TEFSİR MAİDE Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
101. Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde sizi sıkıntıya sokacak hususlarda soru sormayın. Kur’an indirilirken bunları sorarsanız, size cevabı açıklanıverir. Halbuki Allah onlardan sizi muaf tutmuştur. Allah çok bağışlayandır ve cezalandırmakta hiç acele etmeyendir.

102. Doğrusu sizden önceki bir topluluk da böyle sorular sormuş, ardından açıklanan hükümleri kabul etmedikleri için kâfir olmuşlardı.


Bu âyet-i kerîmelerin iniş sebebi olarak rivayet edilen hâdiselerden biri şöyledir: Allah Resûlü (s.a.s.), haccın farz kılındığını bildiren Âl-i İmrân süresi 97. âyet nâzil olunca bir hutbe okudu ve: “Ey insanlar! Allah size haccı farz kıldı” buyurdu. Bir sahâbî: “Her sene mi yâ Rasûlallah?” diye sordu. Efendimiz soruyu duymazdan geldi. Sorunun üçüncü defa tekrar edilmesi üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.): “Şayet «evet» deseydim her sene haccetmeniz farz olurdu. Siz ise buna tahammül edemezdiniz. Benim açıkladığım konularda soru sormayın. Sizden önceki bazı toplumlar peygamberlerine çok soru sormaktan ve sonra da bunlar üzerinde anlaşmazlığa düşmekten dolayı helâk olmuşlardır. Şu halde size bir şeyi emrettiğimde onu olabildiğince yerine getirmeye çalışın, size yasakladıklarımdan da kaçının” buyurdu. Bu hadise üzerine bu âyetler nâzil oldu. (bk. Müslim, Hac 412; Tirmizî, Hac 5; İbn Mâce, Menâsik 2)

Aslında insanın bilmediği hususları bilenlerden sorup öğrenmeye çalışması Kur’an’ın bir emridir. Âyet-i kerîmede: “Bilmiyorsanız, bilenlere sorun!” (Enbiyâ’ 21/7) buyrulur. İlim bir hazîne, sorular o hazinenin anahtarlarıdır. Dolayısıyla bu âyetlerde yasaklanan, yersiz ve faydasız hususlarda sorulan sorulardır. Çünkü özellikle vahyin inmeye devam ettiği zamanlarda bir kısım dini hükümler sorulan sorulara binâen gelmekteydi. Kur’ân-ı Kerîm’de “içki, kumar, yetimler, kadın halleri, infak, ruh, Ashâb-ı Kehf” gibi insanların sorularına cevâben gelen pek çok âyet vardır. Ancak âyet-i kerîmenin mesajı sadece indiği döneme ait değil, kıyamete kadar bütün zamanlar için geçerlidir. Bu sebeple bütün mü’minlerin dikkat etmesi gereken bir gerçeği beyân etmektedir. O da şudur: Dinî vazifeler hususunda herkes Allah ve Rasûlü’nün emirlerini öğrenip gücü yettiğince yerine getirmeye çalışmalı, yasaklarından kaçınmalı, kendi anlayışını ve içinde yaşadıkları toplumların örf ve adetlerini dine karıştırmaya kalkışmamalıdır. Dinin farz, vacip, sünnet, müstehap, mendup, haram, mekruh şeklinde özetlenebilecek hükümlerini olduğu gibi benimsemeli; asıl dinî vecibeleri bir tarafa bırakıp şahsi kanaatlere dayalı yeni sorumluluklar ihdas etmeye yeltenmemelidir. Nitekim önceki toplumlar böyle yollara tevessül etmişler, peygamberlerinden bir kısım uygunsuz taleplerde bulunmuşlar ve bunların gereğini yapmadıklarından, üstelik kabul ve tasdikte problem yaşadıklarından küfre düşmüşlerdir. Kur’ân-ı Kerîm, İsrâiloğulları’nın, peygamberlerine bazı şeyler sorduklarını, bunun üzerine kendilerine bir şey emredilince de onu terk edip, yapmadıklarını, sonunda da helak olduklarını haber verir. Meselâ Semûd kavmi Hz. Sâlih’ten deve mûcizesi istemiş, istedikleri olunca da inkâra sapmışlardır. Yine kavmi Hz. İsa’dan “bir sofra” talebinde bulunmuş, sofra gelince de peygamberi tasdik etmeyip azaba düçar olmuşlardır.

İslâm gelmeden önce Arapların kendilerine has bir kısım örf ve adetleri vardı. Bunlardan biri de belli özellikler taşıyan evcil hayvanları; develeri, davarları putlar adına serbest bırakmaları, sonra da bunların kesilmesini ve kullanılmasını yasak saymalarıydı. Gelen âyet-i kerîmelerde onların İslâm’a uygun olmayan bu adetleri söz konusu edilmekte ve bu yanlışın düzeltilmesi istenmektedir.

103. Allah bahîra, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şeyi meşrû kılmamıştır; fakat inkâra saplananlar Allah adına yalan uyduruyorlar. Zâten onların çoğu akıl erdiremezler.

104. Onlara: “Allah’ın indirdiğine ve Peygamber’e gelin; onlar ne buyuruyorsa onu yapın” denildiği zaman: “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter” derler. Peki, ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolu da bulamayan kimseler ise?


Burada kullanılan isimlerin mânaları şöyledir:

اَلْبَح۪يرَةُ (Bahîra): Deve beş kere yavrulayıp, en sonuncu yavrusu erkek olunca, o devenin kulağını dilerler, ona binmeyi ve onu kesmeyi kendilerine yasaklarlar ve onu putları için salıp âzâd ederlerdi. Bundan dolayı artık onun tüyleri kırpılmaz, sırtına binilmez, su içmesine mâni olunmaz, merâdan kovulmaz, kendisinden istifade edilemez, yürüyemeyecek kadar âciz bir insan bile ona rastlasa, haram saydığı için ona binmezdi.

اَلسَّائِبَةُ (sâibe): İstediği yere gidip dolaşsın diye salıverilen hayvan demektir. Bir kimse hastalansa veya yolculuktan dönse veya nezretse veyahut da bir nimete şükretmek istese, bunun için bir deve salıverirdi. Veya deve on kere doğursa ve doğurdukları hep dişi olsa, sahibi onu salıverirdi. Böylece bu da her hususta aynen bahîre gibi olurdu.

اَلْوَص۪يلَةُ (vasîle): “Başkasına ulaştırılmış ve bitiştirilmiş” mânasındadır. Koyun, dişi doğurursa, bu sahibinin olurdu. Eğer erkek doğurur ise, doğan bu yavru da putlarının olurdu. Eğer erkek ve dişi karışık doğurur ise, “Bu kardeşine ulaştı” derler ve erkek yavruyu, putlarına kurban etmezlerdi.

اَلْحَامُ (hâm): On sene damızlık için kullanılan sonra salıverilen deve demektir. Bu da, sırtına binilmesi haram olan develerdendir.

Bu tür iddiaların din ve akıl ile bağdaşacak hiçbir tarafı yoktur. Bir şeyin helâl veya haram olduğuna karar vermek Allah’a ait olduğuna göre, hayvanlardan istifade açısından böyle sınırlandırmalar Allah hakkında yalan uydurmaktan başka bir şey sayılmaz.

Geçmişlere hürmet göstermek, onların güzel hal ve davranışlarını örnek almak yasaklanan değil, bilakis teşvik edilen bir husustur. Fakat bunun cahillik ve sapıklık değil, ilim ve hidâyet yolunda olması gerekir. Ancak ilmi, irfanı olan, hidâyet üzere bulunan ve ilmiyle âmil kimselere ittiba edilebilir. Örf ve adetler de meşrû ve makul olmak şartıyla kıymetlidir. Demek ki aslolan hakkı yani doğru olanı bilmek, bulmak ve ona tabi olmaktır. Çünkü doğru olandan başkasına uyan mutlaka zarar edecektir. Bu vesileyle Yüce Allah mü’minlere şu hatırlatmalarda bulunur:

105. Ey iman edenler! Siz kendi halinizi düzeltmeye çalışın! Zira siz doğru yol üzere olduğunuz sürece sapıklığa düşenler size hiçbir zarar veremezler. Hepinizin dönüşü yalnızca Allah’a olacak ve O, yaptıklarınızı size bir bir haber verecektir.

Mü’minler fert ve toplum olarak kendilerine dikkat etmeli, hallerini düzeltmeli, Allah’ın yasaklarından kaçınmalı, emirlerini tutmalı, istikamet üzere bir hayat yaşamalı, hem kendi şahıslarının hem de toplumlarının iyiliğine ehemmiyet vermelidirler. Öncelikli vazifeleri budur. Çünkü onlar fert ve toplum olarak hidâyet üzere bulunur, doğru yolu tutarlarsa yanlış yollara sapanlar onlara zarar veremez. Fakat bu ifadeden, “hiç kimse kimseye karışmasın, herkes kendi kendine yalnız bir hayat yaşasın” gibi Kur’an’ın ruhuna uymayan yanlış bir mâna anlaşılmamalıdır. Çünkü doğru yolda olmanın esaslarından biri de, gücü yettiği kadar iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamaktır. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Ey mü’minler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan seçkin bir topluluk bulunsun. İşte onlar, doğru ve kalıcı yatırım yapanların ta kendileridir.” (Âl-i İmrân 3/104)

“Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz usûlünce iyilikleri ve güzellikleri teşvik edip yayar; kötülük ve çirkinlikleri yasaklayıp önüne geçmeye çalışırsınız. Bunu da zâten Allah’a inandığınızdan dolayı, onun bir gereği olarak yaparsınız…” (Âl-i İmrân 3/110)

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de:

“Sizden her kim bir kötülüğü görür ve değiştirmeye gücü yeterse onu eliyle değiştirsin, eğer buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin, buna da gücü etmezse kalbiyle buğzetsin.” (Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11)

Ebûbekir (r.a.)’ın şu açıklamaları, bu âyet-i kerîmeyi nasıl anlamak gerektiğine dair yeterli bilgiyi vermektedir: O bir gün minberde şöyle konuşmuştur: “Ey insanlar, siz bu âyeti okuyor ve onu doğru olmayan bir şekilde tevil ediyorsunuz. Ben Resûlullah (s.a.s.)’in şöyle buyurduğunu iştim: «İnsanlar zalimi gördükleri zaman eğer ellerini tutmaz ve onu zulümden engellemez iseler, aradan fazla bir zaman geçmeden Allah kendi nezdinden onların hepsini kuşatacak bir azap gönderir.»” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten 8) İşte “Hem öyle bir fitneden sakının ki, geldiği zaman içinizden sadece zulmedenlere dokunmaz, herkesi kuşatır” (Enfâl 8/25) âyet-i kerîmesi bu hakikati haber vermektedir.

Doğru yol üzere bulunmanın en önemli göstergelerinden biri, en zor zamanlarda bile insanların hak ve hukuklarını korumaya çalışmak ve bu yolda zaman ve zeminin gerektirdiği tüm önlemleri almaktır. Buna bir örnek olması açıısndan buyruluyor ki:

106. Ey iman edenler! Birinize ölüm gelip çattığı zaman vasiyet esnâsında sizden adâletli iki kişi; şâyet ölüm musîbeti yolculuk yaparken sizi yakalarsa sizden olmayanlardan iki kişi aranızda şâhitlik yapsın. Eğer şâhitlerden şüphelenirseniz, namazdan sonra onları alıkoyun ve kendilerine şöyle yemin ettirin: “Vallahi, akrabamız bile olsa biz yeminimizi hiçbir menfaat karşılığında satmayız ve Allah’ın emâneti olan bu şâhitliği de asla gizlemeyiz. Böyle yaparsak mutlaka günahkârlardan oluruz.”

Bu âyetlerin iniş sebebi olarak tefsir ve hadis kaynaklarında şu olay nakledilir: Temîm ed-Dârî, Adiyy b. Bedâ ve Büdeyl b. Ebû Meryem ticaret için birlikte Şam’a gitmişlerdi. Temîm henüz müslüman olmamıştı, Adiyy de hıristiyan idi. Büdeyl ise müslümandı. Şam’a vardıklarında, bir rivayete göre yolda, Büdeyl hastalandı. Yanındaki eşyaların bir listesini yapıp bunları yazdığı kâğıdı yol arkadaşlarına haber vermeden kumaşların arasına yerleştirdi. Sonra onlara döndüklerinde eşyalarını ailesine teslim etmeleri için vasiyette bulundu, ardından ruhunu teslim etti. Arkadaşları döndüklerinde, eşyanın arasında yer alan altın nakışlarla bezenmiş gümüş bir kabı alıp diğerlerini ailesine teslim ettiler. Ailesi Büdeyl’in yaptığı listede bir de gümüş kap bulunduğunu görünce bunu istediler, onlar böyle bir şey teslim aldıklarını inkâr ettiler. Ailesi durumu Resûlullah (s.a.s.)’e arzetti. Bunun üzerine 106. âyet indi. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ikindi namazını müteakip onlara yemin ettirdi. Mes’ele bir müddet öylece çözümsüz kaldı. Sonra dava konusu gümüş kap Mekke’de bulundu. Sahiplerine kimden aldıkları soruldu, onlar da Temîm ed-Dârî ve Adiyy b. Bedâ’dan satın aldıklarını söylediler. Durum tekrar Resûlullah’a arzedildi, bu kez 107. âyet nâzil oldu. Peygamber Efendimiz ölünün vârislerinden iki kişiye bu konuda yemin ettirdi ve davayı kazandılar. Diğer bir rivayete göre Temîm ve Adiyy bu kabı 1000 dirheme satıp parasını bölüşmüşlerdi. Temîm müslüman olunca bu olaydan duyduğu rahatsızlık üzerine Büdeyl’in ailesine durumu açıklayıp 500 dirhemi ödedi. Onlar da Adiyy aleyhine dava açtılar ve âyete göre yemin edip davayı kazandılar. (bk. Buhârî, Vesâya 35; Ebû Dâvûd, Akdiye 19; Tirmizî, Tefsir 5/19-20)

Bu âyet-i kerîmelerde, ölümü yaklaşan kimsenin vasiyette bulunması halinde bunun âdil iki kişinin şahid tutulması ile gerçekleşeceği haber verilmektedir. Eğer kişi, yolculukta bulunup, yanında mü’minlerden herhangi bir kimse yoksa, bu sefer yanında hazır bulunan kâfirlerden iki kişiyi şâhit tutar. Bu iki kişi yolculuklarından dönüp, onun vasiyetine dair şâhitliklerini ifa edecek olurlarsa, namazdan sonra yalan söylemediklerine, hiçbir değişiklik yapmadıklarına ve yaptıkları şâhitliklerinin gerçek olduğuna, şâhitlikten hiçbir şeyi gizlemediklerine dair yemin ederler ve onların bu şâhitlikleri gereğince hüküm verilir. Şayet bundan sonra, onların yalan söyledikleri veya hainlik ettikleri ya da bunun gibi günah olan herhangi bir durumları tespit edilecek olursa, bu sefer yolculukta iken vasiyette bulunan ve ölen kişinin vârislerinden iki kişi yemin ederler, bu durumda şâhitlik yapan iki kişi, ortaya çıkan hainliklerinin tazminâtını öderler. Görüldüğü üzere yeminin ölenin vârislerine intikal ettirilmesi, onların, vasiyetle ilgili şâhitlik yapanların o malı ölen kişiden satın aldıklarını iddia etmeleri sebebiyledir. Eğer bir vasiyetin şahidi, ölen kişinin malından bir şey alsa ve “bunu bana ölen kişi vasiyet etti” dese, vârisler bunu kabul etmedikleri takdirde yemin edip malı geri alabilirler.

108. âyette, şâhitliğin ağırlaştırılmış yemin şartına bağlanması ve bu yeminin de karşı bir yeminle çürütülebilme imkânının verilmesinin gerçeğin ortaya çıkmasına en uygun yol olduğu belirtilmektedir. Zira yemini tekit etmede âhiret korkusu, yemini reddetmede de dünya korkusu gibi şer‘î hikmetler vardır. Bu iki korkunun birleşmesi de şâhitliği hakkiyle yerine getirmeye en çok sevk edecek sebeptir. Hâsılı mü’minler, vasiyet ve benzeri hususlarda emânete riâyetin, Allah’ın emrine itaatin bir gereği olduğunu idrak etmeli, ispatla ilgili zorluklardan yararlanarak mal ve menfaat hırsına kapılmamalı, Allah’a hesap vereceğinin şuuru içinde her türlü günahtan uzak durmaya çalışmalıdırlar. Zira Allah günah işleyip isyankârlık yaparak doğru yoldan çıkanları hidâyete erdirmez. Nihâyet Peygamberleri bile hesaba çekeceği mahşer gününde, bütün bu haksızlıkların hesabını sorar:

Tefsirlerde burada geçen namazdan maksadın ağırlıklı olarak ikindi namazı olduğu kaydedilir. Bu kanaate daha ziyade Resûlullah (s.a.s.) zamanında bu tür konularda yapılan uygulamalar dikkate alınarak ulaşılmaktadır. Bazı müfessirler ise bunu, yemin edecek kişilerin kendi dinlerindeki ibâdet olarak anlamışlardır. Bunun hikmeti, şâhitlik yapanı, ibâdet şuurunun zinde olduğu bir anda veya kalabalık bir kitlenin önünde bulunma gibi ağır bir manevî sorumluluk hissi altında tutarak doğru şâhitlik yapmaya mecbur etmektir.

107. Şayet o iki şâhidin yalan söyleyip gerçekten günah işledikleri ortaya çıkarsa, bu takdirde haksızlığa uğrayan mirasçılardan şâhitliğe daha lâyık olan başka iki kişi onların yerine geçerek şöyle yemin ederler: “Vallahi, bizim şâhitliğimiz, onların şâhitliğinden daha doğrudur ve bu şâhitliğimizle kimsenin hakkına tecavüz etmiş olmayacağız. Aksi halde biz gerçekten zâlimlerden oluruz.”

108. Bu uygulama, bütün tarafların şâhitliği en doğru bir şekilde yerine getirmeleri ve yemin ettikten sonra başkalarının yapacağı yeminlerle yalanlarının ortaya çıkıp rezil olmaktan korkarak hakkıyla şâhitlik yapmaları bakımından en uygun yoldur. Allah’a karşı gelmekten sakının ve emirlerini dinleyip itaat edin. Çünkü Allah, buyruklarını tutmayıp yoldan çıkan bir topluluğu doğru yola eriştirmez.


Bu âyetlerin iniş sebebi olarak tefsir ve hadis kaynaklarında şu olay nakledilir: Temîm ed-Dârî, Adiyy b. Bedâ ve Büdeyl b. Ebû Meryem ticaret için birlikte Şam’a gitmişlerdi. Temîm henüz müslüman olmamıştı, Adiyy de hıristiyan idi. Büdeyl ise müslümandı. Şam’a vardıklarında, bir rivayete göre yolda, Büdeyl hastalandı. Yanındaki eşyaların bir listesini yapıp bunları yazdığı kâğıdı yol arkadaşlarına haber vermeden kumaşların arasına yerleştirdi. Sonra onlara döndüklerinde eşyalarını ailesine teslim etmeleri için vasiyette bulundu, ardından ruhunu teslim etti. Arkadaşları döndüklerinde, eşyanın arasında yer alan altın nakışlarla bezenmiş gümüş bir kabı alıp diğerlerini ailesine teslim ettiler. Ailesi Büdeyl’in yaptığı listede bir de gümüş kap bulunduğunu görünce bunu istediler, onlar böyle bir şey teslim aldıklarını inkâr ettiler. Ailesi durumu Resûlullah (s.a.s.)’e arzetti. Bunun üzerine 106. âyet indi. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ikindi namazını müteakip onlara yemin ettirdi. Mes’ele bir müddet öylece çözümsüz kaldı. Sonra dava konusu gümüş kap Mekke’de bulundu. Sahiplerine kimden aldıkları soruldu, onlar da Temîm ed-Dârî ve Adiyy b. Bedâ’dan satın aldıklarını söylediler. Durum tekrar Resûlullah’a arzedildi, bu kez 107. âyet nâzil oldu. Peygamber Efendimiz ölünün vârislerinden iki kişiye bu konuda yemin ettirdi ve davayı kazandılar. Diğer bir rivayete göre Temîm ve Adiyy bu kabı 1000 dirheme satıp parasını bölüşmüşlerdi. Temîm müslüman olunca bu olaydan duyduğu rahatsızlık üzerine Büdeyl’in ailesine durumu açıklayıp 500 dirhemi ödedi. Onlar da Adiyy aleyhine dava açtılar ve âyete göre yemin edip davayı kazandılar. (bk. Buhârî, Vesâya 35; Ebû Dâvûd, Akdiye 19; Tirmizî, Tefsir 5/19-20)

Bu âyet-i kerîmelerde, ölümü yaklaşan kimsenin vasiyette bulunması halinde bunun âdil iki kişinin şahid tutulması ile gerçekleşeceği haber verilmektedir. Eğer kişi, yolculukta bulunup, yanında mü’minlerden herhangi bir kimse yoksa, bu sefer yanında hazır bulunan kâfirlerden iki kişiyi şâhit tutar. Bu iki kişi yolculuklarından dönüp, onun vasiyetine dair şâhitliklerini ifa edecek olurlarsa, namazdan sonra yalan söylemediklerine, hiçbir değişiklik yapmadıklarına ve yaptıkları şâhitliklerinin gerçek olduğuna, şâhitlikten hiçbir şeyi gizlemediklerine dair yemin ederler ve onların bu şâhitlikleri gereğince hüküm verilir. Şayet bundan sonra, onların yalan söyledikleri veya hainlik ettikleri ya da bunun gibi günah olan herhangi bir durumları tespit edilecek olursa, bu sefer yolculukta iken vasiyette bulunan ve ölen kişinin vârislerinden iki kişi yemin ederler, bu durumda şâhitlik yapan iki kişi, ortaya çıkan hainliklerinin tazminâtını öderler. Görüldüğü üzere yeminin ölenin vârislerine intikal ettirilmesi, onların, vasiyetle ilgili şâhitlik yapanların o malı ölen kişiden satın aldıklarını iddia etmeleri sebebiyledir. Eğer bir vasiyetin şahidi, ölen kişinin malından bir şey alsa ve “bunu bana ölen kişi vasiyet etti” dese, vârisler bunu kabul etmedikleri takdirde yemin edip malı geri alabilirler.

108. âyette, şâhitliğin ağırlaştırılmış yemin şartına bağlanması ve bu yeminin de karşı bir yeminle çürütülebilme imkânının verilmesinin gerçeğin ortaya çıkmasına en uygun yol olduğu belirtilmektedir. Zira yemini tekit etmede âhiret korkusu, yemini reddetmede de dünya korkusu gibi şer‘î hikmetler vardır. Bu iki korkunun birleşmesi de şâhitliği hakkiyle yerine getirmeye en çok sevk edecek sebeptir. Hâsılı mü’minler, vasiyet ve benzeri hususlarda emânete riâyetin, Allah’ın emrine itaatin bir gereği olduğunu idrak etmeli, ispatla ilgili zorluklardan yararlanarak mal ve menfaat hırsına kapılmamalı, Allah’a hesap vereceğinin şuuru içinde her türlü günahtan uzak durmaya çalışmalıdırlar. Zira Allah günah işleyip isyankârlık yaparak doğru yoldan çıkanları hidâyete erdirmez. Nihâyet Peygamberleri bile hesaba çekeceği mahşer gününde, bütün bu haksızlıkların hesabını sorar:

Tefsirlerde burada geçen namazdan maksadın ağırlıklı olarak ikindi namazı olduğu kaydedilir. Bu kanaate daha ziyade Resûlullah (s.a.s.) zamanında bu tür konularda yapılan uygulamalar dikkate alınarak ulaşılmaktadır. Bazı müfessirler ise bunu, yemin edecek kişilerin kendi dinlerindeki ibâdet olarak anlamışlardır. Bunun hikmeti, şâhitlik yapanı, ibâdet şuurunun zinde olduğu bir anda veya kalabalık bir kitlenin önünde bulunma gibi ağır bir manevî sorumluluk hissi altında tutarak doğru şâhitlik yapmaya mecbur etmektir.

109. Allah kıyâmet günü peygamberleri toplayacak ve: “Tebliğinize karşılık ümmetlerinizden nasıl bir mukâbele gördünüz?” buyuracak, onlar da: “Bizim bu hususta hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz bütün gizlilikleri hakkiyle bilen ancak sensin” diyecekler.


Kıyamet günü korkunç ve dehşetli bir gündür. O gün bütün insanlarla beraber peygamberler de sorguya çekilecektir. Tebliğ vazifelerini tam olarak îfa edip etmediklerinden ve ümmetlerinin kendilerine nasıl bir mukabelede bulunduğundan hesap vereceklerdir. Nitekim bir başka âyette şöyle buyrulur: “Biz elbette kendilerine peygamber gönderilenleri de sorguya çekeceğiz, gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz.” (A ‘râf 7/6)

Onlar, Cenâb-ı Hakk’ın “Tebliğinize karşılık ümmetlerinizden nasıl bir mukâbele gördünüz?” hitabına, “Bizim bu hususta hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz bütün gizlilikleri hakkiyle bilen ancak sensin” (Mâide 5/109) diyerek, kıyamet gününün dehşeti karşısında titreyip işi Allah’a havale edecekler, şefaat etmek şöyle dursun belki kapalı bir şekilde bir çeşit şikayet bile edeceklerdir. O günde “Allah size yaptığınız her şeyi bir bir haber verecektir” (Mâide 5/105) âyetinin sırrı bütün dehşetiyle ortaya çıkacaktır.

Aşağıda gelen âyetlerde kıyamet günü peygamberlerin nasıl sorguya çekileceklerine dair bir örnek olmak üzere Hz. İsa’nın durumu şöyle tasvir edilir:

110. O zaman Allah şöyle buyuracak: “Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene olan nimetimi hatırla. Hani seni Rûhu’l-Kudüs ile desteklemiştim de hem beşikte hem yetişkin halde iken insanlarla konuşurdun. Sana yazı yazmayı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretmiştim. Hani benim iznimle çamurdan kuş sûretinde bir varlık yapıyor, ona üflüyor, o da yine benim iznimle gerçek kuş oluyordu. Benim iznimle anadan doğma körü ve teni alacalıyı iyileştiriyor, yine benim iznimle ölüleri diriltiyordun. Bir vakit de, İsrâiloğulları’nın öldürme kastıyla sana uzanan ellerini geri çekmiştim: kendilerine apaçık deliller ve mûcizeler getirmiştin de, aralarında küfür içinde boğulup gidenler: «Bu düpedüz büyüden başka bir şey değil!» demişlerdi.”

Öncelikle Allah Teâlâ Îsâ (a.s.)’a verdiği nimetleri, yaptığı ihsanları ve peygamberliğine delil olmak üzere lutfettiği mûcizeleri hatırlatmaktadır. Bunlar Rûhu’l-Kudüs olan Cebrâil ile desteklenmesi, beşikteyken ve yetişkin iken insanlarla konuşması, yazıyı, hikmeti, Tevrat ve İncili öğrenmesi, çamurdan kuş yapıp canlandırması, anadan doğma körü ve teni alacalıyı iyileştirmesi, ölüleri diriltmesi, Allah’ın onu İsrâiloğullarının şerrinden koruması, havarilere İsa’ya inanmalarını emretmesi gibi ilâhî ihsanlardır. (bk. Bakara 2/87; Âl-i İmrân 3/46, 48, 49, 52)

Havârilerin gökten sofra istemeleri meselesine gelince:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
111. “Hani Havârilere: «Bana ve Peygamberime iman edin!» diye emretmiştim. Onlar da: «Biz iman ettik, ya Rab! Sen de şâhit ol ki, biz gerçekten hakka teslim olmuş müslümanlarız!» demişlerdi.”

Öncelikle Allah Teâlâ Îsâ (a.s.)’a verdiği nimetleri, yaptığı ihsanları ve peygamberliğine delil olmak üzere lutfettiği mûcizeleri hatırlatmaktadır. Bunlar Rûhu’l-Kudüs olan Cebrâil ile desteklenmesi, beşikteyken ve yetişkin iken insanlarla konuşması, yazıyı, hikmeti, Tevrat ve İncili öğrenmesi, çamurdan kuş yapıp canlandırması, anadan doğma körü ve teni alacalıyı iyileştirmesi, ölüleri diriltmesi, Allah’ın onu İsrâiloğullarının şerrinden koruması, havarilere İsa’ya inanmalarını emretmesi gibi ilâhî ihsanlardır. (bk. Bakara 2/87; Âl-i İmrân 3/46, 48, 49, 52)

Havârilerin gökten sofra istemeleri meselesine gelince:

112. O vakit Havâriler: “Ey Meryem oğlu İsa! Senin Rabbin bize gökten bir sofra indirmeye güç yetirebilir mi?” demişlerdi; o da: “Eğer gerçekten mü’min iseniz Allah’tan korkun!” demişti.

113. Havâriler: “İstiyoruz ki o sofradan yiyelim, böylece kalplerimiz mutmain olsun, bize doğru söylediğini bilelim ve buna şâhitlik edenlerden olalım” dediler.


Havâriler, 111. âyette haber verildiğine göre inandıklarını ve teslim olduklarını söyleseler de, iman bütün hakikatiyle tam gönüllerine yerleşmemiş olacak ki “Senin Rabbin bize gökten bir sofra indirmeye güç yetirebilir mi?” (Mâide 5/112) diyerek Hz. İsa’dan bir mûcize talebinde bulunmuşlardır. Halbuki mûcize istemek küfrün bir alâmeti olup, Allah’ın gücünü deneme sevdasıdır. Dolayısıyla mü’minin mûcize talebinde ısrar etmesi asla caiz olamayacağı gibi, mûcize istiyor görünmesi bile, imanında bir şüphe bulunduğuna işaret edeceği için en azından bir sû-i edeptir. Bu sebeple Hz. İsa onlara “Eğer gerçekten mü’min iseniz Allah’tan korkun!” (Mâide 5/112) demiştir.

Onlar böyle bir talepte bulunmalarının gerekçesini ise dört maddede dile getirmişlerdir:

Karınlarını doyurmak,
Allah’ın kudretinin delillerini gözleriyle görerek imanlarının sağlamlaşarak kalplerinin mutmain olması.
Hz. İsa’nın peygamberlik davasında doğru olduğunu kesin olarak bilmek,
İsrâiloğullarından gökten inen bu sofrayı göremeyenlere, “onu gözlerimizle gördük” diye şâhitlik yapanlardan olmak.

Âyetlerin ifade tarzına dikkat edildiğinde Havârilerin mûcize talebinde bulunurken sergiledikleri tarz ve edalarında edebe aykırı bazı durumların olduğu anlaşılır. Meselâ Îsâ (a.s.)’a hitap ederken, “Ey Allah’ın Resûlü” veya “Ey Allah’ın Ruhu” gibi hürmet ifadeleri kullanmamışlar, aksine ona, hem de annesine nisbet ederek ismiyle hitap etmişlerdir. Allah’a karşı da edebe uygun davranmamışlar ve O’nun dilediği şeyi, istediği şekilde yaratmaya güç ve kudreti olduğundan şüphesi olan bir kimse gibi, “Rabbinin gücü yeter mi?” diye soru sormuşlardır. Bundan sonra da himmetlerinin düşüklüğünü, hedeflerinin basitliğini ve arzularının seviyesizliğini açığa vurup Hz. İsa gibi büyük bir peygamberi aracı yaparak Allah Teâlâ’dan gelip geçici dünyevî bir menfaat; fânî bir sofra talebinde bulunmuşlar, kalıcı dînî bir fayda talep etmemişlerdir. Sofrayı isteyip maksatlarını söylerken de yemeği öne almışlar, diğer dinî ve ruhânî maksatlarını geriye bırakmışlardır. Halbuki eğer onlar sadece dînî bir gayeyle hareket etselerdi, bununla birlikte aynı zamanda o dünyevî nimetleri de elde edebilirlerdi.

Hz. İsa Havârilerin bu taleplerinden vazgeçmeyeceklerini görünce sofranın indirilmesini istemeye karar verdi:

114. Bunun üzerine Meryem oğlu İsa şöyle dua etti: “Allahım! Ey Rabbimiz! Bize gökten öyle bir sofra indir ki hem bizim için, hem önce gelenlerimiz ve sonra gelecek olanlarımız için bir bayram ve senin kudretini, benim peygamberliğimi gösteren bir delil olsun. Bizi rızıklandır; çünkü sen rızık verenlerin en hayırlısısın!”

Îsâ (a.s) önce Cenâb-ı Hakk’a “Allahım, Rabbimiz” diye iki defa nida etti. Bu hitap, onun tazarru ve yakarışının ne kadar içten olduğunu, duasını ne kadar samimi yaptığını göstermektedir. Hz. İsa duasında, Havârilerin aksine dini maksatları öne almış, inecek sofranın kendileri için, hem öncekiler hem de sonrakileri için mânevî neşelerin coştuğu bir bayram olmasını istemiş, yeme maksadını ise hem geriye bırakmış hem de rızık olmakla ifade etmiş, sonra da rızıkta takılıp kalmayıp rızkı veren Allah’a geçmiş, O’nu yüceltmiş ve böylece ona şükrünü arzetmiştir. Bu da ruhların, mânevî derecelerine göre niyazda bulunduklarını ve mertebe itibariyle aralarında büyük farkların olduğunu göstermektedir.

Îsâ (a.s.)’ın bu kadar tezellül, tevazu ve yakarış içinde yalvarmasına rağmen, istenenin bir mûcize olması sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın cevâbı oldukça şiddetli ve ikaz edici olarak nâzil olmuştur. Böyle bir sofra indirmeye şüphesiz kadir olduğunu, fakat böyle bir mûcize gerçekleştikten sonra inkâra saplananların benzeri görülmemiş şiddetli bir azaba maruz kalacaklarını bildirmiştir.

Mahşer yerindeki Îsâ (a.s.) yönelik ilâhî sorgu şöyle devam ediyor:

Sofranın indirilip indirilmediğine dair iki görüş ileri sürülmüştür. Birinci görüşe göre sofra indirilmiş, insanlar ondan yemiş, bu mûcizeyi kabul etmeyip isyana dalanlar ise maymun ve domuzlara çevrilmişlerdir. İkinci görüşe göre Allah sofrayı indirmeyi “bir daha inkâra düşülmemesi” şartıyla vaad edince, Havâriler istiğfara sarılıp, “böyle bir tehlikeyi kesinlikle arzu etmeyiz” demişler ve sofra da inmemiştir.

115. Allah da şöyle buyurdu: “Ben o sofrayı size elbette indireceğim. Fakat bundan sonra içinizden kim nankörlük edip inkâra saparsa, hiç şüphesiz ben onu dünyalar içinde hiç kimseyi cezalandırmadığım şekilde cezalandıracağım.”

Îsâ (a.s) önce Cenâb-ı Hakk’a “Allahım, Rabbimiz” diye iki defa nida etti. Bu hitap, onun tazarru ve yakarışının ne kadar içten olduğunu, duasını ne kadar samimi yaptığını göstermektedir. Hz. İsa duasında, Havârilerin aksine dini maksatları öne almış, inecek sofranın kendileri için, hem öncekiler hem de sonrakileri için mânevî neşelerin coştuğu bir bayram olmasını istemiş, yeme maksadını ise hem geriye bırakmış hem de rızık olmakla ifade etmiş, sonra da rızıkta takılıp kalmayıp rızkı veren Allah’a geçmiş, O’nu yüceltmiş ve böylece ona şükrünü arzetmiştir. Bu da ruhların, mânevî derecelerine göre niyazda bulunduklarını ve mertebe itibariyle aralarında büyük farkların olduğunu göstermektedir.

Îsâ (a.s.)’ın bu kadar tezellül, tevazu ve yakarış içinde yalvarmasına rağmen, istenenin bir mûcize olması sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ın cevâbı oldukça şiddetli ve ikaz edici olarak nâzil olmuştur. Böyle bir sofra indirmeye şüphesiz kadir olduğunu, fakat böyle bir mûcize gerçekleştikten sonra inkâra saplananların benzeri görülmemiş şiddetli bir azaba maruz kalacaklarını bildirmiştir.

Mahşer yerindeki Îsâ (a.s.) yönelik ilâhî sorgu şöyle devam ediyor:

Sofranın indirilip indirilmediğine dair iki görüş ileri sürülmüştür. Birinci görüşe göre sofra indirilmiş, insanlar ondan yemiş, bu mûcizeyi kabul etmeyip isyana dalanlar ise maymun ve domuzlara çevrilmişlerdir. İkinci görüşe göre Allah sofrayı indirmeyi “bir daha inkâra düşülmemesi” şartıyla vaad edince, Havâriler istiğfara sarılıp, “böyle bir tehlikeyi kesinlikle arzu etmeyiz” demişler ve sofra da inmemiştir.

116. Yine Allah: “Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara: «Allah’ın yanı sıra beni ve annemi de iki tanrı kabul edin» diye sen mi söyledin?” buyuracak, o da şöyle diyecek: “Hâşâ! Sen, ortağı bulunmaktan ve her türlü noksan sıfatlardan pak ve uzaksın Allahım! Hakkım olmayan bir şeyi söylemek bana düşmez. Eğer böyle bir şey söylemişsem sen onu elbette bilirsin. Çünkü sen benimle ilgili her şeyi, içimden geçenleri dahi bilirsin; fakat ben sende olanı, senin gizleyip de bana öğretmediğini bilemem. Şüphesiz bütün gizlilikleri hakkiyle bilen ancak sensin.”

117. “Ben onlara ancak bana emrettiğin şeyi söyledim: «Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin» dedim. Aralarında bulunduğum müddetçe onların hallerine, ne durumda olduklarına şâhit idim. Fakat beni vefat ettirip aralarından çıkardıktan sonra onları görüp gözetleyen sadece sen kaldın. Zâten sen her şeyi hakkiyle görensin.”

118. “Onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan muhakkak ki sen kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olansın.”


Burada yer alan azarlama hitabından, Hz. İsa’nın ulûhiyet makamına karşı nasıl bir acizlik ve kulluk mevkiinde bulunduğu anlaşılmaktadır. O, ilâh değil sadece bir kuldur. Bu azarlamanın asıl hedefi ise Hz. İsa değil, onu ilâh edinen kimselerdir. Dolayısıyla bu yanlış inanç sahiplerinin kıyamette nasıl dehşetli bir hesap ile karşılaşacakları haber verilmek istenmektedir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre, Hıristiyanlardan Hz. İsa’yı ilâh edinenler olduğu gibi, annesi Hz. Meryem’i de ilâh kabul edenler vardı. Nitekim tarihî bilgiler Arabistan’da Collyridienler ismiyle anılan sapık bir Hıristiyan grubunun Hz. Meryem’i tanrıça olarak kabul ettiğini göstermektedir. Ayrıca onlar, “Meryem bir insan doğurmadı, o bir ilâh doğurdu” dediklerine göre ve anne ile çocuk arasındaki mevcut münâsebet sebebiyle, annenin de doğurduğu kişi mesâbesinde olması gerektiğini kabul etmek zorundadırlar. Bunu kabul etmek zorunda oldukları takdirde ise, Hz. Meryem hakkında bu sözü bizzat söylemiş gibi olmaktadırlar.

Cenâb-ı Hakk’ın bu dehşete düşüren ve titreten azarına karşılık Hz. İsa’nın söyledikleri, kulun Allah karşısında takınması gereken edebi en ince noktalarıyla ortaya koyan bir güzellik ve keyfiyettedir:

İsâ (a.s.) ilk olarak Allah Teâlâ’yı, kendisinden başka ilâh olması, dengi ve ortağı bulunması, çocuk edinmesi gibi şânına yaraşmayan noksan sıfatlardan tenzih edip temiz ve pâk olduğunu belirterek söze başlıyor. “Senden başka ilâh edinilmesini söylemiş olmamdan veya böyle bir sözün söylenmiş olmasından sana sığınır, seni sana layık bir şekilde tenzih ederim” diyor. Allah’ın yüce izzeti ve sonsuz kudreti karşısında boyun eğerek O’nun azametinden korkuyor. Kendisinin hakkı olmayan, kul olmasının gereklerine uymayan bir sözü söylemesinin mümkün olmadığını belirtiyor. Fakat bu konuda da fazla ısrarcı olmuyor, nefsini temize çıkarmıyor. “Eğer böyle bir şey söyledimse mutlaka sen onu bilmektesin. Çünkü sen benimle ilgili her şeyi bilirsin; gizlediğimi, açıkladığımı, ne istediğimi, gönlümden geçip benim farkında olmadığım şeyleri de bilirsin. Fakat ben seninle ilgili her şeyi, gizlediklerini ve sırlarını bilemem. Şu halde söylemediğimi bildiğim halde, bana bu soruyu sormaktaki ilâhî hikmetini de bilemem. Şüphesiz sen bütün gizlilikleri hakkiyle bilensin” diyerek buna Cenâb-ı Hakk’ın ilmini şâhit getiriyor. Sonra kavmini, ilâhî emir gereği sadece Allah’a kulluğa davet ettiğini, aralarında bulunduğu müddetçe de onları murakabe ettiğini, durumlarını denetlediğini, onları ilâhî emirlere itaata teşvik yasaklarından men etmeye çalıştığını beyân ediyor. Fakat aralarından ayrıldıktan sonraki hallerini bilmediğini, bunu da en iyi yine Allah Teâlâ’nın bildiğini ikrar ederek işi yine O’na havale ediyor. Neticede sözünü bir niyaz makamında şöyle bağlıyor:

“Onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan muhakkak ki sen kudreti dâima üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olansın!” Yani sen her şeye kadirsin; cezalandırmaya da bağışlamaya da gücün yeter. Cezalandırman hikmet gereği olduğu gibi bağışlayıp mükafatlandırman da hikmet gereğidir. Günahkârı bağışlamanın güzel bir şey olduğu bellidir. Eğer azap edersen bu senin adâletin gereğidir; eğer bağışlayacak olursan bu da senin fazlu kereminden, ihsan ve cömertliğindendir. Şu da var ki ne azap etmende bir haksızlık, ne de bağışlamanda bir düşüklük, bir isabetsizlik düşünülebilir. Yaptığın her şey hikmetin ve doğrunun ta kendisidir. Hükmüne karışılmaz, hikmetine karşı gelinmez. Her korkunun kaynağı sen, her ümidin mercii de yine sensin. Hâsılı ilâhlık ve hükümranlık ancak senindir. Tek ilâh sensin, senden başka ilâh yoktur.

Hz. İsa’nın bu 118. âyette yer alan yakarışı Allah Resûlü (s.a.s.)’i derinden etkiler ve dua olarak tekrar ederdi. Birgün Efendimiz, Hz. İbrâhim’in “ Rabbim! Bu putlar, insanların pek çoğunun yoldan çıkmasına sebep olmaktadır. Bundan böyle kim bana uyarsa şüphesiz o bendendir” (İbrâhim 14/36) sözünü ve Hz. İsa’nın da “Onlara azap edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan muhakkak ki sen kudreti dâima üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olansın!” (Mâide 5/118) duasını okudu. Akabinde ellerini kaldırdı ve:

“Allahım, ümmetimi koru, ümmetime merhamet et!” diye yalvararak ağladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:

“– Ey Cebrâil! Rabbin herşeyi daha iyi bilir ya, git, Muhammed’e niçin ağladığını sor” buyurdu. Cebrâil (a.s.) geldi. Resûlullah Efendimiz ona, ümmeti için duyduğu endişeden dolayı ağladığını söyledi. Cebrâil’in dönüp durumu haber vermesi üzerine Allah Teâlâ:

“– Ey Cebrâil! Muhammed’e git ve ona: «Ümmetin konusunda seni râzı edeceğiz ve seni asla üzmeyeceğiz» müjdemizi ulaştır” buyurdu. (Müslim, İman 346)

Mahşerde vuku bulacak bu sorgulamanın dehşetinden sarsılan gönüllere su serpmek, heyecanlarını teskin etmek ve doğruların kurtuluşa ereceklerini haber vermek üzere şöyle buyruluyor:

119. Allah şöyle buyuracak: “Bu gün, iman ve yaşayışlarında doğruluktan ayrılmayanlara doğruluklarının fayda vereceği bir gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır. Allah onlardan râzı olmuştur, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. En büyük başarı ve kurtuluş işte budur!”

120. Göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin mülkiyeti ve hâkimiyeti Allah’ındır. O’nun her şeye gücü yeter.


Dünyada Allah ve peygamberine iman, itaat ve teslimiyetinde doğru, samimi ve dürüst olanlar, akitlerini yerine getirip sözlerinde duranlar, o dehşetli kıyamet gününde, bütün insanların toplanıp hesaba çekilecekleri o korkunç günde bu doğruluk ve samimiyetlerinin faydasını göreceklerdir. Her türlü korku, keder ve hüzünden uzak bir mükafat elde edeceklerdir. Onlara altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetler verilecektir. Hepsinin ötesinde Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olacaklardır. Ki Allah’ın razı olması bütün cennet nimetlerinin fevkinde bir nimettir. En büyük zafer, başarı ve kurtuluş da bu rızâ makâmına ulaşabilmektir. O halde kula düşen Allah’ı tanımak, birliğini ve büyüklüğünü idrak etmeye çalışmak ve O’na samimi bir kul olabilmektir. Bu kulluğa en layık olan şüphesiz ki Allah Teâlâ’dır. O’nun dışında herhangi bir şeyin veya herhangi bir kimsenin rızâsını kazanmaya çalışmanın bir önemi yoktur. Ebedi olarak faydalı olacak olan doğruluk ve samimiyet, ancak Allah’a olan doğruluk, samimiyet ve ihlastır. Çünkü bütün gökleri, yeri ve bunlarda bulunan her şeyi O yaratmıştır, hepsinin tek sahibi O’dur; onların her birinde istediği tasarrufu yapabilme güç ve kuvvetine sahiptir.

Mâide sûresinin sonunda Cenâb-ı Hakk’ın sadık ve samimi kullara müjdelediği içlerinde ırmaklar çağıldayan ebedî cennetlere ve ilâhî rızâya hamd ile mukâbelenin gerekliliğini hatırlatma sadedinde şimdi En‘âm sûresi gelmektedir:
 
Üst Alt