toplantılardan birisi daha gerçekleşiyordu. Toplantıya katılanların ileri sürdükleri görüşlerden ve yapılan konuşmalardan anlaşıldığına göre, bu tartışmalı toplantının da öncekilerden bir farkı yoktu. Konu yine aynıydı: Şehrin idaresini ve toplumun değerlerini temellerinden sarsan İslâm davetini durdurabilmek veya eğer bu gerçekleştirilemezse, daveti normal seyrinden saptırabilmenin çarelerini bulmak. Zira, Mekke şehir devleti îslâm daveti nedeniyle büyük bir tehlikeyle karşı karşıyaydı. Bir kişi olarak Resulüllah’la başlayan davet gelişmiş, büyümüş ve Mekke yönetiminin, ekonomik gücü elinde bulunduran Mekke eşrafının baş edemeyeceği bir güce erişmişti. Yürürlükteki sistemin ve değerlerin savunucusu ve temsilcileri olan Mekke eşrafı hayatlarının en sıkıntılı dönemlerini yaşıyorlardı. Toplumsal sistemleri çökmek; sahip oldukları ekonomik, siyasî, hukukî, kültürel, dinî statüleri yok olmak üzereydi. Mekke eşrafı için durumları vahimdi ve tez elden çözüm sağlayıcı hâl çareleri tespit edip uygulamaya koymaları gerekiyordu. Bir süredir gerçekleştirdikleri boykot hâlâ bir işe yaramamıştı. Müminler de Haşim oğullarının müşrik kesimi de boykotun bütün zorluklarına katlanıyor ve pes etmiyorlardı.
Meclisin en saygın üyelerinden Nadr b. Haris, toplantının amacını, katılanlara Şöyle açıkladı: ‘Ey Kureyş topluluğu! Vallahi başımıza öyle bir şey geldi ki, henüz onu çözüme kavuşturamadık. Muhammed içimizde genç bir delikanlıydı; en sevilen, en doğru sözlü, en güvenilir olammızdı. Ancak ne zaman ki, göz ile kulağı arasına ak düştü ve bizi bir şeylere davet etmeye başladı, işte o zaman getirdiği şey karşısında ‘Bu sihirbazdır’ dedik. Hayır! Biliyoruz ki, vallahi o bir sihirbaz değildir. Çünkü biz sihirbazları ve sihirbazların büyülerini gördük. ‘O kâhindir’ dedik. Hayır, vallahi o bir kâhin değildir. Çünkü biz kâhinleri ve hallerini gördük ve sözlerini dinledik. ‘O şairdir’ dedik. Hayır, vallahi o bir şair de değildir. Çünkü biz şiir çeşitlerini dinledik. Hecesiyle, receziyle ve karıziyla bütün şiir çeşitlerini biliyoruz. ‘Delidir’ dedik. Hayır, vallahi! Biliyoruz ki o asla deli değildir. Çünkü biz deli gördük. O, delilik boğuntusu ve vesvesesi içinde değil. Ey Kureyş topluluğu! Bu işin çaresini bulun! Çünkü, vallahi başımıza büyük bir iş gelmiş bulunuyor.[43]
Mekke eşrafı, bütün gayret ve çabalarına, uyguladıkları baskı ve işkencelere, yaptıkları tehditlere, sundukları tekliflere rağmen Resulüllah’ı davasından vazgeçiremeyeceklerini, Resulüllah’ın yanındaki müminleri dinlerinden döndüremeyeceklerini anlamış durumdaydılar. İslâm davetini durdurma noktasında ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığını yaşıyorlardı. Yıllardır sürdürdükleri mücadelenin sonunda şunu anlamışlardı: İslâm’ın doğruluğu hakkında bir şüphe veya delil oluş tura madıkça, problem kendileri açısından hallolmayacak. Dikkatlerini islâm’a yönelttiler. Eğer İslâm’ın, insanların ona dahil olmasını engelleyecek olumsuz bir özelliğini tespit edebilirlerse problemden kurtulabilirlerdi. Ancak içinde bulundukları şartlarda İslâm’ın bir eksiğini veya yanlışlığını kendilerinin bilebil-meleri veya bulabilmeleri mümkün görünmüyordu. İslâm hakkında bütün bildikleri, Resulüllah’ın kendilerine bildirdiği şeyler olup, bunlar da hep olumlu ve güzel şeylerdi. Bunları amaçlarını gerçekleştirmede malzeme olarak kullanamayacakları açıktı. Yahudilerden yardım alabileceklerini düşündüler. Zira, islâm ile Yahudilerin dininin aynı temellere sahip olduğunu biliyorlardı. Her ikisi de Allah katından olduğunu ifade etmekteydi, islâm’ı insanlar açısından sevimsiz, yanlış gösterebilmelerini sağlayacak bilgiyi Yahudilerden alabilirlerdi. Yahudilerden, yakından tanıdıkları, bilhassa ticarî seyahatleri sırasında sıklıkla görüşüp dost oldukları birçok kişi vardı. Yardımlarını esirgemeyeceklerine emindiler.
Mekke liderleri, islâm’la ilgili bir olumsuzluk, yanlışlık bulma arzularını gerçekleştirebilmek için Yahudilerden yardım isteme kararını, Dâru’n Nedve’deki bu son toplantıda aldılar. Yapılan toplantıda durumu ayrıntılarıyla görüştüler ve iki temsilci seçtiler. Temsilcilere, Mekke adına yapacakları görevi şu şekilde bildirdiler: ‘Muhammed’in durumunu Yahudi bilginlerinden sorun. O’nun özelliklerini ve sözlerini bildirin. Onlar peygamberlik hakkında bizden daha bilgilidirler. Çünkü onlar kendilerine kitap inmiş bir topluluktur’.
Nadr b. Haris ve Ukbe b. Ebî Muayt’tan oluşan heyet, Mekke şehir devleti adına kendileriyle görüşüp, yardım istemek için Medine’deki Yahudilere gittiler. Bu iki temsilci, Medine’de Yahudi kabilelerinin ileri gelenleriyle görüşüp, Resulüllah ve Resulüllah’ın insanlara bildirdikleri hakkında bilgiler verdiler. İki temsilciyi dikkatle dinleyen Yahudiler şunları söylediler: ‘Şu üç şeyi O’na sorun, eğer bunları bilirse O bir peygamberdir. Yok eğer bilemezse O bir yalancıdır. O zaman O’na istediğinizi yapın. O’na öncelikle bir mağaraya sığınan gençlerin durumunu sorun. Bunların, ayrıntılarını ancak bir peygamberin bilebileceği ilginç bir hikayeleri vardır. Ayrıca yeryüzünü doğusundan batısına kadar gezen adamın durumunu sorun. Bir de ruhun ne olduğunu sorun. Eğer bunlara cevap verirse O’nu tasdik edip, O’na itaat edin. Çünkü O bir peygamberdir. Fakat eğer bu sorularınızı cevaplayamazsa bu durumda O yalancılardan birisidir; ne istiyorsanız onu yapın.[44]
Yahudilerden, problemlerini çözebileceğine inandıkları bilgilerle Mekke’ye dönen heyet, büyük bir sevinçle durumu eşrafa açıkladılar: ‘Ey Kureyş büyükleri! Bizler sizinle Muhammed’in arasındaki problemi halledecek şeylerle geldik. Yahudi bilginleri Muhammed’e bazı şeyler sormamızı istediler. Bu sorularımızla Muhammed’in ne olduğunu açığa çıkaracağız’ Sonra hiç vakit kaybetmeden Resulüllah’ın yanma giderek sorularını yönelttiler. Sorularını yönelttikten sonra da alaylı bir ifadeyle ‘Eğer gerçekten peygambersen bunları bil bakalım! Eğer bilemezsen sen yalancının birisisin’ dediler.
Mekke eşrafının sorularım dikkatle dinleyen Resulüllah, kendisine yöneltilen soruların cevabını bilmiyordu. Bunları ancak vahiy ile öğrenebilirdi. Cevapların vahyolunacağmdan ise kuşkusu yoktu. Bu nedenle, her zaman olduğu gibi vahyin yine yardımına yetişeceğinden emin bir halde ‘Yarın gelin sorularınızın cevabını vereyim’ dedi. Müşrik liderler ertesi gün büyük bir merak içerisinde Resulüllah’ın yanma gittikleri zaman sorularına cevap alamadılar. Resulüllah kendisine sorulan soruların cevabını veremedi. Soruların cevabı vahyolunmamıştı. Eşraftan bazıları bir sonraki gün tekrar Resulüllah’ın yanma gittiler, fakat cevap yine yoktu. Bir başka gün yine gittiler, cevap yine yoktu… Bu durum günlerce devam etti. Günlerce sorularına cevap alamayan Mekke eşrafı, Resulüllah’ın yalanını açığa çıkardıklarını düşünerek sevindiler, büyük bir keyifle insanlara durumu açıklamaya başladılar.
Kanaatlerince artık iş bitmişti. Problemleri sonra ermişti. İstedikleri olmuş ve Resulüllah’ın yalan söylediğini açığa çıkarmışlardı. Büyük bir mutlulukla, islâm’ın Allah katından insanlar için belirlenen bir inanç ve hayat tarzı olmadığını, Resulüllah’ın kişisel düşünce ve fikirlerini Allah tarafından bildirilen şeyler gibi sunduğunu ilan etmeye başladılar. Karşılaştıkları herkese ‘Eğer o gerçekten bir peygamber olsaydı bu soruları cevaplardı. Ama görüyorsunuz, cevaplayamıyor; o bir yalancı diyorlardı. Mekke müşriklerinin son derece sevinçli olduğu bu günlerde başta Resulüllah olmak üzere tüm müminler üzüntülüydüler; ne diyeceklerini bilemiyorlar, perişan bir halde bekliyorlar, sıkıntıları her geçen gün daha da artıyordu. Bir toplumun gözünde yalancı konumuna düşmüşlerdi. Fakat durum on beş gün sonra değişti. Resulüllah’ın büyük bir üzüntü ve sıkıntı içerisinde beklediği, müşriklerin ise korktukları şey gerçekleşti. Söz konusu soruları cevaplayan ayetler vahyolundu. Vahyolunan ayetler Kehf sûresinin ayetleriydi.
İnsanların islâm’ı kabullenişlerini durdurmak, islâm’a girenlerin ise islâm’dan uzaklaşmalarını sağlamak maksadıyla Yahudilerle görüşen müşrikler, Resulüllah’ın sorularına bir süre cevap verememesiyle arzularına kavuştuklarını düşünmüş ve çok sevinmiştiler. Nihayet istedikleri olmaya başlamıştı; daveti durdurmanın bir yolunu bulmuşlardı. Ancak Kehf sûresinin vahyolunmasıyla, sorularına cevap verildiği gibi, daha da fazlası yapıldı. Şöyle ki; müşrikler bir müddet sorularının cevabını alamamaları nedeniyle ‘Muhammed eğer peygamber olsaydı sorularımızı cevaplardı’ propagandası ile konuyu tamamen vahyin üzerine odaklandırmışlardı. ‘Muhammed eğer peygamber olsaydı sorularımızı cevaplardı’ derken kendilerini mahkum ettiklerinin farkında değillerdi ve vahiy ile cevap verilince ne yapacaklarını bilemez oldular, itiraz da edemediler; cevap verilmişti ve bizzat kendileri bu soruların ancak vahiyle bilinebileceğini söyleyip durmuşlardı. Müşrikler kendi silahlarıyla vurulmuşlardı; ama bunu anladıkları zaman iş işten geçmişti.
Vahyin bir süre gecikmesinde birçok hikmetler vardı. Bunu ilk zamanlar, o sıkıntılı günlerinde ne Resulüllah ve ne de diğer müminler anlayabildiler. O zaman bilmiyorlardı ama sonradan fark ettiler ki, eğer cevap ilk anda vahyolunsaydi, böylesine etkili olmayacak ve hatta müşrikler daha başka yalan iddialarda dahi bulunabileceklerdi. Ama müşrikler, on beş gün süreyle ‘eğer peygamber olsaydı bilirdi’ ifadeleriyle kendilerini bağlayıp, iftira atamaz hale getirilmişlerdi. Böylelikle Resulüllah’ın peygamberliği müşriklerin iddia olarak ileri sürebilecekleri olumsuz bir neden ve tavır bırakılmaksızın ispat edildiği gibi; on beş gün herkesin beklediği ve konusuna şartlandığı ayetlerdeki Ashab-ı Kehf kıssası ile Mekke’deki taraflardan hangisinin hak üzere, hangisinin cehalet üzere olduğu bir kez daha açıkça ifade edilmiş, ilgili-ilgisiz herkese durum bir kez daha açıkça gösterilmiş oldu. Müşrik liderler henüz vahyolunmadan propagandasını yaptıkları ayetleri insanların ilgi ve merakla dinlenmesini önleyemez oldular.
Yaşanan bu olayların taraflarından birisini müşrikler oluşturmasına karşılık, diğer tarafını da başta Resulüllah olmak üzere müminler oluşturuyordu. Dolayısıyla, vahyin on beş günlük kesintisi ve arkasından Ashab-ı Kehf kıssasının vahyolunması, sadece müşrikleri cevaplayan, onları perişan ve rezil eden bir süreci oluşturmadı. Aynı zamanda Resulüllah’a ve O’nun şahsında müminlere de birçok mesajlar verildi; bazı ihtarlarda bulunuldu. Yaşanan sürecin müminleri ilgilendiren ve oldukça Önemli olan boyutu şuydu: Yahudilerden öğrenilen sorular kendisine yönetildiği zaman, bu soruların cevabını hiçbir şekilde bilmeyen Resulüllah’ın emin olduğu bir şey vardı; Allah her zaman olduğu gibi, bu seferde Resulünü ve O’nun şahsında müminleri zor durumda bırakmayıp, soruların cevabını bildirecektir. Bu güven ve rahatlık içerisinde Resulüllah’ın müşriklere sözü ‘Yarın gelin cevabı bildireyim’ oldu. Fakat umduğu gerçekleşmedi. Bir, iki, üç derken tam on beş gün soruların cevabını açıklayacak ayetler vahyolunmadı. Resulüllah ve müminler müşrikler karşısında büyük sıkıntılara girdiler, zor anlar yaşadılar. Bir anda adeta dünyanın başlarına yıkıldığım hissettiler. Doğruluğundan hiçbir şekilde tereddüt etmedikleri dinleri nedeniyle sessiz kalmaları, söyleyebilecekleri bir şey olmaması kendileri için büyük bir azap oldu. Çaresiz, perişan bir duruma düştüler. Haklı olup bunu ispatlayamamamn, doğru olup yalancı konuma düşmenin katlanılamaz ağırlığını olanca şiddetiyle bütün varlıklarında hissettiler.
Allah’ın, Resulüllah’ı ve diğer müminleri böylesine büyük bir sıkıntı içerisinde bırakmasının bir gayesinin olduğu ise kesindi. Bu, islâm’ın kaynağı ve dayanağı olan vahyin önemiyle, yani Kur’an’m fonksiyonuyla doğrudan ilgiliydi. Müminler, biraz geç olmakla birlikte bunu anlamakta zorlanmadılar. Şöyle ki: Gerek Resulüllah ve gerekse diğer müminler bütün hâl ve hareketlerini, hedef ve planlarını ilâhî bilgiye dayalı bir şekilde belirliyorlardı. Vahyolunan her bir ayet, onlar için o andaki ve gelecekteki muhtemel problemlerini çözüp, durumlarını açıkladığı gibi, ne yapmaları ve neler yapmamaları gerektiğini de bildiriyordu. Onlar, islâm davetinin seyri konusunda yorulmuyor, sadece verilen ilâhî talimatların gereğini yerine getiriyorlardı. Ancak şurası açıktır ki bütün hâl ve hareketlerin, yani islâm davetinin yöntem ve stratejisinin ilâhî irade tarafından belirlenmiş olması, zaman içerisinde Resulüllah ve müminlerde bir alışkanlığa neden olması gayet normaldir. Aynen çok hassas bir denge üzerinde yer alan hayatımızın birçok özelliklerine alışıp, o özelliklerin önemini fark edemeyecek duruma geldiğimiz gibi. Resulüllah ve diğer müminlerin de, zor bir durumda kalınca, ne yapacaklarını bilemeyecek bir duruma gelince, hiç gecikmeden tam zamanında imdatlarına yetişen ayetlerin Önemini, zamanla kavrayamaz hale gelmelerini beklemek gerekir. Veya hiç değilse böylesi bir gidişe yönelmiş olmaları mümkün görünmektedir.
Zaten Resulüllah’ın kendisinden emin bir halde, müşriklere ‘Yarın gelin sorularınızın cevabını vereyim’ demesi de bunu göstermektedir. Halbuki Allah bir şey bildirmezse Resulüllah’ın yapabileceği hiçbir şey yoktu. Risâlet sürecinde bütün zorlukları aşmanın, tamamıyla ‘dosdoğru’ olan bir gidişatın, her türlü olumsuz şartlara rağmen elde edilen başarıların, sahip olunan izzet ve şerefin yegâne nedeninin Kur’an olduğu açıktı. Kur’an olmazsa bunların hiçbirisi söz konusu dahi olamazdı. O halde başta Resulüllah’a ve bunun yanı sıra diğer bütün müminlere inançlarının ve hayat tarzlarının yegâne kaynağı olan Kur’an’ın önemini hiç unutmayacakları şekilde hatırlatmak gerekiyordu. Bu ise vahyi bir müddet kesmekle gerçekleştirildi.Vahyin bir müddet kesilmesi Resulüllah başta olmak üzere müminleri çaresizlikler içerisinde bıraktı. Ne yapacaklarını bilemediler. Üzgün ve şaşkm bir halde vahyi beklemeye başladılar. Vahiy gelmediği sürece de durumlarının çıkmaza girdiğini çok acı bir şekilde anladılar ve yaşadılar. O ana kadar elde ettiklerinin bir anda ellerinden uçup gittiğini fark etmeye başladılar. Bu durum Kehf sûresinde açıkça da bildirildi: ‘Hiçbir şey için ‘Bunu yarın yapacağım’ deme. Ancak ‘Allah dilerse yapacağım’ de. Unuttuğun zaman Allah’ı an ve ‘Umarım Rabbİm beni, doğruya daha yakın olana eriştirir’ de.[45]
İşte Kur’an buydu. O, tamamıyla hayatın içerisindeydi. Hayattan kopuk bir düşünce veya ütopyalar âleminin sözcüsü değildi. Bizzat hayatın içerisinde yerini alıyor ve fonksiyonunu olanca açıklığıyla ve mükemmelliğiyle yerine getiriyordu. O, müminlere hayatlarının her anında ‘dosdoğru’yu bizzat hayatın içinde yer alarak canlı, pratik şekilde gösteriyordu.
Ayrıca, Kehf sûresi ile davetin muhatabı olan tüm insanlara İslâm daveti tanıtıldı. Peygamberlik hakkında bilgiler verildi.
Tevhid-küfür mücadelesinin değişmeyen temel özellikleri ve bu mücadelenin seyri hakkında açıklamalarda bulunuldu.
Peygamber ve peygamberlikle ilgili ayetlerden birisi şöyleydi: ‘Deki; ‘Şüphesiz ben, sizin gibi bir beşerim, yalnız bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umarsa artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın.[46] Bu ayette, öncelikle vahyin kaynağı ve dolayısıyla risâletin sıhhati açıklığa kavuşturuluyordu. Resulüllah’m bir peygamber olarak insanlara bir şeyler bildirdiği ve bildirdiklerinin Allah’tan olduğu ifade ediliyordu. Hemen arkasından tarihsel olarak bilhassa Hıristiyanların sapmasına neden olan ve insanlığın hemen her zaman eğilimli olduğu Peygamberi beşer üstü kılma inanç ve anlayışı reddediliyor ve yanlışlıkları gösteriliyordu.
Peygamberin kendi başına hiçbir şey yapamayan, fakat Allah tarafından görevlendirilmiş bir kul olduğu bildiriliyordu.
Sûre kapsamında, risâlet sürecindeki gelişmeleri ve tarafların konumlarını doğru değerlendirmeyi sağlayacak ölçüleri tespit etmek amacıyla üzerinde özellikle durulması gereken konulardan birisi, mağaraya sığınan gençlerle ilgili anlatılanlardı. Onların durumlarım açıklayan ayetler, bu ayetlerin vahyolunduğu dönemdeki müminlerin durumlarım tespit etmekte yardımcı olduğu gibi, müminlere o günün şartlan içerisinde nasıl davranmalart gerektiğini, muhtemel gelişmeler karşısında nasıl bir tutum takınmaları gerektiğini de açıklıyordu. Mağaraya sığınan ve ‘Rabbİmiz! bize katından bir rahmet ver ve bize şu işimizde bir kurtuluş yolu hazırla [47] diye dua eden gençlerin durumları, Mekke müşriklerinin zorbalık ve işkenceleri altında büyük sıkıntılar yaşayan müminlerin durumlarına çok benziyordu. O gençler kendi kavimlerinin zorbalıgıyla karşı karşıya kalmış ve bu zorbalıktan kurtulabilmek için mağaraya sığınmışlardı. Gençlerin ‘Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabb’idir’ [48] diyerek imanlarının mahiyetini açıklamalarını takiben ‘Biz ondan başkasına ilâh deyip tapmayız, yoksa saçma sapan konuşmuş oluruz [49] demiş olmaları, kendilerinin şirke girmeleri için zorlandıklarım gösteriyordu.
Aynı şekilde, Mekke’deki müminler de dinlerinden dönmeleri ve şirke girmeleri için zorlanıyor, işkencelere uğratılıyorlardı.Bir süredir de acımasızca uygulanan boykot kararının mağdurlarıydı Bu gençlerle, Mekke’deki müminlerin durumları daha başka yönlerden de birbirine benziyordu. O gençler Hakka iman etmişler fakat imanlarını gizlemeyip açıklamışlar, hatta açıklamaktan da öte şirke karşı açıkça tavır almışlardı. Bu, ‘kıyam ederek’ rabb olarak sadece Allah’ı kabul ettiklerini ve Allah’tan başkasını ilâh kabul etmeyeceklerini söylemelerinden ve şirkin tutarsızlığını açıklayan sözlerinden anlaşılıyordu: ‘Şu bizim kavmimiz, Allah’tan başka ilâh edindiler. Onların ilâh olduğuna dair açık bir delil getirselerdi ya! Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir?.[50]
Elbette ki o gençlerle, Mekke’deki müminlerin ve gençlere zulmeden müşriklerle, Mekke müşrikleri arasındaki benzerlikler sadece bunlardan ibaret değildi. O gençlerin, şirkin temsilcisi ve müşriklerin lideri olması nedeniyle Krala karşı kıyam ederek şirke karşı çıkmaları ve mümin olduklarını açıklamaları üzerine, İslâm’ı terk etmeleri için zorba bir yönetim tarafından sorgulanmaları ve üstelik bu sorgulanmanın şehir devletinin meclisinde gerçekleşmiş olması, benzerliklerden bir diğeri, hatta belki de en önemlisiydi. Mekke eşrafı da İslâm’a ve müminlere yönelik bütün kararlarını şehrin meclisindeki toplantılarında almışlar ve hatta bu toplantılarının birisinde Resulüllah’ı sorgulayarak davasından vazgeçmesini teklif etmişlerdi. Ayrıca, o gençler, açıkça şirke ve şirke dayanan bir yönetim tarzına başkaldırmalardı; Mekke’deki müminler de. Gençleri sorgulayan ve imanlarını terk etmeleri için zorlayan yönetim zorba idi; her zorbanın temel özelliği olarak da işkenceci idi; aynen Mekke’nin müşrik eşrafı gibi. Bütün bunlar Ashab-ı Kehf ile Mekke’deki müminleri aymlaştınrken, onların karşısındaki müşrikleri de birbirleriyle aynılaştırıyordu.
Kehf sûresinin sunduğu bir diğer konu ise, müşriklerin fiziki güçleri karşısında bir şey yapamayacaklarını anlayan ve sırf imanlarım kurtarmak için bir mağaraya saklanan gençlerin gerçekleştirdikleri hicretti. Onların bu durumu Mekke müşriklerinin işkenceleri altında can veren müminler için önemli bir mesajdı. Ashab-ı Kehf kıssası ile Resulüllah’a ve diğer müminlere, ‘Yiğit gençlerin yaptığı gibi yapın ve müşriklere hiçbir zaman boyun eğmeyin, hakka olan imanınızı açıkça ilan edin’ mesajı verilmişti. Bâtılın saçmalığını, hiçbir şekilde hakkı eğip bükmeden oluğu gibi, anlaşılır bir netlikte açıklanmalı ve ilan edilmeliydiler. Ancak bu durumun belirli zorluklara neden olacağı da açıktı. Bu durumda müminlere düşen sadece Allah’a sığınmak ve imanlarında sabırla sebat etmekti. Ancak ne zaman ki müşrikler fiilen saldırıya geçip müminleri katletmek isterlerse, bu durumda şirk toplumunu terk edip, hicret etmekte bir sakınca yoktu. Hakkın ilam ve bâtılın aşağılanıp yok edilmesi davasında karşılaşılan zorluklar müminlere belirli sıkıntılar yaşatacaksa da müminler şunu unutmamalıydılar; Allah’ın yardımı her zaman onları kuşatmış durumdadır ve bu yardım hiç ummadıkları bir zamanda ve hiç ummadıkları bir şekilde kendilerine gelecektir.
[40] Enfal sûresi, 8:24
[41] Hadid sûresi, 57:9
[42] Yunus sûresi, 10:25
[43] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 1/320; Zehebî, Tarihü’l îslâm, 11/91.
[44] Ibn Hişam, cs-Siretü’n-Nebeviyye, 1/321; Taberî, Câmiu’l-Beyân fi Tefsîri’l-Kur’ân, XV/191, 192; Kurtubî, el-Cami’u li Ahkâmi’l Kur’an, X/347.
[45] Kehf, 18:23,24
[46] Kehf, 18:110
[47] Kehf, 18:10
[48] Kehf, 18:14
[49] Kehf, 18:14
[50] Kehf 18:15