NİSA SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Nisâ Sûresi Hakkında
Nisâ sûresi Medine’de nâzil olmuştur, 176 âyettir. İsmini, birinci âyette geçen ve “kadınlar” mânasına gelen اَلنِّسَاءُ (Nisâ) kelimesinden alır. Ayrıca bu kelime sûre boyunca sıkça tekrar edilmektedir. Mushaf tertîbine göre 4, nüzûl sırasına göre 98. sûredir. Kur’ân-ı Kerîm’in 114 sûresi içinde اَلرِّجَالُ (ricâl) yani “Erkekler” ismini taşıyan bir sûre olmayıp, “Nisâ” ismiyle anılan bir sûrenin olması ve sûrede daha çok kadınlarla alakalı konuların ele alınması, İslâm’ın kadına verdiği değer açısından dikkat çekicidir. Daha önce hep ikinci planda tutulmuş ve hakları yenmiş kadınları onurlandırmanın ve onları İslâm toplumu içinde layık oldukları yere oturtmanın açık bir işaretidir.
Nisâ Sûresi Konusu
Sûrede öncelikle toplumun temeli olan ailenin istikrarı için gereken tavsiye ve direktifler verilir. Bu açıdan bilhassa nikah ve mirasla alakalı hükümler açıklanır. Kadından ve kadınların toplum içindeki yerinden bahsedilir. Kadınlarla erkeklerin aynı asıldan geldiklerine vurgu yapılarak, akrabalık haklarına riayet emredilir. Emanetin ehline verilmesinin ve adâletin lüzumu hatırlatılır. Ayrıca vakit namazı, korku namazı, namaz için gerekli taharet ve teyemmüm gibi konulara temas edilerek insanların sağlam ve sıhhatli bir kulluk şuuru oluşturmalarında önemli hususlara yer verilir. Mü’minler kendilerini savunmaya teşvik edilir. Bununla birlikte onlara İslâm’ı tebliğ etmenin ehemmiyeti de öğretilir. Hicretin hükmü açıklanır. Mü’minlerle “münafıklar, yahudiler ve müşrikler” arasındaki münâsebetlere ait hükümler getirilir. Yahudilerin bazı yanlış inanç, tutum ve davranışları tenkit ve tashih edilir. Her şeyin ötesinde en çok müslüman fert ve toplumu kuvvetlendirme ve sağlam bir birlik oluşturma gayesiyle, müslüman şahsiyetinin ve ahlâkî karakterinin mükemmel, yüksek ve güçlü olması yönünde telkinler yapılır.
İbn Abbas (r.a.) şöyle der:
Nisâ suresinde bulunan sekiz âyet, bu ümmet için güneşin üzerine doğduğu ve battığı şeylerin hepsinden hayırlıdır:
“Allah, haramları ve helâlleri size apaçık bildirerek yolunuzu aydınlatmak istiyor …” (Nisâ 4/26)
“Allah sizi günahlardan, yanlış yollara gitmekten koruyup affına ve rahmetine yöneltmek diliyor.…” (Nisâ 4/27)
“Allah sizin yükünüzü hafifletip dinî hayatı yaşanılır kılmak istiyor. …” (Nisâ 4/28)
“Siz eğer yasaklanan büyük günahlardan sakınırsanız, biz sizin küçük günahlarınızı örteriz…” (Nisâ 4/31)
“Allah zerre kadar bile olsa kimseye zulmetmez.” (Nisâ 4/40)
“Allah, kendisine şirk koşulmasını kesinlikle bağışlamaz. Bunun altındaki günahları ise dilediği kimse için affeder…” (Nisâ 4/48)
“Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur.” (Nisâ 4/110)
“Eğer siz şükredip inanırsanız Allah size ne diye azap etsin.” (Nisâ 4/147) (İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, I, 448)
Nisâ sûresi, içerisinde hukukî ve ahlâkî hükümlerin en çok bulunduğu sûrelerden birisidir. Kulların bütün bu ağır hükümlerin üstesinden gelebilmeleri için sûreye takvâdan ve Allah’ın her şeyi görüp bildiğinden söz edilerek başlanmaktadır.
Nisâ Sûresi Nuzül
Mushaftaki sıralamada dördüncü, iniş sırasına göre doksan ikinci sûredir. Mümtehine sûresinden sonra, Zil âl’den önce inmiştir. Bakara, Enfâl, Âl-i İmrân, Ahzâb ve Mümtehine sûreleri Medine’de Nisâ’dan önce nâzil olmuştur. Sûrenin, hicretten sonra 5 veya 6. yılda, Müreysî Gazvesi’nde dinî hükümler ve uygulamalar arasına girdiği bilinen teyemmüm âyetini ihtiva etmesi ağırlıklı olarak bu yıllarda indiğini düşündürmektedir. Buhârî’de yer alan (“Ferâiz”, 14) Nisâ sûresinin 176. âyetinin Kur’an’ın son âyeti olduğu yönündeki rivayet dikkate alındığında, başka bazı sûreler gibi bunun da nüzûlünün geniş bir sürede tamamlandığı söylenebilir. Sûrenin hicret günlerinde veya Mekke’de nâzil olduğunu ifade eden rivayetler zayıf bulunmuştur. “Ey insanlar!” hitabıyla başlayan sûrelerin Mekke’de vahyedildiği yönündeki kabulden hareketle ileri sürülen son iddiaya şöyle karşı çıkılmıştır: Medine’de geldiği bilinen birçok âyette benzer hitaplar bulunmaktadır ve Medine’de “ey insanlar!” denildiğinde bununla yalnızca Medineliler kastedilmez; dolayısıyla bu hitap Mekke’de inişin işareti değildir (İbn Âşûr, IV, 212).
NİSA SURESİNİN TEFSİRİ
Bismillahirrahmanirrahim
1. Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden, bu ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının. İsmi hürmetine birbirinizden dilekte bulunduğunuz o Allah’a saygısızlık etmekten ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakının. Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir.
Sûre, “Ey insanlar!” hitabıyla başlar. Bu hitap, sûrede açıklanan buyrukların, benimsenip yaşanması istenen aile ve toplum nizamının, emir ve yasakların tüm insanlık ailesini ilgilendirdiğini gösterir. Zira bütün insanlık aynı Rabbin kulları ve aynı ana babanın çocuklarıdır. O halde, insanlar arasındaki her türlü münâsebet insâniyet ve kardeşlik çerçevesinde ele alınmalı; bütün hukukî meselelerin temelinde bu prensip esas olmalıdır. İnsanlarla Rableri arasındaki münâsebet ise daima tek Allah’a layık “kulluk” ilişkisi üzerine kurulmalıdır.
Verilen ilk emir, Allah’a karşı takvâ sahibi olmaktır. Allah’a karşı takvâ, özetle O’nun tüm yasaklarından titizlikle kaçınıp, derece derece her türlü emirlerini gücümüz oranında yerine getirmektir. Takvâ, sadece ıssız bir ormanda karşılaşılan vahşi bir canlıdan korkmak gibi bir korku değil, duygusal yönüyle birlikte amel ve davranış yönü de son derece güçlü olan bir durumdur. İşte bir tek insandan milyarlarca insanı varlık sahasına çıkaran Yüce Yaratıcı’nın sonsuz kudreti üzerinde etraflıca düşünmeli ve O’nun bütün insanları öldükten sonra diriltip hesaba çekeceği unutulmamalı, dünyada da bu inanç ve anlayışa uygun bir hayat sürmelidir.
Âyette geçen نَفْسٌ وَاحِدَةٌ (nefsin vâhidetin) “bir tek nefis” ibaresiyle Âdem, زَوْجَهَا (zevcehâ) “onun eşi” ibaresiyle de Havva kastedilir. Allah Teâlâ, Âdem’i doğrudan doğruya topraktan yaratıp ona ruhundan üflemiş, Havva’yı ise Âdem’i vasıta kılarak yaratmıştır. Bu husus, rivayetlerde Havva’nın, Âdem’in bir kaburga kemiğinden yaratıldığı şeklinde ifade edilir. (bk. Buhârî, Nikah 79-80; Müslim, Radâ‘ 65) Bunlardan anlaşılan, kadın da erkekle aynı özden yaratılmış olmakla beraber, bir anlamda kadının varlığının erkeğin varlığına tâbi olduğu, bir mânada kadının erkeğin ruhundan koptuğudur. Ancak erkeğin kendine has fizikî ve rûhî özellikleri, kadının da kendine has fizikî ve rûhî özellikleri vardır. Her birini tabii özelliklerine göre kabullenmek ve o istikâmette değerlendirmek gerekir. Buna göre eğer hadîs-i şerifte kadın kaburga kemiğine benzetilmişse (bk. Buhârî, Nikah 79-80), bu kadının hâlet-i rûhiyesini, gönül yapısını izah eden muşahhas bir misaldir. Kaburga kemiği ancak kavisli olduğunda uygun, sağlam ve maksada elverişlidir. O zaman vazifesini yerine getirir. Düz olsaydı akciğerin şekline uymaz ve onu koruyamazdı. O halde kadınları erkeklere benzetmeye çalışmak, tabii özelliklerini yok etmeye kalkışmak, kavisli yaratılmış kaburga kemiğini düz hale getirmeye uğraşmak gibidir. Bu teşebbüs onun aslî hüviyetinin bozulmasına yol açacaktır.
Ancak konuyla ilgili âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerden, erkek ve kadın arasında yaratılışlarının başlangıcı ve sahip oldukları öz ile ruh itibariyle çok derinlere inen bir irtibat bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu yüzdendir ki, erkeğin kadına duyduğu iştiyak, bir şeyin kendi nefsine, kendi cüzüne duyduğu sevgiyle; kadının erkeğe hissettiği iştiyakı da bir şeyin kendi vatanına, kendi aslına duyduğu sevgiyle açıklanabilir.
Verilen ikinci emir, akraba hukukunu gözetmek ve akrabalık bağlarını koparmaktan sakınmaktır. Allah Teâlâ, kendine itaatin hemen peşinden bunu emreder ki bu, sıla-i rahimin önemine dikkat çeker. اَلْاَرْحَامُ (erhâm), “rahim” kelimesinin çoğuludur. Rahim ise annenin döl yatağıdır. Bundan hareketle akrabalığa da bu isim verilir. “Sıla-i rahim”, akrabayı ziyâret; “kat-i rahim” ise akraba ile alakayı kesmektir. Rahim kelimesinin muhabbet, merhamet, şefkat ve rikkat mânaları vardır. Burada “erhâm” hakkına riâyet emredilmekle, kadınlara karşı şefkatli davranılması, âile hukukuna riâyet edilip aralarında akrabalık bağı bulunan insanların birbirine karşı şefkat ve muhabbetle davranmaları, akraba ile irtibatı kesmemeleri emredilir.
Âyetin “Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir” (Nisâ 4/1) cümlesiyle Cenâb-ı Hak, bütün insanların her hallerine vâkıf olduğunu bildirir. Dolayısıyla her yaptığımız iş ve harekette, dile getirdiğimiz her sözde, gönlümüzden geçirdiğimiz her düşüncede Allah’ın varlığını hissetmemiz, O’nun bizi görüp gözetlediğinin farkında bulunmamız gerekir. Eğer kul bu ve benzeri âyetleri kendi varlığında gerçekleştirebilirse, tasavvufta “murâkabe’ denilen makama erişir. Bu makam, sahibine ilim ve hal olmak üzere iki meyve veren şerefli bir makamdır. İlim tarafı; Allah’ın kendisinden tam mânasıyla haberdar olduğunu, bütün amellerinde kendisini gördüğünü, her sözünü işittiğini, gönlünden geçen her şeyin farkında olduğunu kulun bilmesidir. Hal tarafı ise, kalbin bu bilginin gereğini yerine getirmesidir. Bu da ancak bu bilginin kalbi bütünüyle kaplaması ve kalbin bundan asla gâfil kalmaması yoluyla olur. Bu hal olmadan yalnız bilgi yeterli değildir. Şayet kişide sözünü ettiğimiz ilim ve hal hâsıl olursa, bunun semeresi “ashâb-ı yemîn”e göre o kişinin Allah’tan hayâ etmesidir. Bunun zorunlu neticesi de günahlardan uzaklaşmak ve ibâdetlere kendini vermektir. “Mukarrebûn” grubundan olanlara göre semeresi ise “müşâhede”dir. Bu da Celâl ve İkrâm Sahibi olan Allah’ı tâzim ve yüceltmeyi gerektirir. Bu her iki semereye işaret etmek üzere Resûl-i Ekrem Efendimiz “ihsan”ın tarifinde: “Allah’a, O’nu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Sen her ne kadar O’nu görmüyorsan da, O seni görüyor” (Buhârî, İman 37) buyurur.
Üçüncü emir, yetimlerin haklarını korumakla ilgili geliyor:
Ashâb-ı yemîn: Mahşer günü amel defterlerini sağ tarafından alan mutlu ve bahtiyar insanlar.
Mukarrabûn: Cennette Allah’a en yakın kullar.
2. Yetimlere mallarını verin. Helâli haram olanla değiştirmeyin; onların mallarını kendi malınıza katarak yemeyin. Çünkü böyle yapmanız, gerçekten çok büyük bir günahtır.
اَلْيَتَامٰٓى (yetâmâ), “yetîm” kelimesinin çoğuludur. Babasını kaybetmiş, fakat henüz buluğ çağına ermemiş çocuklara “yetim” denir. Kocası ölmüş kadın içinde “yetîme” vasfı kullanılır. Bu sûrenin çeşitli âyetlerinde yetimlerin haklarına riâyet hususunda ehemmiyetle durulur. Bunlar sırası geldikçe izah edilecektir. Rahmet Peygamberi (s.a.s.) de değişik vesilelerle yetîmlerin himâyesine ve haklarının korunmasına dikkat çeker. Bu bakımdan şu hadîs-i şerifler çok mânidârdır:
“Müslümanlar içinde en hayırlı ev; içinde yetîme iyi muamele edilen evdir. müslümanlar içinde en kötü ev de yetîme kötü muamele edilen evdir.” (İbn Mâce, Edeb 6)
“Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlaka cennete koyar.” (Tirmizî, Birr 14/1917)
“Bir kimse sırf Allah rızâsı için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap yazılır...” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 250).
Efendimiz (s.a.s.): “Kendi yetîmini veya başkasına âit bir yetîmi himâye eden kimseyle ben, cennette şöyle yan yana bulunacağız” buyurmuş ve işaret parmağıyla orta parmağını göstermiştir. (Buhârî, Edeb 24; Müslim, Zühd 42)
Kalbinin katılığından şikâyet eden bir sahâbîye Allah Resûlü (s.a.s.) şu tavsiyede bulunur:
“Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan fakiri doyur, yetimin başını okşa!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 263, 387
Âlemlere Rahmet Efendimiz’in yetimlere nasıl şefkatli bir baba olduğunu göstermesi açısından şu hâdise çok ibretlidir:
Mûte şehitlerinden Câfer (r.a.)’ın hanımı Esmâ bint-i Umeys şöyle anlatıyor:
“Câfer ve arkadaşları şehîd oldukları zaman, Resûlullah (s.a.s.) yanımıza geldi. O gün kırk deri tabaklamıştım. Ekmeklik hamurumu yoğurduktan sonra çocuklarımın yüzlerini yıkamış, başlarını tarayıp yağlamıştım. Allah Resûlü bana:
«–Ey Esmâ! Câfer’in çocukları nerede?» buyurdu. Onları bağrına bastı, öptü ve kokladı. Bu esnâda gözlerinden yaşlar akmaya başladı:
«–Yâ Resûlallah! Anam-babam sana fedâ olsun! Niçin ağlıyorsun? Niçin yavrularıma, yetimlere yaptığın gibi muamele ediyorsun? Yoksa Câfer ve arkadaşlarından acı bir haber mi geldi?» dedim. Resûlullah (s.a.s):
«–Evet! Onlar bugün şehîd oldular!» buyurdu.
«–Vâh efendim! Vâh Câferim!» diyerek feryâd etmeye başladım.
Varlık Nûru kalkıp kızı Fâtıma’nın yanına gitti:
«–Câfer âilesi için yemek yapın! Onlar bugün başlarına gelen acıyla meşguller.» buyurdu.”
Câfer (r.a.)’ın âilesine üç gün yemek götürüldü. Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi, Câfer’in evine üç gün uğramadı. Sonra yanlarına varıp:
“–Kardeşime ağlamayın artık! Bugünden sonra kardeşimin evlâtlarına bakmak bana âittir!” buyurdu.
Hz. Câfer’in oğlu Abdullah (r.a.) der ki:
“Allah Resûlü, bizi kuş yavrusu gibi evine getirtti ve:
«–Bana bir berber çağırın!» buyurdu. Berber gelip başımızı tıraş etti. Resûlullah (s.a.s.) ellerini kaldırdı ve:
«Allahım! Câfer’in ev halkını devamlı hayırlarla ve hayırlı insanlarla karşılaştır! Abdullâh’ın elini, alışverişte bereketli kıl!» diyerek dua etti ve bunu üç kere tekrarladı. Annemiz gelince bunu ona anlattım, çok sevindi. Resûl-i Ekrem Efendimiz kendisine:
«–Sen bu çocukların geçim ve bakımları hakkında hiç endişelenme! Dünyada ve âhirette onların velîsi benim!» buyurdu.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 204-205; Ebû Dâvûd, Tereccül, 13/4192; İbn Hişâm, es-Sîre, III, 436; Vâkıdî, el-Meğâzî, II, 766; İbn Sa‘d, et-Tabakât, IV, 37)
Yüce Rabbimiz, yetimlerin, yaşları küçük olduğu sürece mallarını sadece kendileri için harcamayı ve gerekli yaşa geldiklerinde mallarına en güzel yolla kendilerine teslim etmeyi emreder. Onların korunup kollanmasını, haklarının zâyi edilmemesini ister. Yetimlerin şahsî ve mâlî menfaatlerini koruyup kollayan kişiler “velî” olarak bilinir. Kur’ân-ı Kerîm, yetîmlere karşı mesuliyetlerini yerine getirmediği gibi yetîmin malını gasp eden, emanete hıyanet eden velileri bu tür hal ve hareketlerden men etmektedir. Buna göre:
Öncelikle kendi başına malvarlığını idare edebilecek olgunluğa ulaşamamış yetimlerin malvarlığını idare edenler bu malları haksız olarak yememelidirler.
İkincisi; vakti geldiğinde haklarını yetimlere vermelidirler.
Üçüncüsü; haram ve pis olanla helâl ve temiz olanı birbirine karıştırmamalıdırlar. Bu ifadeyle ilgili de şu izahlar yapılabilir
› Ey velîler veya vasîler! Elinizde bulunan yetimin temiz, hoş bir malını kendi değersiz kötü bir malınızla değişmeye kalkışmayın.
› Yetim malı size haram ve kirlidir. Kendi malınız ise helâl ve hoştur. Bundan dolayı kendi helâl olan malınızla, yetimin haram olan malından bir değiştirme, bir alışveriş yapmaya kalkmayın. Yetimin mallarını olduğu gibi koruyun. Korunması için satılması gerekli olanları bile değerlerine satın ki töhmet altında kalmayasınız.
› Kendi mallarınıza güzel güzel bakıp da yetimin malını kötü bir durumda bırakmayın, ona kendi malınıza bakar gibi ve hatta ondan daha fazla bir özenle bakın.
› Yetimin malına saldırarak almayınız ki, elinizde güzel mallarınızın ona karşılık yok olmasına sebep olup da felakete düşmeyin.
› Nihâyet kendi helâl rızkınızı beklemeyerek sabırsızlanıp yetimin malını haram olarak yemek için pis boğazlığa kalkışmayın.
Çünkü böyle yaptığınız takdirde, çok büyük bir günah kazanmış olursunuz.
Yetim kızlarla evlenme ve birden çok evlilik yapma konusuna gelince:
3. Yetim kızlarla evlenip de, adâletli davranamayacağınızdan korkarsanız, o zaman onları değil, size helâl olup hoşunuza giden kadınlardan birini, hatta bunlardan iki, üç veya dördünü birden nikâhlayabilirsiniz. Şâyet bunlar arasında da adâleti sağlayamayacağınızdan endişe ederseniz, o zaman sadece bir kadınla evlenin veya sahip olduğunuz câriyelerle yetinin. Böyle davranmanız, zulme ve haksızlığa meyletmemeniz için en uygun yoldur.
Yetimlerin haklarını gözetip koruyan veli, onların evliliğiyle ilgili hususlarda, eğer meşrû bir mazeret yoksa kendisi damat adayı olabilir. O, ister kendisi isterse başkası olsun, evlilikle ilgili şartlar hususunda da doğrudan söz sahibidir. Bir velî, velâyeti altındaki yetîm kızla bizzat evlenmek isterse, yetîm kızın başka bir koruyucusu olmadığı için, bütün tasarruf yetkisi o veliye ait olmaktadır. Bu noktada da hakkın kötüye kullanılması ve yetim hakkının zâyi olması ihtimali yüksektir. Nitekim bu âyetler geldiği sırada ve ondan önce bazı kişiler, velâyetleri altındaki yetîm kızları, sevmedikleri halde yalnızca mallarına rağbet ettikleri için nikahlarına alırlar, bu kızlara iyi davranmazlar, miraslarını yemek için ölmelerini isterlerdi. Bu âyetle böyle davranmaları yasaklanmıştır.
Hz. Aişe, bu âyetin iniş sebebiyle ilgili olarak şöyle der:
“Bir erkeğin yanında bir yetîm kız bulunur ve bu erkek onun hem velîsi hem vârisi olur. Yetîmin malı vardır ve o erkekten başka da ne onu müdafaa edebilecek ne de nikahlanmasına vesile olabilecek başka kimse vardır. Yetîm kızın tek velîsi olan bu erkek onun malına tamah ederek, malına kimsenin ortak olmaması için kızı evlendirmez, ona iyi davranmaz, zorbalık yapar.” (bk. Buhârî, Tefsir 4/1) İşte bu âyet-i kerîme velâyet altındaki yetim kızlar dışında dünyada evlenilebilecek birçok kadın bulunduğuna işaret etmekte ve hakkın kötüye kullanılması ihtimaline karşı, velayet altındaki yetim kızlar yerine başka kadınlarla evlilik tavsiyesinde bulunmakta, yetim kızlara eziyet edilmemesini ferman buyurmaktadır.
Bu âyet-i kerîme inince insanlar Peygamberimiz (s.a.s.)’e fetva sordular. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
“Kadınlar hakkındaki dinî hükümleri açıklamanı istiyorlar. De ki: «Allah, onlar hakkındaki hükmünü açıklıyor: Kitap’ta size okunan âyetler; kendilerine verilmesi gereken miras, mehir gibi şeyleri vermediğiniz, üstelik güzel ve zenginse nikahlamak istediğiniz, miraslarını kaybetmemek için başkalarıyla nikahlamak istemediğiniz yetim kızlar, çaresiz kalmış çocuklar hakkında ve yetimlere karşı adâleti yerine getirmeniz hususunda gerekli hükmü vermektedir. İyilik olarak her ne yaparsanız, mutlaka Allah onu bilmektedir.»” (Nisâ 4/127)
Hz. Âişe, bu âyete dayanarak, sırf malı için yetim kızlarla evlenmenin haram kılındığını söylemektedir. (bk. Buhârî, Tefsir 4/1)
Âyet-i kerîme yetimler hakkında adâlet yapamamaktan korkulması halinde, harama düşülmemesi için diğer kadınlarla evlenilmesini tavsiye etmektedir. Çok evlilik meselesine ise, doğrudan yetimlerle ilgili hükümleri bildirmeyi hedefleyen, evlilik yoluyla da olsa yetimlerin mallarını yemeyi yasaklayan bir ibarenin içerisinde, dolaylı olarak temas etmektedir. Âyet-i kerîmeden anlaşılan şudur: Genellikle insan fıtratına ve aile huzuruna uygun olan tek kadınla evlenmektir. Bilhassa eşler arasında meşrû ve makul çerçevede adâleti sağlayamama endişesi durumunda tek kadınla evlenilmesi gerekir. Böyle bir durumda birden çok evlilik, bile bile zulüm ve haksızlığa sebep olacağı için kesinlikle yasaktır. Ancak âyet-i kerîme açık bir şekilde birden fazla iki, üç ve dört kadınla aynı anda evliliğe izin vermektedir. İnsan ve toplum hayatında buna ihtiyacın olduğu bilinmektedir. Bilhassa erkek nüfusun azaldığı içtimâî kargaşa ve savaş dönemlerinde bu izin cemiyet planında çok büyük bir ehemmiyet kazanır. Ferdî ihtiyaçları dikkate aldığımızda da, her şart altında tek kadınla evlilik mecbur tutulduğu takdirde eşlerin ayrılmasını gerektirecek olan hastalık, kısırlık ve benzeri bazı hususi durumların, çok evlilik izni sayesinde ayrılık olmaksızın çözümlenebildiği görülmektedir.
Günümüzde tek kadınla evlilik sanki tarih boyunca uygulanan ve öbür türlüsü düşünülemeyecek tek normal yolmuş gibi takdim edilmekle birlikte, aslında en başından beri çok evlilik insanlık tarihinin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Çok eşliliği kabul etmeyen günümüz Batı toplumlarında birden fazla kadınla kanun dışı kurulan beraberlikler çok yaygındır. Kaldı ki, yapılan araştırmalara göre, çok evliliğin serbest olduğu Osmanlı devletinde yüzyıllar boyunca ve büyük bir coğrafyada, birden fazla eşi olan erkek sayısı, tek eşlilere göre çok az bir nispette kalmıştır. Dolayısıyla âyet tek evliliği asıl olarak kabul etmekle birlikte, fıtrata uygun biçimde, gerekli durumlar için çok evlilik kapısını da açık bırakmaktadır. Ancak bu iznin, eşleri arasında adâleti sağlayabilecek durumda olan erkekler için söz konusu olduğu da unutulmamalıdır. Ancak söz konusu adâlet, mutlak adâlet değil, meşrû, marûf ve makûl şartlar içinde sağlanacak adâlettir. Nitekim bu sûrenin 129. âyetinde aynı konuya temasla şöyle buyrulur:
“Ne kadar isteseniz de eşleriniz arasında adâleti sağlamaya güç yetiremezsiniz. Hiç olmasa birine büsbütün meyledip, diğerini ne kocalı ne de kocasız bir halde askıda bırakmayın. Eğer yanlış davranışlarınızı düzeltir ve birbirinize haksızlık etmekten sakınırsanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve engin merhamet sahibidir.”
Âyetin “ikişer, üçer, dörder” şeklindeki ifade tarzı, aynı anda nikah altında bulundurulabilecek hanım sayısını tayin eder. Buna göre bir erkek aynı anda en fazla dört hanımı nikâhı altında bulundurabilir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.), müslüman olduğu zaman on hanımı bulunan Sakifli Gaylan b. Ümeyye’ye: “Sen bunlardan dört tanesini seç, diğerlerinden ayrıl!” buyurmuştur. (Muvatta, Talâk 76; Tirmizî, Nikâh 33)
Şimdi de evlilikte mehir konusunu hükme bağlamak üzere buyruluyor ki:
4. Evlendiğiniz kadınlara mehirlerini gönül hoşluğuyla verin. Eğer mehrin bir kısmını kendi arzularıyla size bağışlarlarsa, onu da gönül rahatlığı içinde afiyetle yiyin.
“Mehir”; evlenme akdinde erkeğin kadına verdiği veya borçlandığı mal ve meblağı ifade eder. Mehir erkeğin kadına karşı gösterdiği rağbetin ve sevginin bir sembolüdür, kocanın eşine verdiği bir nevi hediyedir. Mehir kadın için bir çeşit maddî güvenlik anlamı da taşır. Evlilikte peşin olarak ödenmeyen mehir, boşanma durumunda mutlaka ödenmelidir. İslâm’da mehir dışında başlık parası gibi bir uygulama yoktur. Âyet-i kerîme mehrin ödenmesini bir hukukî vazife olarak ortaya koymakta; mehrin kadına Allah tarafından bir farz olduğu bilinerek, gönül rızâsıyla verilmesi gerektiğini söylemektedir. Eğer kadın kendi rızâsıyla mehrini kocasına bağışlamak isterse bu câizdir. Fakat bu hususta gönül rızâsı esastır, kocası eşine baskı yapamaz.
Hem kendi mallarıyla hem de yetimlerin mallarıyla ilgili yapılması gerekenlere gelince:
5. Allah’ın, hayatınızın dayanağı kıldığı, koruyasınız diye sizin idâre ve emânetinize verdiği gerek mülkünüz, gerekse yetimlerin mallarını bir takım aklı ermez, nereye ve nasıl harcanacağını bilmez israfçı kişilere vermeyin. Bunun yerine o mallarla böylelerinin yeme-içme ihtiyaçlarını sağlayın, giyeceklerini temin edin. Kaba ve kırıcı olmaktan sakınıp onlara güzel ve yerinde sözler söyleyin.
İslâmın korunmasına önem verdiği esaslardan birisi de malvarlığıdır. Zira dünya hayatımızı idâme ettirmeye vesile olması bakımından malın kıymeti büyüktür. Bu sebeple Yüce Rabbimiz hesapsız, ölçüsüz bir şekilde malvarlığının telef edilmesine cevaz vermeyip, isrâfı ve savurganlığı yasaklar. (bk. A‘râf 7/31; İsrâ 17/26-27) Kime ait olursa olsun hususi malvarlıkları aynı zamanda “millî servet” mefhumu içerisinde kabul edildiği için, herhangi bir özel mülkiyette bütün toplumun hakkı bulunduğu unutulmamalıdır. Âyette geçen السفيه (sefih) kelimesi, malını akla uygun bir şekilde değerlendirme ve harcama kabiliyetinden mahrum, kâr-zararı ayıramayan, reşit olmayan, aklı ermeyen kişi anlamına gelir. Böyle kimselerin malvarlığını idare etmek için bir “vâsî” tâyin edilir. Normal durumlarda çocukların velileri aynı zamanda onların vasîleridir.
Ey veliler, sorumlular:
6. Velîsi bulunduğunuz yetimleri evlilik çağına varıncaya kadar gözetip deneyin. Eğer onların akılca olgunlaşıp kâr-zararı ayırt edebilecek bir duruma ulaştıklarına kanaat getirirseniz, o takdirde mallarını kendilerine hemen devredin. Büyüyecekler de mallarını elimizden alacaklar diye o malları israf ile ve tez elden yiyip tüketmeyin. Zengin olan velî, yetim malına tenezzül etmesin; muhtaç olan da ihtiyaç ve emeğine uygun olarak meşrû ölçüde bir şey yesin. Mallarını kendilerine teslim ettiğinizde de yanlarında şâhit bulundurun. Hesap sorucu olarak Allah yeter.
Yetimler evlenme çağına gelip mallarını akıllıca kullanabilme kabiliyetini de elde etmişlerse, veli ve vasîler onlara mallarını teslim etmelidirler. Yetimler, mallarına sahip çıkacakları çağa gelmeden önce bu malların İsrâfla heba edilmesi yasaktır. Kendi mallarını idare edemeyen yetimlerin malları üzerinde tasarrufta bulunan veli ve vasîler, şayet ihtiyaçları varsa, yaptıkları hizmet karşılığında örfe ve kanuna uygun bir pay alabilirler. Bunda bir sakınca yoktur. Çünkü onların bakımı, korunması için belli bir emek sarf etmektedirler. İhtiyacı olmayanların ise böyle bir pay almaya tenezzül etmemeleri, bu işi ücretsiz ve sırf Allah rızâsı için yapmaları Allah’ın rızâsına uygun daha faziletli bir davranıştır.
Kur’an-ı Kerim mirasla ilgili, özellikle kadınların haklarını ön plana çıkaran şu hukukî düzenlemeleri yapmaktadır:
7. Ana babanın ve akrabanın vefat edip geride bıraktığı mallarda erkek mirasçıların bir payı olduğu gibi; ana babanın ve akrabanın vefat edip geride bıraktığı mallarda kadın mirasçıların da bir payı vardır. Bunlar, gerek az olsun gerek çok olsun, Allah tarafından takdir edilmiş ve mirasçıya verilmesi gereken paylardır.
Bu âyet-i kerîme mirasın taksimatıyla alakalı beş esas ihtiva eder:
› Hem erkeklerin hem de kadınların mirasta bir hakları vardır.
› Az olsun çok olsun miras bütün vârisler arasında paylaşılmalıdır. O kadar ki, eğer ölen kişi bir miktar kumaş bırakmış olsa bile gerekiyorsa mesela on parçaya ayrılmalıdır. Bununla birlikte eğer bir varis isterse diğerinin rızâsını alarak onların paylarını satın alır ve tüm mirasa sahip olabilir.
› Bu kaide taşınabilir ve taşınamaz, zirâî veya sınâî her tür mal için geçerlidir.
› Ölen kişi arkasında mal bıraktığı takdirde miras söz konusu olur.
› Yakın akrabalar hayatta iken uzak akrabalara miras düşmez.
Burada az veya çok miras malından hem erkeklerin, hem de kadınların pay sahibi olduğu bildirilmek suretiyle, İslâm öncesinde kadınlara mirastan pay vermemek şeklindeki âdet kaldırılmıştır. Rivayete göre Ensar’dan Evs b. Sâbit vefat ettiğinde geride hanımıyla üç kızını bırakmış, iki amcaoğlu cahiliye âdetine göre mirasının tamamını almış ve onlara hiçbir şey bırakmamışlardı. Kadın durumu Resûlullah’a arzetmiş, Efendimiz “Haydi evine git, bakalım Allah ne gösterecek?” buyurarak vahyi beklemiş ve mirasın yalnız erkeklere mahsus olmadığını bildiren bu âyet nâzil olmuştur. (bk. Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 148)
Miras konusuna giriş mâhiyetindeki bu âyet-i kerîme, aynı zamanda aşağıda payları ayrıntılarıyla açıklanacak olan miras hisselerinin, titizlikle sahiplerine verilmesini ihtar etmektedir:
8. Miras paylaştırılırken, mirasçı olmayan akrabalar, yetimler ve fakirler de orada hazır bulunuyorlarsa, onlara da bu mirastan bir şeyler verin ve gönüllerini alacak tatlı güzel sözler söyleyin.
Bu âyet, İslâm’ın yerleştirmeğe çalıştığı şefkat ve karşılıksız yardım gibi faziletlerin müşahhas bir misâlini ortaya koyar. Buna göre vefat edip de az veya çok bir mal bırakmış olan kimse, kanunî mirasçıları yanında mirastan payı bulunmayan uzak akraba, hizmetçi veya konu-komşusu varsa, bunlara da mirastan bir şeyler vermelidir. Âlimler umûmiyetle âyetteki tavsiyenin emir değil, mendupluk ifade ettiği görüşündedirler. Dolayısıyla böyle bir payın verilmesi zorunlu değildir. Fakat böyle davranmak, elbette kişiyi Allah’ın rızâsına götürecek faziletli bir iştir.
Burada yetimlerin haklarına riayet tekrar tekrar hatırlatılır:
9. Arkalarında eli ermez, gücü yetmez küçük çocuklar bıraktıkları takdirde, onların halleri nice olur diye endişe edenler, aynı endişeyi diğer insanlar için de taşıyıp yetimlerin hakkına dokunmaktan öylece korkup ürpersinler. Ürpersinler de Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar ve gerek miras taksiminde, gerekse yetimlere, yoksullara muamelede sözün doğrusunu ve güzelini söylesinler.
10. Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, aslında karınlarına sadece ateş doldurmuş oluyorlar. Onlar pek yakında çılgın alevli bir ateşe gireceklerdir.
Âyetlerde kalbe ve duygulara hitap eden bir ifade kullanılır. Bu işlerde söz sahibi kişiler, velîler ve vâsîler, kendilerini vefat eden kişinin, yetimlerini de kendi evlatları yerine koyup öyle düşünmeli, buna göre hareket etmelidirler. Kendi çocuklarına kıyasla yetim haklarına dikkat ve riayet göstermelidirler. Şayet böyle yapmayacak ve onların mallarını haksız olarak yiyecek olurlarsa, şunu bilsinler ki yedikleri ancak ateştir. Karınlarını ateşle doldurmaktadırlar. Âhiret gününde bu hareketlerinin karşılığını alevli bir ateşte ceza görmek suretiyle çekeceklerdir.
Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) Miraca çıktığı gecede gördüklerini anlatırken şöyle buyurmuştur:
“Baktım, dudakları deve dudaklarına benzeyen bir topluluğun yanındayım. Başlarında bulunan biri bunların dudaklarını tutuyor, ağızlarına ateşten bir taş parçası koyuyor, ağızlarından koyulan bu taş aşağılarından çıkıyor. Bunların öyle bir bağırışı, öyle bir inleyişi var ki, çok acı! «Ey Cebrâil, bunlar kim oluyor?» diye sordum bana: «Bunlar yetimlerin mallarını zulüm ile yiyenlerdir» dedi.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XV, 18-19)
Mirasın kime ne kadar verleceğini belirlemek üzere şöyle buyruluyor:
Son düzenleme: