101. Ne zaman Allah tarafından onlara ellerindeki kitabı doğrulayan bir peygamber geldiyse, kendilerine kitap verilenlerin bir kısmı, sanki gerçeği hiç bilmiyorlarmış gibi, Allah’ın kitabını umursamayıp kulak ardı ettiler.
Kendi dinlerine ve peygamberlerine karşı bu sadakatsizliği gösterenlerin, Allah Resûlü’nün peygamberliğini reddetmesinde şaşılacak bir durum yoktur. Resûlullah (s.a.s.), onların eski kitaplarını tasdik ettiği ve bu kitapları da Son Peygamber’e inanmalarını emrettiği hâlde, Medine yahudileri bunu bilmezlikten gelip, bir bakıma kendi kitaplarını da hiçe sayarak Allah Resûlü’nün peygamberliğini kabul etmediler. Zaten onların âdeti; isyan, inkâr ve iftirâdır. Durmadan şeytana uyar ve onun peşinden giderler:
102. Onlar, Süleyman’ın saltanatı aleyhinde şeytanların uydurduğu yalanlara uydular. Oysa Süleyman hiçbir zaman kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü onlar, insanlara büyü yapmayı ve Bâbil’de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirilen bilgileri öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek: “Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın öğrettiğimiz bilgileri büyü yapmada kullanıp da kâfir olma!” demeden hiç kimseye bir şey öğretmezlerdi. Onlar ise bu iki melekten, karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Onlar, Allah’ın izni olmadıkça o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler. Fakat onlar kendilerine fayda değil zarar verecek şeyi belliyorlardı. Elbette onlar, büyüyü satın alan kimselerin âhirette hiçbir nasibi olmadığını da çok iyi biliyorlardı. Karşılığında kendilerini sattıkları şey, ne kötüdür! Keşke bunu bilselerdi!
Kitap ehlinin büyük bir kısmı, Allah’ın kitabını ihmâl ve terk ettikleri için bâtıl inançlara sahip olur, şeytanların ve şeytanlaşmış insanların uydurduğu yalan yanlış sözlerin peşinden giderler. Tahrif edilen Tevrat’a bakarak Süleyman (a.s.)’ın sadece bir kral olduğu, hükümranlığını büyü ile sağladığı, kadınlara düşkünlüğü sebebiyle âhir ömründe putlara taptığı gibi iftirâlara inanırlar. (Kitab-ı Mukaddes, 1. Krallar, 11; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 35-36)
Halbuki Hz. Süleyman bir peygamberdi ve büyü ile alâkası yoktu. Onun ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de on altı defa zikredilir. Keskin zekâsı, engin ilim ve hikmetinden bahsedilir. Bu meziyetleri sayesinde, girift hukûkî ve içtimâî meseleleri hallettiği, kendisine kuşların ve diğer hayvanların dilinin öğretildiği; bitkilere, rüzgâra, hayvanlara ve cinlere hükmettiği; erimiş bakırı kullanarak muhtelif âlet ve edevât yaptığı bildirilir. (bk. Enbiyâ 21/82; Neml 27/15-44; Sebe’ 34/12-21; Sād 38/30-40) Onun hakkında: “Biz, Dâvûd’a Süleyman’ı lütfettik. O ne güzel bir kuldu. Gerçekten o, tam bir teslimiyet ve samimiyetle sürekli Allah’a yönelir dururdu” buyrulur. (Sād 38/30)
Allah Resûlü (s.a.s.), Hz. Süleyman’ı peygamberler arasında zikredince bazı yahudi hahamları:
“–Muhammed, Dâvud’un oğlunu peygamber sanıyor. Halbuki o sadece bir sihirbazdı” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 41-42)
Âyet-i kerîmede; “Süleyman sihir yapmadı” mânası kastedilerek “Süleyman kâfir olmadı” (Bakara 2/102) buyrulması, sihrin ne kadar tehlikeli ve büyük bir günah olduğunu göstermektedir. Sihir ve büyü, âdeta küfürle denk tutulmuş, sihri öğreten şeytanların kâfir olduğu ifade edilmiştir.
Sihir, ne olursa olsun, sebebi gizli olan ince şey demektir. Sebebi gizli olduğu için hakikatin zıddına tahayyül olunan yaldızcılık, şarlatanlık, göz boyama ve aldatma şeklinde cereyan eden herhangi bir şeye sihir/büyü denir. Sihri iki kısma ayırmak mümkündür:
1. Sırf yalan ve aldatmadan ibaret olan söz ve fiillerle bir tesir icra etmek,
2. Az çok bir hakikati kötüye kullanarak bir tesirde bulunmak ve bir şey yapmaktır. Bu durumda, sebebi herkes tarafından bilinmeyen herhangi bir hakikat, insanları kandırıp aldatmak için kullanıldığında sihir olur. İslâm’a göre ilim değerlidir ve öğrenilmesi yasaklanan hiçbir bilgi yoktur. Hatta şerrinden korunmak için sihir bile öğrenilebilir. Ancak hiçbir zaman ilmi kötüye kullanmamak gerekir. Bu sebeple sihir yapmak haram, hatta küfürdür. Maalesef günümüzde çok yaygın olan bir günah olarak dikkat çekmektedir.
Nebî (s.a.s.) birgün:
“–İnsanı helâke sürükleyen yedi şeyden sakınınız!” buyurmuştu. Sahâbîler:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, onlar nelerdir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle cevap verdi:
“–Allah’a şirk koşmak, sihir ve büyü yapmak, -dînî bir ceza ile usûlünce öldürülen müstesna- Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı bir insanı katletmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum sırasında harpten kaçmak, hiçbir şeyden haberi olmayan iffetli müslüman kadınlara zina iftirasında bulunmak.” (Buhârî, Vasâyâ 23; Tıb 48; Hudûd 44; Müslim, İman 145)
Yine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kim bir düğüm atar ve ona üfürürse sihir yapmış olur. Kim de sihir yaparsa şirke düşer. Kim fayda umarak hayvan tırnağı, nazarlık gibi câhiliye âdetlerinden bir şeyi herhangi bir yere asarsa, o astığı şeye havâle edilir. Yani Allah’ın yardımından mahrûm bırakılır.” (Nesâî, Tahrîmü’d-Dem 19/4076)
Cenâb-ı Hak, Hârût ve Mârût isminde iki meleği Bâbil’e indirmiş ve onlara bazı ince ilmî hakikatleri vermişti. Bu iki melek, hayırda kullanarak istifade etmeleri için ve bir de imtihan maksadıyla bu bilgileri İsrâiloğulları’na öğretmişlerdi. Hayır için öğrettikleri hakikatler, fesat ehli tarafından kötüye kullanılabilecek vasıfta olduğundan, melekler herkese kesin bir dille:
“–Biz imtihan için gönderildik, öğrettiğimiz şeyler fitneye müsaittir ve kötüye kullanıldığında insanı küfre götürür. Sakın bunlarla sihir yaparak küfre girme!” diye tavsiyede bulunurlardı. İnsanlardan ve cinlerden olan şeytanlar ise, böyle hayır telkin edip nasihatte bulunmak bir tarafa, meleklerin öğrettiği hakikatlerle insanlara sihir yapmasını öğretiyorlardı.
İşte yahudiler, gerek sihirbazlardan gerekse meleklerin öğrettiği hakîkatlerden, kişiyle hanımının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Görüldüğü gibi sihir o kadar büyük bir tehlikedir ki, âile gibi birbirine sıkıca bağlı en sağlam yapıyı bile bozabilmektedir. Dünyanın en yakın insanlarını birbirinden ayıran sihir, komşuları, akrabaları, toplumu ve milletleri ne hâle getirir?! Zira sihir her şeyden evvel ruhlar üzerinde tesir icrâ eder, fikirleri târumâr eder, kalpleri çeler, ahlâkı bozar ve cemiyetleri perişan eder.
Âilede koca ile eşinin arası iyi olursa, toplum da sağlam ve kuvvetli olur. Fakat ikisi arasındaki münâsebetler kötü olursa, bütün toplum bozulur. Bu sebeple yahudiler, en büyük kötülüğü yapıyor, kişiyle hanımının arasını ayırıyorlardı. Allah Resûlü (s.a.s.), bu husûsun ehemmiyetini anlatmak için şöyle buyurur:
“İblîs tahtını suyun üzerine kurar, orayı merkez edinir. Sonra askerlerini dünyanın her tarafına salar. Ona en yakın ve en sevimli asker, en büyük fitneyi koparandır. Askerlerinden biri gelip:
«–Bugün ben şöyle şöyle yaptım!» der. İblîs:
«–Hiç bir şey yapmamışsın!» karşılığını verir. Bir diğeri gelir:
«–Ben birinin yakasına yapıştım ve hanımıyla arasını açıncaya kadar peşini bırakmadım» der. Bunun üzerine İblîs onu kendine yaklaştırır, kucaklayıp boynuna sarılır ve:
«–Sen ne iyisin, ne güzelsin!» der.” (Müslim, Münafıkîn 67)
Ancak, söylenenlere bakarak sihri gözde büyütüp, sihirbazların her şeye kâdir olduğu zannına kapılmamalıdır. Hakiki tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatta, ne ruhta, ne şeytanda, ne de melektedir. Her şey Allah’ın kudret elindedir. Allah Teâlâ, imtihan îcâbı korumasını kaldırırsa sihirbazlar zarar verebilir, yoksa kendiliklerinden hiçbir şey yapamazlar. Bu sebeple, her şeyden evvel Allah’tan korkmalı, O’na sığınmalı ve O’nun kitabı Kur’ân-ı Kerîm’e sarılmalıdır.
Sihir insanlara hep zarar verir, onlara hiçbir faydası olmaz. Bu sebeple, Allah’ın kitabını ve hayırlı işleri bırakıp da sihir gibi zararı büyük bir günahla meşgul olan insanların, âhirette hiçbir nasibi olmayacağı âşikârdır. Böyle insanlar, şeytana ve nefislerine uyup sihirle meşgul olarak aslında kendilerini helâke sürüklemektedirler. Uğruna, ebedî hayatın fedâ edildiği bir anlık dünya zevki, ne kötü bir kazançtır! İnsanlar yaptıkları yanlışın büyüklüğünü ah bir bilseler:
Hadis-i şerifte, fayda temin etmesi veya zararları defetmesi umularak boyna veya herhangi bir yere, câhiliye devrine âit muska, nazarlık, hayvan tırnağı ve kemiği gibi şeylerin asılması yasaklanmaktadır. Böyle şeyler yapanları Allah, o güvendikleri şeylere havâle eder, yardım ve rahmetinden mahrum bırakır. Kur’ân’dan ve ilâhî isimlerden yazıp teberrüken asmak ise, bu hükmün hâricinde tutulmuş ve câiz görülmüştür. Nitekim Abdullah bin Amr (r.a.) küçük çocuklara böyle şeyler takardı. Bunların bir fayda celbedip zararı defedeceğine inanmak ise yine doğru görülmemiştir. Zira şifayı veren ve kötülükleri defeden ancak Allah Teâlâ’dır. (Hâşiyetü’s-Sindî ale’n-Nesâî, Haleb, 1986, VII, 112)
103. Eğer onlar iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, Allah’ın onlara vereceği sevap elbette daha hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi!
Bütün bunlara rağmen, Ehl-i kitap, Allah’a îman edip günahlardan sakınsalardı, kendileri için daha hayırlı olurdu. Zira rahmeti bol olan Rabbimizin vereceği küçücük bir ecir bile, onların çeşitli entrikalarla insanlardan sağladığı menfaatlerden daha büyük ve daha hayırlıdır.
Bu âyet-i kerîme, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin genişliğini ve tevbe kapısının dâimâ açık olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda, Allah’a îman etmekle birlikte, günahlardan sakınmanın da ne kadar mühim olduğu gözler önüne serilmektedir.
Görüldüğü gibi yahudiler, Allah Resûlü’nün peygamberliğine îman etmemek için bitmez tükenmez bahaneler uydurmuş ve çeşitli yalanlara başvurmuşlardır. Bununla birlikte sihrin her çeşidini tatbik ederek insanları aldatmış, Peygamber Efendimiz’e hürmetle hitap ediyormuş gibi davranıp kendilerince ona hakaret etmeye çalışmışlardır. Binaenaleyh mü’minler, o hasetçilere uymayıp Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e sahip çıkmalı ve kıymetini bilmelidirler. Bunu ifade sadedinde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
104. Ey iman edenler! Peygamber’e “Bize bakar mısın?” diyeceğiniz zaman “râinâ” demeyin, “unzurnâ” deyin ve söylediklerini dinleyip itaat edin! Kâfirler için pek elem verici bir azap vardır.
Kur’ân-ı Kerîm’de, 88 yerde “Ey îman edenler” hitâbı geçer. Bu, müslümanlara şeref veren çok kıymetli bir hitaptır. Bu ilâhî hitâbın gereklerini yerine getiren mü’minler, dünyada emniyet ve huzur içinde yaşayacak, âhirette de büyük lutuflara nâil olacaktır.
Abdullah b. Mes’ud (r.a.), kendisinden nasihat isteyen birine şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın: «Ey iman edenler!» buyurduğunu işittiğinde hemen kulak ver ve onu dikkatle dinle! Çünkü Allah Teâlâ, bu hitabın ardından ya bir iyiliği emreder ya da bir fenâlıktan sakındırır.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 148; Ebû Nuaym, Hilye, I, 130)
Burada da Cenâb-ı Hak, mü’minlere, başta Resûlullah (s.a.s.) olmak üzere büyüklerle münâsebetlerde dikkat edecekleri bir edebi öğretmektedir. Allah Resûlü (s.a.s.) bir şey anlatırken, ashâb-ı kirâm zaman zaman:
“–Râinâ: Bizi gözet, teennî buyur, müsaade et ki anlayalım!” derlerdi. Ancak bu kelime, Arapça’daki “Bizim çoban” mânasına gelen ve İbrânice veya Süryânicede “Dinle a dinlemez olası, dinle a sözü dinlenmez herif!” gibi hakâret mânası ihtivâ eden kelimelere benziyordu. Yahudiler bunu fırsat bilerek ağızlarını eğip bükmeye ve kendilerince Peygamber Efendimiz’e hakâret etmeye başladılar. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 36-37)
Diğer taraftan, “râinâ” sözü genellikle iki kişi veya iki zümre arasındaki karşılıklı münâsebetleri, tutum ve davranışları ifade eder ve “Bizi kolla, gözet; sen bizi gözetmezsen biz de seni gözetmeyiz” veya “Bizi can kulağıyla dinle; sen bizi dinlemezsen biz de seni dinlemeyiz!” mânalarına gelir. Bu ise Peygamber Efendimiz’e karşı takınılacak bir tavır değildir.
Ayrıca bu kelime ahmaklık, kabalık, hayvânî bir murâkabe ve güdülme gibi hoş olmayan mânaları çağrıştırır.
Bu sebeple Cenâb-ı Hak, mü’minlere, “Râinâ” demeyi yasaklamış ve daha nezih bir üslupla; “Ünzurnâ: Bize bak, bize ilgi göster, bize tebliğde bulunurken mühlet ver, durumumuzu gözet ki sözünü daha iyi kavrayıp anlattıklarını öğrenebilelim!” demelerini emretmiştir. Hatta, dikkatle dinleyip hemen itaat ederek, “Ünzurnâ” demelerine bile ihtiyaç kalmamasını arzu buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“Yahudilerden bir kısmı kelimelerin yerlerini değiştirerek tahrif ederler. Peygamber’e de dillerini eğip bükerek ve din ile alay ederek: «Duyduk ama itaat etmiyoruz», «Dinle, dinlenmez olası» ve «râinâ: bizim çoban» derler. Eğer onlar «İşittik ve itaat ettik», «Dinle ve bizi gözet: ünzurnâ» deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı. Fakat küfürleri sebebiyle Allah onları lânetlemiştir; artık onlardan pek azı inanır.” (Nisâ 4/46)
Demek ki Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’e karşı saygısızlık bir küfür alâmetidir ve karşılığı elem verici bir azaptır. O hâlde bugünkü mü’minler, Peygamber Efendimiz’e ve onun Sünnet’ine karşı son derece hürmetkâr davranmalıdırlar. Onun nazarına lâyık hâle gelmeye ve onun ruhaniyeti içinde yaşamaya gayret etmelidirler.
Burada, konuşup yazarken kelimelerin en güzelini ve mânaların en incesini tercih etmeye de işaret vardır. Anlaşılması zor, yanlış anlamaya müsait târizli sözlerden ve mahzurlu şeylere götüren mübahlardan uzak durmak gerekir. Ayrıca mü’minler, konuşma, davranış, giyinme, âdet, ibâdet gibi her hususta kâfirlere benzemekten şiddetle sakınmalıdırlar. Bunun da ötesinde onların hile ve düşmanlıklarına karşı uyanık bulunmalıdırlar. Çünkü:
105. Ehl-i kitap olsun, müşrikler olsun, kâfirlerin hiçbiri, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine lutfeder. Allah çok büyük lutuf sahibidir.
Medineli müslümanlar, anlaşmalı oldukları yahudilere:
“Gelin Muhammed’e îman edin!” dediklerinde, onlar:
“–Şu bizi çağırdığınız din, bizim dinimizden daha hayırlı değildir. Aslında biz de onun hayır olmasını isterdik!” cevâbını verirlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onları yalanlamak ve mü’minleri îkâz etmek üzere Bakara sûresinin bu 105. âyet-i kerîmesini inzâl buyurdu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 37)
Hem yahudi ve hıristiyanlar hem de diğer müşrikler, hasetleri sebebiyle Efendimiz’e peygamberlik vazîfesinin, mü’minlere de Kur’ân-ı Kerîm’in ihsân edilmesini kabullenemediler. Kendilerinin buna daha lâyık olduğunu düşünerek büyüklendiler. Bu haset ve kibirleri onların imanına mânî oldu. Ebû Cehil, “bizim kabileden peygamber çıkmadı” diye inkârında inad etti. (İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 113) Yahudiler, “Peygamber bizim soyumuzdan olmalıydı” diye düşmanlık ettiler. (bk. Bakara 2/89-90, 109; Nisâ 4/54; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 31)
Müşriklerin ileri gelenlerinden Velîd b. Muğîre:
“–Kureyş’in büyüğü ve efendisi olarak ben ve Sakîf’in efendisi Ebû Mes’ûd dururken Muhammed’e mi vahiy indirilecek?! Halbuki biz bu iki şehrin büyüğüyüz!” diye kibirlendi. (Zuhruf 43/31; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 385) Yani onlar, Kur’ân’ın gerçek olduğunu vicdanlarıyla kabul ettiler. Fakat nefsânî duyguların bastırması sonucunda, Allah’ın iradesinde yanlışlık bulacak kadar bir alçaklığa düştüler. Cenâb-ı Hak buna ne güzel cevap vermiştir:
“Ne o, Rabbinin rahmetini yoksa onlar mı bölüştürüyorlar da, dilediklerine peygamberlik veriyor, istediklerini ondan mahrum ediyorlar?” (Zuhruf 43/32)
Böylesine kötü ve tehlikeli duygular taşıyan insanların, müslümanların iyiliğini istemesi mümkün değildir. Dolayısıyla dikkatli olmak îcâb eder.
Gerek peygamberlik ve kitap gibi mânevî nimetler olsun, gerek dünya mülk ve saltanatı gibi maddî nimetler olsun, hepsi Allah’a âittir. Dilediğine dilediği gibi lûtfeder. İnsanların elindeki nimetlere haset etmek yerine akıllı kişi, Allah’ın fazlından istemelidir. Çünkü insan, Allah’a lâyık ihlaslı bir kul olmaya gayret ettiğinde, O’nun sayısız lûtfuna mazhar olacağı muhakkaktır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) bu ilâhî lutfa nâil olanların başında gelmektedir:
106. Şayet biz herhangi bir âyeti nesheder veya unutturursak, ya ondan daha hayırlısını veya onun bir dengini getiririz. Bilmez misin ki, Allah’ın gücü her şeye yeter.
Bu âyet-i kerîme, Allah Teâlâ’nın kullarını tedricî olarak terbiye etmek, onların dünya ve âhiret işlerini düzene koymak için gönderdiği ilâhî dinlerdeki temel bir kaideyi dile getirmektedir. O da “nesih” gerçeğidir. “Nesih” sözlük olarak izale etmek, iptal etmek, değiştirmek, bir şeyin yerine başkasını geçirmek mânalarına gelir. Nitekim Nahl sûresi 101. âyette nesih, tebdil yani birini diğeriyle değiştirme olarak ifade edilmiştir. نَسَخَ الرّ۪يحُ الْاثْرَ (neseha’r-rîhu’l-isra) “Rüzgar izi neshetti”, yani onu giderdi, sildi demektir. “Güneş gölgeyi neshetti” ibaresi de, onu izale etti, yok etti, yerine geçti demektir. Dolayısıyla nesih kelimesinde, izale ve nakil olmak üzere iki mâna vardır. Her iki mânanın da esası “tebdil” yani birini kaldırıp diğerini onun yerine koymaktır.
Dinî bir terim olarak “nesih”, bir ayeti başka bir ayetle, bir dinî hükmü başka bir dinî hükümle değiştirmek, sonrakini öncekinin yerine koymaktır. Günümüzde yeni çıkarılan bir kanunla bir önceki kanunu yürürlükten kaldırmak neshi en güzel şekilde anlatır. Allah Teâlâ’ya göre nesih, önceki hükmün süresinin sonunu beyândır. Bize göre ise zahiren ebedi görünen o hükmün değiştirilip ortadan kaldırılmasıdır. Nesih, sadece emir ve yasaklarda geçerlidir. Kur’an’da haber verilen ve emir ya da yasak özelliği taşımayan hususlarda nesih sözkonusu değildir.
“Ayetin unutturulması”, vahyedilmiş, okunmuş ve ezberlenmiş bir kısım ayetlerin Allah’ın dilemesiyle zihinlerden silinip yok olmasıdır. “Ertelenmesi” ise o ayetin neshinin ertelenmesi veya değiştirilmeden olduğu gibi bırakılmasıdır.
Buradaki hüküm, önceki şeriatleri, kitapları, sahifeleri içine aldığı gibi, “ayet” kelimesi genel mâna ifade ettiğinden Kur’ân âyetlerini de açıkça içine almaktadır. Şu halde Kur’ân âyetleri için de nâsih, mensûh, unutturma ve erteleme mânaları geçerlidir. Kur’ân-ı Kerîm, önceki ilâhî kitapların bir kısım hükümlerini neshettiği gibi, Resûlullah (s.a.s.)’ın peygamberlik süresi içinde sonradan gelen bir kısım ayetler, önceden inmiş olan bazı ayetleri neshetmiştir. Bir kısım ayetler de unutturulmuştur. Fakat Peygamberimizin vefatı ile Kur’an vahyi gibi nesih ve unutturma hadisesi de son bulmuştur.
Şu an elimizde mevcut bulunan Mushaf-ı Şerîf’te neshedilmiş âyetler bulunup bulunmadığı hususunda iki görüş vardır. Çoğunluk, bâzı âyetlerin sonradan gelen başka âyetler veya hadislerle neshedildiğini söyler. Bir kısım âlimler ise elimizdeki Mushaf-ı Şerîf’te neshedilmiş herhangi bir ayetin olmadığını savunurlar. İki görüşü şöyle bir izahla bir birbirine yaklaştırmak mümkün olabilir: Kur’ân-ı Kerîm’de bir konuda iki farklı hüküm içeren iki âyet olabilir. Bunlardan sonra gelenin öncekinin hükmünü tamamen ortadan kaldırdığını kabul etmek yerine, her iki âyetin de kendi şartlarında geçerli ve yürürlükte olduğunu düşünebiliriz. Şöyle ki, zaman ve zemin itibariyle hangisinin indiği şartlar mevcutsa o ayetin hükmü uygulanır. Çünkü o, mütevatir olarak bize ulaşmış ve Allah Kelamı olduğunda şüphe olmayan bir ayettir. Dolayısıyla duruma göre birinin veya ötekinin hükmü uygulanabilir. Eğer birinin şartları artık sonsuz olarak tekrar doğmazsa pratikte o hükmü uygulamaya da imkân bulunmaz. Sonraki ayetten, nihâî bir düzenleme getirme maksadı açıkça anlaşıldığı durumlarda ise neshi kabul etme zarureti ortaya çıkmaktadır. Bunda da dinen bir sakınca yoktur. Zira tefsir etmekte olduğumuz âyet-i kerîme bunu açıkça beyân etmektedir.
Cenab-ı Hak, ayetin devamında, neshettiği veya unutturduğu ayetten daha hayırlısını, en azından bir benzerini göndereceği müjdesini vermektedir. Çünkü O, istediği her şeyi yapmaya güç ve kudret sahibidir. Bu böyle bilinmelidir. Bilmeyenler de öğrenmelidir. Zira Peygamberimize nübüvvetin verilip Kur’an’ın vahyedilmesini ve böylece kendi dinlerinin neshedilmesini bir türlü hazmedeyen yahudiler, Allah nesih yapamaz; şu halde böyle yeni yeni hükümler getiren bir kitap indiremez diyorlardı. Bu, onların kendiliklerinden uydurdukları bir yalandan başka bir şey değildir. Zira Allah nesih yapabilir ve yapar. Yapmasında da kendisi için hiçbir noksanlık söz konusu değildir. Varlıklar âleminde bu gün yarattığını yarın yok ederek diğer bir şeye dönüştürmekle Cenab-ı Hakk’ın ilmine, kudretine, iradesine hiçbir noksanlık ârız olmadığı gibi, aynı şekilde kullarını terbiye etmek üzere gönderdiği şeriatlerde de başka başka zamanlarda başka başka hükümler koymakla, mesela geçmiş zamandaki bir emrin yerine, şimdiki zamanda yasak koyan bir nehiy indirmekle O’nun ilminde ve iradesinde bir noksanlık meydana gelmez. Tam aksine her birinde bir hikmetinin tecellisini ve kemalini göstermiş olur. Zira her şeyi en iyi bilen yüce Rabbimiz, insanlığın her zaman ve mekana göre maddi mânevî gelişim ve problemlerini dikkate alarak, onların dertlerine deva, yaralarına merhem olacak şer’i hükümler göndermiştir. Nasıl ki bedenin hastalıklarıyla uğraşan doktorlar, mizâçların ve zamânın farklılığına göre ilaçları ve gıdâları değiştiriyorlarsa, nefislerin ıslah ve tedâvîsi ile uğraşan peygamberler de, nefisler ve ruhlar için bir nevi ilaç konumunda olan bir kısım dînî hükümleri, Allah’ın emriyle değiştirmektedirler. Bir ilaç beden için bir dönem devâ olabildiği gibi, bir süre sonra hastalık getirebilmektedir. Aynı şekilde bâzı ameller de bir dönem için iyi ve yararlı olabildiği halde zamanla insan için zararlı olabilmektedir. Dolayısıyla nesih, böyle bir zaruretten doğmakta ve insanların menfaati açısından büyük hikmetler taşımaktadır.
Âyetteki “daha hayırlısı” ifadesinden maksat, bir âyetin diğer bir âyetten daha hayırlı olması mânasında değil, bu âyetlerden kulların elde edecekleri seva yönündendir. “Bir dengini”, sözünün mânası ise, “sevap ve fayda bakımından onun bir dengi” demektir. Yeni getirilen hüküm öncekinden daha kolay olabileceği gibi, daha zor veya aynı seviyede olabilir. Daha kolay olanda, amel bakımından kolaylık vardır. Ağır bir hüküm kaldırılıp, yerine daha hafîfi getirildiğinde insanlar için kolaylık sağlanmaktadır. Boşanmış kadınların önceleri “bir yıl” (Bakara 2/240) olan iddet bekleme süresinin “dört ay on gün”e (Bakara 2/234) indirilmesi buna örnektir. Öncekinden daha zor olan hükümde ise sevap bakımından fazlalık vardır. Nitekim savaş yasağının kaldırılıp, “savaşın meşrû kılınması” (Hac 22/39) buna örnektir. Bazan da sonra gelen hüküm, öncekinin benzeri ve dengi olabilir. Kıblenin Beyt-i Makdis’den Kâbe’ye çevrilmesi de (Bakara 2/144) buna örnektir.
Şüphesiz Allah, bunları yapacak güç ve kuvvet sahibidir. Zira O’nun kudreti sınırsızdır:
Nâsih: Sonradan inip öncekinin hükmünü kaldıran âyet. Mensûh: Hükmü kaldırılan âyet.
Mütevatir: Yalan söylemeleri mümkün olmayan kalabalık bir grubun naklettiği bilgi.
107. Yine bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkiyet ve hâkimiyeti yalnız Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka ne yakın bir dost ne de içten bir yardımcı vardır.
Cenab-ı Hak, uçsuz bucaksız bu kâinatta her gün, her gece, her saat ve her an son derece büyük tasarruflarda bulunmakta ve fevkalade büyük işler yapmaktadır. Yapmaların yanında yıkmalar, icatların yanında imhalar, doğumların yanında ölümler yer almaktadır. Öne alınanlarla birlikte sonraya bırakılanlar, hatıra getirilenlerle birlikte izi silinenler ve unutturulanlar da olmaktadır. Bütün bunlarda ne muazzam ilâhî azamet tecellileri ve ne müthiş kudret akışları ortaya çıkmaktadır. Görüldüğü üzere kâinatta cereyan eden değişmez ve bozulmaz ilâhî kanunlar yanında zaman zaman, yer yer, an be an çeşitli oluşum ve dönüşümleri meydana getiren bir takım kevnî hükümler ve hadiseler icra edilmektedir. Yıkılanların yerine peyderpey yenileri gelmektedir. Hatta terbiye, peyderpey olgunluğa eriştirme ve seçme kurallarıyla daha iyileri ortaya konmaktadır. Bunlar, varlıklar âlemi için nâsih ve mensuh nevinden sayılabilecek durumlardır. Böyle sonsuz bir kudretin sahibi olan Allah, şer‘î hükümler alanında da nesih yapar ve neshettiği bir hükmün yerine daha iyisini, daha hayırlısını, en azından onun dengini getirir. Daha önce gönderdiği Tevrat ve İncil’in bazı hükümlerini nesheden yeni bir kitap ve yeni bir din vahyeder. Bu kitapta ve bu şeriatte nâsih ve mensuh hükümler bulundurur. Zira o sınırsız devletin gidişatına uygun bir kâmil kitap ve bir mükemmel din ihsan edilmiş olması için her zamanın, her mekanın, her muhitin durum ve şartlarına uygulanabilen, sebepler ve maslahatlar çerçevesinde teferruat sayılan meselelerde cereyan etmek üzere nâsihli-mensuhlu, takdimli-tehirli, hem kalıcılık hem de değişkenlik özelliklerini taşıyan ilâhî sünnetlere uygun hükümler koymak ilâhî hikmetin bir gereğidir.
Göklerde ve yerde Allah’tan başka bir hükümran, bir yönetici, başka bir kural koyucu olmadığı gibi, bu yaratılış âleminde de sizin Allah’tan başka bir koruyucunuz ve yardımcınız da yoktur. Üzerinizdeki gerçek velâyet ve yardım yalnızca Allah’a aittir. Mülk O’nun, hüküm koyma yetkisi O’nun, kâinat O’nun ve söz söyleme hakkı sadece O’nundur. اَلْوَلِيُّ (velî) dost ve koruyucu, اَلنَّص۪يرُ (nasîr) ise yardımcı demektir. İkisi arasında şöyle bir fark vardır: Velî bâzan yardımdan geri kalabilir veya yardım edemeyebilir. Nasîr ise bazan yardım ettiğine yabancı olabilir. Burada ikisinin birlikte zikredilmesinden maksat, Allah’ın mü’minlere hem dost hem de yardımcı olduğunu belirtmek, böylece onların kalbine tesellî vermektir. Mü’minlerin dostu ve yardımcısı Sadece Allah’tır; dolayısıyla O’ndan başkasına dayanıp ilticâ etmeleri doğru değildir.
Ayetten şu işârî mânayı anlamak da mümkündür: “Allah Teâlâ’nın kâinatta devamlı c3ari olan şöyle bir adeti vardır: O, dostlarının elinden tutarak mülkünü seyretmekten milkini yani bunun arkasındaki saltanatını görmeye, saltanatını görmekten de zatının gerçek varlığını görmeye götürür. Böylece onları ayetlerini görmekten sıfatlarını görmeye, sıfatlarını görmekten de zatını görmeye ulaştırır.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 61)
Dolayısıyla mü’minler, nasıl gerekiyorsa öylece Allah’ı tanımalı, O’na dayanmalı, emsalsiz örnek şahsiyet olarak gönderdiği Peygamberine de edeple itaat etmelidirler. Edebe aykırı sayılacak her husustan, özellikle mânasız sorular sormaktan uzak durmalıdırlar:
108. Yoksa daha önce Mûsâ’dan istendiği gibi, siz de Peygamberinizi sorguya çekip ondan olmayacak şeyler mi istiyorsunuz? Kim imanı inkârla değişirse, yolun doğrusunu kaybetmiş olur.
Bu âyet-i kerîme, Kureyş müşriklerinden bir grubun, “Ya Muhammed! Bizim için şu Safâ tepesini altın yap. Mekke arazisini biraz genişlet, etrafında da pınarlar fışkırt ki sana iman edelim” demeleri üzerine inmiştir. Yine rivayetlere göre yahudiler ve bir takım müşrikler Allah Resûlü (s.a.s.)’den bir takım isteklerde bulundular. Bazısı: “Mûsâ’nın Tevrat’ı getirdiği gibi sen de bize gökten toplu halde bir kitap getir” dedi. Bunlardan biri olan Abdullah b. Ebî Ümeyye: “Bana gökten bir kitap getir. Onda, Âlemlerin Rabbinden İbn Ebî Ümeyye’ye hitaben, «Şunu bil ki ben Muhammed’i bütün insanlara peygamber olarak gönderdim» diye yazsın” dedi. Bir kısmı da: “Allah’ı ve melekleri kefil olarak getirmedikçe sana iman etmeyeceğiz” dediler. Bu hadise üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 37-38)
Nitekim yahudiler de Hz. Mûsâ’ya eziyet etmişler (Ahzâb 33/69), ondan olur olmaz şeyler istemişler, inek kıssasında olduğu gibi onu uzun uzadıya sorguya çekmişler (Bakara 2/67-72) hatta kendilerine bir ilâh yapmasını (A‘râf 7/138) ve Allah’ı açıkça göstermesini (Nisâ 4/153) talep etmişlerdi.
Bu tür sorular, samimiyetten ve gerçeği öğrenme gayretinden doğan sorular değildir. Bilakis küfür ve isyândan kaynaklanan sorulardır. Onlar inkârlarına sözde bir gerekçe bulma temâyülüyle böyle bir yol tutmuşlardır. Dolayısıyla ayette onların, olur olmaz isteklerle Peygamberi zor durumda bırakma teşebbüsleri, “imanı küfürle değişmek” olarak beyân edilmiştir. Gerçekten de bu karakterdeki insanlar, iradelerini iman değil, küfürde inat etme yönünde kullanmaktadırlar. Böylece doğru yolda yürümek yerine, onu kaybetmeyi ve yoldan sapmayı tercih etmektedirler. Allah Teâlâ da onların bu gizli niyetlerini ortaya çıkarmaktadır.
Peygambere gereksiz ve anlamsız soru sormanın doğru olmadığı ve sıkıntılara sebep olacağı konusunda Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Size açıkladığım hususlarla yetinin. Beni sorguya çekmeyin, kendi halime bırakın. Sizden öncekiler, ancak fazla soru sormaları ve peygamberlerine karşı görüş ayrılığına düşmeleri yüzünden helak olmuşlardır. O halde size bir şeyi emredersem onu gücünüz nispetinde yerine getirin. Sizi bir şeyden menettiğim zaman ondan sakınıp uzaklaşın.”
Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in bu hadisi, haccın farz kılındığını haber verdiğinde, oradakilerden birinin: “Her sene mi ya Resûlallah?” diye sormasına karşılık sustuğu ve o adamın bu soruyu üç defa tekrar etmesine de: “Hayır, her sene değil! Eğer «evet» deseydim size her sene farz olurdu. Farz olunca da buna güç yetiremezdiniz” şeklindeki açıklaması üzerine varid olmuştur. (Müslim, Hac 412)
Ehl-i kitabın, peygamberlerine karşı sergiledikleri edebe uygun olmayan tavırları bilinen bir gerçektir ve savunulacak tarafı yoktur. Hatta peygamberlerini öldürecek derecede bir cehalet ve zulüm içinde olmuşlardır. Bu bakımdan İslâm ümmetinin daha dikkatli olmaları ve öncekilerin halinden ibret almaları gerekmektedir. Bu noktada dost ve düşmanlarının kimler olduğunu iyice bilmelidirler. Gelen âyetler bu hususta bizlere ışık tutmaktadır:
109. Ehl-i kitaptan birçoğu, sizi imanınızdan vazgeçirip yeniden küfre döndürmeyi isterler. Onlar, Hz. Muhammed’in peygamberliği ile ilgili gerçeği apaçık gördükten sonra, sırf içlerindeki kıskançlık yüzünden böyle yaparlar. Artık Allah’ın emri gelinceye kadar onları kendi halinde bırakın ve serzenişte bulunmayın. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.
110. Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin. Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, mükâfatını Allah’ın yanında bulacaksınız. Çünkü Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.
Yahudiler, insanların Allah Resûlü’ne inanmaları, onun etrafında kenetlenmeleri ve böylece İslâm toplumunun güçlenmesini çekemiyorlardı. Bu sebeple müslümanları, imandan vazgeçirip tekrar küfre döndürmeye çalışıyorlardı. Âyet-i kerîmenin iniş sebebi olarak şöyle bir hâdise nakledilmektedir:
Uhud savaşından hemen sonra bir grup yahudi, Huzeyfe b. Yemân ve Ammar b. Yâsir’in önüne geçerek: “Başınıza geleni görmüyor musunuz? Eğer doğru yol üzere olsaydınız, hezîmete uğramazdınız. Siz, en iyisi bizim dînimize dönün, bu sizin için daha hayırlı ve daha faziletlidir. Gittiğimiz yol da doğruya sizinkinden daha yakındır” dediler. Ammar: “Sizce verilen sözü bozmak nasıl bir şeydir?” diye sordu. Onlar da: “Çok kötüdür” dediler. Bunun üzerine Ammar: “Ben, yaşadığım sürece Hz. Muhammed’i yalanlamayacağıma dâir söz verdim” dedi. Yahudiler: “Ammar, ebediyen dönmeyecek şekilde dinimizden çıktı. Peki sen ne dersin ey Huzeyfe, bize uymaz mısın?” dediler. Huzeyfe de: “Ben Rabb olarak Allah’ı, peygamber olarak Muhammed’i, rehber olarak Kur’ân’ı, kıble olarak Kâbe’yi ve kardeşler olarak da mü’minleri seçtim” dedi. Bunun üzerine yahudiler: “Mûsâ’nın ilâhına yemin olsun ki, kalplerinize Muhammed’in sevgisi sindirilmiş” dediler. Ammar ve Huzeyfe daha sonra Resûlullah’a gelip durumu haber verdiler. Bunun üzerine Allah Resûlü: “En güzel olanı yapmış ve kurtuluşa ermişsiniz” buyurdu. (İbn Hacer, Kâfî, I, 176)
Dolayısıyla müslümanlar, Ehl-i kitabın sözlerine kulak asmamalı, onların hile ve desiselerine karşı uyanık davranmalıdırlar. Çünkü onların pek çoğu, mü’minlerin imandan sonra küfre dönüp dinden çıkmalarını cân-u gönülden isterler. Bunun için her hileye başvururlar. Bu ise hayırseverlik ve dindarlıklarından değil, aksine nefsaniyetlerinden kaynaklanan hasetten ve kıskançlıktan ileri gelmektedir. Halbuki onlar, İslâm dininin gerçek din, Peygamberimizin de gerçek peygamber olduğunu bilmektedirler. Bu gerçeği bizzat ellerinde bulunan Tevrat bildirmektedir. Buna rağmen kıskançlık belasından kendilerini kurtarıp gerçeği kabule yanaşmamakta, üstelik insanları imandan caydırmaya çalışmaktadırlar.
Ayette, “Artık Allah’ın emri gelinceye kadar onları affedin ve serzenişte bulunmayın” (Bakara 2/109) buyruğuyla, en sinsi düşmanları karşısında bile müslümanların kendi ahlâkî değerlerinden vazgeçmemeleri ve müsamahalı olmaları emredilir. اَلْعَفْوُ (af), “kasıtlı ya da kasıtsız kötülük ve haksızlık eden, suç işleyen birini bağışlamak, cezalandırmaktan vazgeçmek” demektir. Bu, suçluya karşı dille yapılacak kınamayı ve serzenişi içine almaz. İnsan bazan affeder fakat serzenişten geri duramaz. Bu sebeple ayette aftan sonra bir de “serzenişte bulunmayın” buyrulmaktadır. Bu mânada kullanılan اَلصَّفْحُ (safh), “bir kimsenin kendine kötülük edene aldırmaması, ondan yüz çevirmesi, onu hoş görüp bağışlaması” anlamına gelmektedir. İşte Kur’an, mü’minlerden böyle seviyeli bir gönül, yüksek bir ruh ve üstün bir ahlâk sahibi olmalarını istemektedir. Âyette “Allah’ın emri gelinceye kadar” (Bakara 2/109) ifadesi, “Allah hükmünü verinceye kadar” mânasına gelir. Bu hüküm ise, onlarla savaşmaya, üzerlerine cizye konulmasına veya Benî Kurayza ile Benî Nadîr’in ileri gelenlerinin öldürülmesine izin verilmesidir. Yahut kıyamet günü büyük bir azaba düçar olmalarıdır. Bunda şüphe yoktur. Çünkü Allah’ın her şeye, va‘dettiği her şeyi yerine getirmeye elbette gücü yeter.
Dolayısıyla siz şimdiki halde bağışlayıcı ve hoşgörülü olun; sabır, teenni ve sükûnetle hareket edin. Güzel güzel namazınızı kılmaya, zekâtınızı vermeye devam edin. Zira bunlar dinin temel esaslarındandır. Gerek kıldığınız namaz ve verdiğiniz zekâtı, gerek kendiniz için yaptığınız daha başka her türlü iyilikleri; karşılığını peşin olarak hemen istemeyip de ilerisi için amel defterinize kaydolmak üzere iyilik cinsinden yaptığınız her şeyi Allah’ın yanında bulursunuz. Hesap görüldüğü gün onların ecir ve mükâfatını eksiksiz olarak alırsınız. Zira Allah Teâlâ, iyi ve kötü ne yaparsanız muhakkak hepsini görür, bilir ve hepsinden haberdar olur.
Resûlullah (s.a.s.) ashâbına: “Hanginizin, mirasçısına ait malı öz malından kendisine daha sevimlidir?” diye sordu. Onlar: “Ya Resûlallah! Bizden hiç birimizin mirasçısnın malı öz malından daha sevimli değildir” dediler. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz: “Hayır, hayır. Hepinizin de mirasçısnın malı, öz malından kendisine daha sevimlidir. Çünkü senin malın ancak önden Allah için gönderdiğindir. Mirasçının malı ise geriye bıraktığındır” buyurdu. (Buhârî, Rikâk 12)
Rivayete göre Hz. Ömer (r.a.), bir gün Bakî kabristanının yanından geçerken: “Allah’ın selâmı üzerinize olsun ey kabir ehli! Buraları soracak olursanız, hanımlarınız evlendi, evlerinize başkaları oturdu, mallarınız mirasçılara dağıtıldı” dedi. Hâtiften bir ses “Ya Ömer! sen de buraları soracak olursan, önden ne göndermişsek burada onu bulduk, Allah yolunda harcadığınız şeylerin karşılığını fazlasıyla aldık, elimizden geldiği halde yapmadığımız şeyler konusunda da hüsrâna uğradık” diye seslendi. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 73)
Ehl-i kitabın asılsız iddialarından biri de şudur:
Kendi dinlerine ve peygamberlerine karşı bu sadakatsizliği gösterenlerin, Allah Resûlü’nün peygamberliğini reddetmesinde şaşılacak bir durum yoktur. Resûlullah (s.a.s.), onların eski kitaplarını tasdik ettiği ve bu kitapları da Son Peygamber’e inanmalarını emrettiği hâlde, Medine yahudileri bunu bilmezlikten gelip, bir bakıma kendi kitaplarını da hiçe sayarak Allah Resûlü’nün peygamberliğini kabul etmediler. Zaten onların âdeti; isyan, inkâr ve iftirâdır. Durmadan şeytana uyar ve onun peşinden giderler:
102. Onlar, Süleyman’ın saltanatı aleyhinde şeytanların uydurduğu yalanlara uydular. Oysa Süleyman hiçbir zaman kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü onlar, insanlara büyü yapmayı ve Bâbil’de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirilen bilgileri öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek: “Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın öğrettiğimiz bilgileri büyü yapmada kullanıp da kâfir olma!” demeden hiç kimseye bir şey öğretmezlerdi. Onlar ise bu iki melekten, karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Onlar, Allah’ın izni olmadıkça o büyü ile hiç kimseye zarar veremezler. Fakat onlar kendilerine fayda değil zarar verecek şeyi belliyorlardı. Elbette onlar, büyüyü satın alan kimselerin âhirette hiçbir nasibi olmadığını da çok iyi biliyorlardı. Karşılığında kendilerini sattıkları şey, ne kötüdür! Keşke bunu bilselerdi!
Kitap ehlinin büyük bir kısmı, Allah’ın kitabını ihmâl ve terk ettikleri için bâtıl inançlara sahip olur, şeytanların ve şeytanlaşmış insanların uydurduğu yalan yanlış sözlerin peşinden giderler. Tahrif edilen Tevrat’a bakarak Süleyman (a.s.)’ın sadece bir kral olduğu, hükümranlığını büyü ile sağladığı, kadınlara düşkünlüğü sebebiyle âhir ömründe putlara taptığı gibi iftirâlara inanırlar. (Kitab-ı Mukaddes, 1. Krallar, 11; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 35-36)
Halbuki Hz. Süleyman bir peygamberdi ve büyü ile alâkası yoktu. Onun ismi, Kur’ân-ı Kerîm’de on altı defa zikredilir. Keskin zekâsı, engin ilim ve hikmetinden bahsedilir. Bu meziyetleri sayesinde, girift hukûkî ve içtimâî meseleleri hallettiği, kendisine kuşların ve diğer hayvanların dilinin öğretildiği; bitkilere, rüzgâra, hayvanlara ve cinlere hükmettiği; erimiş bakırı kullanarak muhtelif âlet ve edevât yaptığı bildirilir. (bk. Enbiyâ 21/82; Neml 27/15-44; Sebe’ 34/12-21; Sād 38/30-40) Onun hakkında: “Biz, Dâvûd’a Süleyman’ı lütfettik. O ne güzel bir kuldu. Gerçekten o, tam bir teslimiyet ve samimiyetle sürekli Allah’a yönelir dururdu” buyrulur. (Sād 38/30)
Allah Resûlü (s.a.s.), Hz. Süleyman’ı peygamberler arasında zikredince bazı yahudi hahamları:
“–Muhammed, Dâvud’un oğlunu peygamber sanıyor. Halbuki o sadece bir sihirbazdı” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 41-42)
Âyet-i kerîmede; “Süleyman sihir yapmadı” mânası kastedilerek “Süleyman kâfir olmadı” (Bakara 2/102) buyrulması, sihrin ne kadar tehlikeli ve büyük bir günah olduğunu göstermektedir. Sihir ve büyü, âdeta küfürle denk tutulmuş, sihri öğreten şeytanların kâfir olduğu ifade edilmiştir.
Sihir, ne olursa olsun, sebebi gizli olan ince şey demektir. Sebebi gizli olduğu için hakikatin zıddına tahayyül olunan yaldızcılık, şarlatanlık, göz boyama ve aldatma şeklinde cereyan eden herhangi bir şeye sihir/büyü denir. Sihri iki kısma ayırmak mümkündür:
1. Sırf yalan ve aldatmadan ibaret olan söz ve fiillerle bir tesir icra etmek,
2. Az çok bir hakikati kötüye kullanarak bir tesirde bulunmak ve bir şey yapmaktır. Bu durumda, sebebi herkes tarafından bilinmeyen herhangi bir hakikat, insanları kandırıp aldatmak için kullanıldığında sihir olur. İslâm’a göre ilim değerlidir ve öğrenilmesi yasaklanan hiçbir bilgi yoktur. Hatta şerrinden korunmak için sihir bile öğrenilebilir. Ancak hiçbir zaman ilmi kötüye kullanmamak gerekir. Bu sebeple sihir yapmak haram, hatta küfürdür. Maalesef günümüzde çok yaygın olan bir günah olarak dikkat çekmektedir.
Nebî (s.a.s.) birgün:
“–İnsanı helâke sürükleyen yedi şeyden sakınınız!” buyurmuştu. Sahâbîler:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, onlar nelerdir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle cevap verdi:
“–Allah’a şirk koşmak, sihir ve büyü yapmak, -dînî bir ceza ile usûlünce öldürülen müstesna- Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı bir insanı katletmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum sırasında harpten kaçmak, hiçbir şeyden haberi olmayan iffetli müslüman kadınlara zina iftirasında bulunmak.” (Buhârî, Vasâyâ 23; Tıb 48; Hudûd 44; Müslim, İman 145)
Yine Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kim bir düğüm atar ve ona üfürürse sihir yapmış olur. Kim de sihir yaparsa şirke düşer. Kim fayda umarak hayvan tırnağı, nazarlık gibi câhiliye âdetlerinden bir şeyi herhangi bir yere asarsa, o astığı şeye havâle edilir. Yani Allah’ın yardımından mahrûm bırakılır.” (Nesâî, Tahrîmü’d-Dem 19/4076)
Cenâb-ı Hak, Hârût ve Mârût isminde iki meleği Bâbil’e indirmiş ve onlara bazı ince ilmî hakikatleri vermişti. Bu iki melek, hayırda kullanarak istifade etmeleri için ve bir de imtihan maksadıyla bu bilgileri İsrâiloğulları’na öğretmişlerdi. Hayır için öğrettikleri hakikatler, fesat ehli tarafından kötüye kullanılabilecek vasıfta olduğundan, melekler herkese kesin bir dille:
“–Biz imtihan için gönderildik, öğrettiğimiz şeyler fitneye müsaittir ve kötüye kullanıldığında insanı küfre götürür. Sakın bunlarla sihir yaparak küfre girme!” diye tavsiyede bulunurlardı. İnsanlardan ve cinlerden olan şeytanlar ise, böyle hayır telkin edip nasihatte bulunmak bir tarafa, meleklerin öğrettiği hakikatlerle insanlara sihir yapmasını öğretiyorlardı.
İşte yahudiler, gerek sihirbazlardan gerekse meleklerin öğrettiği hakîkatlerden, kişiyle hanımının arasını ayıracak şeyler öğrendiler. Görüldüğü gibi sihir o kadar büyük bir tehlikedir ki, âile gibi birbirine sıkıca bağlı en sağlam yapıyı bile bozabilmektedir. Dünyanın en yakın insanlarını birbirinden ayıran sihir, komşuları, akrabaları, toplumu ve milletleri ne hâle getirir?! Zira sihir her şeyden evvel ruhlar üzerinde tesir icrâ eder, fikirleri târumâr eder, kalpleri çeler, ahlâkı bozar ve cemiyetleri perişan eder.
Âilede koca ile eşinin arası iyi olursa, toplum da sağlam ve kuvvetli olur. Fakat ikisi arasındaki münâsebetler kötü olursa, bütün toplum bozulur. Bu sebeple yahudiler, en büyük kötülüğü yapıyor, kişiyle hanımının arasını ayırıyorlardı. Allah Resûlü (s.a.s.), bu husûsun ehemmiyetini anlatmak için şöyle buyurur:
“İblîs tahtını suyun üzerine kurar, orayı merkez edinir. Sonra askerlerini dünyanın her tarafına salar. Ona en yakın ve en sevimli asker, en büyük fitneyi koparandır. Askerlerinden biri gelip:
«–Bugün ben şöyle şöyle yaptım!» der. İblîs:
«–Hiç bir şey yapmamışsın!» karşılığını verir. Bir diğeri gelir:
«–Ben birinin yakasına yapıştım ve hanımıyla arasını açıncaya kadar peşini bırakmadım» der. Bunun üzerine İblîs onu kendine yaklaştırır, kucaklayıp boynuna sarılır ve:
«–Sen ne iyisin, ne güzelsin!» der.” (Müslim, Münafıkîn 67)
Ancak, söylenenlere bakarak sihri gözde büyütüp, sihirbazların her şeye kâdir olduğu zannına kapılmamalıdır. Hakiki tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatta, ne ruhta, ne şeytanda, ne de melektedir. Her şey Allah’ın kudret elindedir. Allah Teâlâ, imtihan îcâbı korumasını kaldırırsa sihirbazlar zarar verebilir, yoksa kendiliklerinden hiçbir şey yapamazlar. Bu sebeple, her şeyden evvel Allah’tan korkmalı, O’na sığınmalı ve O’nun kitabı Kur’ân-ı Kerîm’e sarılmalıdır.
Sihir insanlara hep zarar verir, onlara hiçbir faydası olmaz. Bu sebeple, Allah’ın kitabını ve hayırlı işleri bırakıp da sihir gibi zararı büyük bir günahla meşgul olan insanların, âhirette hiçbir nasibi olmayacağı âşikârdır. Böyle insanlar, şeytana ve nefislerine uyup sihirle meşgul olarak aslında kendilerini helâke sürüklemektedirler. Uğruna, ebedî hayatın fedâ edildiği bir anlık dünya zevki, ne kötü bir kazançtır! İnsanlar yaptıkları yanlışın büyüklüğünü ah bir bilseler:
Hadis-i şerifte, fayda temin etmesi veya zararları defetmesi umularak boyna veya herhangi bir yere, câhiliye devrine âit muska, nazarlık, hayvan tırnağı ve kemiği gibi şeylerin asılması yasaklanmaktadır. Böyle şeyler yapanları Allah, o güvendikleri şeylere havâle eder, yardım ve rahmetinden mahrum bırakır. Kur’ân’dan ve ilâhî isimlerden yazıp teberrüken asmak ise, bu hükmün hâricinde tutulmuş ve câiz görülmüştür. Nitekim Abdullah bin Amr (r.a.) küçük çocuklara böyle şeyler takardı. Bunların bir fayda celbedip zararı defedeceğine inanmak ise yine doğru görülmemiştir. Zira şifayı veren ve kötülükleri defeden ancak Allah Teâlâ’dır. (Hâşiyetü’s-Sindî ale’n-Nesâî, Haleb, 1986, VII, 112)
103. Eğer onlar iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınsalardı, Allah’ın onlara vereceği sevap elbette daha hayırlı olacaktı. Keşke bunu bilselerdi!
Bütün bunlara rağmen, Ehl-i kitap, Allah’a îman edip günahlardan sakınsalardı, kendileri için daha hayırlı olurdu. Zira rahmeti bol olan Rabbimizin vereceği küçücük bir ecir bile, onların çeşitli entrikalarla insanlardan sağladığı menfaatlerden daha büyük ve daha hayırlıdır.
Bu âyet-i kerîme, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin genişliğini ve tevbe kapısının dâimâ açık olduğunu göstermektedir. Aynı zamanda, Allah’a îman etmekle birlikte, günahlardan sakınmanın da ne kadar mühim olduğu gözler önüne serilmektedir.
Görüldüğü gibi yahudiler, Allah Resûlü’nün peygamberliğine îman etmemek için bitmez tükenmez bahaneler uydurmuş ve çeşitli yalanlara başvurmuşlardır. Bununla birlikte sihrin her çeşidini tatbik ederek insanları aldatmış, Peygamber Efendimiz’e hürmetle hitap ediyormuş gibi davranıp kendilerince ona hakaret etmeye çalışmışlardır. Binaenaleyh mü’minler, o hasetçilere uymayıp Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e sahip çıkmalı ve kıymetini bilmelidirler. Bunu ifade sadedinde Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
104. Ey iman edenler! Peygamber’e “Bize bakar mısın?” diyeceğiniz zaman “râinâ” demeyin, “unzurnâ” deyin ve söylediklerini dinleyip itaat edin! Kâfirler için pek elem verici bir azap vardır.
Kur’ân-ı Kerîm’de, 88 yerde “Ey îman edenler” hitâbı geçer. Bu, müslümanlara şeref veren çok kıymetli bir hitaptır. Bu ilâhî hitâbın gereklerini yerine getiren mü’minler, dünyada emniyet ve huzur içinde yaşayacak, âhirette de büyük lutuflara nâil olacaktır.
Abdullah b. Mes’ud (r.a.), kendisinden nasihat isteyen birine şöyle buyurmuştur:
“Allah’ın: «Ey iman edenler!» buyurduğunu işittiğinde hemen kulak ver ve onu dikkatle dinle! Çünkü Allah Teâlâ, bu hitabın ardından ya bir iyiliği emreder ya da bir fenâlıktan sakındırır.” (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 148; Ebû Nuaym, Hilye, I, 130)
Burada da Cenâb-ı Hak, mü’minlere, başta Resûlullah (s.a.s.) olmak üzere büyüklerle münâsebetlerde dikkat edecekleri bir edebi öğretmektedir. Allah Resûlü (s.a.s.) bir şey anlatırken, ashâb-ı kirâm zaman zaman:
“–Râinâ: Bizi gözet, teennî buyur, müsaade et ki anlayalım!” derlerdi. Ancak bu kelime, Arapça’daki “Bizim çoban” mânasına gelen ve İbrânice veya Süryânicede “Dinle a dinlemez olası, dinle a sözü dinlenmez herif!” gibi hakâret mânası ihtivâ eden kelimelere benziyordu. Yahudiler bunu fırsat bilerek ağızlarını eğip bükmeye ve kendilerince Peygamber Efendimiz’e hakâret etmeye başladılar. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 36-37)
Diğer taraftan, “râinâ” sözü genellikle iki kişi veya iki zümre arasındaki karşılıklı münâsebetleri, tutum ve davranışları ifade eder ve “Bizi kolla, gözet; sen bizi gözetmezsen biz de seni gözetmeyiz” veya “Bizi can kulağıyla dinle; sen bizi dinlemezsen biz de seni dinlemeyiz!” mânalarına gelir. Bu ise Peygamber Efendimiz’e karşı takınılacak bir tavır değildir.
Ayrıca bu kelime ahmaklık, kabalık, hayvânî bir murâkabe ve güdülme gibi hoş olmayan mânaları çağrıştırır.
Bu sebeple Cenâb-ı Hak, mü’minlere, “Râinâ” demeyi yasaklamış ve daha nezih bir üslupla; “Ünzurnâ: Bize bak, bize ilgi göster, bize tebliğde bulunurken mühlet ver, durumumuzu gözet ki sözünü daha iyi kavrayıp anlattıklarını öğrenebilelim!” demelerini emretmiştir. Hatta, dikkatle dinleyip hemen itaat ederek, “Ünzurnâ” demelerine bile ihtiyaç kalmamasını arzu buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, diğer bir âyet-i kerîmede şöyle buyurur:
“Yahudilerden bir kısmı kelimelerin yerlerini değiştirerek tahrif ederler. Peygamber’e de dillerini eğip bükerek ve din ile alay ederek: «Duyduk ama itaat etmiyoruz», «Dinle, dinlenmez olası» ve «râinâ: bizim çoban» derler. Eğer onlar «İşittik ve itaat ettik», «Dinle ve bizi gözet: ünzurnâ» deselerdi şüphesiz kendileri için daha hayırlı ve daha doğru olacaktı. Fakat küfürleri sebebiyle Allah onları lânetlemiştir; artık onlardan pek azı inanır.” (Nisâ 4/46)
Demek ki Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’e karşı saygısızlık bir küfür alâmetidir ve karşılığı elem verici bir azaptır. O hâlde bugünkü mü’minler, Peygamber Efendimiz’e ve onun Sünnet’ine karşı son derece hürmetkâr davranmalıdırlar. Onun nazarına lâyık hâle gelmeye ve onun ruhaniyeti içinde yaşamaya gayret etmelidirler.
Burada, konuşup yazarken kelimelerin en güzelini ve mânaların en incesini tercih etmeye de işaret vardır. Anlaşılması zor, yanlış anlamaya müsait târizli sözlerden ve mahzurlu şeylere götüren mübahlardan uzak durmak gerekir. Ayrıca mü’minler, konuşma, davranış, giyinme, âdet, ibâdet gibi her hususta kâfirlere benzemekten şiddetle sakınmalıdırlar. Bunun da ötesinde onların hile ve düşmanlıklarına karşı uyanık bulunmalıdırlar. Çünkü:
105. Ehl-i kitap olsun, müşrikler olsun, kâfirlerin hiçbiri, Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine lutfeder. Allah çok büyük lutuf sahibidir.
Medineli müslümanlar, anlaşmalı oldukları yahudilere:
“Gelin Muhammed’e îman edin!” dediklerinde, onlar:
“–Şu bizi çağırdığınız din, bizim dinimizden daha hayırlı değildir. Aslında biz de onun hayır olmasını isterdik!” cevâbını verirlerdi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onları yalanlamak ve mü’minleri îkâz etmek üzere Bakara sûresinin bu 105. âyet-i kerîmesini inzâl buyurdu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 37)
Hem yahudi ve hıristiyanlar hem de diğer müşrikler, hasetleri sebebiyle Efendimiz’e peygamberlik vazîfesinin, mü’minlere de Kur’ân-ı Kerîm’in ihsân edilmesini kabullenemediler. Kendilerinin buna daha lâyık olduğunu düşünerek büyüklendiler. Bu haset ve kibirleri onların imanına mânî oldu. Ebû Cehil, “bizim kabileden peygamber çıkmadı” diye inkârında inad etti. (İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 113) Yahudiler, “Peygamber bizim soyumuzdan olmalıydı” diye düşmanlık ettiler. (bk. Bakara 2/89-90, 109; Nisâ 4/54; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 31)
Müşriklerin ileri gelenlerinden Velîd b. Muğîre:
“–Kureyş’in büyüğü ve efendisi olarak ben ve Sakîf’in efendisi Ebû Mes’ûd dururken Muhammed’e mi vahiy indirilecek?! Halbuki biz bu iki şehrin büyüğüyüz!” diye kibirlendi. (Zuhruf 43/31; İbn Hişâm, es-Sîre, I, 385) Yani onlar, Kur’ân’ın gerçek olduğunu vicdanlarıyla kabul ettiler. Fakat nefsânî duyguların bastırması sonucunda, Allah’ın iradesinde yanlışlık bulacak kadar bir alçaklığa düştüler. Cenâb-ı Hak buna ne güzel cevap vermiştir:
“Ne o, Rabbinin rahmetini yoksa onlar mı bölüştürüyorlar da, dilediklerine peygamberlik veriyor, istediklerini ondan mahrum ediyorlar?” (Zuhruf 43/32)
Böylesine kötü ve tehlikeli duygular taşıyan insanların, müslümanların iyiliğini istemesi mümkün değildir. Dolayısıyla dikkatli olmak îcâb eder.
Gerek peygamberlik ve kitap gibi mânevî nimetler olsun, gerek dünya mülk ve saltanatı gibi maddî nimetler olsun, hepsi Allah’a âittir. Dilediğine dilediği gibi lûtfeder. İnsanların elindeki nimetlere haset etmek yerine akıllı kişi, Allah’ın fazlından istemelidir. Çünkü insan, Allah’a lâyık ihlaslı bir kul olmaya gayret ettiğinde, O’nun sayısız lûtfuna mazhar olacağı muhakkaktır. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) bu ilâhî lutfa nâil olanların başında gelmektedir:
106. Şayet biz herhangi bir âyeti nesheder veya unutturursak, ya ondan daha hayırlısını veya onun bir dengini getiririz. Bilmez misin ki, Allah’ın gücü her şeye yeter.
Bu âyet-i kerîme, Allah Teâlâ’nın kullarını tedricî olarak terbiye etmek, onların dünya ve âhiret işlerini düzene koymak için gönderdiği ilâhî dinlerdeki temel bir kaideyi dile getirmektedir. O da “nesih” gerçeğidir. “Nesih” sözlük olarak izale etmek, iptal etmek, değiştirmek, bir şeyin yerine başkasını geçirmek mânalarına gelir. Nitekim Nahl sûresi 101. âyette nesih, tebdil yani birini diğeriyle değiştirme olarak ifade edilmiştir. نَسَخَ الرّ۪يحُ الْاثْرَ (neseha’r-rîhu’l-isra) “Rüzgar izi neshetti”, yani onu giderdi, sildi demektir. “Güneş gölgeyi neshetti” ibaresi de, onu izale etti, yok etti, yerine geçti demektir. Dolayısıyla nesih kelimesinde, izale ve nakil olmak üzere iki mâna vardır. Her iki mânanın da esası “tebdil” yani birini kaldırıp diğerini onun yerine koymaktır.
Dinî bir terim olarak “nesih”, bir ayeti başka bir ayetle, bir dinî hükmü başka bir dinî hükümle değiştirmek, sonrakini öncekinin yerine koymaktır. Günümüzde yeni çıkarılan bir kanunla bir önceki kanunu yürürlükten kaldırmak neshi en güzel şekilde anlatır. Allah Teâlâ’ya göre nesih, önceki hükmün süresinin sonunu beyândır. Bize göre ise zahiren ebedi görünen o hükmün değiştirilip ortadan kaldırılmasıdır. Nesih, sadece emir ve yasaklarda geçerlidir. Kur’an’da haber verilen ve emir ya da yasak özelliği taşımayan hususlarda nesih sözkonusu değildir.
“Ayetin unutturulması”, vahyedilmiş, okunmuş ve ezberlenmiş bir kısım ayetlerin Allah’ın dilemesiyle zihinlerden silinip yok olmasıdır. “Ertelenmesi” ise o ayetin neshinin ertelenmesi veya değiştirilmeden olduğu gibi bırakılmasıdır.
Buradaki hüküm, önceki şeriatleri, kitapları, sahifeleri içine aldığı gibi, “ayet” kelimesi genel mâna ifade ettiğinden Kur’ân âyetlerini de açıkça içine almaktadır. Şu halde Kur’ân âyetleri için de nâsih, mensûh, unutturma ve erteleme mânaları geçerlidir. Kur’ân-ı Kerîm, önceki ilâhî kitapların bir kısım hükümlerini neshettiği gibi, Resûlullah (s.a.s.)’ın peygamberlik süresi içinde sonradan gelen bir kısım ayetler, önceden inmiş olan bazı ayetleri neshetmiştir. Bir kısım ayetler de unutturulmuştur. Fakat Peygamberimizin vefatı ile Kur’an vahyi gibi nesih ve unutturma hadisesi de son bulmuştur.
Şu an elimizde mevcut bulunan Mushaf-ı Şerîf’te neshedilmiş âyetler bulunup bulunmadığı hususunda iki görüş vardır. Çoğunluk, bâzı âyetlerin sonradan gelen başka âyetler veya hadislerle neshedildiğini söyler. Bir kısım âlimler ise elimizdeki Mushaf-ı Şerîf’te neshedilmiş herhangi bir ayetin olmadığını savunurlar. İki görüşü şöyle bir izahla bir birbirine yaklaştırmak mümkün olabilir: Kur’ân-ı Kerîm’de bir konuda iki farklı hüküm içeren iki âyet olabilir. Bunlardan sonra gelenin öncekinin hükmünü tamamen ortadan kaldırdığını kabul etmek yerine, her iki âyetin de kendi şartlarında geçerli ve yürürlükte olduğunu düşünebiliriz. Şöyle ki, zaman ve zemin itibariyle hangisinin indiği şartlar mevcutsa o ayetin hükmü uygulanır. Çünkü o, mütevatir olarak bize ulaşmış ve Allah Kelamı olduğunda şüphe olmayan bir ayettir. Dolayısıyla duruma göre birinin veya ötekinin hükmü uygulanabilir. Eğer birinin şartları artık sonsuz olarak tekrar doğmazsa pratikte o hükmü uygulamaya da imkân bulunmaz. Sonraki ayetten, nihâî bir düzenleme getirme maksadı açıkça anlaşıldığı durumlarda ise neshi kabul etme zarureti ortaya çıkmaktadır. Bunda da dinen bir sakınca yoktur. Zira tefsir etmekte olduğumuz âyet-i kerîme bunu açıkça beyân etmektedir.
Cenab-ı Hak, ayetin devamında, neshettiği veya unutturduğu ayetten daha hayırlısını, en azından bir benzerini göndereceği müjdesini vermektedir. Çünkü O, istediği her şeyi yapmaya güç ve kudret sahibidir. Bu böyle bilinmelidir. Bilmeyenler de öğrenmelidir. Zira Peygamberimize nübüvvetin verilip Kur’an’ın vahyedilmesini ve böylece kendi dinlerinin neshedilmesini bir türlü hazmedeyen yahudiler, Allah nesih yapamaz; şu halde böyle yeni yeni hükümler getiren bir kitap indiremez diyorlardı. Bu, onların kendiliklerinden uydurdukları bir yalandan başka bir şey değildir. Zira Allah nesih yapabilir ve yapar. Yapmasında da kendisi için hiçbir noksanlık söz konusu değildir. Varlıklar âleminde bu gün yarattığını yarın yok ederek diğer bir şeye dönüştürmekle Cenab-ı Hakk’ın ilmine, kudretine, iradesine hiçbir noksanlık ârız olmadığı gibi, aynı şekilde kullarını terbiye etmek üzere gönderdiği şeriatlerde de başka başka zamanlarda başka başka hükümler koymakla, mesela geçmiş zamandaki bir emrin yerine, şimdiki zamanda yasak koyan bir nehiy indirmekle O’nun ilminde ve iradesinde bir noksanlık meydana gelmez. Tam aksine her birinde bir hikmetinin tecellisini ve kemalini göstermiş olur. Zira her şeyi en iyi bilen yüce Rabbimiz, insanlığın her zaman ve mekana göre maddi mânevî gelişim ve problemlerini dikkate alarak, onların dertlerine deva, yaralarına merhem olacak şer’i hükümler göndermiştir. Nasıl ki bedenin hastalıklarıyla uğraşan doktorlar, mizâçların ve zamânın farklılığına göre ilaçları ve gıdâları değiştiriyorlarsa, nefislerin ıslah ve tedâvîsi ile uğraşan peygamberler de, nefisler ve ruhlar için bir nevi ilaç konumunda olan bir kısım dînî hükümleri, Allah’ın emriyle değiştirmektedirler. Bir ilaç beden için bir dönem devâ olabildiği gibi, bir süre sonra hastalık getirebilmektedir. Aynı şekilde bâzı ameller de bir dönem için iyi ve yararlı olabildiği halde zamanla insan için zararlı olabilmektedir. Dolayısıyla nesih, böyle bir zaruretten doğmakta ve insanların menfaati açısından büyük hikmetler taşımaktadır.
Âyetteki “daha hayırlısı” ifadesinden maksat, bir âyetin diğer bir âyetten daha hayırlı olması mânasında değil, bu âyetlerden kulların elde edecekleri seva yönündendir. “Bir dengini”, sözünün mânası ise, “sevap ve fayda bakımından onun bir dengi” demektir. Yeni getirilen hüküm öncekinden daha kolay olabileceği gibi, daha zor veya aynı seviyede olabilir. Daha kolay olanda, amel bakımından kolaylık vardır. Ağır bir hüküm kaldırılıp, yerine daha hafîfi getirildiğinde insanlar için kolaylık sağlanmaktadır. Boşanmış kadınların önceleri “bir yıl” (Bakara 2/240) olan iddet bekleme süresinin “dört ay on gün”e (Bakara 2/234) indirilmesi buna örnektir. Öncekinden daha zor olan hükümde ise sevap bakımından fazlalık vardır. Nitekim savaş yasağının kaldırılıp, “savaşın meşrû kılınması” (Hac 22/39) buna örnektir. Bazan da sonra gelen hüküm, öncekinin benzeri ve dengi olabilir. Kıblenin Beyt-i Makdis’den Kâbe’ye çevrilmesi de (Bakara 2/144) buna örnektir.
Şüphesiz Allah, bunları yapacak güç ve kuvvet sahibidir. Zira O’nun kudreti sınırsızdır:
Nâsih: Sonradan inip öncekinin hükmünü kaldıran âyet. Mensûh: Hükmü kaldırılan âyet.
Mütevatir: Yalan söylemeleri mümkün olmayan kalabalık bir grubun naklettiği bilgi.
107. Yine bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkiyet ve hâkimiyeti yalnız Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka ne yakın bir dost ne de içten bir yardımcı vardır.
Cenab-ı Hak, uçsuz bucaksız bu kâinatta her gün, her gece, her saat ve her an son derece büyük tasarruflarda bulunmakta ve fevkalade büyük işler yapmaktadır. Yapmaların yanında yıkmalar, icatların yanında imhalar, doğumların yanında ölümler yer almaktadır. Öne alınanlarla birlikte sonraya bırakılanlar, hatıra getirilenlerle birlikte izi silinenler ve unutturulanlar da olmaktadır. Bütün bunlarda ne muazzam ilâhî azamet tecellileri ve ne müthiş kudret akışları ortaya çıkmaktadır. Görüldüğü üzere kâinatta cereyan eden değişmez ve bozulmaz ilâhî kanunlar yanında zaman zaman, yer yer, an be an çeşitli oluşum ve dönüşümleri meydana getiren bir takım kevnî hükümler ve hadiseler icra edilmektedir. Yıkılanların yerine peyderpey yenileri gelmektedir. Hatta terbiye, peyderpey olgunluğa eriştirme ve seçme kurallarıyla daha iyileri ortaya konmaktadır. Bunlar, varlıklar âlemi için nâsih ve mensuh nevinden sayılabilecek durumlardır. Böyle sonsuz bir kudretin sahibi olan Allah, şer‘î hükümler alanında da nesih yapar ve neshettiği bir hükmün yerine daha iyisini, daha hayırlısını, en azından onun dengini getirir. Daha önce gönderdiği Tevrat ve İncil’in bazı hükümlerini nesheden yeni bir kitap ve yeni bir din vahyeder. Bu kitapta ve bu şeriatte nâsih ve mensuh hükümler bulundurur. Zira o sınırsız devletin gidişatına uygun bir kâmil kitap ve bir mükemmel din ihsan edilmiş olması için her zamanın, her mekanın, her muhitin durum ve şartlarına uygulanabilen, sebepler ve maslahatlar çerçevesinde teferruat sayılan meselelerde cereyan etmek üzere nâsihli-mensuhlu, takdimli-tehirli, hem kalıcılık hem de değişkenlik özelliklerini taşıyan ilâhî sünnetlere uygun hükümler koymak ilâhî hikmetin bir gereğidir.
Göklerde ve yerde Allah’tan başka bir hükümran, bir yönetici, başka bir kural koyucu olmadığı gibi, bu yaratılış âleminde de sizin Allah’tan başka bir koruyucunuz ve yardımcınız da yoktur. Üzerinizdeki gerçek velâyet ve yardım yalnızca Allah’a aittir. Mülk O’nun, hüküm koyma yetkisi O’nun, kâinat O’nun ve söz söyleme hakkı sadece O’nundur. اَلْوَلِيُّ (velî) dost ve koruyucu, اَلنَّص۪يرُ (nasîr) ise yardımcı demektir. İkisi arasında şöyle bir fark vardır: Velî bâzan yardımdan geri kalabilir veya yardım edemeyebilir. Nasîr ise bazan yardım ettiğine yabancı olabilir. Burada ikisinin birlikte zikredilmesinden maksat, Allah’ın mü’minlere hem dost hem de yardımcı olduğunu belirtmek, böylece onların kalbine tesellî vermektir. Mü’minlerin dostu ve yardımcısı Sadece Allah’tır; dolayısıyla O’ndan başkasına dayanıp ilticâ etmeleri doğru değildir.
Ayetten şu işârî mânayı anlamak da mümkündür: “Allah Teâlâ’nın kâinatta devamlı c3ari olan şöyle bir adeti vardır: O, dostlarının elinden tutarak mülkünü seyretmekten milkini yani bunun arkasındaki saltanatını görmeye, saltanatını görmekten de zatının gerçek varlığını görmeye götürür. Böylece onları ayetlerini görmekten sıfatlarını görmeye, sıfatlarını görmekten de zatını görmeye ulaştırır.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 61)
Dolayısıyla mü’minler, nasıl gerekiyorsa öylece Allah’ı tanımalı, O’na dayanmalı, emsalsiz örnek şahsiyet olarak gönderdiği Peygamberine de edeple itaat etmelidirler. Edebe aykırı sayılacak her husustan, özellikle mânasız sorular sormaktan uzak durmalıdırlar:
108. Yoksa daha önce Mûsâ’dan istendiği gibi, siz de Peygamberinizi sorguya çekip ondan olmayacak şeyler mi istiyorsunuz? Kim imanı inkârla değişirse, yolun doğrusunu kaybetmiş olur.
Bu âyet-i kerîme, Kureyş müşriklerinden bir grubun, “Ya Muhammed! Bizim için şu Safâ tepesini altın yap. Mekke arazisini biraz genişlet, etrafında da pınarlar fışkırt ki sana iman edelim” demeleri üzerine inmiştir. Yine rivayetlere göre yahudiler ve bir takım müşrikler Allah Resûlü (s.a.s.)’den bir takım isteklerde bulundular. Bazısı: “Mûsâ’nın Tevrat’ı getirdiği gibi sen de bize gökten toplu halde bir kitap getir” dedi. Bunlardan biri olan Abdullah b. Ebî Ümeyye: “Bana gökten bir kitap getir. Onda, Âlemlerin Rabbinden İbn Ebî Ümeyye’ye hitaben, «Şunu bil ki ben Muhammed’i bütün insanlara peygamber olarak gönderdim» diye yazsın” dedi. Bir kısmı da: “Allah’ı ve melekleri kefil olarak getirmedikçe sana iman etmeyeceğiz” dediler. Bu hadise üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 37-38)
Nitekim yahudiler de Hz. Mûsâ’ya eziyet etmişler (Ahzâb 33/69), ondan olur olmaz şeyler istemişler, inek kıssasında olduğu gibi onu uzun uzadıya sorguya çekmişler (Bakara 2/67-72) hatta kendilerine bir ilâh yapmasını (A‘râf 7/138) ve Allah’ı açıkça göstermesini (Nisâ 4/153) talep etmişlerdi.
Bu tür sorular, samimiyetten ve gerçeği öğrenme gayretinden doğan sorular değildir. Bilakis küfür ve isyândan kaynaklanan sorulardır. Onlar inkârlarına sözde bir gerekçe bulma temâyülüyle böyle bir yol tutmuşlardır. Dolayısıyla ayette onların, olur olmaz isteklerle Peygamberi zor durumda bırakma teşebbüsleri, “imanı küfürle değişmek” olarak beyân edilmiştir. Gerçekten de bu karakterdeki insanlar, iradelerini iman değil, küfürde inat etme yönünde kullanmaktadırlar. Böylece doğru yolda yürümek yerine, onu kaybetmeyi ve yoldan sapmayı tercih etmektedirler. Allah Teâlâ da onların bu gizli niyetlerini ortaya çıkarmaktadır.
Peygambere gereksiz ve anlamsız soru sormanın doğru olmadığı ve sıkıntılara sebep olacağı konusunda Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
“Size açıkladığım hususlarla yetinin. Beni sorguya çekmeyin, kendi halime bırakın. Sizden öncekiler, ancak fazla soru sormaları ve peygamberlerine karşı görüş ayrılığına düşmeleri yüzünden helak olmuşlardır. O halde size bir şeyi emredersem onu gücünüz nispetinde yerine getirin. Sizi bir şeyden menettiğim zaman ondan sakınıp uzaklaşın.”
Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in bu hadisi, haccın farz kılındığını haber verdiğinde, oradakilerden birinin: “Her sene mi ya Resûlallah?” diye sormasına karşılık sustuğu ve o adamın bu soruyu üç defa tekrar etmesine de: “Hayır, her sene değil! Eğer «evet» deseydim size her sene farz olurdu. Farz olunca da buna güç yetiremezdiniz” şeklindeki açıklaması üzerine varid olmuştur. (Müslim, Hac 412)
Ehl-i kitabın, peygamberlerine karşı sergiledikleri edebe uygun olmayan tavırları bilinen bir gerçektir ve savunulacak tarafı yoktur. Hatta peygamberlerini öldürecek derecede bir cehalet ve zulüm içinde olmuşlardır. Bu bakımdan İslâm ümmetinin daha dikkatli olmaları ve öncekilerin halinden ibret almaları gerekmektedir. Bu noktada dost ve düşmanlarının kimler olduğunu iyice bilmelidirler. Gelen âyetler bu hususta bizlere ışık tutmaktadır:
109. Ehl-i kitaptan birçoğu, sizi imanınızdan vazgeçirip yeniden küfre döndürmeyi isterler. Onlar, Hz. Muhammed’in peygamberliği ile ilgili gerçeği apaçık gördükten sonra, sırf içlerindeki kıskançlık yüzünden böyle yaparlar. Artık Allah’ın emri gelinceye kadar onları kendi halinde bırakın ve serzenişte bulunmayın. Şüphesiz Allah’ın her şeye gücü yeter.
110. Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin. Kendiniz için önceden her ne iyilik yaparsanız, mükâfatını Allah’ın yanında bulacaksınız. Çünkü Allah, bütün yaptıklarınızı görmektedir.
Yahudiler, insanların Allah Resûlü’ne inanmaları, onun etrafında kenetlenmeleri ve böylece İslâm toplumunun güçlenmesini çekemiyorlardı. Bu sebeple müslümanları, imandan vazgeçirip tekrar küfre döndürmeye çalışıyorlardı. Âyet-i kerîmenin iniş sebebi olarak şöyle bir hâdise nakledilmektedir:
Uhud savaşından hemen sonra bir grup yahudi, Huzeyfe b. Yemân ve Ammar b. Yâsir’in önüne geçerek: “Başınıza geleni görmüyor musunuz? Eğer doğru yol üzere olsaydınız, hezîmete uğramazdınız. Siz, en iyisi bizim dînimize dönün, bu sizin için daha hayırlı ve daha faziletlidir. Gittiğimiz yol da doğruya sizinkinden daha yakındır” dediler. Ammar: “Sizce verilen sözü bozmak nasıl bir şeydir?” diye sordu. Onlar da: “Çok kötüdür” dediler. Bunun üzerine Ammar: “Ben, yaşadığım sürece Hz. Muhammed’i yalanlamayacağıma dâir söz verdim” dedi. Yahudiler: “Ammar, ebediyen dönmeyecek şekilde dinimizden çıktı. Peki sen ne dersin ey Huzeyfe, bize uymaz mısın?” dediler. Huzeyfe de: “Ben Rabb olarak Allah’ı, peygamber olarak Muhammed’i, rehber olarak Kur’ân’ı, kıble olarak Kâbe’yi ve kardeşler olarak da mü’minleri seçtim” dedi. Bunun üzerine yahudiler: “Mûsâ’nın ilâhına yemin olsun ki, kalplerinize Muhammed’in sevgisi sindirilmiş” dediler. Ammar ve Huzeyfe daha sonra Resûlullah’a gelip durumu haber verdiler. Bunun üzerine Allah Resûlü: “En güzel olanı yapmış ve kurtuluşa ermişsiniz” buyurdu. (İbn Hacer, Kâfî, I, 176)
Dolayısıyla müslümanlar, Ehl-i kitabın sözlerine kulak asmamalı, onların hile ve desiselerine karşı uyanık davranmalıdırlar. Çünkü onların pek çoğu, mü’minlerin imandan sonra küfre dönüp dinden çıkmalarını cân-u gönülden isterler. Bunun için her hileye başvururlar. Bu ise hayırseverlik ve dindarlıklarından değil, aksine nefsaniyetlerinden kaynaklanan hasetten ve kıskançlıktan ileri gelmektedir. Halbuki onlar, İslâm dininin gerçek din, Peygamberimizin de gerçek peygamber olduğunu bilmektedirler. Bu gerçeği bizzat ellerinde bulunan Tevrat bildirmektedir. Buna rağmen kıskançlık belasından kendilerini kurtarıp gerçeği kabule yanaşmamakta, üstelik insanları imandan caydırmaya çalışmaktadırlar.
Ayette, “Artık Allah’ın emri gelinceye kadar onları affedin ve serzenişte bulunmayın” (Bakara 2/109) buyruğuyla, en sinsi düşmanları karşısında bile müslümanların kendi ahlâkî değerlerinden vazgeçmemeleri ve müsamahalı olmaları emredilir. اَلْعَفْوُ (af), “kasıtlı ya da kasıtsız kötülük ve haksızlık eden, suç işleyen birini bağışlamak, cezalandırmaktan vazgeçmek” demektir. Bu, suçluya karşı dille yapılacak kınamayı ve serzenişi içine almaz. İnsan bazan affeder fakat serzenişten geri duramaz. Bu sebeple ayette aftan sonra bir de “serzenişte bulunmayın” buyrulmaktadır. Bu mânada kullanılan اَلصَّفْحُ (safh), “bir kimsenin kendine kötülük edene aldırmaması, ondan yüz çevirmesi, onu hoş görüp bağışlaması” anlamına gelmektedir. İşte Kur’an, mü’minlerden böyle seviyeli bir gönül, yüksek bir ruh ve üstün bir ahlâk sahibi olmalarını istemektedir. Âyette “Allah’ın emri gelinceye kadar” (Bakara 2/109) ifadesi, “Allah hükmünü verinceye kadar” mânasına gelir. Bu hüküm ise, onlarla savaşmaya, üzerlerine cizye konulmasına veya Benî Kurayza ile Benî Nadîr’in ileri gelenlerinin öldürülmesine izin verilmesidir. Yahut kıyamet günü büyük bir azaba düçar olmalarıdır. Bunda şüphe yoktur. Çünkü Allah’ın her şeye, va‘dettiği her şeyi yerine getirmeye elbette gücü yeter.
Dolayısıyla siz şimdiki halde bağışlayıcı ve hoşgörülü olun; sabır, teenni ve sükûnetle hareket edin. Güzel güzel namazınızı kılmaya, zekâtınızı vermeye devam edin. Zira bunlar dinin temel esaslarındandır. Gerek kıldığınız namaz ve verdiğiniz zekâtı, gerek kendiniz için yaptığınız daha başka her türlü iyilikleri; karşılığını peşin olarak hemen istemeyip de ilerisi için amel defterinize kaydolmak üzere iyilik cinsinden yaptığınız her şeyi Allah’ın yanında bulursunuz. Hesap görüldüğü gün onların ecir ve mükâfatını eksiksiz olarak alırsınız. Zira Allah Teâlâ, iyi ve kötü ne yaparsanız muhakkak hepsini görür, bilir ve hepsinden haberdar olur.
Resûlullah (s.a.s.) ashâbına: “Hanginizin, mirasçısına ait malı öz malından kendisine daha sevimlidir?” diye sordu. Onlar: “Ya Resûlallah! Bizden hiç birimizin mirasçısnın malı öz malından daha sevimli değildir” dediler. Bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz: “Hayır, hayır. Hepinizin de mirasçısnın malı, öz malından kendisine daha sevimlidir. Çünkü senin malın ancak önden Allah için gönderdiğindir. Mirasçının malı ise geriye bıraktığındır” buyurdu. (Buhârî, Rikâk 12)
Rivayete göre Hz. Ömer (r.a.), bir gün Bakî kabristanının yanından geçerken: “Allah’ın selâmı üzerinize olsun ey kabir ehli! Buraları soracak olursanız, hanımlarınız evlendi, evlerinize başkaları oturdu, mallarınız mirasçılara dağıtıldı” dedi. Hâtiften bir ses “Ya Ömer! sen de buraları soracak olursan, önden ne göndermişsek burada onu bulduk, Allah yolunda harcadığınız şeylerin karşılığını fazlasıyla aldık, elimizden geldiği halde yapmadığımız şeyler konusunda da hüsrâna uğradık” diye seslendi. (Kurtubî, el-Câmi‘, II, 73)
Ehl-i kitabın asılsız iddialarından biri de şudur: