BAKARA SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Bakara Sûresi Hakkında
Bakara sûresi 286 ayettir. Medine’de on senelik bir müddet içinde peyderpey nâzil olmuştur. Mushaf tertîbine göre 2, nüzûl sırasına göre 87. sûredir. İsmini, 67 ile 71. âyetler arasında bahsedilen, İsrâiloğulları’nın sığır kurban etmeleri kıssasından almıştır. Sûreye, içinde Âyetü’l-Kürsî bulunduğundan اَلْكُرْسِيُّ (Kürsî), Kur’ân’ın zirvesi olduğu için سَنَامُ الْقُرْاٰنِ (Senâmu’l-Kur’ân), hidâyet nûrunun parlaklığı sebebiyle de اَلزَّهْرٰي (Zehrâ) ismi verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in en uzun sûresidir. Bu hâliyle sûre, Kur’ân’ın geniş bir özeti mâhiyetindedir.
Resûlullah (s.a.s.):
“Bu sûre, neredeyse dînin tamamını ihtivâ eder” buyurmuştur. (Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân 2/2876
Bakara Sûresi Konusu
Sûrede bahsedilen temel konulardan bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
Kur’an’ın Allah tarafından gönderilen hak bir kitap olduğu,
Tevhîd, nübüvvet ve âhiret gibi îman esaslarının delillerle beyân edilmesi,
Mü’min, kâfir ve münafıkların vasıfları,
Hz. Âdem’in diğer yaratıklar arasındaki konumunun belirlenmesi, şeytanla imtihanı ve cennetten indirilmesi,
İsrâiloğulları’nın tarih içindeki durumları, Kur’an’a ve Peygamberimize karşı tavırları, hidâyete davet edilmeleri, yanlış itikad ve davranışlarının tashihi,
Ka’be’nin inşâsı ve kıblenin Mescid-i Aksâ’dan Mescid-i Harâm’a çevrilmesi,
Müslüman şahsiyetin inşası ve İslâm toplumunun teşekkülü için: Namaz, oruç, zekât, hac ve cihad gibi ibâdetlerle ilgili hükümlerin; adâlet, ahde vefâ ve infak gibi ictimâî hayata dair esaslar ile âile hukûku, devletler arası ilişkiler, iktisadî ve siyâsî düzenlemelerin getirilmesi,
Ferd ve cemiyeti bozulup dağılmaktan korumak için sihir, içki, kumar ve faiz gibi yasaklara dikkat çekilmesi,
Allah’ın birliğini, her şeye kâdir olduğunu ve ölüleri diriltip hesap soracağını çeşitli misallerle ortaya koyarak insanları îman ve itaate çağırması,
Kulluğun özü olan ve mü’mini Rabbine bağlayan bazı duaların öğretilmesi.
Hâsılı dikkatle incelendiğinde Bakara sûresinin, ihtiva ettiği hükümler, konular ve maksatlar itibariyle muazzam bir insicama, belirli ve düzenli bir plana sahip olduğu görülür. İlk âyetlerde sûrede incelenecek olan konuların ana hatları verilmekte, daha sonraki bölümlerde ise her konu sûre bütünlüğü içinde en uygun yerini almaktadır. Sûre, hidâyeti kabul eden kulun, emredilen hükümleri yerine getirme hususunda Rabbinden kolaylık talebiyle sona ermektedir. Muhtelif konular ele alınmakla birlikte sûrenin esas hedefi, Kur’an’ın hidâyetini gerçekleştirmek ve bundan âzamî istifadeyi sağlamaktır. Sûre boyunca devamlı bu hedef gözetilmiş ve sûrenin başı ile sonu o hedefte birleşmiştir.
Sûrenin bu açıdan büyük bir vukûfiyetle ele alınmasına örnek olarak bk. Drâz, en-Nebeü’l-azîm, s. 163-211; En Mühim Mesaj: Kur’ân, s. 195-299.
Bakara Sûresi Nuzül
Mushafta ikinci, nüzûl sıralamasında 87. sûredir, Medine’de nâzil olmuştur. Kur’an’ın en uzun sûresidir. Tamamının bir nüzûl sebebi olmamakla birlikte birçok âyeti için özel iniş sebepleri vardır. O âyetler açıklanırken nüzûl sebepleri hakkında da bilgi verilecektir.
Bakara Sûresi Fazileti
Ele aldığı mevzulara bakıldığında Bakara sûresinin çok önemli, faziletli ve büyük bir sûre olduğu görülür. Peygamber Efendimiz’in “Kur’an âyetlerinin efendisi ve en büyüğü” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 142, 178) olarak beyân ettiği Âyetü’l-Kürsî de bu sûrede yer almaktadır. Sûrenin faziletini beyân eden pek çok rivayet nakledilir. Bunların birkaçı şöyledir:
› “Kur’an’dan uzak kalarak evlerinizi kabirlere çevirmeyin. Şunu bilin ki şeytan, içinde Bakara sûresi okunan evden ürküp kaçar.” (Müslim, Müsâfirîn 212)
› “Kur’an’ı okuyun; çünkü o, kıyamet gününde kendisiyle hemhâl olanlara şefaatçi olarak gelecektir. Zehrâvân’ı yani Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okuyun; çünkü onlar, kıyamet gününde iki büyük bulut veya iki gölgelik ya da iki kuş sürüsü hâlinde gelerek kendilerini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır. Bakara sûresini okuyun; çünkü ona sarılmak bereket, terketmek ise hasret ve pişmanlıktır; ona sihirbazların gücü yetmez.” (Müslim, Müsâfirîn 252)
› “Bakara sûresinin sonundaki iki âyeti her kim gece vakti okursa bu iki âyet o gece ona yeter.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 10)
› Sahâbeden Üseyd b. Hudayr bir gece Bakara sûresini okuyordu. Atı da yanında bağlı bulunuyordu. Derken at ürküp hırçınlaşmaya başladı. Üseyd okumayı kesince at da sâkinleşti. Tekrar okumaya başlayınca at yine tedirgin bir şekilde ileri geri gitmeye başladı. Üseyd susunca at da sâkinleşti. Bu durum iki kez daha tekerrür etti. Oğlu Yahyâ ata yakın bir yerde bulunuyordu. Atın çocuğa bir zarar vermesinden korktu ve onu bulunduğu yerden yanına çekti. Bu sırada başını kaldırıp gökyüzüne baktığında buluta benzer bir şey içinde kandiller misali ışıklar gördü. Bunlar yavaş yavaş yükselerek nihayet gözden kayboldu. Sabah olunca durumu Resûlullah (s.a.s.)’e anlattı… Efendimiz şöyle buyurdu:
› “Onlar seni dinlemeye gelen meleklerdi. Eğer okumaya devam etseydin sabah olunca onları herkes görecekti, kendilerini halktan gizlemeyeceklerdi.” (Buhârî, Fezâilü’l-Kur’ân 15; Müslim, Müsafirin 242)
Bu ve benzeri rivayetlerden de anlaşılacağı üzere Bakara sûresi, hem evlerimizi hem de gönüllerimizi mânen îmâr edecek, okuyanı âdeta maddî mânevî şerlerden muhâfaza ederek onu meleklerle beraberliğe yükseltecek bir fazilet ve şerefi hâizdir.
Şimdi, bütün mâna, hikmet ve sırlarından kalbe yansıyan miktarıyla o sûrenin tefsiri başlamaktadır:
Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerine, hidâyet nûrlarının parlaklığı ve okuyanlara verilecek ecrin büyüklüğü sebebiyle, اَلزَّهْرَاوَانِ (Zehrâvân) ismi verilmiştir.
BAKARA SURESİNİN TEFSİRİ
1. Elif. Lâm. Mîm.
“Elif. Lâm. Mîm.”, tefsir ilminde “hurûf-i mukattaa” diye bilinen ve “ayrı ayrı okunan harfler”dir. Kur’ân-ı Kerîm’in yirmi dokuz sûresine bu harflerle başlanır. Bazıları sûre başlarında müstakil bir ayet iken, bazıları da âyetin bir bölümüdür. Buradakiler ise müstakil bir ayettir. Bu harfler, Kur’an’ın müteşâbih âyetlerindendir. Müteşâbih, birden çok mâna ifade etmesi sebebiyle hangisinin kastedildiği okuyanların çoğu tarafından tam olarak anlaşılamayan âyetlere denir. Bu harflerin mâhiyeti ve hangi mânaya geldiği hususunda pek çok görüş bulunmaktadır. Bunlar arasında tercih edilen görüşler şunlardır:
› Bu harfler, Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğuna inanmayanlara meydan okumak için bazı sûrelerin başına getirilmiş ve âdetâ şu mâna kastedilmiştir: “Kur’an-ı Kerîm, şu gördüğünüz ve işittiğiniz harflerden oluşan kelime ve cümlelerden meydana gelmektedir. Siz bu harfleri biliyorsunuz. O hâlde gücünüz yetiyorsa haydi siz de bu harfleri kullanarak Kur’an’a benzer bir kitap ortaya koyun!”
› Hurûf-i mukattaa, Allah ve Rasûlü arasında hususi şifrelerdir. Mânasını ancak Allah ve Rasûlü bilir. Bu görüşte olan âlimler, “Onlar Kur’ân’ın sırrıdır. Biz zâhirine inanır, mânasını Allah’a bırakırız” derler.
› Cenab-ı Hak, tek tek okunan bu harflerle muhatapların dikkatlerini çekerek, bir an için her işi bırakıp vahyedilen muazzam ilâhî hakikatleri can kulağıyla dinlemelerini temin etmektedir. Zira insan fıtratında, görmediği ve duymadığı garib şeylere karşı ilgi duyma özelliği vardır. İnsanlar, bu harflerin mânasını anlamaya çalışırken, onlardan sonra gelen bölümleri de dinlerler ve böylece maksad hâsıl olur.
› Başında bulundukları sûrelerin muhtevalarına dikkat çekmek üzere Allah Teâlâ bu harflerle yemin etmektedir.
Bu sırlı harflerin kapleri derinden sarsan uyarıcı ve uyandırıcı sadasının peşinden insanlığın kurtuluş muştusu olacak yüce bir kitaba işaret edilerek şöyle buyruluyor:
2. Kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan şu yüce kitap, müttakîler için bir yol göstericidir.
“Kitap”tan maksat, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Arapçada “yazılı belge” anlamında da kullanılan kitap ismi, Kur’an’ın Allah Resûlü (s.a.s.) zamanında yazıldığını gösterir. Kur’an elimizde olmasına rağmen, ona uzağı gösteren ذٰلِكَ edatı ile işaret edilmesi, onun yüceliğine ve anlamlarının derinliğine dikkat çekmek içindir. Gerçekten Kur’an’ın şanı pek yücedir. Beşerî gücün muttali olamayacağı birçok ilim ve hikmetleri de ihtiva ettiğinden, her ne kadar kitap olarak elimizde ise de, taşıdığı sırlar ve hakikatler itibariyle bizim idrakimizden yüce bir ufuktadır, her şeyiyle kolayca keşfedilir bir mâhiyette değildir. Bu sebeple ona, uzakta olan bir şeyi gösterir gibi işaret edilmiştir. (Râzî, Mefâtîh, II, 12)
Şüphe diye tercüme ettiğimiz اَلرَّيْبُ (rayb) kelimesi, “yakîn”in yani kesin bilgi ve kanaatin zıddıdır. Kişinin bir konu hakkında kararsız ve tereddüd içinde olmasını ifade eder.
Bu kadar izzet ve şerefe sahip olan Kur’an’da hiçbir şüphe yoktur. Yani akl-ı selîm ile ve ön yargılardan arınmış bir şekilde incelendiğinde onun:
· Allah Teâlâ’dan geldiğinde,
· Vermiş olduğu bilgilerde,
· En doğru yola götüren bir kılavuz ve rehber olduğunda hiçbir şüpheye yer yoktur. Bu bakımdan Kur’an hakkında asla şüpheye düşmeyiniz.
Âyette, şüphenin insanlarda değil, kitapta olmadığı bildirilmiştir. İnanmayanlar onun hakkında şüphe içinde olabilirler ama o, haktır ve doğrudur. Nasıl güneşin varlığından şüphe etmek ona bir zarar veremez ise, Kur’an’ın doğruluğundan şüphe etmek de onun doğruluğuna bir eksiklik getirmez.
Hidâyetin iki temel mânası vardır. Birincisi delalet etmek, rehberlik yapmak ve yol göstermektir. Kur’ân-ı Kerîm’in, Peygamberlerin ve İslâm davetçilerinin hidâyet etmeleri bu anlamdadır. Âyet-i kerîmede: “Sen de hiç şüphesiz insanlığı dosdoğru bir yola çağırmaktasın” (Şûrâ 42/52) buyrulur. İkincisi, tevfîk, yâni dosdoğru yola eriştirip hedefe ulaştırmaktır. Bu mânada hidâyet yalnızca yüce Allah’a mahsustur. Nitekim Resûlullah’a hitaben: “Rasûlüm! Sen sevdiğini doğru yola erdiremezsin, lâkin Allah dilediğini doğru yola eriştirir. Çünkü, doğru yola girecek olanları en iyi O bilir” (Kasas 28/56) buyrulmuştur.
Kur’ân-ı Kerîm, “bütün insanlar için hidâyet” olarak indirilmiştir. (Bakara 2/185) Böyle olmakla birlikte onun hidâyetinden gerçekte müttakîler istifade eder. Bu sebeple Kur’an’ın müttakilere hidâyet rehberi olduğu özellikle vurgulanmıştır. Kur’an insanları, dünya ve âhirette kendilerine faydalı olacak, Allah’ın rızâsını kazandıracak ve nihâyet cennet ve cemâl-i ilâhîye eriştirecek dosdoğru yolu gösterir.
Bir kısım insanların Kur’an’la buluştuğu hâlde hidâyetten uzak kalması, onu bütün insanlar için hidâyet vesîlesi olmaktan çıkarmaz. Belli bir hastalığı olan kişinin balın tadını alamaması onun tatlı olmadığını göstermediği gibi. Bu bakımdan Kur’an’ın hidâyeti kendisine samimi bir şekilde yönelen gönüllere Cenâb-ı Hak’ın bir lutfudur.
Kur’an’ın hidâyeti, inkârdan îmana, sonra da imandan ihsan ve takvâya doğru bir hidâyettir. İmandan sonraki hidâyetin gerçekleşmesi, ancak ona uymakla ortaya çıkar. Kur’an’ın Hak kelamı olduğunu kalben kabul etmeyen kâfir ve münafıklar ise onu gereği gibi tefekkür ve tedebbür etmediklerinden, hidâyetten mahrum kalırlar. Kur’an, her bir gruba, inanç, düşünce ve amellerine göre bir âkıbet belirler. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Hiç şüphesiz bu Kur’an, insanları her hususta en doğru yola, en sağlam ve en isabetli tutuma iletir. Sâlih ameller yapan mü’minlere, kendilerini çok büyük bir mükâfatın beklediğini müjdeler. Âhirete inanmayanlar için ise, can yakıcı bir azap hazırladığımızı haber verir.” (İsrâ 17/9-10)
Âyette Kur’an’ın müttakîler için rehber olduğu haber verilmektedir. Müttakî, takvâ sahibi olan kimsedir. Takvâ; sakınmak, korunmak, hoşa gitmeyen şeylerden uzak durmak demektir. Arapça’da bu kelime, canlı bir varlığın kendini her türlü tehlikeden korumasını ifade eder. Dolayısıyla müttakî:
› Kalbini küfür, şirk, nifak gibi îtikâdî hastalıklardan,
› Uzuvlarını büyük ve küçük günahlardan,
› Nihâyet gönlünü Cenab-ı Hakk’ın râzı olmayacağı her türlü menfi düşünceden koruyan, diğer taraftan:
› Farz ve nâfilelerle ilâhî muhabbeti elde etme gayretinde olan, böylece âhirette cehennem azabından kurtulup cennetle mükâfatlandırılan mü’min kimsedir.
Mânevî dünyamızın en önemli azığı takvâdır. (bk. Bakara 2/197) Takvânın alt sınırı küfür ve şirkten korunmak ise de, üst sınırı yoktur. Her müttakînin önünde devamlı olarak terfi edebileceği daha yüksek bir takvâ mertebesi her zaman var olacaktır. Bu mânevî yolculuk ölüme kadar devam eder. Allah katında kulun şeref ve mertebesini belirleyen yegâne ölçü de takvâdır. Rabbimizin:
“Allah katında en şerefliniz, Allah’a karşı saygısı, korkusu ve O’nun yasaklarından kaçınıp emirlerine itaati en yüksek olanınızdır” (Hucurât 49/13) beyânı bu gerçeği bildirir. Bu îtibarla takvâ, kulun mânevî yücelikler kazanmasına ve nihayetinde Allah’ın dostluğuna ermesine en büyük vesiledir. Bir âyet-i kerîmede:
“Allah ise, gönülleri O’nun saygısıyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınanların dostu ve yardımcısıdır” buyrulmuştur. (Câsiye 45/19)
Allah Rasulü (s.a.s.), gerçek takvâya ermenin yolunu şöyle gösterir:
“Kul, harama düşerim korkusuyla yapılması sakıncalı olmayan, fakat vicdanını rahatsız eden bazı şeylerden bile uzak durmadıkça gerçek takvâ sahibi olamaz.” (Tirmizî, Kıyâmet 19. Ayrıca bk. Buhârî, İman, 1; İbn Mâce, Zühd 24)
Âyet-i kerîme ve hadis-i şeriflerin beyân buyurduğu takvâ gerçeğini şu örnek ne güzel izah etmektedir: Hz. Ömer, Übey b. Ka’b’a takvânın mâhiyetini sorunca, o:
“–Dikenli bir yolda hiç yürüdün mü?” diye sordu. Hz. Ömer: “Evet” deyince bu sefer Übey (r.a.):
“–Peki böyle bir yolda yürürken ne yaptın?” diye sordu. Hz. Ömer:
“–Paçalarımı sıvadım ve mümkün olduğu kadar kendimi korumaya çalıştım” dedi. Bunun üzerine Übey:
“–İşte takvâ da böyledir” cevabını verdi. (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 40)
Kur’an hidâyetinden gerçek mânada istifade edebilecek müttakîlerin sahip olduğu belli başlı vasıflar, devam eden âyet-i kerîmelerde şöyle haber verilmektedir:
3. Ki onlar gaybe iman eder, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcarlar.
Müttakîlerin birinci vasfı gaybe iman etmeleridir. İman, kalp ile tasdik yani bir şeyin doğruluğunu kalben kabul etmek ve bunu dil ile ikrâr etmektir. Tasdik olmazsa iman olmaz. Tasdik bulunur, fakat kişinin tutum ve davranışları buna aykırı ve tutarsız olursa bu, imanın zayıflığına bir işaret sayılır. Böyle bir imanla, İslâm gerçek mânasıyla yaşanamayacağı gibi, dinin vadettiği ebedi mutluluğa erişmek de zor olur. Dine göre îman esaslarını kalp ve diliyle tasdîk etmeyen kâfir; kalbiyle tasdik etmediği hâlde diliyle kabul ettiğini söyleyen münafık; kalp ve diliyle tasdik ettiği hâlde ameli olmayan ise mü’min fakat fâsık sayılır. Gerçek iman, âhirette cehennemden kurtularak cennete girmenin yegâne şartıdır. Kur’an, pek çok âyetinde bu hususa vurgu yapmaktadır.
الْغَيْبُ (gayb) sözlükte, gerçekte var olup da görme, işitme, dokunma ve tatma gibi duyularımızın algı sahasına girmeyen, bunların ötesinde kalan şeylerdir. Âyetteki “gayb”den maksat ise, Allah’ın ve Resûlü’nün var olduğunu veya meydana geleceğini haber verdiği, insanın duyularıyla algılayamadığı fakat inanılması lazım gelen varlıklar ve olaylardır. Bunlar Allah, melekler, kader, kıyamet, âhiret, cennet ve cehennem gibi hususlardır. Allah Resûlü (s.a.s.) îmanı tarif ederken: “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir” (Müslim, İman 1, 5) buyurmuştur ki bunların hepsi gayb âlemindendir.
Âyetin, “gaybe îman ederler” şeklinde meâli verilen kısmı, “gaybde de iman ederler” diye de anlaşılmıştır. Yani, mü’minler, insanlar arasında olduğu gibi kimsenin bulunmadığı tenha yerlerde de imanlarını ikrâra ve gereğini yapmaya devam ederler. Zira îmanda devamlılık esastır. Münafıklar ise böyle değildir. Çünkü onlar: “İman edenlerle karşılaştıklarında «inandık» derler. Şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında ise: «Emin olun! Biz sizinle beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz» derler.” (Bakara 2/14)
Esasen gayb âlemine bir sınır çizmek mümkün değildir. Bununla beraber genel mânada iki türlü gaybden söz edilebilir. Birincisi, Allah Teâlâ’nın hiçbir varlığa bildirmediği, ancak zâtına mahsus kıldığı mutlak gaybdir: “Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; başkası onları bilemez.” (En‘âm 6/59) Diğeri ise izâfî gaybdir ki, Allah Teâlâ’nın yarattıklarından dilediğini dilediği kadar bilgilendirdiği ve diğerlerinden gizli tuttuğu gaybdir. Buna göre her bir varlığa göre gayb alanı farklıdır. Ancak Kur’an ve sünnette varlığı bildirilen fakat insanın duyularıyla tam idrak edemediği hususlara îman, mü’min olmanın şartıdır. Üzerinde durduğumuz âyette de bu nevi gaybe işaret edilmiştir.
Allah Teâlâ’nın her türlü tecellî ve tasarruflarıyla zâhir ve âşikâr olmasına (Hadîd 57/3), kullarına şah damarından daha yakın olmasına (Kâf 50/16), onların kendileri ile kalpleri arasına girmesine (Enfâl 8/24), hülâsa onları her yönden kuşatmasına (İsrâ 17/60) rağmen gayb kabul edilmesi, idraklerin O’nu kuşatamaması (En‘âm 6/103) sebebiyledir. Nitekim ehl-i irfân demiştir ki, “Cenâb-ı Hak o kadar zâhirdir ki, zuhûrunun şiddetinden gâiptir.”
Görülemeyen ve hissedilemeyen varlıklar, görüp hissettiklerimize nispetle kıyas edilemeyecek derecede fazladır. Bu gerçeği kabul eden kişi, Allah’a imana ve böylece hayatın derin bir mânası ve gayesi olduğu inancına erişir. Gözü maddeden başka bir şey görmeyen ve tüm varlığı görüp hissettiklerinden ibaret zanneden düşünce ve sistemler, insan muhayyile ve tefekkürünü âdetâ dondurarak onu geniş ufuklardan mahrum bırakmaktadırlar. Bu mânada gaybe îman, insan tefekkürünün ve muhayyilesinin önündeki izâfî engelleri kaldıran bir hürriyet iksîridir. Îman esaslarının “gayb” alanında olması, mü’mindeki îman derinliğine sonsuz bir boyut kazandırmaktadır. Bu sebeple Kur’an, inanılması gerekli hususlar içinden özellikle gaybı zikretmiştir. Çünkü gaybe iman, kulun Peygamberin davetine kulak vererek Allah’ın buyruklarına itaat etmesinde kuvvetli bir tesire sahiptir. Maddi âlemin ötesinde başka bir âlemin olduğunu kabul etmeyenler ise Allah’a ve âhirete iman davetinden yüz çevirirler.
Müttakîlerin ikinci vasfı, namazı dosdoğru kılmalarıdır. Âyet-i kerîmede “ikâme-i salât” ifadesi geçmektedir. الصَّلٰوةُ (salât), Kur’an’da namaz ibâdetinin yanı sıra dua, övgü, kıraat ve rahmet mânalarında kullanılmıştır. Namaz ibâdeti bu mânaların hemen hepsini ihtiva eder. Nitekim namazın kıyâmında kıraat, ka’desinde senâ ve dua nihâyetinde ise namaz kılan kimseye rahmet vardır.
“İkâme”, bir şeyi ayakta tutmak, ayakta durur hale getirmek demektir. “İkâme-i salât” ise namazı dosdoğru edâ etmektir. Yani namazı, Allah Resûlü (s.a.s.)’in öğrettiği şekilde âdâb ve erkânına riâyetle, vaktinde, aksatmadan, ona gerekli rağbeti göstererek, hem şeklî şartlarını hem de huşu ve tâzim gibi kalbî ve ruhî yönlerini gözeterek kılmaktır. “İkâme-i salât” tabiri, ayrıca, namazı cemaatle kılmanın önemine ve onu îfa için lazım gelen şartların hazırlanmasının gereğine de işaret etmektedir.
Namaz, İslâm’ın başlangıcından itibaren meşrû olmakla birlikte beş vakit halinde, Peygamberimizin yaşadığı en faziletli zaman olan Mi’râc gecesinde farz kılınmıştır. (bk. Müslim, İman 259)
Namaz ibâdeti, dini hayatın omurgasını teşkil eder. Ferdin zihnî, kalbî ve fiilî hayatının Allah ve Rasûlü’nün iradesi çerçevesinde ihyası için vazgeçilmez bir esas olan namaz, toplum hayatının inşa ve ıslahı için de aynı derecede bir öneme sahiptir. Namazın bu yönüne işaretle Peygamber Efendimiz: “Dinî hayatın ana direği, namazdır” buyurmuştur. (Tirmizî, İman 8)
Müttakîlerin üçüncü vasfı, Allah’ın kendilerine verdiği rızıklardan infak etmeleridir. Onlar, Allah’ın ikram ettiği her türlü rızıktan, O’nun muradına uygun olarak başkalarının faydasına harcamada bulunurlar. “Rızık”, bütün canlıların maddî mânevî her türlü ihtiyaçlarını karşıladıkları nimetlerdir. Yiyecek, içecek, giyecek, mal ve benzeri her türlü maddî nimet ve imkânlar rızık olarak adlandırıldığı gibi ilim, îman ve ahlâk gibi mânevî ihsanlar da rızık kapsamında değerlendirilmiştir.
“İnfak”, kulun, Allah’ın rızâsına nâil olma niyetiyle O’nun kendisine verdiği rızıklardan ailesine, akrabasına, diğer insanlara ve hatta tüm canlılara fayda sağlamak üzere sarfetmesidir. Kur’ân’da infak kavramının kullanıldığı yerlerden biri de “fî sebîlillah” yâni Allah’ın dînini korumak, yaymak ve yüceltmek adına yapılan her türlü harcamalardır.
Âyetteki infaktan hem farz hem de nafile harcamalar kastedilmiştir. Farz olanlar zekât ve ailesi için yaptığı zaruri masraflardır. Bunların haricinde hayır niyetiyle yapılan tüm harcamalar ise nafile kısmına girer.
Mânevî rızıklar açısından “infak”, kişinin sahip olduğu ilim, irfan ve güzel ahlâk gibi ilâhî ikramlardan başkalarını da istifade ettirmesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.s.): “İstifadeye sunulmayan ilim, Allah yolunda infak edilmeyen hazîne gibidir” buyurur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 499; Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, I, 184) Bu mânadan hareketle sûfîler, âyet-i kerîmede, müttakîlerin kendilerine lutfedilen mânevî hâl, ilim ve mârifet nûrlarından başkalarına da infak etmeleri gerektiğine işaret bulunduğunu söylemişlerdir.
Esasen Kur’ân âyetleri, kısa cümlelerde çok geniş ve zengin mânalar ihtivâ eder. Meselâ üzerinde durduğumuz âyetin, وَممَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden harcama yaparlar) kısmında bulunan bir takım nüktelere şöyle işaret edilmiştir:
› İnsan, kazancının tümünü değil, ihtiyâç fazlasını infâk etmelidir. Ba‘ziyet yani kısmîlik anlamı ifade eden مِنْ (min) edatıyla bu inceliğe işaret edilmiştir.
› İnfak, başkalarının malından değil kendine ait maldan yapılmalıdır. Bu şartı رَزَقْنَاهُمْ (Kendilerine rızık olarak verdiğimiz) lafzı ifade eder. Burada, yapılan infakı Allah adına yapmak ve başa kakmamak gerektiğine de bir işaret vardır. Âdetâ şöyle denilmektedir: “Size rızkı biz veriyoruz. Hakîkatte siz bize vekâlet etmektesiniz. Öyleyse bizim ihsân ettiğimiz rızıklardan kullarımıza verirken başa kakmanız doğru olamaz.”
› يُنْفِقُونَ (harcarlar) fiilinin geniş zamanda kullanılması, sürekli bir infak duygusunun kulda yerleşerek alışkanlık hâline gelmesini ifade eder. Bu ibare aynı zamanda infakın, ehline, zarurî ihtiyaçlarını karşılaması için yapılması gerektiğine işaret eder. Yoksa gereksiz ya da meşrû olmayan yerlere harcayacak kimselere infakta bulunulmaz. Zira “infak” kelimesi, yerinde ve aslî ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan harcamalar anlamında kullanılmıştır. (Bedîuzzaman, İşârâtü’l-i‘câz, s. 47)
Görüldüğü üzere âyet-i kerîmenin emir ve tavsiye buyurduğu infakın şumûlü oldukça geniştir. Bu sebeple tasavvuf âlimleri, farklı mertebelerde bulunan insanların infakları hususunda bir kısım izahlar yapmışlardır. Onlardan bazıları şöyledir:
Zenginlerin infâkı mallarından olup onu ihtiyaç sahiplerinden kıskanmazlar. Âbidlerin infâkı nefislerinden olup kendilerini hizmetten esirgemezler. Âriflerin infâkı gönüllerinden olup hiçbir zaman kendilerine bahşedilen ilâhî feyizlerden Hak taliplerini mahrum bırakmazlar. Hak aşıklarının infakı ise daha farklıdır. Nitekim Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (k.s.) bunu şu beytiyle dile getirir:
Sehâvet ehli olan kimseye yakışan, fakîre ihsândır
Âşıklara yakışan da Cânân yolunda fedâ-yı cândır
İnfâkın belli başlı derecelerini ifade etmek üzere Arapça’da farklı kavramlar kullanılmıştır. Birinci mertebe “sehâ”dır. Malın birazını verip geriye kalanı kendine ayırana sehâvet sahibi denir. İkinci mertebe “cûd” seviyesidir. Malının çoğunu dağıtıp azını kendine ayıran kimseye cûd ehli denir. İnfakta nihai mertebe ise “îsâr”dır. Zarûret miktarı mal ile hayatını idâme ettirip kendi ihtiyacı olan şeyi bile başkasına verebilme fedakârlığını gösteren kimse ise îsâr sahibi, diğergâm, yani başkasını kendinden fazla düşünen kişi olarak vasfedilir.
Kur’an’ın infak emri, ferd ve cemiyet açısından pek büyük bir öneme sahiptir. İctimaî hayatın intizamlı olması ve toplumda sosyal adâletin sağlanabilmesi için, maddi imkânlar ve refah itibariyle insan tabakaları arasında boşluk kalmamalıdır. Zenginlerin fakirlerden, aradaki irtibat kopacak derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında irtibatı sağlayan yegane vasıta, zekât başta olmak üzere her türlü infak ve yardımlaşmadır. Cemiyet içinde zekâtın farz, faizin ise haram kılınışının hikmetleri dikkate alınmaz ve bu ilâhî emirlere harfiyen uyulmazsa, tabakalar arası bağlar kopar. Aşağı tabakadan yukarı tabakaya hürmet, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadâları, haset alevleri, kin ve nefret feryatları yükselir. Aynı şekilde yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, baskılar ve şimşek gibi hakaretler yağar. Hülasa toplumdaki insan tabakaları arasında barış ve huzurun temini, ancak İslâm’ın temel şartlarından biri olan zekât, sadaka ve diğer yardımların herkes tarafından en güzel şekilde edâ edilmesine bağlıdır.
Müttakîlerin dördüncü önemli özelliklerini açıklamak üzere buyruluyor ki:
Sehâvet ehli: Cömert olanlar; Cânân: Sevgili, kula en sevgili olan Allah Teâlâ; Fedâ-yı cân: can vermek
4. Yine onlar, hem sana indirilene hem de senden önce indirilenlere iman ederler. Âhiret gününe ise yakînen inanırlar.
Hz. Âdem’den son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) Efendimiz’e kadar bütün peygamberler insanlara aynı dini tebliğ etmiş, sahife veya kitap halinde onlara gelen vahiyler de aynı dinin esaslarını haber vermişlerdir. İlâhî risâlet ve vahiy, tarihî akış içerisinde birbirinden kopuk bir vaziyette değil, birbirini tasdik ve tasvip ederek gelmiştir. İnsan hayatı, kültür ve medeniyeti geliştikçe Allah Teâlâ yeni peygamberler ve yeni dinler göndermiş, önceki ümmetlerin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik amelî hükümlerden bazılarını yenilemiştir. Nihayetinde yegane din olan İslâm, Peygamberimiz ve Kur’an ile son şeklini alarak tamamlanmıştır. Bu bakımdan biz, “Allah’ın peygamberleri arasında hiçbir ayırım yapmayız” (Bakara 2/285) düstûrunca hepsine inanırız.
“Sana indirilen”den maksad, bu ayetin indiği zamana kadar gelen ve daha sonra gelecek olan kısımlarıyla birlikte Kur’ân’ın tamamı ve Peygamberimizin Kur’an’ın beyânı sadedinde ortaya çıkan sünnetidir. Mü’minlerin buna tafsilatlı olarak inanması, emir ve nehiylerini öğrenerek gereğince amel etmesi gerekir. “Senden önce indirilen”den maksad ise, önceki peygamberlere indirilen ilâhî vahiyler ve kitaplardır. Bu kitaplara da icmâlî yani bir bütün halinde iman etmek farzdır. Allah Teâlâ, bizi önceki kitaplarda bulunan hükümlerle mes’ûl tutmadığından onları tafsilatlı olarak bilmemiz gerekli değildir.
Ayetin dikkat çektiği önemli hususlardan biri de şudur: İnsanlığın doğru hayat tarzını öğrenip yaşamaları için vahye dayanan bilgi bir zarurettir. Bu bilgi herkese tek tek değil, sadece Allah’ın insanlar arasından seçtiği peygamberlere indirilmiştir. Dolayısıyla istikamet üzere bir hayat sürmenin yolu, ancak o peygamberlere indirilen kitaplardan öğrenilebilir. Bugüne kadar tahrif edilmeden gelmiş Kur’an’dan başka ilâhî kitap bulunmadığından, böyle bir hayatın yegâne müracaat kaynağı odur. O halde doğru yolu bulmak isteyenler, Kur’an’a inanmak ve ona tabi olmak mecburiyetindedirler.
Müttakilerin beşinci vasfı, âhiret gününe yakînen, yani şeksiz, tereddütsüz inanmalarıdır. Onlar, bir gün bu fanî dünyanın sona ereceğine, insanların hesap vermek üzere yeniden diriltileceğine, insanların amellerine göre cennet veya cehenneme gideceğine hiç şüpheye yer bırakmayacak şekilde kesin bir imanla inanırlar.
الْاٰخِرَةُ (âhiret), “birinciden sonra gelen” mânasındadır. Birinci hayat dünya olup, âhiret ondan sonra gelmektedir. “Âhiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur” (Ankebût 29/64) ayetinde “âhiret”, ebedi kalınacak diyarın bir sıfatı olarak kullanılmıştır. Onun, yarını olmayan “son gün” mânası da vardır.
“Yakîn ve îykan”, bir şeyi kesin ve sağlam bilmek demektir. Araştırma ve gerekli delillerden hareketle her türlü şüphe, ihtimal ve tereddütten uzak olarak bir şeye tam inanmaktır. Yakînin; bilme, görme ve hakikatine erme şeklinde üç derecesi vardır. Cennete girileceğini bilmemiz “ilme’l-yakîn”, cenneti görmemiz “ayne’l-yakîn”, Allah’ın izniyle cennete girip nimetlerinden istifade etmemiz ise “hakka’l-yakîn”dir. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “yakîn” md.)
Âhirete iman, ona hazırlanmayı gerektirir. Hesabın, sevap ve cezanın varlığına yakînî iman, kişiyi azaptan ve hazin akıbetten korunmaya ve nimetlere erdirecek hayırlı ameller yapmaya sevkeder. Kısacık ömrünü lüzumsuz uğraşlardan arındırarak, onu en anlamlı ve en kazançlı bir şekilde değerlendirmeye yönlendirir. Âhirete iman, insanların dindarca yaşamalarının ve sıhhatli bir dünya düzeni kurmalarının temel unsurlarından biridir. Dünya gelip geçici, âhiret ise ebedîdir. Dünyada kesintisiz bir saadet ve mutluluk aramak boşunadır. Esas saadet nihayetsiz olan âhiret saadetidir. Kul, o saadete erişmenin yollarını bulmalıdır. Fani dünyaya ve boş hayallere aldanmamalıdır:
5. İşte Rablerinin gösterdiği yolda yürüyenler onlardır, kurtuluşa erecek olanlar da yalnızca onlardır.
Kur’ân-ı Kerîm’in ve sünnet-i seniyyenin beyân buyurduğu tarzda iman, ibâdet, muamelât ve ahlâk yolunu tutan müttakî kullar, bu vasıflarıyla Rablerinden gelen bir hidâyet üzere bulunmaktadırlar. Bu onlara Allah Teâlâ’nın büyük bir tevfikı, ikrâmı ve ihsânıdır.
Hidâyete erenler ancak müttakîler olduğu gibi, felâha, yani gerçek kurtuluşa erecek olanlar da sadece onlardır. Hidâyet, felâhın anahtarıdır. Önce hidâyet olacak, peşinden felâh gelecektir. İslâm, her gün beş kere ezanla “haydin felâha!” davetinde bulunarak insanları kurtuluşa, iki cihan saadetine çağırmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’i rehber edinenlerin buna erişecekleri müjdesini ise birçok ayet gibi bu âyet de en güçlü bir üslûpla haber vermektedir.
اَلْفَلَاحُ (felâh), sözlükte “arzu edilen şeyleri elde etme, istenmeyen şeylerden kurtulma, zafer ve başarı” gibi mânalara gelir. İnsanın, önündeki engelleri bir bir aşarak kendini kurtarması, arzu ettiği gayeye ulaşması ve zafer elde etmesidir. Felâhın dünyevi ve uhrevi olmak üzere iki boyutu vardır. Dünyada felâh; zenginlik, izzet ve şeref gibi hayatı güzelleştirecek ve mutluluğa vesile olacak hususları elde etmektir. Âhirette felâh ise yokluğu olmayan bir bekâ, fakirliği olmayan bir zenginlik, zilleti olmayan bir izzet ve cehâleti olmayan bir ilim elde etmektir. (Râgıb el-Isfahânî, el-Müfredât, “felâh” md.)
“Felâh” kelimesinde yarılma, açılma ve kesilme mânası da vardır. Toprağı yarıp açması ve kazması sebebiyle çiftçiye “fellâh” denilmektedir. Buna göre âyetin mânası şöyle olur: “Onlar, dünyada büyük bir sabır, cehd ve gayret gösterip, inkâr ve zulmet perdelerini açarak imanın gereğini îfa etmiş ve böylece kıyâmet günü hesabın şiddetinden ve cehennemden kurtulmuş ve cennete kavuşmuş kimselerdir. Tüm dünya ve âhiret hayırları onlar için ayrılmıştır.” Zaten dini bir terim olarak “felâh”, “âhirette cehennem azabından kurtulma başarısını kazanabilmek” demektir. (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, I, 247)
Bakara sûresinin ilk beş ayetinde Kur’an’ın hidâyetinden faydalanan müttakîlerin vasıfları açıklandıktan sonra şimdi de Kur’an hidâyetine karşı âdeta kör ve sağır davranan kâfirlerin bir kısım temel özelliklerine dikkat çekilmektedir:
6. Şu bir gerçek ki, inkârlarında ısrar eden kâfirleri başlarına gelecek elim bir azâb ile uyarsan da uyarmasan da hiç farketmez; onlar iman etmezler.
اَلْكُفْرُ (küfür), sözlükte “örtmek”, “kâfir” ise “örten” mânasına gelir. Nitekim Arapça’da varlıkları örtüp görünmez hale getirdiği için geceye, tohumu toprağa gömdüğü için çiftçiye “kâfir”, içindeki çekirdeği gizlediği için meyve tomurcuğuna da “kâfur” denilir. (Ragıb, Müfredât, “küfr” md.) En büyük ve en açık bir gerçek olan Allah’ı ve âyetlerini, körü körüne saplandığı ön kabulleri sebebiyle âdeta örtüp yok farzeden inkârcılara da bu sebeple “kâfir” denilmiştir. Dilimizde kullanılan “nankörlük” ifadesi de, kendisine verilen nimetleri görmezlikten gelerek onları yok saymak ve şükrünü edayı terk etmek anlamında kullanılagelmiştir.
Dini bir terim olarak “küfür”, imansızlık demektir. Yani Peygamber Efendimiz’in getirdiği ve inanılması zaruri olan şeylerin hepsini veya herhangi birisini kabul ve tasdik etmemektir. Bu bakımdan Allah’ın varlığı, birliği ve sıfatlarını, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in nübüvvetini, Kur’ân-ı Kerîm ve onun hükümlerini inkâr eden kimse kâfir olur.
İmanda olduğu gibi, küfürde de yalanlama ve kabul etmeme kalp, söz ve fiil ile olur. Kalp ile yalanlama kesinlikle küfürdür. Zorlama olmaksızın sözlü veya fiili yalanlama da aynen öyledir. İman edilmesi lazım gelen mukaddes şeylere sözle veya fiille hakaret etmek, alay etmek, küçümsemek ve hafife almak, bunları bozmaya çalışmak gibi yanlış davranışların da küfür olduğunda şüphe yoktur. Fakat zaruri bir zorlama neticesinde vuku bulan ve küfrü gerektiren söz veya fiil küfür sayılmaz. Zira âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“Kalbi imanla dopdolu ve doygun olduğu halde baskı altında kalarak inkâra zorlanıp da bunu ancak diliyle yapan hâriç; onlar kâfir olmazlar…” (Nahl 16/106)
اَلْإنْذَارُ (inzâr), sözlük olarak “korkutucu bir haber vermek” demektir. Sakındırmak niyetiyle bir işin sonundaki tehlikeyi açıkça anlatmak ve o tehlikeye dikkat çekmektir. “Gittiğin yolun sonunda seni şöyle şöyle bir fenalık beklemektedir, dikkatli ol ve ondan sakın!” irşadında bulunmaktır. Ayetteki inzârdan maksad, kâfirleri Allah’ın azâbı, cehennemi ve isyânkârlara vereceği cezası ile korkutmaktır. Böyle kimselere müjdeli haber değil korkutucu haber lâyıktır. Çünkü korkutucu haber, nefisleri kuvvetle sarsar ve kalplere daha çok tesir eder.
İnsan, ne derece derin bir küfür ve şirk içinde bulunsa, ne kadar büyük günahlar işlemiş olsa da, ölüm vakti gelinceye kadar iman ve tevbe etme imkânı vardır. Hatta kâfirler, iman ettiklerinde önceki bütün günahları affedilecektir. (bk. Enfâl 8/38) Dolayısıyla ayette bahsedilenler; Allah’ı, Peygamber’i ve onun getirdiği hak dini inkâr edip küfürlerinde ısrar edenler; kalplerini, göz ve kulaklarını ilâhî irşada kapatanlardır. Bunlar, netice itibariyle iman edip hidâyete erişmeleri mümkün olmayanlardır. Böyle durumda olanlara, nebevî uyarı hiçbir fayda sağlamayacaktır.
Allah Resûlü (s.a.s.), âlemlere rahmettir. Bütün insanlara karşı son derece şefkat ve merhamet sahibidir. Onun yufka yüreği, hiçbir kulun ebedi nimetlerden mahrum kalmasına, üstelik nihayetsiz bir azaba düçar olmasına razı değildi. Bu sebeple Efendimiz, insanları hidâyete erdirmek için büyük bir aşkla gece gündüz çalışmıştır. Hatta bu hususta gösterdiği fevkalade arzu sebebiyle zaman zaman uyarıldığı olmuştur. Şu âyet-i kerîme ne kadar dikkat çekicidir:
“Rasûlüm! Onlar bu Kur’an’a inanmıyorlar diye arkalarından üzülerek neredeyse kendini helak edeceksin! Hayır böyle yapma!” (Kehf 18/6)
Bu sebeple, ayette küfürde ısrar edenlerin iman etmeyeceklerinin beyânı, bütün gücüyle tebliğe devam eden Peygamberimizi teselli etmektedir. Çünkü böyle bir neticenin ortaya çıkmasında, suç Peygambere değil, kâfirlere aittir. O halde tebliğde de itidalli olmalı ve Allah’ın takdir ettiği neticeye teslimiyet göstermelidir.
Allah Teâlâ peygamberlerini, ister inansınlar ister inanmasınlar bütün insanları dine davetle vazifeli kılmıştır. Çünkü kimin iman edeceğini, kimin etmeyeceğini bilen sadece O’dur. Bu kader sırrı bize gizlidir. Tebliğ ve uyarının umûmi olarak yapılması, hiç kimsenin Allah’a karşı bir mâzeret ve delilinin kalmaması içindir. Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Müjdeleyici ve korkutucu böyle nice peygamberler gönderdik; tâ ki peygamberlerden sonra insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri kalmasın!” (Nisâ 4/165)
“Şayet biz, kitap ve peygamber göndermeden önce kendilerini aslında hak ettikleri bir felâketle helâk edecek olsaydık, bu takdirde: «Rabbimiz, ne olurdu bize bir peygamber gönderseydin de, böyle rezil ve perişan olmadan önce senin âyetlerine uysaydık!» diyeceklerdi.” (Tâhâ 20/134)
Bahsedilen kâfirlerin bir daha inanamayacak olmalarının sebebine gelince:
7. Allah, küfürdeki inatları yüzünden onların kalplerine ve kulaklarına mühür vurmuştur. Gözleri üzerine de kalın bir perde gerilmiştir. İşte böyle kimseler için pek büyük bir azap vardır.
Bu âyette, kullarına engin merhametinin tabii bir neticesi olarak onlara gönderdiği peygamberlerine karşı inkârcıların hakikati görme, ona kulak verme ve mesajın keyfiyetini idrak etme adına herhangi bir gayrette bulunmamak suretiyle adeta kendilerini kilitleyerek kalplerini mühürlenmeye hazır hale getirmeleri beyân edilmektedir.
Ayette geçen اَلْخَتْمُ (hatm) kelimesi, lügat olarak “mühürlemek” ve “mühür” mânasına gelir. Mektup mühürlemek, kapı ya da oda mühürlemek gibi giriş ve çıkışa engel olmak suretiyle bir şeyi emniyete almak da “hatm” kelimesiyle ifade edilir. “Kalp” ise, Kur’ân-ı Kerîm’de iki mânada kullanılmıştır. Bedenin orta bölgesinde yer alması ve maddi varlığımızın hayatiyetini sürdürmesinde çok önemli bir öz olması itibariyle bir et parçası olan yüreğe kalp denildiği gibi, mânevî varlığımızın özü ve insanî hakikatin merkezi olması yönüyle de nuranî ve rabbânî latifeye kalp ismi verilmiştir. Çam kozalağı şeklindeki zahirî kalple, insanın bütün duygularının hayat kaynağı olan manevî kalp, bir hakikatin iki yüzü denebilecek şekilde iç içedir.
Kalbin ve kulağın mühürlenmesi ise, mânevî istidatlarının sona ermesi ve içine imanın giremeyeceği bir hale gelip, üzerlerine “bu kalbin inanması ve bu kulağın hakikat sözünü duyması mümkün değildir” damgasının vurulmasıdır. Bu haliyle kalp ve kulağın, ilâhî hakikatler karşısında tamamen duyarsız, idraksiz ve anlayışsız bir hâle gelmesidir. Böyle kimselerin gözleri üzerinde de, hakikati görmelerine engel olan kalın bir mânevî perde vardır; Hakk’ın varlığını gösteren âfâkî ve enfüsî delilleri göremezler.
Yüce Rabbimiz, hakka davet için peygamberler göndermiş ve kitaplar indirmiştir. “De ki: «Gerçek, Rabbinizden gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkâr etsin!»” (Kehf 18/29) âyet-i kerîmesi gereğince insanları tercihte serbest bırakmıştır. Onları zorla imandan alıkoymadığı gibi, küfre de zorla yönlendirmemiştir. “Allah’a ve Rasûlü’ne iman edin” (Nisâ 4/136) âyeti bütün insanların imana muhâtap olduğunu gösterir. “Onlara ne oluyor ki inanmıyorlar?” (İnşikak 84/20) kınaması ise, imandan men’, küfre de zorlama olmadığının açık delîlidir.
Âyet-i kerîmede “mühürleme” fiili, Cenâb-ı Hakk’a nispet edilmektedir. Zira vuku bulan bütün hadiseler Allah’a dayanmakta ve O’nun kudreti ile meydana gelmektedir. Bir davranış ve amelin ortaya çıkması, isteme ve girişimde bulunma cihetiyle kula, yaratma yönüyle de Allah’a nispet edilmiştir. Bu bakımdan amellerin neticesinden kul sorumludur. Nitekim inkârda ısrar edenlerin kalplerinin mühürlenmesi, yaptıklarının bir sonucu olarak gerçekleştiğini âyet-i kerîmeler şöyle haber vermektedir:
“Aslında Allah, onların kalplerini inkârları yüzünden mühürlemiştir.” (Nisâ 4/155)
“Önce dilleriyle inandıklarını söyleyip, sonra kalpleriyle inkâr ettiklerinden dolayı kalpleri mühürlenmiştir.” (Münafıkun 63/3)
Allah Resûlü (s.a.s.), büyük küçük her türlü günahın, nihayetinde kalbin mühürlenmesine olan tesirini şöyle izah eder:
“Günah ilk defa yapıldığı zaman, kalpte kara bir leke olur. Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfâr ederse kalp yine parlar. Etmez de günah tekrarlanırsa, o leke de artar. Sonra arta arta bir dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar. İşte «Aslında onların işledikleri günahlar, kalplerini bütün bütün paslandırmıştır» (Mütaffifîn 83/14) âyetinin mânası budur.” (İbn Mâce, Zühd 29; Tirmizî, Tefsir 83)
İnkarcıların kalplerinin mühürlenme sürecini psikolojik bir tahlille şu şekilde açıklamak mümkündür: Bu kimseler, inkâr ve günah yolunu tutmak suretiyle kalplerinin temizliğini süflî ve nefsânî amellerle yok ederler. Kendilerine lütfedilen temiz fıtratlarını hayvânî ve şeytânî sıfatlarla değiştirip bozarlar. Böylece onların temiz ruhları, beş duyunun şiddetli arzusuna râm olarak çirkin sûret âlemine yönelir ve ulvî muhabbetlere perdelenir. Sonra da nefsin yoldaşlığına ünsiyet peydâ etmeye başlar. Rûh, nefisle beraberliği sebebiyle kötü özellikler kazanır. Artık nefsin güzel gördüğünü güzel görmeye, onun haz aldığı şeylerden haz almaya ve hayvânî meralardan nemâlanmaya başlar. Nihâyet rûhânî gıdâlardan kesilir, üns bahçelerinde Hakk ile komşu olmayı ve yüce mekânları unutur. Nefsin esîri olan insan, hüsran vâdîlerinde şaşkına döner ve şeytanın oyuncağı haline gelir. Nankörlük edip nimetleri görmezden gelenler, ilâhî yardımdan mahrum kalır ve hevâlarına yenik düşerler. Tehlikeli uçurumlardan yuvarlanarak nefisleri dipdiri, kalpleri ise ölü bir hâle gelirler. Bunlara hiçbir uyarı fayda vermez. Onların kalpleri, dünyevî lezzetlerin verdiği kasvet sebebiyle gayb âlemine kapalıdır. Böyle kalpler, dünya muhabbetiyle örtülü ve nefse tâbi olmaları sebebiyle iyice kilitlidir. Bu durumda olanlar için âyet-i kerîmede: “Onlar Kur’an’ı inceden inceye düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinin üzerinde üst üste kilitleri mi var?” (Muhammed 47/24) buyrulur. Bunlar kuds bahçelerinden üns kokusu koklayamazlar. Ancak üzerlerine şekâvet ve bedbahtlık rüzgârı eser. Neticede kalplerindeki kilitler üzerine bir de mühür vurulur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, I, 47)
Şunu da ifade etmek gerekir ki, hiçbir insan bir diğeri hakkında kalbinin mühürlü olduğu bilgisine sahip olamayacağından, bu yönde bir hüküm vermesi doğru değildir. Yine bilinmelidir ki, mühürlenen bir kalbe sahip olan kişinin, Allah’ın dilemesi hariç, imana gelmesi imkânsızdır.
İman etmeden ve kalpleri mühürlü olarak âhirete göçenlere ağır bir ceza, büyük bir azap hazırlanmıştır. “Azap”; tatlılığın yok olması, acı, elem ve ızdırap demektir. Çünkü azap, hayatın tatlılığını, lezzet ve halâvetini yok eder. Azabı tavsif eden “azîm” kelimesinde “büyüklük, çokluk ve devamlılık” mânaları vardır. Dolayısıyla bu, cehennemde dâimî olarak azâba uğramak; dehşeti, korkusu büyük; ateşten halkaları, susuzluğu, acı ve ızdırabı çok olan azâba mahkum olmaktır. Bu, hem tehdit mânası ifade etmekte hem de âhirette vaki olacak cezayı haber vermektedir. Ayrıca “azâp” ve “azîm” kelimelerinin nekre olması, gerçek mâhiyetini Allah’tan başkasının bilmeyeceği pek çok ve pek büyük azap çeşitlerinin bulunduğunu haber vermektedir.
Sûrenin başında önce şeref ve faziletleri sebebiyle müttakîlerden, sonra onların tam zıddı olan kâfirlerden bahsedildi. Kur’ân hidâyetine karşı kör ve sağır davranan bu grup hakkında söz fazla uzatılmadan önemli vasıfları Sadece iki âyette bildirildi. Şimdi de bu iki grup arasında gidip gelen ve hastalıklı bir şahsiyet sergileyen münafıkların durumuna dikkat çekilmektedir. Onların hâl ve tavırlarından gelen on üç âyette tafsîlâtlı bir şekilde bahsedilmiştir. Bu grup üzerinde uzunca durulması, hem tehlikelerinin daha gizli ve daha büyük olması hem de imana gelme ihtimallerinin bulunması sebebiyledir. Çünkü düşünce, niyet, hâl ve davranışlarının kötülüğünü ortaya koymak; tâkîb ettikleri yolun yanlışlığını misâllerle anlatmak sûretiyle münafıklara tesir etmek mümkündür. Bu vesileyle, kalplerinin yumuşaması ve içinde bulundukları durumun doğru olmadığını anlayıp bundan vazgeçmeleri umulur. Böylece hastalıkları iyileşir, manen temizlenir, İslâm’ın emirlerine boyun eğerek şu âyetle istisnâ edilen kullardan olabilirler:
“Şüphesiz münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onları oradan kurtaracak hiçbir yardımcı da bulamazsın. Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini tam bir ihlasla yaşayıp bütün samimiyuetleriyle Allah’a yönelenler başka. İşte onlar gerçek mü’minlerle beraberdirler. Allah mü’minlere pek büyük bir mükâfat verecektir.” (Nisâ 4/145-146).
Yüce Allah, İslâm toplumu için son derece tehlikeli olan bu zümre hakkında mü’minleri uyanık tutmak, münafıkları da ihtar etmek üzere onları ele verecek belli başlı vasıfları şöyle beyân buyuruyor:
8. İnsanlardan bir grup da vardır ki, gerçekte mü’min olmadıkları halde “Allah’a ve âhiret gününe iman ettik” derler.
Münafıklar, inanmadıkları halde başkalarını kandırmak ve alay etmek gayesiyle sadece dilleriyle inandıklarını söyleyen iki yüzlü kimselerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de münafıkların îtikâdî, amelî ve ahlâkî bakımdan pek çok vasıfları yeri geldikçe açıklanmıştır. Bu âyetlerde onların daha çok îtikâdî yönden hastalıklarına dikkat çekilmiştir.
Münafıkların burada zikredilen birinci vasfı, kalben îman etmedikleri hâlde dilleriyle Allah’a ve âhiret gününe îman ettiklerini söylemeleridir. Münafık denildiğinde anlaşılması gereken esas mâna da budur.
Bu âyet, nifaklarında ısrar eden ve müslümanları kandırmaya çalışan münafıkların üzerindeki gizlilik örtüsünü parçalamış ve iman konusundaki aldatıcı beyânlarının arka planını deşifre etmiştir.
Mü’min olmak için sadece söz kâfi değildir. Îmanın aslı ve kökleri kalptedir. Önce kalp tasdik etmeli, dil ikrârda bulunmalı, ameller de bunu desteklemelidir.
Îman etmediği hâlde münâfığı mü’min olduğunu söylemeye sevkeden iki temel sâikten bahsedilebilir:
Birincisi; İslâm toplumuna daha büyük zarar verebilmek için kendini gizlemesi,
İkincisi; korkaklık ve menfaatperestlik gibi zaaflarından dolayı safını netleştirmeyip nereyi güvenli ve menfaatli görürse kendini oraya nisbet etmesidir.
Münafıkların ikinci vasfı, “inandık” şeklindeki yalan beyânlarıyla Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışmalarıdır:
9. Bu halleriyle güyâ Allah’a ve iman edenlere oyun ediyorlar. Halbuki onlar, sadece kendilerini aldatırlar da, bunun farkına varmazlar.
Bir insan aldatma işine, genelde, zarar verebilecek şeylerden korunarak kendini garanti altına almak veya yapmak istediği bir kötülüğü gizlemek ya da belli bir fayda elde etmek maksadıyla teşebbüs eder. Başkalarını aldatmak dinî, insanî ve ahlâkî yönlerden karaktersizliğin ve olgunlaşmamış bir kişiliğin göstergesi sayılmıştır. Buna inançta münafıklık ve amelde gösteriş misal verilebilir.
Münafıkların, bütün gizlilikleri bilen ve her şeyden haberdar olan Allah’ı aldatmaları asla mümkün değildir. Onlar, Allah’ın zâtını ve sıfatlarını hakkiyle tanımadıklarından dolayı Allah’ı aldatabileceklerini düşünmüşlerdir. Ayetteki “Allah’ı aldatma” ifadesiyle, Allah’ın Rasûlünü aldatma da kastedilmiş olabilir. Çünkü Rasûl, Allah adına söz söyleyen, O’nun emir ve nehiylerini tebliğ eden kişidir. Dolayısıyla burada Allah lafzının zikredilip Hz. Peygamber’in kastedilmesi, Peygamberi aldatmaya teşebbüsün Allah’ı aldatmaya kalkışmak kadar büyük bir cür’et olduğuna işaret etmektedir. Nitekim Kur’an, Peygambere itaati Allah’a itaat (Nisâ 4/80), Peygamber’e biatı da Allah’a biat (Fetih 48/10) saymıştır.
Yapılan açıklamalardan anlaşılacağı üzere münafıklar, görünürde mü’minleri aldatmaya çalışmaktadırlar. Onlar, yanlış düşüncelerine göre, kendilerini mü’minlerden gelebilecek zarardan korumak, onlara yapacakları kötülüğü gizlemek ve maddî-manevî bir kısım menfaatler elde etmek üzere aldatma yoluna baş vurmaktadırlar.
Münafıklar, mü’minleri aldatmaya kalkışmakla gerçekte kendilerini aldatmaktadırlar. Bu gayr-i ahlâkî tutumlarının zararı nihâyetinde kendilerine dönecektir. Zira Allah Teâlâ Peygamberine onların gerçek yüzlerini haber verecek, böylece dünyada rezîl-rüsvâ olacaklardır. Âhirette ise can yakıcı bir azâba uğrayacak, cehennemin en alt tabakasına gireceklerdir. Allah’ın rızâsını ve ebedi olan âhiret hayatını kaybetmekten daha büyük bir ziyân düşünülemez. Onlar bu hakîkati, içinde bulundukları bâtıl duyguları sebebiyle fark ve hissedemeyecek kadar şuursuzdurlar.
Ayetteki “bunun farkına varmazlar” ifadesi, münafıkların, nefsânî ve dünyevî hesaplarla his, şuur ve bilinç gibi nitelik ve kabiliyetlerini perdelemiş olduklarını bildirir. Bu yönleriyle onlar, şu ayette anlatılan inkârcı kâfirlerle aynı durumdadırlar: “…onların kalpleri var, fakat bununla gerçeği anlamazlar; gözleri var onunla görmezler; kulakları var onunla işitmezler. Hâsılı bunlar hayvanlar gibidirler, hatta onlardan daha şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar da bunlardır.” (A‘râf 7/179)
Münafıkların üçüncü vasfı, kalplerinde hastalık olmasıdır:
10. Kalplerinde bir hastalık vardır; Allah, hastalıklarını daha da artırmıştır. Yalan söylemeleri sebebiyle onlar için can yakıcı bir azap vardır.
Bu âyet, münafıklarda bulunan kötü sıfatların kaynağını açıklamaktadır. Buna göre onların sergiledikleri her türlü kötü tutum ve davranışların temelinde sahip oldukları söz konusu hastalık yatmaktadır. Kalplerinde bulunan hastalıktan maksat, maddî kalplerine arız olan bir hastalık değil, şahsiyetsizlik ve inkârlarından kaynaklanan yalan başta olmak üzere nifak, cehâlet, şüphe, haset gibi insanı helâke sürükleyen mânevî kalbin hastalıklarıdır. Cenâb-ı Hak, benzer bir ifadeyi münafıklardan ayrı olarak henüz iman ile mutmain olmayıp kalplerinde bir nevi şüphe veya tereddüt kalmış olanlar için de kullanmaktadır. (Enfâl 8/49; Ahzâb 33/12, 60)
Münafıklar, her insan gibi, fıtraten kalpleri temiz ve hastalıksız olarak yaratılmışlardır. Sözü edilen hastalık bizzat kendilerinden kaynaklanmıştır. Yanlış düşünce, tutum ve davranışları sebebiyle kalplerinin safiyetini kaybetmesine ve hastalanmasına kendileri yol açmışlardır. Aslında bu hastalığın tedavisi mümkündür. Fakat bunu samimiyetle talep etmek gerekir. Halbuki münafıklar böyle bir talep ve gayrette bulunmadıkları, gönüllerdeki hastalıklara şifa olan Kur’an’a sarılmadıkları gibi, tam aksine hastalıklarını artıracak yollara tevessül etmektedirler. Erken teşhis ve tedavi edilmeyen maddî hastalıkların zamanla daha da ilerlemesi gibi, mânevî hastalıklar da vaktinde tedavi edilmedikleri sürece artar ve derinleşir. Cenâb-ı Hakk’ın, insanların iman-küfür gibi kalbî hallerine ve psikolojik durumlarına yönelik koymuş olduğu kanun (sünnetullâh) böyle cereyan etmektedir. Bu gerçek, âyet-i kerîmede her şeyin yaratıcısı olması cihetiyle “Allah Teâlâ, onların hastalıklarını daha da artırmıştır” şeklinde ifade edilmiştir. Ayetin bu kısmı, “Allah onların hastalıklarını artırsın!” şeklinde de anlaşılmıştır. Böylelikle münafıklar, Allah’ın lânetine uğrayan azılı inkârcı gruplardan olmuşlardır.
Münafıkların hastalıklarını artıran sebepler arasında, İslâm davetinin günden güne yayılıp gelişmesi ve bunun karşısında toplum içindeki mevkilerini kaybetme endişesi, başta savaş olmak üzere nefse zor gelen bir takım sıkıntıların ortaya çıkması ve inen her yeni âyetin ilâve yükümlülükler getirmesi sayılabilir. Daha da önemlisi onların ilâhî lutuf ve inâyetten mahrum bırakılmış olmalarıdır. Bu durumda olan kimseler, kalbî sıkıntılardan, ruhî bunalımlardan ve çeşitli keder ve endişelerden bir türlü yakalarını kurtaramazlar.
Âyetin son kısmı olan “Yalan söylemeleri sebebiyle onlar için pek elem verici bir azap vardır” ifadesi, münafıkların dünyada ve özellikle âhirette acı verici, daimî bir azap içerisinde kalacaklarını bildirir. Kıyâmet günü, onların kalpleri hasret ve pişmanlıktan yanacak, mü’minlerin nâil oldukları büyük nimetleri gördükçe kaybettiklerinin acısıyla perişan olacaklardır. Esas acı ve sıkıntıyı ise sonu olmayan cehenneme girmekle tadacaklardır.
Münafıkları, acı veren azaba sevkeden temel sebep, onların “inandık” sözlerinde yalancı olmalarıdır. Yani gerçekte inkârcı olmaları sebebiyle bu duruma düşmüşlerdir. Yalan, mutlak olarak, dinî, insanî ve ahlâkî yönlerden çirkin bir fiil olarak görülmüştür. Bir hadis-i şerifte, yalancılık, insanı yoldan çıkarıp günahlara sevkeden ana âmil olarak gösterilmiştir. (Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105) Bir başka hadis-i şerifte ise yalancılık, bu ve benzeri âyetlerden mülhem olarak münâfığın üç alametinden biri olarak zikredilmiştir: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştutuğunda yalan söyler, söz verdiğinde yerine getirmez ve kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyânet eder.” (Buhârî, Şehâdât 28; Müslim, İman 107) Hadiste zikredilen üç vasıf, öncelikle itikâdî ve dinî açıdan değerlendirilmelidir. Günlük hayatta bir mü’minin yalan söyleme, sözünde durmama ve emanete hıyanet gibi dînen ve ahlâken kötü olan tutum ve davranışlarda bulunması, onu gerçek münafık grubuna sokmasa da, onu büyük bir günahın içine düşürdüğü muhakkaktır.
Âyetin sonundaki يَكْذِبُونَ (yekzibûn) “yalan söylerler” fiili, diğer bir mütevâtir kıraatte يُكَذِبُونَ (yükezzibûn) şeklinde de okunmuştur. Buna göre âyet, münafıkların çokça ve devamlı surette yalan söylediklerini veya doğru olanı kabul etmeyip yalanladıklarını ifade eder. Bu açıklamadan anlaşılır ki, münafıklar yalancı olmalarının yanı sıra, doğruyu kabule yanaşmama ve onu reddetme hastalığına da müptelâdırlar. Böyle kimseler eğriyi doğru, doğruyu eğri görür ve gösterirler. Hak dini benimsemelerine mâni olan temel sebep de işte budur.
Münafıkların kalplerindeki hastalıktan bahseden bu âyetten, Hakk’a vâsıl olma yoluna girmiş takvâ yolcuları, kendileri için şöyle bir işârî mâna çıkarmışlardır: Nifak hastalığına yakalanmış bir kimse tedavi görerek aslî ve fıtrî olan iman haline döndüğü takdirde âhiret azabından emin olacağı gibi, Allah’a giden mânevî yolculuğunda mürid de, seyr ü sülûküne mâni olacak inkâr, şüphe, tereddüt hastalıklarından, daha genel bir ifadeyle mâsivaya meyilden kalbini arındırarak muradını elde etme isteğinde samimi olduğu takdirde vuslat hakîkatlerine vâsıl ve sıdk bereketlerine nâil olacaktır. Bu yolculukta mürid, sözü edilenleri yapmaz ve ibâdetleri ihmal ve samimiyetsizlik türü hastalıklar taşırsa kendisi ile cennet dereceleri arasına engeller konur. Şayet iradesi hastalıklı olursa bu durumda kendisi ile Allah’a yakınlık ve münacât makamları arasına engeller konur. Dünyaya yönelen ve hevâsına tabi olan kimsenin aldanış yurduna bağlanıp kalması, kalbi için büyük bir hastalıktır. Onun dünya hırsı arttıkça kalbî hastalığı da artar. Nefsânî hevesleri istikametinde dünyaya dair ne zaman bir şey elde etse, elde edemediği şeylere karşı hırsı kat kat artar. Hırsla elde ettiği her bir dünyalığın ardından hemen cezasını da görür. Allah’ın ona verdiği dünyevî cezalardan birisi himmetinin dağınıklığı, sonra buna bağlı olarak huzursuzluk, kin ve nefret saçan bir hayattır. Zira o, Mevlâ’sından yüz çevirip bu hayatı tercih etmiştir. Hevâsına tabi olmayı seçmesi sebebiyle doğru dürüst ne bir fayda ne de rahat yüzü görür. Mevlâ’sının dostluğundan yüz çevirenin cezası işte budur. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 23-24)
Münafıkların dördüncü vasfı, bozguncu olmalarıdır:
Son düzenleme: