78- Her nerede olursanız olunuz ölüm size yetişir. Yüksek kalelerde veya sağlam saraylarda, hatta gökteki yıldızlarda dahi bulunsanız yine ölüm gelir sizi bulur. Bundan dolayı ölüm korkusu ile vazifeden kaçınmanın hiçbir anlamı yoktur. Madem ki mutlaka bir ölüm vardır. Ona her zaman hazır olmalı, dünya hayatına bağlanmamalı, vazifeyi seve seve yapmalıdır. Bir de Ey Muhammed! Bir takım kimseler -ve özellikle münafıklar- kendilerine bir iyilik, bir nimet veya herhangi bir güzellik nasib olursa "bu Allah tarafındandır" diyorlar. Allah'tan biliyorlar. Ve eğer başlarınıza bir bela veya herhangi bir kötülük gelirse "bu senin tarafındandır" diyorlar.
Bu hususta şöyle rivayet edilmiştir ki: "Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine'ye geldiği zaman Medine'de bolluk ve ucuzluk olmuştu. Hz. Muhammed'in insanları İslâm'a davet etmesi üzerine yahudilerin inadı ve münafıkların münafıklığı ortaya çıktığı sıralarda kıtlık ve pahalılık görülmeye başladı. Bunda belki Medine'nin kalabalık olmaya başlamasının da bir rolü düşünülse bile, yağmurların alışılmışın aksine az yağması, meyve ve ürünlerin olmaması gibi tabii durumlar da vardır ki, "Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, ora halkını (Peygamberlere baş kaldırdıklarından ötürü bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır." (A'raf, 7/94) âyetinde her peygamberin gönderildiği memlekette başlangıçta böyle bir darlık ve sıkıntının yüz göstermesi de Allah'ın âdeti olduğu açıkça belirtilmiştir. İşte o zaman yahudiler ve münafıklar; "Biz böyle uğursuz bir adam görmedik. Bu geleli meyvalarımız az biter oldu ve fiyatlar arttı, pahalılık çoğaldı." diyorlar. Bolluğu ve ucuzluğu Allah'a, darlığı ve pahalılığı Peygambere isnad ediyorlardı. Çünkü "Onlara bir iyilik (bolluk) gelince, (Bu bizim hakkımızdır.) derler. Eğer kendilerine bir fenalık gelirse Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı " (A'raf, 7/131) âyetinin mânâsından anlaşıldığı gibi vaktiyle Hz. Musa'yı da böyle uğursuz saymışlardı. Bu âyetin iniş sebebi bu olmuş. Fakat âyet, beyanın gelişi itibariyle savaş durumlarını da ilgilendirdiğinden iyilikler ve kötülükler, bolluk veya darlık, sıhhat veya hastalık, hayat veya ölümden başka, zafer veya yenilgi gibi savaş sonuçlarını da kapsayacak bir şekilde ifade edilmiştir.
Ey Muhammed! De ki, başınıza gelen iyi ve kötü şeylerin hepsi Allah tarafındandır. Onun yaratması ve takdiri iledir. İyilikler, Allah'ın bir ihsanı, kötülükler de Allah'ın yardımı kesmesidir. Bu böyle iken bu adamların ne çıkarı var ki bir sözü veya olayı fıkhı ile, yani sırrı ve hikmeti ile anlamaya yaklaşmazlar da Allah tarafından başlarına gelen felaketi peygambere isnad etmeğe kalkışırlar.
Şimdi de öyle bizi niye dine davet edip duruyorsun? Kâfirlik de Allah'tandır demeye kalkışırlar. Çünkü söz anlamamak yüzünden denilince bir taraftan bundan insanın çalışmasını ve iradesini inkar etmeye, kulların işlerinde cebr (zorlama) mânâsını çıkarmaya kalkışırlar. Diğer taraftan öyle ise sorumluluk nerede kalır? Allah'a inanma ve iman etmenin tabiat tasavvurundan ne farkı olur? Allah'a kötülük nasıl isnat edilir? Allah'ın zararlı olan bir şeyi yaratması nasıl caiz olur, gibi şüphelere saplanırlar.
79-Bu konuda Ey Muhammed, hitaba layık ve Allah'ın sözünü anlayacak olan sensin, dinle: Sana gelen her iyilik, her menfaat, itaat ve mükafat Allah'tandır, çalışıp kazanman olsa da olmasa da Allah'tandır. Çünkü Allah dilemeyince hiçbir şey olmaz. Allah Teâlâ Rahman ve Rahim olduğu için de iyilikler O'nun irade ve takdirine, yaratma ve var etmesine dayanmakla beraber, O'nun rızasına da tamamen uygundur. Bunun için insanın çalışıp kazanmasıyla ilgili olmayan iyilikler yalnız Allah'ın ihsanı olduğu gibi, insan iradesiyle ilgili iyilikler de Allah'ın takdir ve yaratmasına, hükmünü yürütmesine ve başarılı kılmasına, irade ve rızasına uygun olması hasebiyle yine O'nun bir ihsanıdır. Bunun için sübjektif, objektif, maddî, manevî, çalışılarak kazanılan ve çalışmadan elde edilen mutlak şekilde bütün iyilikler Allah'tan bilinmelidir. Başına gelen her kötülük ise kendi nefsindendir, kendi günah veya kusurundandır. Gerçi "Hepsi Allah'tandır." âyeti gereğince bu da Allah katındandır. Allah takdir ve irade etmemiş olsaydı bu da olamazdı. Fakat bunda yapma veya terk etme yönünden mutlaka senin sebep olman vardır. Bunun esası senin kendin, senin arzun veya senin kusurun, senin hatan veya senin acizliğin ve senin özündür. Çünkü sen başlangıçta kendi nefsinde ve aslında her şeye gücü yeten ve varlığın başlangıcı olsaydın elbette kendine hiçbir günahı yaptırmazdın ve hiçbir taraftan sana bir zararın gelmesi ihtimali olmazdı. Bundan dolayı birinci derecede günahların kaynağı, yokluğun aslı ve yalnız mümkün olan yaratıkların mahiyyetinin kendi acizliğidir. Allah, ona herhangi bir var oluş anında bol bol iyilik ihsan etmese o derhal yok olur gider. İkincisi, başa gelen kötülüklerin bir kısmı insanın arzu ve iradesine bağlıdır. İnsan onu nefsinde tecelli eden bir irade ve istek ile bilerek veya bilmeyerek bizzat veya dolayısıyla ister. Hatta ısrar da eder, irade ve istek kuvveti nefsinde bir iyilik olduğu halde istenen maksat, iyilik de kötülük de olabilir. Allah Teâlâ da cimri olmadığından kulunun iradesine izin verip hükmünü yürüterek maksadını yaratır ve istenen kötülük yine Allah katından gelmekle beraber, sebep ve çıkış yeri kulların nefsi ve onların kazancı sayılır ve sorumluluk da yapana ait olur. "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder." (Şûra, 42/30). Üçüncüsü, genel anlamıyla "seyyie" sadece günah değil, meşakkat ve sıkıntıları da kapsadığına göre bazı sıkıntılar, acılar vardır ki nefsi temizlemeye sebep ve günahlara keffaret ve bundan dolayı iyiliğin başlangıcı olur.
Bu gibi kötülüklerin de başa gelmesi yalnız nefsin ıslahı veya kurtuluşu hikmetine dayandığından bu da Allah katından gelmekle beraber buna "nefsin için" mânâsına "nefsinden" demek doğru olursa da bunu iyilikten saymak daha uygundur. Bundan dolayı, her ne şekilde olursa olsun kötülük önce kula nisbet edilmeli, insan onu kendisinden bilmeli ve bununla birlikte "Allah katından" olduğunu da unutmamalıdır. Bu âyetten, Mutezilîlerin istenerek yapılan işlerde kulun kendi yaptıklarının yaratıcısı olduğunu, çıkarmaya kalkışmaları doğru değildir. Çünkü âyeti böyle bir iddiaya aykırıdır. Hülasa, "Her şey Allah'tandır." Fakat bundan cebir (zorlama) anlaşılmamalıdır. Âyetinin açıklamasına uygun olarak ne zorlama, ne serbestlik "ikisi arasında bir durum," bir adalet ve sorumluluk anlaşılmalıdır ki, burada de ki, "İyi ve kötü herşey Allah'tandır." iman esasının güzel bir açıklaması vardır. Ve bu açıklama kendisini iyi, başkasını kötü, iyiliği kendinden, kötülüğü başkasından bilen cahil ve gururlu insanlığın gururuna karşı bir ders olduğu gibi; kendisini ne iyilik, ne de kötülük hiçbir şeyle ilgili saymayan tembel insanlığın tembelliğine ve ilişiksizliğine karşı da bir derstir. Mutlaka şunu iyi düşünmek gerekir ki, hem hem de olması, Allah ile insan arasında önemli bir ilginin varlığına delalet eder ki, bu da, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." (Bakara, 2/30) âyetinde anlatılan vekillik; "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim, çok cahildir." (Ahzab, 33/72) âyetinin yüce açıklamasında arzedilen emanet meseleleridir. Nefis, ne zaman kendini ileri sürer, hareketlerini ve iradelerini kendi hesabına yapmaya kalkışırsa, vekilliği ve emaneti kötüye kullanmış olur ve kötülüğün kaynağı olmuş olur. Ve her ne vakit iradesini, emanetin yerine getirilmesi ve vekillik vazifesinin yürütülmesi açısından harcar, kendini Allah'ın iradesine teslim ederse, o zaman da Allah'ın iyiliklerine mazhar olur. Ve işte insanlık mertebeleri bu iki itibarın ortaya çıkmasına bağlıdır. Ve bunun en başında peygamberlik mertebesi, onun başında da genel elçilik (Peygamberlik) mertebesi vardır. Bunun için burada Hz. Peygamber'in bütün insanlığa peygamberliği âyetle ifade edilerek, bütün iyiliklere nail olduğu işaretle buyuruluyor ki: Ve biz seni bütün insanlara elçi olarak gönderdik, sen onlara nefsini değil, Rabbinin iradelerini, besbelli gücünü göstereceksin. Bundan dolayı senin nefsin, kendi hesabına ortaya çıkmaktan berî kılınmıştır. Sen hiç bir zaman kötülük kaynağı olmazsın ve buna şahid olarak Allah yeter. Allah'ın emrine bizzat Allah'ın şahitliğinden daha açık hiçbir şey yoktur. Sen, sözlerinde, işlerinde ve iradelerinde senin değil Allah Teâlâ'nın kudret, irade ve rızasını göstereceksin, hakkın iyiliklerini ortaya çıkaracaksın. "Allah'ın, kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etmiş." (Âl-i İmran, 3/18) olduğu gibi, "Allah'ın, Muhammed'in kendi elçisi olduğuna şahitlik etmiş" olduğu da anlaşılacaktır.
80-81-Bilindiği gibi elçiye itaat, elçiyi gönderene itaattir. Bunun için her kim Allah'ın elçisine itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Her kim de nefsine uyar, itaatten yüz çevirirse onu kötülüklerden koruyacağım diye uğraşma. Çünkü biz seni onların başına bir koruyucu olarak göndermedik, elçi olarak gönderdik. Artık onlar, kötülük kaynağı olan nefislerdir, elbette kötülükleri yapacaklardır. Sen onları kötülüklerden, kötülüklerin cezasından koruyamazsın. Onlar yani "başüstüne" de, derler. Sonra yanından çıktılar mı bir kısmı geceleyin sana söyleyeceğinin veya senin söyleyeceğinin tersini söyler, başka bir ifade ile, sana verdiği sözün veya senden aldığı emrin tersini yapmak için beyit yapmaya çalışır gibi yalan dolan uydurmakla uğraşır, dediği halde gönlünde isyanı kurar, sıkıntı çıkarmaya uğraşır, kalbinde daima bunu gizler. "Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." hükmüne karşı münafıkların bir kısmı artık Muhammed, Allahlık iddiasında bulunmaya kalkışıyor demek istemiş, bunun üzerine bu âyet inmiştir. (Âl-i İmran, sûresindeki "De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olunuz." (3/31) âyetinin tefsirine bkz.) Onlar gönüllerinde ne gizlerlerse Allah onu yazar, vahy ile sana bildirir. Kur'ân'a geçirir veya sırası gelince cezalarını vermek üzere defterlerine geçirir. Bundan dolayı sen onlara bakma, her hususta Allah'a dayan, bunları da ona havale et Allah Teâlâ vekil olarak yeter.
82- Bunlar hâlâ Kur'ân üzerinde gereği gibi düşünmüyorlar mı? Eğer bu Kur'ân, yahut senin söylediklerin Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı bunda bir çok tutarsızlık bulacaklardı. Böylece gaipten verilen haberin ve özellikle gizli gizli kalblerinde gizledikleri şeylerden haber veren bu kadar haberlerin şaşan, doğru olmayan, gerçeğe uygun olmayan yalanlarını yanlışlarını bulabilirlerdi. Halbuki bulamıyorlar ve bulamazlar. Kendilerinden başka kimsenin haberdar olmadığı durumları, fikirlerini ve sırlarını Kur'ân'ın ve Peygamberin, olduğu gibi ve ihtilafsız haber verdiğini görüyorlar. Bunun sonunu düşünmeleri ve Allah tarafından olduğunu doğrulamaları gerekir. Kur'ân'ın ne verdiği haberlerinde, ne de vaad ve tehdidinde aksine gelişen hiçbir şey bulunamamıştır ve bulunamaz. Bundan başka Kur'ân bir Allah vergisi olmasaydı, bunu baştan başa icazkar (herkesin yapamayacağı şekilde fasih), benzeri olmayan bir belağat ve fesahat içinde cereyan etmiş, gitmiş bulmazlardı. Bir kısmını fasih, bir kısmını kusurlu, bir kısmını kolay ve bir kısmını zor, karşı çıkılabilir ve mutlaka çıkılabilir, değişik, çok değişik bir şekilde bulurlardı. Bu kadar beyan çeşitlerinin ve makamların farklı olması ile beraber hepsini birbirine benzeyen ve birbirine uygun bir fıtrat düzeni, sağlam ve kusursuz bir metin içinde bulamazlardı. Beyan üslubunda tabiatın zorlamasından, düşünce ile ilgili zorlanmalardan, hak ve iyiliği, doğru düşünmeyi hedef edinmeyen, nefse ait maksatlar, nefis ve şehvetle ilgili meyillerden bir çok nişaneler bulurlardı. Daha sonra kırâet ve hükümlerinde, sûre ve âyetlerinde, maksat ve mânâların, hikmet ve yararların, durumların gereğinin çeşitli ve değişik olmasıyla uyumlu ve hepsinde Allah'ın hükmünün hissedilen akışını gösteren ahenkli bir çeşitlilik ve değişiklik bulmazlar. Değişik ve tahrif edilmiş (bozulmuş) Tevrat ve İncil nüshalarında açıkça görüldüğü üzere, nesih ve değiştirme konusu olmayan aynı olayda, aynı zamanda bir çok uyuşmazlıkla değişik ve çelişkili nice haberler, hükümler bulurlardı. Evet Kur'ânda zamanların, yerlerin ve durumların değişmesine göre değişik hükümleri ve çeşitli mânâları ifade eden kırâet ve lafızlar vardır. Ve bu açıdan birbiriyle çelişkili olduğu görünen âyetler vardır. Fakat bunların hiçbiri Allah'ın birliğine ters düşen aynı olayda, aynı zamanda, aynı şartlar altında çelişkili ve dağınık bir gidişat üzerinde değil, yavaş yavaş birbirini iyice açıklamak, tefsir etmek ve çeşitli durumların gereğine göre hükmü değiştirmek, yerine başkasını koymak suretiyle açıklamak ve zaman zaman değiştirmek ve kaldırmakla beyan ederek giden ve sonsuz bir hayatın akışını ve hizmetini devam ettiren özel ve düzenli bir gelişme üzerinde yürür gider ve hakikat gülistanında açılan bütün yaratılış tecellileri ve güzellikleri gibi çokluk içinde birliği ve birlik içinde çeşitlenmeyi ifade eden mükemmel bir ahenk ve uyumlu bir değişiklik ve çeşitlilik arzeder. Ve Kur'ân ilminin en büyük önemi ve zevki de içinde fazla karışıklık bulunmayan bu çeşitli ahenk içinde sonunu tam düşünmekle müteşabih âyetleri muhkem âyetlere havale ederek Kur'ân âyetlerinden Allah'ın hükümlerini ve kâinatın olaylarından Allah'ın varlığını okuyup bulmaktır.
Mesela "Hepsi Allah tarafındandır." ifadesiyle "Sana her ne kötülük isabet ederse kendi nefsindendir." düsturları arasında açık bir çelişki ve zıtlığın bulunduğu zannedilebilir. Halbuki bunlar, birbirini tamamlayan bir açıklama olarak beraberce düşünülmek ve aradaki çelişme noktaları atılıp beraberlik yönleri düşünülmek üzere söylenmiş ve, "Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!" (Nisâ, 78) âyeti ile de bu nokta özellikle hatırlatılmış. Burada da ifade edilen değişik hükümlerin, bu gibi çeşitli açıklamaların hükümde çelişkiden değil, hikmet ve faydalar ve durumların gereğine uygun ve ahenkli bir hikmetten ileri geldiği özel bir şekilde anlatılmak ve münafıkların yalan dolanlarına tamamen engel olmak için fazla değişiklik olmadığı ifade edilerek buyurulmuş ve iyice düşünmeye sevk olunmuştur.
83-Yukarda diye Allah'a itaat ile, Hz. Peygamber'e itaat etmek birbirinden ayrıldığı halde burada diye ikisi birleştirilerek Peygambere itaat Allah'a itaate çevrildiği sırada hem idarecilere itaatın hükmünün Peygambere itaat etmeye bağlı ve ona eklenmiş olduğunun anlatılması, hem de müslümanların siyasi yönden eğitimlerinin yükseltilmesi için buyuruluyor ki: Bir de kendilerine emniyet veya korkuya dair tatlı veya acı bir emir, bir haber, bir şey gelince hemen onu yayarlar; doğru mu, değil mi, yahut yayılmasında bir zarar var mı yok mu, kamu yararı açısından neşredilmesi caiz mi, yoksa gizlenmesi gerekir mi, düşünmeden danışmadan yayarlar Burada gazetecilerin durumuna da temas eden bir uyarı vardır. Bunlar işittikleri bu haberi Peygambere ve kendilerinden olan idarecilere, yani o işte yetkisi ve ihtisası bulunan zatlara veya amirlere götürüp onlara başvursalar, danışsalar veya havale etseler onu içlerinden bilgi ve tecrübeleri ve iyi niyet ve basiretleri sayesinde istinbat edebilecek ve hüküm çıkarabilecek olanlar mutlaka bilirler, ne yapılacağını anlar, anlatırlardı.
İSTİNBAT: Çıkarmaktır. "Nebıt" de bir kuyu kazılırken ilk çıkan su demektir. İşte çözümü istenen bir olay, bir konu karşısında elde bulunan prensipler ve bilgileri inceleme ve etraflı bilgi edinme, araştırma ve düzeltme ve karşılaştırarak yeni bir bilgi ortaya çıkarmaya da istinbat ve istihrac denilir ki, bu bir meleke ve özel bir kudrettir. Herhangi bir işte böyle bir liyakat ve yeterlik sahibi olanlar, o işin müctehidi ve gerçek sahibi ve Allah katında yetkilileridir. Bunun için yukarıda diye Allah'a ve Peygamberine müracaat edildiği gibi, burada da Allah'ın Peygamberine ve böyle yetkili kimselere müracaat tavsiye edilerek bunlara da itaat etmenin Peygambere itaat etmeye bağlı olduğu bir daha anlatılmıştır. Bundan dolayıdır ki icmada geçerli olan görüş bu gibi yetkili zevatın görüşüdür.
Bu âyet bize özellikle şu hükümleri anlatıyor:
1- Olaylarla ilgili hükümler içinde doğrudan doğruya âyet ile bilinmeyip istinbat ile bilinecek olanlar da vardır.
2- İstinbat da bir delildir.
3- İstinbata ehil olmayan bilgisiz kimselerin olaylarda ve bilmedikleri konularda âlimlere başvurmaları ve onlara uymaları gerekir.
4- Hz. Peygamber bile istinbat ile mükelleftir. Çünkü den sonra âyeti Peygamberi de kapsadığında şüphe yoktur.
İniş sebebine gelelim: Münafıklar fırsat buldukça düzmece şeyleri ve uydurdukları kötü yalanları yayarlar. Müslümanların zayıflarından bir takım halk da müfrezelerin durumlarıyla ilgili tatlı veya acı herhangi bir haber işittikleri zaman doğruluğunu, yanlışlığını araştırmadan, ne öncesini, ne de neticesini hesaba katmadan doğrudan doğruya yaymaya kalkışırlardı. Ve bu gibi saygısızlıklardan bazı fitneler meydana gelirdi. Tefsircilerin çoğu, bu âyetin bundan dolayı indiğini açıklamışlardır ki, bu şekilde âyetin iniş sebebi, savaş ve askerî durumlarla ilgili olmuş oluyor. Diğer taraftan Sahih-i Müslim'de Hz. Ömer'den, İbnü Abbas kanalıyla rivayet edildiğine göre, Resulullah'ın, kadınlarından bir süre için uzak durduğu esnada, bir gün Hz. Ömer camide insanların, Resulullah bütün hanımlarını boşamış diye üzülerek konuştuklarını görmüş ve bu haberi aklı almadığından derhal koşup izin isteyerek peygamberin huzuruna girmiş, biraz derdini anlattıktan sonra bir fırsat bulup "kadınlarını boşadın mı?" diye sormuş, "hayır (boşamadım)" cevabını alınca çıkıp "bilesiniz ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) kadınlarını boşamadı" diye bir tellal gibi seslenmiştir. Bu âyet de bunun üzerine inmiştir ki, Hz. Ömer'in gerçeği istinbatına (ortaya çıkarmasına) işaret etmekle, onu övmeyi de kapsamaktadır. Bu rivâyete göre âyetin iniş sebebi, Nisâ sûresinin esas itibarıyla içine aldığı aile hükümleri ile bir ilgisi de vardır. Fakat terbiye ile ilgili hükmü genel olduğundan âyet daha fazla savaşla ilgili durumları ve siyasi eğitimi hedef alan bir nazım uslubuyla ifade buyurulmuştur. Çünkü bunlarda boş boğazlık daha çok yapılır ve daha fazla zararlıdır.
Ey Müslümanlar! Eğer Allah'ın bu fazileti ve rahmeti sizin üzerinizde olmasaydı, yani böyle peygamber ve istinbata gücü yeten ilim ehli yetki sahipleri ile doğru yola irşad ve hidâyeti olmasa muhakkak ki siz çoğunlukla şeytana, şeytan gibi münafıklara uyardınız, sürüklenirdiniz, uymadığınız konular veya uymayan adamlar pek az olurdu. Çünkü az çok aklı olan herhangi bir kimse her konuda şeytana aldanmaz. Kitabın sırlarını bilen ve hüküm çıkarmaya gücü yeten yetkililer, çok geniş bilgi sahibi olan âlimlerden olan zatlar da hak ve hayırlı işleri Allah'ın kuvvetiyle birbirinden ayırmaya güçleri yettiğinden bunların da şeytana aldanması pek az olur. Halbuki halk, çoğunlukla aldanır. Bununla birlikte ilim ehlinin aldanmaması da yine Allah'ın fazilet ve rahmeti sayesindedir. Bunun için diğer bir âyette: "Eğer üzerinizde Allah'ın lutfu ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbiri ebediyyen temize çıkmazd" (Nur, 24/21) buyurulmuştur. Bundan dolayı bu iki âyet arasındaki lutuf ve merhametin farkı unutulmamalıdır. Birisi mutlak, birisi kayıtlıdır.
84-Durum böyle olunca yani savaş yazılmış, mazlumlar (zulme uğrayanlar) inler, acı büyük, dünya malı az, ölüm nasıl olsa takdir edilmiş, hazırlıklı olmak ve itaat etmek lazım olduğu halde münafıklar itaat etmez, hile ve dolandırmaya çalışır, birtakımları da ağır davranır savaştan kaçınırsa Ey Muhammed! Bizzat sen Allah yolunda savaş. Sen ancak kendi nefsinle mükellefsin, kendi yaptıklarından sorumlusun. O halde yalnız da kalsan bu vazifeni yap. Müminleri de savaşa teşvik et ve istekli kıl ki Allah'ın kâfirlerin zarar ve kuvvetini önlemesi kuvvetle umulmaktadır. Yani vaad edilmiştir. Bu âyet, Küçük Bedir savaşı hakkında inmiştir. Âl-i İmran sûresinde . "Onlara bazı kimseler, insanlar, size karşı bir araya geldiler, demişlerdi" (Âl-i İmran, 3/173) âyetinde açıklandığı üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) Uhud savaşından sonra Ebu Süfyan'a karşı bir sene sonra zilkade ayında Küçük Bedir pazarına katılacağına dair sözleşmiş ve söz vermişti. Zamanı gelince insanları davet etti, fakat onlardan bir takımı çekindi. Bunun üzerine bu âyet indi ve Hz. Peygamber: "Ben yalnız kalsam yine giderim" buyurdu Ve yetmiş atlı arasında hareket etti. Allah Teâlâ da kâfirlerin kalbine bir korku koydu ve onları (Bedir'e gelmekten) caydırdı. Onlar, Merri Zahran'dan döndüler. Hz. Peygamber de beraberindeki (ashabı) ile birlikte Bedir'de sekiz gün kaldılar ve ticaret yaptılar. Bu şekilde Allah'ın, "Kafirlerin şiddet ve kuvvetini önleme" vaadi de Kureyş kâfirlerinin aleyhine gerçekleşti. Bunun genel bir şekilde gerçekleşmesi de Hz. İsa'nın gökten inmesi meselesi olacağı söylenmiştir. Hz. Peygamber bu "Küçük Bedir" olayında bu emre uygun olarak tek başına gitmeye kalkıştığı gibi, buna uyarak Hz. Ebu Bekir Sıddık da Peygamberin vefatı üzerine zekatı vermekten kaçınan mürtedlere karşı böyle yapmış ve Hz. Peygamberin halifesi olmayı hak ettiğini bununla da ispat etmiş ve başarılı olmuştu.
Evet, kâfirlerde şiddet ve kuvvet bulunabilir ve fakat Allah kuvvet ve kudretçe onlardan hem pek çok yüksek, hem de cezası ve azabı onlarınkinden çok şiddetlidir. Bundan dolayı kâfirlerin kuvvetinden korkup da Allah'a isyan etmemeli, Allah'ın kudret ve azabından korkup da Allah'a itaat etmeli ve kâfirlere karşı gelmelidir. Bunun için ey Muhammed! Sen kendin Allah yolunda savaş ve müminleri teşvik et. Çünkü bu bir şefaat demektir.
85-Halbuki kim güzel bir şefaat yaparsa, yani Allah rızası için bir yararlı işe aracılık ederse ve yol gösterirse onun o şefaatten (aracılıktan) bir payı, güzel bir sevabı olur. Yararlı ve güzel bir işte yol gösteren onu yapan gibidir. Ve kim de İslâm'a aykırı kötü bir şefaat (aracılık) yaparsa onun da ondan aynı oranda kötü bir payı vardır. Allah'ın da her şeye gücü yeter. Ve her şeyi layıkıyle gözetir, İyiyi iyiliğinden, kötüyü kötülüğünden derecesine göre hisse sahibi kılar.
Savaş ve teşvik emirlerinden sonra ve ceza bölümünden sonra bu şefaat âyetinin gelmesi ne kadar beliğdir (fasih ve edebidir). Bundan dolayı kötülüğe aracılık etmekten sakınmak gerektiği gibi her çeşit güzel aracılıklar da yapılmalı ve kabul edilmelidir.
Bu hususta şöyle rivayet edilmiştir ki: "Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine'ye geldiği zaman Medine'de bolluk ve ucuzluk olmuştu. Hz. Muhammed'in insanları İslâm'a davet etmesi üzerine yahudilerin inadı ve münafıkların münafıklığı ortaya çıktığı sıralarda kıtlık ve pahalılık görülmeye başladı. Bunda belki Medine'nin kalabalık olmaya başlamasının da bir rolü düşünülse bile, yağmurların alışılmışın aksine az yağması, meyve ve ürünlerin olmaması gibi tabii durumlar da vardır ki, "Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, ora halkını (Peygamberlere baş kaldırdıklarından ötürü bize) yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır." (A'raf, 7/94) âyetinde her peygamberin gönderildiği memlekette başlangıçta böyle bir darlık ve sıkıntının yüz göstermesi de Allah'ın âdeti olduğu açıkça belirtilmiştir. İşte o zaman yahudiler ve münafıklar; "Biz böyle uğursuz bir adam görmedik. Bu geleli meyvalarımız az biter oldu ve fiyatlar arttı, pahalılık çoğaldı." diyorlar. Bolluğu ve ucuzluğu Allah'a, darlığı ve pahalılığı Peygambere isnad ediyorlardı. Çünkü "Onlara bir iyilik (bolluk) gelince, (Bu bizim hakkımızdır.) derler. Eğer kendilerine bir fenalık gelirse Musa ve onunla beraber olanları uğursuz sayarlardı " (A'raf, 7/131) âyetinin mânâsından anlaşıldığı gibi vaktiyle Hz. Musa'yı da böyle uğursuz saymışlardı. Bu âyetin iniş sebebi bu olmuş. Fakat âyet, beyanın gelişi itibariyle savaş durumlarını da ilgilendirdiğinden iyilikler ve kötülükler, bolluk veya darlık, sıhhat veya hastalık, hayat veya ölümden başka, zafer veya yenilgi gibi savaş sonuçlarını da kapsayacak bir şekilde ifade edilmiştir.
Ey Muhammed! De ki, başınıza gelen iyi ve kötü şeylerin hepsi Allah tarafındandır. Onun yaratması ve takdiri iledir. İyilikler, Allah'ın bir ihsanı, kötülükler de Allah'ın yardımı kesmesidir. Bu böyle iken bu adamların ne çıkarı var ki bir sözü veya olayı fıkhı ile, yani sırrı ve hikmeti ile anlamaya yaklaşmazlar da Allah tarafından başlarına gelen felaketi peygambere isnad etmeğe kalkışırlar.
Şimdi de öyle bizi niye dine davet edip duruyorsun? Kâfirlik de Allah'tandır demeye kalkışırlar. Çünkü söz anlamamak yüzünden denilince bir taraftan bundan insanın çalışmasını ve iradesini inkar etmeye, kulların işlerinde cebr (zorlama) mânâsını çıkarmaya kalkışırlar. Diğer taraftan öyle ise sorumluluk nerede kalır? Allah'a inanma ve iman etmenin tabiat tasavvurundan ne farkı olur? Allah'a kötülük nasıl isnat edilir? Allah'ın zararlı olan bir şeyi yaratması nasıl caiz olur, gibi şüphelere saplanırlar.
79-Bu konuda Ey Muhammed, hitaba layık ve Allah'ın sözünü anlayacak olan sensin, dinle: Sana gelen her iyilik, her menfaat, itaat ve mükafat Allah'tandır, çalışıp kazanman olsa da olmasa da Allah'tandır. Çünkü Allah dilemeyince hiçbir şey olmaz. Allah Teâlâ Rahman ve Rahim olduğu için de iyilikler O'nun irade ve takdirine, yaratma ve var etmesine dayanmakla beraber, O'nun rızasına da tamamen uygundur. Bunun için insanın çalışıp kazanmasıyla ilgili olmayan iyilikler yalnız Allah'ın ihsanı olduğu gibi, insan iradesiyle ilgili iyilikler de Allah'ın takdir ve yaratmasına, hükmünü yürütmesine ve başarılı kılmasına, irade ve rızasına uygun olması hasebiyle yine O'nun bir ihsanıdır. Bunun için sübjektif, objektif, maddî, manevî, çalışılarak kazanılan ve çalışmadan elde edilen mutlak şekilde bütün iyilikler Allah'tan bilinmelidir. Başına gelen her kötülük ise kendi nefsindendir, kendi günah veya kusurundandır. Gerçi "Hepsi Allah'tandır." âyeti gereğince bu da Allah katındandır. Allah takdir ve irade etmemiş olsaydı bu da olamazdı. Fakat bunda yapma veya terk etme yönünden mutlaka senin sebep olman vardır. Bunun esası senin kendin, senin arzun veya senin kusurun, senin hatan veya senin acizliğin ve senin özündür. Çünkü sen başlangıçta kendi nefsinde ve aslında her şeye gücü yeten ve varlığın başlangıcı olsaydın elbette kendine hiçbir günahı yaptırmazdın ve hiçbir taraftan sana bir zararın gelmesi ihtimali olmazdı. Bundan dolayı birinci derecede günahların kaynağı, yokluğun aslı ve yalnız mümkün olan yaratıkların mahiyyetinin kendi acizliğidir. Allah, ona herhangi bir var oluş anında bol bol iyilik ihsan etmese o derhal yok olur gider. İkincisi, başa gelen kötülüklerin bir kısmı insanın arzu ve iradesine bağlıdır. İnsan onu nefsinde tecelli eden bir irade ve istek ile bilerek veya bilmeyerek bizzat veya dolayısıyla ister. Hatta ısrar da eder, irade ve istek kuvveti nefsinde bir iyilik olduğu halde istenen maksat, iyilik de kötülük de olabilir. Allah Teâlâ da cimri olmadığından kulunun iradesine izin verip hükmünü yürüterek maksadını yaratır ve istenen kötülük yine Allah katından gelmekle beraber, sebep ve çıkış yeri kulların nefsi ve onların kazancı sayılır ve sorumluluk da yapana ait olur. "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder." (Şûra, 42/30). Üçüncüsü, genel anlamıyla "seyyie" sadece günah değil, meşakkat ve sıkıntıları da kapsadığına göre bazı sıkıntılar, acılar vardır ki nefsi temizlemeye sebep ve günahlara keffaret ve bundan dolayı iyiliğin başlangıcı olur.
Bu gibi kötülüklerin de başa gelmesi yalnız nefsin ıslahı veya kurtuluşu hikmetine dayandığından bu da Allah katından gelmekle beraber buna "nefsin için" mânâsına "nefsinden" demek doğru olursa da bunu iyilikten saymak daha uygundur. Bundan dolayı, her ne şekilde olursa olsun kötülük önce kula nisbet edilmeli, insan onu kendisinden bilmeli ve bununla birlikte "Allah katından" olduğunu da unutmamalıdır. Bu âyetten, Mutezilîlerin istenerek yapılan işlerde kulun kendi yaptıklarının yaratıcısı olduğunu, çıkarmaya kalkışmaları doğru değildir. Çünkü âyeti böyle bir iddiaya aykırıdır. Hülasa, "Her şey Allah'tandır." Fakat bundan cebir (zorlama) anlaşılmamalıdır. Âyetinin açıklamasına uygun olarak ne zorlama, ne serbestlik "ikisi arasında bir durum," bir adalet ve sorumluluk anlaşılmalıdır ki, burada de ki, "İyi ve kötü herşey Allah'tandır." iman esasının güzel bir açıklaması vardır. Ve bu açıklama kendisini iyi, başkasını kötü, iyiliği kendinden, kötülüğü başkasından bilen cahil ve gururlu insanlığın gururuna karşı bir ders olduğu gibi; kendisini ne iyilik, ne de kötülük hiçbir şeyle ilgili saymayan tembel insanlığın tembelliğine ve ilişiksizliğine karşı da bir derstir. Mutlaka şunu iyi düşünmek gerekir ki, hem hem de olması, Allah ile insan arasında önemli bir ilginin varlığına delalet eder ki, bu da, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." (Bakara, 2/30) âyetinde anlatılan vekillik; "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim, çok cahildir." (Ahzab, 33/72) âyetinin yüce açıklamasında arzedilen emanet meseleleridir. Nefis, ne zaman kendini ileri sürer, hareketlerini ve iradelerini kendi hesabına yapmaya kalkışırsa, vekilliği ve emaneti kötüye kullanmış olur ve kötülüğün kaynağı olmuş olur. Ve her ne vakit iradesini, emanetin yerine getirilmesi ve vekillik vazifesinin yürütülmesi açısından harcar, kendini Allah'ın iradesine teslim ederse, o zaman da Allah'ın iyiliklerine mazhar olur. Ve işte insanlık mertebeleri bu iki itibarın ortaya çıkmasına bağlıdır. Ve bunun en başında peygamberlik mertebesi, onun başında da genel elçilik (Peygamberlik) mertebesi vardır. Bunun için burada Hz. Peygamber'in bütün insanlığa peygamberliği âyetle ifade edilerek, bütün iyiliklere nail olduğu işaretle buyuruluyor ki: Ve biz seni bütün insanlara elçi olarak gönderdik, sen onlara nefsini değil, Rabbinin iradelerini, besbelli gücünü göstereceksin. Bundan dolayı senin nefsin, kendi hesabına ortaya çıkmaktan berî kılınmıştır. Sen hiç bir zaman kötülük kaynağı olmazsın ve buna şahid olarak Allah yeter. Allah'ın emrine bizzat Allah'ın şahitliğinden daha açık hiçbir şey yoktur. Sen, sözlerinde, işlerinde ve iradelerinde senin değil Allah Teâlâ'nın kudret, irade ve rızasını göstereceksin, hakkın iyiliklerini ortaya çıkaracaksın. "Allah'ın, kendisinden başka ilâh olmadığına şahitlik etmiş." (Âl-i İmran, 3/18) olduğu gibi, "Allah'ın, Muhammed'in kendi elçisi olduğuna şahitlik etmiş" olduğu da anlaşılacaktır.
80-81-Bilindiği gibi elçiye itaat, elçiyi gönderene itaattir. Bunun için her kim Allah'ın elçisine itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Her kim de nefsine uyar, itaatten yüz çevirirse onu kötülüklerden koruyacağım diye uğraşma. Çünkü biz seni onların başına bir koruyucu olarak göndermedik, elçi olarak gönderdik. Artık onlar, kötülük kaynağı olan nefislerdir, elbette kötülükleri yapacaklardır. Sen onları kötülüklerden, kötülüklerin cezasından koruyamazsın. Onlar yani "başüstüne" de, derler. Sonra yanından çıktılar mı bir kısmı geceleyin sana söyleyeceğinin veya senin söyleyeceğinin tersini söyler, başka bir ifade ile, sana verdiği sözün veya senden aldığı emrin tersini yapmak için beyit yapmaya çalışır gibi yalan dolan uydurmakla uğraşır, dediği halde gönlünde isyanı kurar, sıkıntı çıkarmaya uğraşır, kalbinde daima bunu gizler. "Kim peygambere itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." hükmüne karşı münafıkların bir kısmı artık Muhammed, Allahlık iddiasında bulunmaya kalkışıyor demek istemiş, bunun üzerine bu âyet inmiştir. (Âl-i İmran, sûresindeki "De ki, eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olunuz." (3/31) âyetinin tefsirine bkz.) Onlar gönüllerinde ne gizlerlerse Allah onu yazar, vahy ile sana bildirir. Kur'ân'a geçirir veya sırası gelince cezalarını vermek üzere defterlerine geçirir. Bundan dolayı sen onlara bakma, her hususta Allah'a dayan, bunları da ona havale et Allah Teâlâ vekil olarak yeter.
82- Bunlar hâlâ Kur'ân üzerinde gereği gibi düşünmüyorlar mı? Eğer bu Kur'ân, yahut senin söylediklerin Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı bunda bir çok tutarsızlık bulacaklardı. Böylece gaipten verilen haberin ve özellikle gizli gizli kalblerinde gizledikleri şeylerden haber veren bu kadar haberlerin şaşan, doğru olmayan, gerçeğe uygun olmayan yalanlarını yanlışlarını bulabilirlerdi. Halbuki bulamıyorlar ve bulamazlar. Kendilerinden başka kimsenin haberdar olmadığı durumları, fikirlerini ve sırlarını Kur'ân'ın ve Peygamberin, olduğu gibi ve ihtilafsız haber verdiğini görüyorlar. Bunun sonunu düşünmeleri ve Allah tarafından olduğunu doğrulamaları gerekir. Kur'ân'ın ne verdiği haberlerinde, ne de vaad ve tehdidinde aksine gelişen hiçbir şey bulunamamıştır ve bulunamaz. Bundan başka Kur'ân bir Allah vergisi olmasaydı, bunu baştan başa icazkar (herkesin yapamayacağı şekilde fasih), benzeri olmayan bir belağat ve fesahat içinde cereyan etmiş, gitmiş bulmazlardı. Bir kısmını fasih, bir kısmını kusurlu, bir kısmını kolay ve bir kısmını zor, karşı çıkılabilir ve mutlaka çıkılabilir, değişik, çok değişik bir şekilde bulurlardı. Bu kadar beyan çeşitlerinin ve makamların farklı olması ile beraber hepsini birbirine benzeyen ve birbirine uygun bir fıtrat düzeni, sağlam ve kusursuz bir metin içinde bulamazlardı. Beyan üslubunda tabiatın zorlamasından, düşünce ile ilgili zorlanmalardan, hak ve iyiliği, doğru düşünmeyi hedef edinmeyen, nefse ait maksatlar, nefis ve şehvetle ilgili meyillerden bir çok nişaneler bulurlardı. Daha sonra kırâet ve hükümlerinde, sûre ve âyetlerinde, maksat ve mânâların, hikmet ve yararların, durumların gereğinin çeşitli ve değişik olmasıyla uyumlu ve hepsinde Allah'ın hükmünün hissedilen akışını gösteren ahenkli bir çeşitlilik ve değişiklik bulmazlar. Değişik ve tahrif edilmiş (bozulmuş) Tevrat ve İncil nüshalarında açıkça görüldüğü üzere, nesih ve değiştirme konusu olmayan aynı olayda, aynı zamanda bir çok uyuşmazlıkla değişik ve çelişkili nice haberler, hükümler bulurlardı. Evet Kur'ânda zamanların, yerlerin ve durumların değişmesine göre değişik hükümleri ve çeşitli mânâları ifade eden kırâet ve lafızlar vardır. Ve bu açıdan birbiriyle çelişkili olduğu görünen âyetler vardır. Fakat bunların hiçbiri Allah'ın birliğine ters düşen aynı olayda, aynı zamanda, aynı şartlar altında çelişkili ve dağınık bir gidişat üzerinde değil, yavaş yavaş birbirini iyice açıklamak, tefsir etmek ve çeşitli durumların gereğine göre hükmü değiştirmek, yerine başkasını koymak suretiyle açıklamak ve zaman zaman değiştirmek ve kaldırmakla beyan ederek giden ve sonsuz bir hayatın akışını ve hizmetini devam ettiren özel ve düzenli bir gelişme üzerinde yürür gider ve hakikat gülistanında açılan bütün yaratılış tecellileri ve güzellikleri gibi çokluk içinde birliği ve birlik içinde çeşitlenmeyi ifade eden mükemmel bir ahenk ve uyumlu bir değişiklik ve çeşitlilik arzeder. Ve Kur'ân ilminin en büyük önemi ve zevki de içinde fazla karışıklık bulunmayan bu çeşitli ahenk içinde sonunu tam düşünmekle müteşabih âyetleri muhkem âyetlere havale ederek Kur'ân âyetlerinden Allah'ın hükümlerini ve kâinatın olaylarından Allah'ın varlığını okuyup bulmaktır.
Mesela "Hepsi Allah tarafındandır." ifadesiyle "Sana her ne kötülük isabet ederse kendi nefsindendir." düsturları arasında açık bir çelişki ve zıtlığın bulunduğu zannedilebilir. Halbuki bunlar, birbirini tamamlayan bir açıklama olarak beraberce düşünülmek ve aradaki çelişme noktaları atılıp beraberlik yönleri düşünülmek üzere söylenmiş ve, "Bu adamlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar!" (Nisâ, 78) âyeti ile de bu nokta özellikle hatırlatılmış. Burada da ifade edilen değişik hükümlerin, bu gibi çeşitli açıklamaların hükümde çelişkiden değil, hikmet ve faydalar ve durumların gereğine uygun ve ahenkli bir hikmetten ileri geldiği özel bir şekilde anlatılmak ve münafıkların yalan dolanlarına tamamen engel olmak için fazla değişiklik olmadığı ifade edilerek buyurulmuş ve iyice düşünmeye sevk olunmuştur.
83-Yukarda diye Allah'a itaat ile, Hz. Peygamber'e itaat etmek birbirinden ayrıldığı halde burada diye ikisi birleştirilerek Peygambere itaat Allah'a itaate çevrildiği sırada hem idarecilere itaatın hükmünün Peygambere itaat etmeye bağlı ve ona eklenmiş olduğunun anlatılması, hem de müslümanların siyasi yönden eğitimlerinin yükseltilmesi için buyuruluyor ki: Bir de kendilerine emniyet veya korkuya dair tatlı veya acı bir emir, bir haber, bir şey gelince hemen onu yayarlar; doğru mu, değil mi, yahut yayılmasında bir zarar var mı yok mu, kamu yararı açısından neşredilmesi caiz mi, yoksa gizlenmesi gerekir mi, düşünmeden danışmadan yayarlar Burada gazetecilerin durumuna da temas eden bir uyarı vardır. Bunlar işittikleri bu haberi Peygambere ve kendilerinden olan idarecilere, yani o işte yetkisi ve ihtisası bulunan zatlara veya amirlere götürüp onlara başvursalar, danışsalar veya havale etseler onu içlerinden bilgi ve tecrübeleri ve iyi niyet ve basiretleri sayesinde istinbat edebilecek ve hüküm çıkarabilecek olanlar mutlaka bilirler, ne yapılacağını anlar, anlatırlardı.
İSTİNBAT: Çıkarmaktır. "Nebıt" de bir kuyu kazılırken ilk çıkan su demektir. İşte çözümü istenen bir olay, bir konu karşısında elde bulunan prensipler ve bilgileri inceleme ve etraflı bilgi edinme, araştırma ve düzeltme ve karşılaştırarak yeni bir bilgi ortaya çıkarmaya da istinbat ve istihrac denilir ki, bu bir meleke ve özel bir kudrettir. Herhangi bir işte böyle bir liyakat ve yeterlik sahibi olanlar, o işin müctehidi ve gerçek sahibi ve Allah katında yetkilileridir. Bunun için yukarıda diye Allah'a ve Peygamberine müracaat edildiği gibi, burada da Allah'ın Peygamberine ve böyle yetkili kimselere müracaat tavsiye edilerek bunlara da itaat etmenin Peygambere itaat etmeye bağlı olduğu bir daha anlatılmıştır. Bundan dolayıdır ki icmada geçerli olan görüş bu gibi yetkili zevatın görüşüdür.
Bu âyet bize özellikle şu hükümleri anlatıyor:
1- Olaylarla ilgili hükümler içinde doğrudan doğruya âyet ile bilinmeyip istinbat ile bilinecek olanlar da vardır.
2- İstinbat da bir delildir.
3- İstinbata ehil olmayan bilgisiz kimselerin olaylarda ve bilmedikleri konularda âlimlere başvurmaları ve onlara uymaları gerekir.
4- Hz. Peygamber bile istinbat ile mükelleftir. Çünkü den sonra âyeti Peygamberi de kapsadığında şüphe yoktur.
İniş sebebine gelelim: Münafıklar fırsat buldukça düzmece şeyleri ve uydurdukları kötü yalanları yayarlar. Müslümanların zayıflarından bir takım halk da müfrezelerin durumlarıyla ilgili tatlı veya acı herhangi bir haber işittikleri zaman doğruluğunu, yanlışlığını araştırmadan, ne öncesini, ne de neticesini hesaba katmadan doğrudan doğruya yaymaya kalkışırlardı. Ve bu gibi saygısızlıklardan bazı fitneler meydana gelirdi. Tefsircilerin çoğu, bu âyetin bundan dolayı indiğini açıklamışlardır ki, bu şekilde âyetin iniş sebebi, savaş ve askerî durumlarla ilgili olmuş oluyor. Diğer taraftan Sahih-i Müslim'de Hz. Ömer'den, İbnü Abbas kanalıyla rivayet edildiğine göre, Resulullah'ın, kadınlarından bir süre için uzak durduğu esnada, bir gün Hz. Ömer camide insanların, Resulullah bütün hanımlarını boşamış diye üzülerek konuştuklarını görmüş ve bu haberi aklı almadığından derhal koşup izin isteyerek peygamberin huzuruna girmiş, biraz derdini anlattıktan sonra bir fırsat bulup "kadınlarını boşadın mı?" diye sormuş, "hayır (boşamadım)" cevabını alınca çıkıp "bilesiniz ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) kadınlarını boşamadı" diye bir tellal gibi seslenmiştir. Bu âyet de bunun üzerine inmiştir ki, Hz. Ömer'in gerçeği istinbatına (ortaya çıkarmasına) işaret etmekle, onu övmeyi de kapsamaktadır. Bu rivâyete göre âyetin iniş sebebi, Nisâ sûresinin esas itibarıyla içine aldığı aile hükümleri ile bir ilgisi de vardır. Fakat terbiye ile ilgili hükmü genel olduğundan âyet daha fazla savaşla ilgili durumları ve siyasi eğitimi hedef alan bir nazım uslubuyla ifade buyurulmuştur. Çünkü bunlarda boş boğazlık daha çok yapılır ve daha fazla zararlıdır.
Ey Müslümanlar! Eğer Allah'ın bu fazileti ve rahmeti sizin üzerinizde olmasaydı, yani böyle peygamber ve istinbata gücü yeten ilim ehli yetki sahipleri ile doğru yola irşad ve hidâyeti olmasa muhakkak ki siz çoğunlukla şeytana, şeytan gibi münafıklara uyardınız, sürüklenirdiniz, uymadığınız konular veya uymayan adamlar pek az olurdu. Çünkü az çok aklı olan herhangi bir kimse her konuda şeytana aldanmaz. Kitabın sırlarını bilen ve hüküm çıkarmaya gücü yeten yetkililer, çok geniş bilgi sahibi olan âlimlerden olan zatlar da hak ve hayırlı işleri Allah'ın kuvvetiyle birbirinden ayırmaya güçleri yettiğinden bunların da şeytana aldanması pek az olur. Halbuki halk, çoğunlukla aldanır. Bununla birlikte ilim ehlinin aldanmaması da yine Allah'ın fazilet ve rahmeti sayesindedir. Bunun için diğer bir âyette: "Eğer üzerinizde Allah'ın lutfu ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbiri ebediyyen temize çıkmazd" (Nur, 24/21) buyurulmuştur. Bundan dolayı bu iki âyet arasındaki lutuf ve merhametin farkı unutulmamalıdır. Birisi mutlak, birisi kayıtlıdır.
84-Durum böyle olunca yani savaş yazılmış, mazlumlar (zulme uğrayanlar) inler, acı büyük, dünya malı az, ölüm nasıl olsa takdir edilmiş, hazırlıklı olmak ve itaat etmek lazım olduğu halde münafıklar itaat etmez, hile ve dolandırmaya çalışır, birtakımları da ağır davranır savaştan kaçınırsa Ey Muhammed! Bizzat sen Allah yolunda savaş. Sen ancak kendi nefsinle mükellefsin, kendi yaptıklarından sorumlusun. O halde yalnız da kalsan bu vazifeni yap. Müminleri de savaşa teşvik et ve istekli kıl ki Allah'ın kâfirlerin zarar ve kuvvetini önlemesi kuvvetle umulmaktadır. Yani vaad edilmiştir. Bu âyet, Küçük Bedir savaşı hakkında inmiştir. Âl-i İmran sûresinde . "Onlara bazı kimseler, insanlar, size karşı bir araya geldiler, demişlerdi" (Âl-i İmran, 3/173) âyetinde açıklandığı üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) Uhud savaşından sonra Ebu Süfyan'a karşı bir sene sonra zilkade ayında Küçük Bedir pazarına katılacağına dair sözleşmiş ve söz vermişti. Zamanı gelince insanları davet etti, fakat onlardan bir takımı çekindi. Bunun üzerine bu âyet indi ve Hz. Peygamber: "Ben yalnız kalsam yine giderim" buyurdu Ve yetmiş atlı arasında hareket etti. Allah Teâlâ da kâfirlerin kalbine bir korku koydu ve onları (Bedir'e gelmekten) caydırdı. Onlar, Merri Zahran'dan döndüler. Hz. Peygamber de beraberindeki (ashabı) ile birlikte Bedir'de sekiz gün kaldılar ve ticaret yaptılar. Bu şekilde Allah'ın, "Kafirlerin şiddet ve kuvvetini önleme" vaadi de Kureyş kâfirlerinin aleyhine gerçekleşti. Bunun genel bir şekilde gerçekleşmesi de Hz. İsa'nın gökten inmesi meselesi olacağı söylenmiştir. Hz. Peygamber bu "Küçük Bedir" olayında bu emre uygun olarak tek başına gitmeye kalkıştığı gibi, buna uyarak Hz. Ebu Bekir Sıddık da Peygamberin vefatı üzerine zekatı vermekten kaçınan mürtedlere karşı böyle yapmış ve Hz. Peygamberin halifesi olmayı hak ettiğini bununla da ispat etmiş ve başarılı olmuştu.
Evet, kâfirlerde şiddet ve kuvvet bulunabilir ve fakat Allah kuvvet ve kudretçe onlardan hem pek çok yüksek, hem de cezası ve azabı onlarınkinden çok şiddetlidir. Bundan dolayı kâfirlerin kuvvetinden korkup da Allah'a isyan etmemeli, Allah'ın kudret ve azabından korkup da Allah'a itaat etmeli ve kâfirlere karşı gelmelidir. Bunun için ey Muhammed! Sen kendin Allah yolunda savaş ve müminleri teşvik et. Çünkü bu bir şefaat demektir.
85-Halbuki kim güzel bir şefaat yaparsa, yani Allah rızası için bir yararlı işe aracılık ederse ve yol gösterirse onun o şefaatten (aracılıktan) bir payı, güzel bir sevabı olur. Yararlı ve güzel bir işte yol gösteren onu yapan gibidir. Ve kim de İslâm'a aykırı kötü bir şefaat (aracılık) yaparsa onun da ondan aynı oranda kötü bir payı vardır. Allah'ın da her şeye gücü yeter. Ve her şeyi layıkıyle gözetir, İyiyi iyiliğinden, kötüyü kötülüğünden derecesine göre hisse sahibi kılar.
Savaş ve teşvik emirlerinden sonra ve ceza bölümünden sonra bu şefaat âyetinin gelmesi ne kadar beliğdir (fasih ve edebidir). Bundan dolayı kötülüğe aracılık etmekten sakınmak gerektiği gibi her çeşit güzel aracılıklar da yapılmalı ve kabul edilmelidir.
Moderatör tarafında düzenlendi: