İsra Suresi (ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Meâl-i Şerifi
85- Ey Muhammed! Sana ruhtan soruyorlar. De ki: "Ruh Rabbimin bildiği bir iştir ve size ilimden ancak az bir şey verilmiştir."

86- Yemin olsun ki, dilersek sana vahyettiğimizi ortadan kaldırırız; sonra bize karşı kendine bir vekil (koruyucu) bulamazsın.

87- Fakat Rabbinden bir rahmet olarak (biz bunu yapmadık). Gerçekten O'nun senin üzerindeki lütfu çok büyüktür.

88- Ey Muhammed! De ki: "Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur'ân'ın benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine yardımcı olsalar bile, yine onun bir benzerini meydana getiremeyeceklerdir."

85-86- Sana ruhtan da sorarlar veya soruyorlar Siyerde İbnü Abbas'tan nakledildiğine göre Kureyş Nadr b. Hâris ile Ukbe b. Ebî Muayt'ı Medine'deki yahudi hahamlarına gönderip: "Onlar, kitap ehlindendirler, siz de bulunmayan bilgiler onlarda bulunur. Muhammed'i sorun bakalım" demişler. Bunun üzerine ikisi birlikte Mekke'den çıkıp Medine'ye varmışlar ve sormuşlar.

Yahudiler: "Ona mağara halkından, Zulkarneyn'den ve ruhtan sorunuz. Eğer hepsine cevap verir veya susarsa peygamber değildir. Ve eğer bir kısmına cevap verip bir kısmından susarsa peygamberdir" demişler. Çünkü ruh, Tevrat'ta kapalı olarak ifade edilmiş. Onlar, gelmişler sormuşlar. Bunun üzerine iki kıssa, yani Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn kıssaları açıklanıp ruh kapalı bırakılmış olmakla sorduklarına pişman olmuşlardır. (Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn Kıssaları için Kehf Sûresi, 18/9-22, 83-101Ayetlerinin tefsirine bkz.)

Ahmed, Nesaî, Tirmizî, Hakim ve İbnü Hıbban ve daha birtakım muhaddisin İbnü Abbas'tan yaptıkları rivayette ise; Kureyş, yahudilere demişler ki: "Bize bir şey veriniz şu adama soralım." Onlar da "Ruhtan sorunuz" demişler. Onlar sormuşlar, onun üzerine bu âyet inmiştir. "Sana ruhtan sorarlar..." Bunlara göre bu âyet de Mekke'de inmiştir. Fakat Buharî'de ve Müslim'de ve diğer kitaplarda rivayet edildiğine göre Abdullah b. Mes'ud (r.a.) demiştir ki: "Ben Hz. Peygamber (s.a.v.) ile Medine'de bir tarlada yürüyordum ve o, bir değneğe dayanıyordu. O sırada bir bölük yahudi rastladılar, birbirlerine: "Şuna ruhtan sorunuz" dediler. Bunun üzerine bir kısmı kalktı, ruhtan sordu. Sorunca Resulullah, ona karşı bir şey söylemeyip sessizliğe daldı. Ben derhal bildim ki, kendisine vahiy geliyordu. Olduğum yerde dikildim. Vahiy inince buyurdu ki: "Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size ilimden sadece az bir şey verilmiştir." Buna göre ise bu âyet Medine'de inmiştir. Bu bakımdan bazıları bu âyetin biri Mekke'de biri Medine'de olmak üzere iki defa indiğini söylemişlerdir.

Yukarılarda da geçtiği üzere ruh denildiği zaman başlıca üç görüş açısı göz önünde bulundurulmuştur: Kendisi ile hareket yapılan şey, yani hareketin başlangıcı; kendisi ile hayat olan şey, yani hayatın başlangıcı; kendisi ile anlaşılan şey, yani anlayışın başlangıcı.

Hareketin başlangıç noktası olması düşüncesiyle ruh, maddenin tam karşılığı olarak kuvvet demek olur. Madde veya kuvvet, madde veya ruh denildiği zaman bu düşünce kastedilir. Bu mânâ, ruhun en genel mânâsıdır. Mesela elektrik bu mânâya göre bir ruh ve her hareket edici güç bir ruh demektir.

Hayatın başlangıcı düşüncesi ile ruh ise, bundan daha özel bir şeydir. Fakat bunda da iki ayrı düşünce vardır. Birisi genel mânâsı ile hayattır ki, bitkilerin hayatını da kapsar. Bu mânâya göredir ki, genel olarak bitkilere bile ruh (canlı) denildiği olmuştur. Birisi de meşhur mânâsı ile hayat, yani hayvanlara ait hayattır ki insana ait hayat ile son bulur. Bu mânâya göre ruh, bitkilere ait ruhtan daha özel olup onu da kapsamaktadır.

Sonra idrak (anlayış)ın başlangıcı, yani duyumla beraber olan sade vicdandan, bilgi, anlama, ilim, irade, konuşma ve diğer şeyler gibi en yüksek derecelere kadar şuurla ilgili bütün olayların ve dolayısıyla bir manevî hayatın vasıtası olması itibariyle ruh gelir ki, ruhun en seçkin özelliğini ifade eden bu mânânın en açık görüntüsü insanın nefsinde tecelli ettiğinden buna insan ruhu denilmiştir. İnsanın nefsini hayvanî ruhtan ayıran ve insana ait bilgiyi hakka ulaştırarak kendini ve başkalarını bildiren bu ruh hakkındadır ki "Ruhumdan ona üflediğim zaman..." (Hıcr, 15/29) buyurulmuştur. Biz bunu (ruhu) kendisi ile duyar, vicdan, irade, akıl erdirme, içten konuşma gibi etkileri ile tanırız. Her insanda bu ruhun bir parıltısı bulunduğunda şüphe yoksa da insan nefsinin, bu ruhun aynı olup olmadığında ihtilaf edilmiştir. Fakat ruh gerçeği, insan gerçeğinin ötesinde olmasaydı, insan, eşyanın bizzat kendisinden hiçbir gerçeği anlayamaz veya bütün gerçeğin, insandan meydana gelmiş olması gerekirdi. Halbuki insanın bilmediği pek çok şey vardır. Ne kadar az olursa olsun bildiği de yok değildir. Bundan dolayı, idrakin başlangıcı olan ruh, insanın fizikî hayatında vücuduna üfürülen hava, ışık, sıcaklık gibi manevî hayatında nefsine üfürülen bir başlangıçtır ki, insan nefsinin yaratılışı hidayet ve doğru yolu kaybetmemedeki payı olan üfürme derecesi ile uyumludur.

De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Burada emr, "ümur"un müfredi (tekili), yani iş; yahut "evâmir"in tekili, yani kumanda mânâsına gelir. Tefsircilerin bir çoğu min" in beyaniye veya bazısı, bir kısmı mânâsına tebîziye, emrin (işin) Rabbe izafeti'nin (rabb ile tamlama halinde bulunması) de bilginin tahsis edilmesi mânâsına olması üzere şöyle tefsir etmişlerdir: "Ruh, ancak Rabbinin bileceği iştendir, ruhun hakikatı öyle şeylerdendir ki, onunla ilgili bilgiyi Allah Teâlâ kendine tahsis etmiştir" Bu şekilde cevap, "İlim, ancak Allah katındadır" (Mülk, 67/26) denilmiş gibi olur. Eğer ruh hakkındaki soru "niçin herkese aynı derecede ruh verilmiyor da yaratılış değişiyor diye herkesin ruhî durumlarındaki ayrılığın hikmetinden sorulursa bu tefsire diyecek yoktur. Çünkü bu husus, yaptığından sorumlu olmayan yüce Allah'ın yalnız varlıklar üzerindeki iradesine ait olduğundan ancak onun bileceği bir iştir. Âyetin hemen ardında "eğer biz dileseydik" buyurulması da bununla ilgilidir.

Fakat ruhun gerçek mahiyeti veya hükümleri açısından soru düşünüldüğü zaman, bu cevapta hiçbir şey bildirilmemiş denemez. Bilakis bunda ruhun özü ve hükmüyle ilgili bütün fizik ötesi tartışmaları kesip atan bir tanımlama verilmiştir. Şöyle ki: "Bir şeyin olmasını dilediği zaman, O'nun emri sadece "ol" demektir. O da hemen oluverir." (Yasin, 36/82) âyeti gereğince Rabbin emri, bir şeyi irade edince Allah'ın işi başka hiçbir şart ve sebebe muhtaç olmaksızın yalnız "ol" demekle hemen oluvermekten ibaret bir emirdir: Fiilî bir yaratılıştır, bir gereklilik ve etkidir ki "Bizim emrimiz bir defadır. Ve göz kırpması gibidir." (Kamer, 54/50) âyetinin mânâsına göre basit bir göz kırpmasının ifade ettiği ani bir irade veya his işi gibi bir defadır. Şu halde ruhun, Allah'ın emrinden olması, yüce Allah'ın yalnız "ol" emrinden yaratılan ve başka bir unsur ve çıkış yeri bulunmayan ilâhî bir harika olması demek olur. Birtakım müfessirler de bu mânâyı tercih etmişlerdir.
Bu mânâda "emir" kelimesinin fâiline mûzaf olduğu bellidir. "Min" başlangıç mânâsına olduğu takdirde ruh, emrin eseri olan basit ve yaratılmış özel bir cevher olarak düşünülebilir. "Min", maddeyi açıklama mânâsına geldiği takdirde ise ruh, Rabbin emri cinsinden yalnız bir iş, özel bir etki demek olur. Burada şöyle meşhur bir soru vardır: "Allah her şeyin yaratıcısı ve herşey Allah Teâlâ'nın yaratma emri ile meydana getirilmiş ve yaratılmış olduğuna göre bu mânâ, "ruh, eşyadan bir şey veya işlerden bir iştir" demeye eşit olmaz mı? Ve o durumda bununla ruhun özelliğini anlatan bir tanımlama verilmiş olduğu nasıl söylenebilir? Yukardaki açıklamalarda bu soruyu geçersiz kılan kayıtlar ve işaretler vardır .Bunu daha fazla bir açıklıkla anlamak için de "İyi biliniz ki, yaratmak ve emretmek O'na mahsustur." (A'râf, 7/54) yüce âyetini göz önünde tutmak gerekir. Görülüyor ki orada emir, yaratmaya karşılık olarak zikredilmiştir. Burada ise iki yorum vardır:

Birincisi: Yaratma, takdir, yani miktar ve nicelik vermek mânâsı itibariyle madde ve cisimleri yaratma ve icad etmektir. Kayıtsız yaratmada kullanılması ise genelleştirme iledir. O halde buna karşılık emir, maddeye karşılık ve hacimsiz olarak düşünülen genel kuvvetler gibi, soyut olan işleri gerektiren fiil ve etkidir. Nitekim Âdem hakkında "Allah Âdem'i topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi ve o da oluverdi." (Al-i İmrân, 3/59) buyurulması bu farkı gösterir.

İkincisi: Emirde kumanda mânâsının esas olmasıdır. Bu yönüyle emir, yaratılan bütün yaratıklar üzerinde yapılan ve yapılacak olan tasarruf ve egemenlik işleri ile, bu işleri meydana getiren gereklilik ve etki fiiline uygun olur ki, Rab olma sıfatının tecellisi bununladır. "Daha sonra kudretiyle Arşı kuşatan Allah'tır. Bütün işleri nizama koyan O'dur." (Yunus, 10/3) ifadesi, bunu gösteriyor. Şu halde yaratma, emrin tatbik yerini meydana getiren iş, emir de mahlukatın zorlama veya iradeye bağlı terbiye işlerini ifade eden fiildir. Ve ruhun tarifindeki emir, yaratılışın karşılığı olan Allah'a ait bu itibarı ifade için, özellikle Rab ismine muzâf (tamlanan) kılınmıştır. Bununla beraber bu tamlama, ruhun bütün kuvvetleri kapsayan genel mânâsını ortaya koyarsa da özel mânâsı ile ruhun ancak cinsini bildirir. Bu cins içinden özel mânâsı ile ruhu tanıtacak olan husus ise Rab kelimesinin birinci şahsa olan "Rabbî = benim Rabbim" izafetidir. Şu halde ruhun cinsi, Rabbin kendisine özel olarak izafeti de bir bölümü hükmünde olarak ruhun bir gerçeği ile ilgili olarak bir sınırını ifade eden tanımlamasını vermiş olur. Mânâsı şu olur: "Ruh, benim malikim olup beni terbiye eden Rabbimin bütün mahlukatı üzerindeki ilâhlık emrinden bir emirdir ki, bana kendimi ve Rabbimi tanıtır". Demek ki bir ruh tasarlanmasında aslolan şu üç duygudur: ben, emir, Rab. Ruh, işte eneye Rabbin özel bir etkisi ile tamlamasını ifade eden emirdir. Bu özel tamlama, bu emir olmayınca kimse kendini duymaz, herkes bu tamlama nisbetinin özelliğine göre kendisini duyar, kendini duymayanda ruh olmaz. Kendini tanımayan, o izafet nisbetinden hissesine göre ruhu duyar; ruhu duyan, Rabbini duyar. Bundan dolayıdır ki, ruhu Rab zannedenler, Rabba ruh diyenler, üçlü ilâh inancına sapanlar olmuştur. Onun için cevabında bu yanlışlar da düzeltilerek anlatılmıştır ki ne ben, ne de ruh, rab değildir, Ruh, enenin Rabbinin emrindendir.
Burada dikkate değer önemli bir nokta daha vardır. hitabında Rabbin muzafın ileyhi (tamlayanı) olan birinci şahıs zamiri yâ, her şeyden önce Resulullah'ın sidir. Ona olan izafet-i Rabbaniye (Rab kelimesinin tamlaması), Muhammed realitesinde meydana çıkan tecelliler ise "Gerçekten Rabbinin sana lütfu çok büyüktür" diye açıkça ifade edileceği üzere çok büyük olduğundan bu görüş açısından tamlamanın ifade ettiği tanımlama kendisine Rûhü'l-Kudüs ve Rûhü'l-Emîn denilen Cebrail'i bile kapsamına alan yüksek bir topluluğu içine alır. Bu itibarla tarifinden tasarlaya bileceğimiz mânâ şu olur: "Ruh, beni terbiye eden, bu cümleden bana vahiy ve peygamberlik veren, beni İsrâ ile Mirac'a yükselten, beni bir şefaat makamına gönderen ve bana Kur'ân'ı indirmekte bulunan Rabbimin emrinden bir emirdir ki, ben kendimi ve Rabbim olan yüce Allah'ı onunla bilirim."

Ve size ilimden ancak biraz verildi. Hiç verilmedi değil, fakat az verildi. Bildiğiniz de az, bilişiniz de azdır. Çünkü ilminiz, sonradan olmuştur, bağıntılıdır. Sofestâîlerin dediği gibi hiçbir şey bilmez değilsiniz, bazılarının iddia ettikleri gibi bütün gerçekleri bilir de değilsiniz. Hak'tan bazı şeyler bilirsiniz, amma gerçeğin bütün derinliğine değil, bazı yönler ile, ruhunuzun mertebesine göre, Rabbinizi tanıyacak, vazifelerinizi anlayacak kadar orantılı bir şekilde bilirsiniz. Şu halde ruh hakkında bilebileceğiniz de bu kadardır.

Bazı müfessirler bu hitabın soruyu soranlara ait olduğunu söylemişlerdir. Çünkü " = de" emrinin söylenilenin içinde bulunarak cevabın tamamlayıcısından olması akla daha yakındır. Fakat rivayet olunuyor ki: Yahudiler, bu cevabı işitince: "Bu hitap bize mi muhtaç?" demişler. Hz. Peygamber (s.a.v) de: "Bilakis biz ve siz" buyurmuş. Bunun üzerine demişler ki: "Durumun amma da tuhaftır, bazen "Kime hikmet verilirse ona, çok hayır verilmiş olur" (Bakara, 2/269) dersin, bazen de böyle söylersin. Bize Tevrat verildiğini ve onda her şeyin açıklaması bulunduğunu Kur'ân'dan okuduğun halde, bize verilen ilme nasıl az dersin?" Resulullah (s.a.v) da: "O, Allah'ın ilmine göre azdır. Allah, size o kadarını vermiştir ki amel ederseniz faydalanırsınız" buyurmuş ve bu sebeple "Yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa ve yedi deniz de katılsa da yazılsa, Allah'ın kelimeleri bitmezdi..." (Lokmân, 31/27) âyeti inmiştir. Şu halde bu hitap, emrinin içinde olmayıp, yeniden başlayarak ona eklenmiş bir cümle olmak üzere bütün insanlara genel bir hitap demektir. Bütün insanlık ilmi, Allah'ın ilmine göre azdır. O'nun tarafından verilmiş, itibarî, bitmeye mahkum ve sınırlıdır. Allah'ın ilmi ise zatına ait olup herşeyi kuşatmış ve bilgileri sonsuzdur. İlmin tamamı yüce Allah'ın zatî hakikatini bilmeye bağlıdır ki, onu ancak kendi bilir.
Burada şunları da kaydetmemiz yararlı olacaktır:
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

bedirhan.

Aktif Üyemiz
1- Demek ki "Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretti". (Bakara, 2/31) âyeti gereğince Âdem'e bütün isimlerin öğretilmesi, ismi olan her şeyin gerçeğinin öğretilmesi demek değildir. İsimleri öğretmek Allah'ın ilmine göre az bir ilimdir. Bu nokta felsefede "ismiyye" ekolüne bir temel olabilir.

2- "Herşeyi açıklamak için..." (En'âm, 6/154), "Herşeyi etraflıca beyan etmek için..." (Nahl, 16/89) gibi âyetler, bütün eşyanın hakikatı mânâsına olmayıp insanların din ve ahkâm (şerî hükümler) açısından muhtaç oldukları her şey mânâsına izafî (göreli) bir kapsama sahiptir demektir. Ve nitekim öteden beri öyle tefsir edilmiştir.

3- İnsan bilgisinin azlığı, yalnız ruhu bilme açısından zannedilmemelidir. Çünkü diğer şeylerle ilgili bilgilerimizin bile dayanağı ruh olduğundan onlarla ilgili bilgimiz, ruhumuza ait olandan çok değildir.

4- Bu hitapta insanlara ilimden pay veren bir şeref ve aynı zamanda insanlığın ilmî gururunu kıran bir darbe ile, Hakk'ın huzurunda "Biz seni, sana layık olan bir şekilde tanıyamadık" itirafı ile alçak gönüllü olmaya davet eden bir uyarı vardır. Demek Allah katında ilmin sonsuzluğu, insanlar için her hususta ilmin elde edilmesinin mümkün olduğunu ortadan kaldıran bir ümitsizlik delili değil, ilimde ilerleme imkanının sonsuzluğunu sağlayan bir bilgi başlangıcıdır. Bundan dolayı insan sonsuzluğa giden bir aşk ve inanç ile Allah için ilme çalışması ve fakat ilimde hangi ilerleme mertebesine ulaşırsa ulaşsın insan ilminin az yine az; Allah'ın ilmine göre, denizlere oranla bir damladan bile az olduğunu bilerek hiçbir zaman gururlanmaması gerekir.

Şunu da unutmamak gerekir ki, insanın ilmi Allah tarafından verilmiş olduğu gibi, yok olabilir de. Bir insana en büyük ruhun, en yüksek ilmî mertebenin verildiği de farzedilse, onu emriyle dilerse bir anda alıverir. İşte gururdan sakınmak için bu gerçeğin bilinmesi çok önemli olduğundan bakınız, yüce Allah, Peygamberine olan üstünlüğünün büyüklüğünü âyette ifade etmekle ona verdiği ilmin azlıktan istisna edilmiş olduğunu açıklama sırasında, her şeyden önce bu gerçeği öne alıp, açıkça ifade ederek, hem de yemin ve pekiştirme ile, yücelik ve ululuk ifade eden çoğul kipi ile ve diğerlerine son derece etkili ve anlamlı bir ibret olması için özellikle Hz.Peygambere hitapta açıkça anlatarak buyurmuştur ki: "And olsun ki, dilersek o sana vahyettiğimizi elbette ortadan kaldırırız." Yani Rûhü'l- Kudüs ile indirdiğimiz, bütün fitnelere karşı tesbit ettiğimiz, müminlere şifa ve ilmimizin ruhu olan o yüce Kur'ân'ı bile hafızalarınızdan siler alıveririz. Sonra kendin için bize karşı bir yardımcı da bulamazsın. Yani aldığımızı bizden bizzat kendin geri alamayacağın gibi vasıta ile geri alabilmek için, ne ruhtan ve ne başka şeylerden dayanacak bir vekil, tutunacak bir kuvvet bulmana da imkan yoktur.

87- Ancak Rabbinden bir rahmet olursa başka. Her zaman yalnız ona dayanabilirsin ve işte ona vahyettiğimiz gibi onu koruyan ve sürekli kılan da O'dur. Rabbinin sana özel izafeti ile nimet vermesi ve ihsanı ve bu yüzden âlemlere yaymak istediği geniş rahmetidir. Gerçekten Rabbinin sana olan fazileti, ihsanı ve lütfu çok büyüktür. Diğerlerine benzetme kabul etmeyecek derecede büyüktür.

88-Onun için tam güvenle Yemin olsun ki bütün insanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için bir araya gelseler hiçbir zaman onun bir benzerini getiremezler. İnsanlar ayrı, cinler ayrı uğraşsalar getiremezler ya. Hatta birbirlerine yardımcı olsalar bile (benzerini) getiremezler. Kur'ân böyle büyük bir mucizedir. Şimdi yalnız bu âyetin ne kadar kapsamlı, ne kadar kuvvetli, bütün insanlar ve cinler ile gelecek üzerinde böyle en yüksek bir yakîn (kesinlikle) hüküm vermenin, ne büyük bir gayb ilmini kapsadığını ve dolayısıyla başlı başına nasıl büyük ve kalıcı bir mucize meydana getirdiğini insaf ile etraflıca düşünmeli. Bu sözün Allah'ın ilminden bir ilim getirmiş olduğuna nasıl şüphe edilebilir?.

Bu âyetin iniş sebebinde rivayet ediliyor ki, önceki yahudilerden bir grup: "Ey Muhammed!" demişler. "Bize şu getirdiğin hakkı açıkla, bu Allah katından gelen bir hakk mıdır? Çünkü biz bunu Tevrat'ın düzenli bir şekilde dizilişi gibi birbirine uygun olup nizamlı bir şekilde dizilmiş olarak görmüyoruz" Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuş ki: "Vallahi siz, bunun Allah katından gelen bir hakk olduğunu çok iyi biliyorsunuz." Bunun üzerine onlar: "Amma bu senin getirdiğin gibisini biz de sana getiririz." demişlerdi ve bunun üzerine yüce Allah, bu âyeti indirdi. Diğer taraftan Kureyş'ten bir topluluk da: "Bize bu Kur'ân'dan başka olağanüstü bir âyet getir, yoksa bunun benzerini biz de yapabiliriz." demişlerdi ki, olağanüstü âyet dedikleri bundan sonra "Kâfirler şöyle dediler: Bizim için yerden suyu kesilmeyen bir kaynak çıkarmadıkça sana iman etmeyeceğiz." (İsrâ, 17/90) âyetlerinde açıklanacak olan öneriler olacaktır. Bu âyet, ile bütün bunlara kesin cevap verilmiş, o gün bu gün bunca asırlardan beri bütün tecrübe ve teşebbüslerin karşısında bu cevap, tam bir doğrulukla gerçekleşerek heybet ve ululuğunu artırmış durmuştur. (Bakara, Sûresindeki "Onun benzeri bir sûre meydana getirin."; (2/23) Hûd Sûresi'ndeki, "De ki: Siz de Kur'ân'ın benzeri, on uydurma sûre meydana getirin bakalım. Eğer iddianızda doğruysanız, Allah'tan başka yardımını isteyebileceklerinizi de çağırın..."; (11/13) Hıcr Sûresi'ndeki "Onun (Kur'ân'ın) koruyucusu da şüphesiz ki biziz" (15/9 âyetlerinin tefsirine bkz.) İşte Kur'ân'ın her hükmü böyle ilim, böyle şüphesizdir.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

bedirhan.

Aktif Üyemiz
Meâl-i Şerifi
89- Yemin olsun ki biz bu Kur'ân'da insanlar için çeşitli misaller vermişizdir. Yine de insanların çoğu inkârlarında ısrar ederler.

90- Kâfirler şöyle dediler: "Sen, bizim için yerden suyu kesilmeyen bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız."

91- "Veyahut hurmalıklardan ve üzümlüklerden senin bir bahçen olsun da ortasından şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın."

92- "Yahut söyleyip zannettiğin gibi, göğü başımıza parça parça düşüresin veya Allah'ı ve melekleri söylediğine şahit getiresin. "

93- "Yahut altından bir evin olsun, ya da göğe çıkmalısın. Ona çıktığına da asla inanmayız. Ta ki bize, okuyacağımız bir kitap indiresin." De ki: "Rabbimi tenzih ederim. Nihayet ben de, peygamber olan bir insandan başka bir şey değilim."

89-93-Böyle bir peygamberi gören o kâfirlerin iman etmeyip de bu kadar inat etmelerinin sebebi nedir, denecek olursa:
Meâl-i Şerifi

94-100- 94- Kendilerine doğru yolu gösteren peygamber gelince, insanların iman etmelerine engel olan sebep sadece: "Allah bir insanı mı Peygamber gönderdi?" demeleridir.

95- (Ey Muhammed! Mekkelilere) şöyle de: "Eğer yeryüzünde huzur içinde yürüyüp duran melekler olsaydı, elbette onlara gökten peygamber olarak bir melek indirirdik."

96- De ki: "Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Çünkü O, kullarının yaptığından haberdardır, yaptıklarını çok iyi görendir."

97- Allah kime hidayet verirse, o doğru yoldadır. Kimi de hidayetten uzak tutarsa, artık bunlar için Allah'tan başka hiçbir yardımcı bulamazsın. Ve biz, o kâfirleri kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır oldukları halde, yüzleri üstü sürünerek haşredeceğiz. Varacakları yer cehennemdir; ateşi dindikçe onun ateşini artırırız.

98- Bu onların cezasıdır! Çünkü onlar, âyetlerimizi inkâr etmişler ve: "Sahi bizler, bir yığın kemik ve ufalanmış toz olduğumuz zaman mı, yeni bir yaratılışla diriltilmiş olacağız?" demişlerdir.

99- Onlar, gökleri ve yeri yaratan Allah'ın, kendilerinin aynı olan insanları yaratmaya da kadir olduğunu görüp bilmediler mi? Allah onlar için şüphe edilmeyen bir vâde takdir etmiştir. Fakat zalimler, inkârlarında yine de ısrar ederler.

100- (Ey Muhammed!) De ki: "Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, fakirlik korkusunu yine de elden bırakmazdınız." Doğrusu insan çok cimridir.

Meâl-i Şerifi
101- Andolsun biz Musa'ya apaçık dokuz mucize verdik. (Ey Peygamber!) İsrailoğullarına sor, Musa kendilerine geldiğinde Firavun ona: "Ey Musa! Ben senin büyülenmiş olduğunu sanıyorum" demişti.

102- Musa dedi ki: "Ey Firavun! Pekâlâ bilirsin ki, bu mucizeleri, birer ibret olmak üzere, ancak göklerin ve yerin Rabbi indirdi. Ey Firavun! Ben de seni helak olmuş zannediyorum."

103- Derken Firavun, Musa'yı ve İsrailoğullarını Mısır'dan sürmek istedi. Biz de onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk.

104- Arkasından İsrailoğullarına şöyle dedik: "Firavun"un sizi çıkarmak istediği arazide siz oturun! Sonra ahiret vaadi (kıyamet) geldiği vakit, hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz."

101-104- Ahiret vaadi (kıyamet) geldiği vakit, hepinizi toplayıp biraraya getireceğiz. Buradaki ifadesinin sûrenin başında geçen yani "ikinci defa olan fesadın zamanı" mânâsına olması düşünülebilirse de "eğer siz kötülüğe dönerseniz, biz de cezalandırmaya döneriz." (17/8) âyetinin) mânâsına bakılarak "ahiret yurdu vaadi" mânâsına olması tekrardan uzak ve daha açıktır ki, kıyamet demek olur...

Özetle ey Muhammed!
Meâl-i Şerifi
105- Biz bu Kur'an'ı hak olarak indirdik, O, bütün hakikatleri içinde toplayarak indi. Ey Peygamber! Biz seni ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.

106- Sana Kur'ân'ı verdik ve onu insanlara sindire sindire okuyasın diye (kısımlara) ayırdık ve biz onu yavaş yavaş indirdik.

107- Ey Muhammed! De ki: İster ona (Kur'ân'a) inanın, ister inanmayın; o daha önce kendilerine ilim verilenlere okunduğunda onlar, yüzleri üstü secdeye kapanırlar.

108- Ve derler ki: Rabbimizi tenzih ederiz. Şüphesiz ki Rabbimizin vaadi gerçekleşir.

109- Ve ağlayarak yüzleri üstü secdeye kapanırlar. Hem de bu Kur'ân'ı işitmek onların Allah'a teslimiyetlerini daha da artırır.

110- (Sen onlara) de ki: İster "Allah" deyin, ister "Rahmân" deyin, nasıl çağırırsanız çağırın. En güzel isimler O'nundur. Namazında sesini pek yükseltme, çok da gizli okuma, orta yolu seç.

111- Ve şöyle de: Hamd o Allah'a ki, hiçbir çocuk edinmedi, mülkte ortağı yoktur, aciz olmayıp bir yardımcıya da ihtiyacı yoktur. Tekbir getirerek O'nu noksanlıklardan yücelt de yücelt.

105- Onu, Kur'ân'ı hak ile indirdik ve o, hak ile indi. Yani hiç bozulmadan indirdiğimiz gibi hakkıyla indi; nazmı da hak, inişi de hak, indiği de haktır. Hakk'ın hikmeti ile hakikaten hak Peygambere inmiştir. Onun haber verdikleri muhakkak olacaktır. Ve seni ancak bir müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. İman ve itaat edenlere sevabın ve kâfirlere, isyan edenlere azabın olacağını bildireceksin. Yoksa herkesin istediğini yapacak, inatçı kâfirlere zorla iman verip kurtaracak değilsin. O halde sen müjdeleme ve uyarma vazifeni yap, sonundan korkma! Fakat o müjde ve uyarma bir defada bitecek değil, devam etmesi gerekir.

106- Hem bir Kur'ân olarak ki ağır ağır zaman zaman insanlara okuman için, biz onu ayırt ettik, kısım kısım yaptık ve onu peyderpey indirdik. Yani hepsini birden değil, asıllardan ayrıntılara doğru, insanların her türlü menfaat ve ihtiyaçlarına ve durumların gereğine uygun olmak üzere yavaş yavaş indirdik. Onun için Kur'ân'dan bir hizib (cüzün dörtte biri) veya bir aşır (on âyet) ve hatta bazen bir âyet, bağımsız bir kitap gibi, başlı başına müjdeleme ve uyarmayı kapsayan bir derstir.

Alûsî, tefsirinde der ki: "Beyhakî, Şuâb'ında Ömer (r.a) den şöyle dediğini rivayet etmiştir: 'Kur'ân'ı beşer âyet, beşer âyet öğreniniz. Çünkü Cebrail (a.s) onu beşer beşer indirdi". İbnü Asâkir de Ebu Nadre kanalıyla rivayet etmiştir ki: "Ebu Sa'id-i Hudrî bize Kur'ân'ı sabah beş ve akşam beş âyet öğretir ve Cebrail (a.s) beşer âyet, beşer âyet indirdi, diye haber verirdi." demiştir. Bununla birlikte beşten daha fazla ve daha az olarak inmesinin de gerçekleştiği sahih rivayetlerle sabit bulunduğundan maksat, çoğu demektir."

107- De ki: Ey bu Kur'ân'a inanmayan cahiller! Siz buna ister inanın, ister inanmayın; yani Kur'ân'ın doğruluğuna ve kemaline karşı sizin gibilerin inanıp inanmamasının hiç önemi yoktur. İnanmanız onun kemalini artırmaz, inanmamanız da ona eksiklik vermez; iman ederseniz faydası kendinize, etmezseniz zararı yine kendinizedir. Artık siz düşünün. Şüphesiz ki bundan önce kendilerine ilim verilen kimseler, Kur'ân inmeden önce, daha evvel indirilen kitapları incelemiş olup da vahyin, kitabın, din ve şeriatin ne olduğunu anlamış, peygamberlik delillerini öğrenmiş değerli âlimler kendilerine Kur'ân okununca çeneleri üstü düşerek secdelere kapanıyorlar.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

bedirhan.

Aktif Üyemiz
108- Ve diyorlar ki: "Rabbimizi tesbih ederiz, ne büyük şan. Rabbimizin vaadi gerçekten yerine getirildi." Yani önceki kitaplarda vaad ettiği o Peygamber geldi. Haber verdikleri şeylerin hepsi olacaktır diye tesbih ve şükrediyorlar.

109- Ve ağlayarak çeneleri üstü kapanıyorlar ve o Kur'ân okundukça onların huşularını (boyun eğmelerini) artırır.
Bunun bir benzeri de "Peygambere indirileni işittikleri zaman, onun hak olduğunu öğrendiklerinden dolayı, gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar: "Ey Rabbimiz! İman ettik derlerdi." (Mâide, 5/83)

110- De ki: İster "Allah" diye dua edin, ister "Rahmân" diye dua edin Hangi isimle çağırırsanız, güzeldir. Çünkü en güzel isimler hep O'nundur, O eşsiz zatındır. Resulullah (s.a.v) bir gün Mekke'de "Ey Allah, ey Rahman " diye dua ederken müşrikler işitmişler. Ve "Muhammed bir ilâha davet ediyordu, halbuki kendisi iki ilâha dua ediyor" demişler. Onlara cevap olarak Allah'ın bu emri inmiştir. Yani yüce Allah'ın bir çok isimleri vardır ki onlar, en güzel isimlerdir. En yüksek güzellik, ululuk ve saygı ifade eden en güzel isimler hep O'nundur. Bunların herhangisiyle olursa olsun dua caizdir. Çünkü ismin bir kaç tane olmasından, isim sahibinin birkaç tane olması gerekmez. Bütün esma-i hüsna (en güzel isimler) ile dua, ortağı olmayan o bir zata (Allah'a) duadır.

Hem namazda sesini fazla yükseltme. Namazda okurken veya dua ederken bağırma, gösteriş ve saygısızlık lekesi olmasın. Büsbütün gizli de okuma. Yani kendin işitmeyecek kadarda gizli okuma, Allah'tan başkasından korkuyormuş gibi olmasın. Bunun arasında bir yol tut.

111-Ve de ki Hamd, Allah'a, her türlü yüceltme ile şükür, Allah'a. O Allah ki çocuk edinmedi. Doğurmaktan uzak olduğu gibi evlatlık da edinmedi. Bundan dolayı çocuk edindi diyenler onun şanını bilmediler. Yalan söylediler. Mülkte O'nun ortağı yok. İki veya üç (Allah) diyenler, başkalarını karıştıranlar iftira ettiler. O'nun acizlikten ötürü bir dosta da ihtiyacı yoktur. Yani acizliğinden meydana gelen, zilletten korunmak, izzet (yücelik) bulmak için yardım etmesine muhtaç olunan dosttan, sevgili ve yardımcıdan ve ittifak eden kimseden de uzak ve beridir. Üstünlük ve rahmetiyle sevdiği, velilik verdiği, Allah'ın dostları denebilecek dürüst kulları olmaz değil ise de herhangi bir ihtiyaçtan dolayı dost edindiği hiçbir veli de yoktur. Alçaklıktan uzak bizzat aziz ve kuvvetlidir. "Kuvvet ve kudret tamamıyla Allah'ındır." (Fatır, 35/10) Ve onu tekbir ile yücelt de yücelt. Zatında da yücelt, sıfatında da yücelt; yaptıklarında da yücelt, isimlerinde de yücelt. "Allah, en büyüktür, Allah en büyüktür, Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur, Allah en büyüktür, Allah en büyüktür. Hamd yalnız Allah'a mahsustur."
Rivayet ediliyor ki, Abdulmuttalib çocuklarından konuşmaya başlayan her oğlan çocuğa Hz. Peygamber (s.a.v) bu âyetini belletirdi. Ve buna "yücelik ve ululuk âyeti" ismini vermişti.

Tesbih ve İsrâ (gece yolculuğa çıkartma) ile başlayan bu sûrenin bu de hamd ve tekbir emirleriyle bitmesi ne kadar güzel, ne kadar beliğdir. Bu hamd ve tekbir emrinin "Gerçekten Rabbinin sana lütfu çok büyüktür" (İsrâ, 17/87) nimetine şüphesiz özel bir bağlantısı vardır.

İmam Ahmed b. Hanbel, Tirmizî, Nesaî ve diğerleri Hz. Aişe (r.a) den rivayet etmişlerdir ki, Resul-i Ekrem (s.a.v) bu sûre ile Zümer Sûresi'ni her gece okurdu. Sahih-i Buharî'de İbnü Mesud'dan rivayet olunduğu üzere yüce Peygamber (s.a.v) bu sûre ile bundan sonra gelen Kehf, Meryem, Tâhâ, Enbiya Sûreleri hakkında buyurmuştur ki: "Bunlar ilk değerli sûrelerdendir, yani Mekke'de inen sûrelerdendir ve bunlar, benim eski servetimdendir." Yani Hz. Muhammed'e ait şan ve makama özel ilişkileri olan, eskiden beri ezberlediğim sûrelerden, bana ait virdlerimdendir. İşte "Rabbin seni Makam-ı Mahmud'a ulaştıracaktır." (17/79) müjdesini veren İsrâ Sûresi'nden "Ey Muhammed! Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 21/107) ululamasını veren Enbiya Sûresi'ne kadar bu beş sûrenin tertibi de bu temel üzeredir. Bakınız hamd ve tekbir emri ile biten İsrâ Sûresi'nden sonra Kehf Sûresi'nin hamd ile başlaması ne ahenklidir!
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

VuSLaT

Yönetim
Yönetici
ALLAH c.c razı olsun,,emeğine yüreğine sağlık,,,çok önem arzeden bilgiler,,,
herkesin okuması gereken konu....Çok teşekkür ederim....
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
Üst Alt