101. Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kâfirlerin size bir fenâlık yapmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızda üzerinize bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler, sizin apaçık düşmanınızdır.
“Namazı kısaltmak”, farzı dörder rekat olan öğle, ikindi ve yatsı namazlarını ikişer rekat olarak kılmaktır. Dolayısıyla sabah ve akşam namazlarında kısaltma yapılamaz. Bu âyet-i kerîme sefere çıkılıp düşman korkusu söz konusu olursa namazın kısaltılmasına müsaade etmektedir. Yolculukta emniyet durumunda namazları kısaltmak ise Allah Resûlü’nün sünnetiyle sabittir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Yolculukta namazı kısaltmak Allah’ın size bir sadakasıdır; öyleyse siz de onun sadakasını kabul edin.” (Müslim, Müsâfirîn 4)
Görüldüğü üzere korku ve tehlike hallerinde namazı kısaltmak, Allah’ın kullarına sağladığı bir ruhsattır, kolaylıktır. Tehlikesiz yolculuklarda namazı kısaltma izni ise Allah’ın kullarına bir sadakasıdır. Onun ruhsatı da, sadakası da kabul edilip ona göre ibâdet edilmelidir. Gerçekten de Allah Resûlü (s.a.s.), yapmış olduğu bütün seferlerde gerek korku gerek emniyet halinde olsun, rekâtların sayısını kısaltmıştır. Bu konuda âlimlerin bir görüş ayrılığı yoktur.
Ordu, savaş halindeyken namazı cemaatle nasıl kılacaklarını tarif etmek üzere buyruluyor ki:
102. Rasûlüm! Savaşta mü’minler arasında bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir grup silahlarını da yanlarına alarak seninle beraber namaza dursunlar. Bu esnâda diğer grup düşmanı gözetlesin. Namaz kılan grup secde yapıp rekâtı tamamlayınca, düşmanı gözetlemek üzere arka tarafa geçsin. Sonra henüz namaz kılmamış olan diğer grup gelsin ve seninle beraber namazlarını kılsınlar. Hem yer değiştirirken hem de namaz esnâsında ihtiyat tedbirlerini alsınlar, silahlarını da yanlarında bulundursunlar. Çünkü kâfirler, silahlarınızı ve teçhîzâtınızı unutup bırakmanızı, böylece âni bir baskınla üzerinize saldırmayı çok arzu ederler. Ancak yağmur-çamurdan dolayı sıkıntıya düşerseniz, yahut hasta iseniz namaz kılarken silahlarınızı yere bırakmanızda size bir vebâl yoktur. Fakat yine de gelebilecek tehlikelere karşı tedbiri elden bırakmayın. Şüphesiz ki Allah, kâfirler için pek alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.
Burada düşman saldırısı gibi ciddî bir tehlike ânında, durumun müsaadesi ve gereğine göre, cemâatin iki gruba ayrılarak, imâmın arkasında farz bir namazı kısaltıp nöbetleşe nasıl kılacaklarının hususi bir şekli tarif edilmektedir: İki rekâtli namazın ilk rekâtini imamla birlikte kılan birinci grup, ikinci secdeden sonra cemâatten ayrılıp vazife başına gider. İkinci grup gelerek imamla birlikte kalan rekâtı tamamlar ve vazifeye döner. İmam kendi başına selam verir. Daha sonra da birinci grup “lâhik” hükmünde olduğu için kıraatsiz, ikinci grup ise “mesbûk” durumunda olduğu için kıraatli olarak yine nöbetleşe namazlarını tamamlar. (bk. Muvatta, Salâtü’l-havf 1-3) Böylece namaz hem cemâatle îfâ edilmiş hem de düşman tarafından gelebilecek tehlikelerin önüne set çekilmiş olur.
Yaratılıştan maksat Allah’a kulluk etmek, en zor şartlarda bile O’nun emirlerini yerine getirmeye gayret göstermektir. Namaz, İslâm’ın esaslarından ve kulluğun en mühim şartlarından biridir. Onun cemaatle kılınması ise, hem âyet-i kerîmeler hem de hadis-i şeriflerde tavsiye edilmektedir. Savaş halinde ve düşman saldırısının muhtemel olduğu anda bile, namazın cemaatle nasıl kılınacağının tarif edilmesi ve bunun emredilmesi, Rabbimizin namaz ibâdetine ve onun cemaatle ifâsına ne seviyede ehemmiyet verdiğinin açık bir delili olarak kabul edilmelidir. Ancak âyet-i kerîmede de tekrar tekrar vurgulandığı gibi, herhangi bir ani baskın ve saldırının vuku bulması ihtimaline binâen silahların ve ihtiyat tedbirlerinin alınması emredilmektedir. Rivayete göre Resûlullah (s.a.v.) bir gazve esnasında ashâbı ile öğle namazını kılmış, müşrikler de bunu görmüştü. Sonradan “Biz ne fenâ yaptık, niye o sırada saldırıvermedik” dediler ve diğer bir namaz sırasında baskın yapmaya karar verdiler. Yüce Allah da bu âyetle Peygamberine onların sırlarını bildirdi. (bk. Ebû Dâvûd, Salâtü’s-sefer 12/1236)
Diğer taraftan yağmur veya hastalık gibi zor durumlarda silahların yere bırakılmasına müsaade edilirken, yine de ihtiyat tedbirlerinin alınması istenmektedir. Savaşta böyle bir eziyet ve zarar bulunmadıkça namazda bile silahı üzerinde bulundurmak vacip, elden bırakmak ise günahtır. Silahları bırakmak caiz olduğu zaman da her halde ihtiyatlı olmak, tetikte bulunmak, namaz kılarken de düşmana karşı dikkatli, uyanık ve temkinli bulunmak lazımdır. Düşmanın ani saldırısıyla karşı karşıya kalmamak ve gafil avlanmamak için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Çünkü kâfirler, müslümanların apaçık düşmanlarıdır; onları gafil avlayıp ansızın saldırmayı ve onları mağlup edebilmeyi çok isterler.
Âyetin sonunda yer alan, “Şüphesiz ki Allah, kâfirler için pek alçaltıcı bir azap hazırlamıştır” (Nisâ 3/102) beyânıyla, düşmandan sakınmak emredilmekle beraber, bunu gerçekten düşmanın güç ve kuvvetine bağlamanın, bu yolla mü’minleri şüphe ve heyecana düşürmenin doğru olmadığı gösterilmekte, özellikle kalpleri sadece Allah’a bağlamanın ve bununla beraber sebeplere sarılmanın da mühim olduğu hatırlatılmaktadır. Bu şekilde, itikâdî yönden kâfir olanlar cehennem azabıyla korkutuldukları gibi, “sünnetullâh” denilen Allah Teâlâ’nın ictimâî hayatla alakalı kanunlarını görmezlikten gelip ihmal edenler de netice itibariyle mağlubiyet ve perişanlıkla tehdit edilmektedir.
Düşman karşısında ihtiyatlı ve temkinli olmanın, gerekli bütün tedbirleri almanın ehemmiyetini göstermesi açısından bir gaza esnâsında bizzat Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in başından geçen ve bu âyetin inişine de sebep olan şu hâdise ne kadar dikkate şâyandır:
Resûlullah (s.a.s.) Enmâroğulları kabîlesiyle savaşmak üzere gazaya çıktı. Allah Teâlâ o kabîleyi hezîmete uğratmıştı. Resûlullah (s.a.s.) ve müslümanlar savaş yerine geldiklerinde düşmandan kimseyi göremediler ve silahlarını bıraktılar. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de silahını bırakarak bir ihtiyâcını görmek için çıkmıştı. Vâdinin öteki tarafına geçtiğinde yağmur serpiştiriyordu. Resûlullah (s.a.s.) ile ashâbı arasına vadi girmişti. Peygamberimiz bir ağaç altına oturmuştu ki Gavres b. el-Hâris adındaki düşman onu gördü. Yanında kılıcı bulunduğu halde dağın tepesinden indi. Arkadaşlarına da “Muhammed’i öldürmezsem Allah canımı alsın” diye söz vermişti. O gelip başının üzerine dikilmeden Resûlullah bunun farkına varamadı. Kılıcını kınından çıkartıp:
“–Ya Muhammed, seni şimdi benden kim kurtaracak?” dedi. Peygamber Efendimiz (a.s.) da:
“–Aziz ve Celîl olan Allah!” dedi. Sonra “Allahım dilediğin yolla beni Gavres b. el-Hâris’den kurtar!” diye dua etti. Gavres kılıcını Resûlullah (s.a.s.)’e vurmaya yeltendi. Fakat âniden iki omuzu arasına bir sancı saplanıp yüzü üstüne yere kapandı, kılıcı da elinden düştü. Resûlullah (s.a.s.) hemen kalkıp kılıcı aldı ve:
“–Ey Gavres, şimdi seni benden kim kurtaracak?” buyurdu. O da:
–Hiç kimse” dedi. Resûlullah (s.a.v.) ona:
“–Allah’dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet et, kılıcını sana vereyim” buyurdu.
Gavres:
“–Hayır, bunu söyleyemem. Fakat ebedî olarak seninle savaşmayacağıma ve sana karşı kimseye yardım etmeyeceğime söz veririm” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) ona kılıcını verdi. Gavres:
“-Vallahi sen benden çok hayırlısın” deyince Allah Resûlü:
“–Ben hayırlı insan olmaya senden daha layığım” buyurdu. Gavres arkadaşlarının yanına dönüp olanları anlattı. Bâzıları îmana geldi. Yağmur dinip vâdinin seli çekilince Resûlullah (s.a.s.) ashâbının yanına döndü ve hâdiseyi onlara anlattı. (bk. Buhârî, Megâzî 31; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 390; Kurtubî, el-Câmi‘, V, 372-373)
Şimdi de bu şekilde namaz tamamlandıktan sonra ve emniyete kavuştukları zaman müslümanların nasıl davranacakları açıklanmaktadır:
103. Korku hâlinde kıldığınız namazı bitirince ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerine yatarken Allah’ı zikredin. Korkudan emîn olduğunuz vakit ise artık namazı normal zamandaki şartlarına uyarak dosdoğru kılın. Çünkü namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirlenmiş farz bir ibâdetdir.
Müslümanlar, tarif edildiği şekilde korku namazını kılıp bitirdiklerinde dilleri ve kalpleriyle daimî olarak Allah’ı zikre devam edeceklerdir. İster ayakta, ister otururken, isterse yanları üzere yatıyorken Allah’ı hiçbir zaman dillerinden düşürmeyecekler ve hatırlarından çıkarmayacaklardır. Hususiyle savaş halinde iken tekbir, tehlil getirerek ve ilâhî yardımın celbi için dua ederek Allah’ı anacaklardır. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Düşman ordusuyla karşılaştığınız zaman sebat edin, dayanın ve Allah’ı çok çok zikredin ki başarıya erebilesiniz.” (Enfâl 8/45)
Savaş bitip kalpler sukûnete ererek huzur ve emniyet hâli tahakkuk edince mü’minler, vakti gelen namazları bütün rükun ve şartlarına dikkat ederek kılacaklar, savaş sırasında kılamadıkları namazları da kaza edeceklerdir. Zira fiilen savaşta bulunmak namaz kılmayı engelleyen bir durum olup, bu takdirde namazları kazaya bırakmak gerekebilir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), Hendek savaşı sırasında dört vakit namazı kazaya bırakmıştır.
Âyetin “Namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirlenmiş farz bir ibâdetdir” (Nisâ 3/103) bölümü, farz namazların vakitlerine umûmi mânada işaret etmektedir. Başka âyetlerde haber verildiğine göre bunlar sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitleridir. (bk. Hud 11/114; İsrâ 17/78; Tâhâ 20/130; Rûm 30/17-18) Peygamber Efendimiz, bu âyetlerdeki mânaların tefsiri ve beyânı sadedinde namaz vakitlerini, onların başlangıç ve bitiş zamanlarını tayin etmiş ve namazların nasıl kılınacağını da bizzat tatbik ederek açıklamıştır. Asr-ı saadetten günümüze kadar milyonlarca müslümanın tatbikatıyla bu şekilde devam etmiş ve bundan böyle de böylece devam edecektir.
Allah Teâlâ, kullarına olan rahmetinin bir tezâhürü olarak ve kulluğu kolaylaştırmak maksadıyla onların yapacakları ibâdetler için belirli vakitler tâyin etmiştir. Bu sebeple günde beş vakit namazı, senede bir ay orucu, kırkta bir zekâtı ve ömürde bir defâ haccı farz kılmıştır. İbadetler için bu şekilde belirli ve sınırlı vakitler olmasaydı, nefsin en mühim aldatması olan “şimdi kalsın, ileride yaparım” düşüncesi insanları ibâdetten alıkoyabilir, bu takdirde tembellik yapıp görmezlikten gelerek kulluk vazifelerini terk etmelerine sebep olabilirdi.
Diğer taraftan özellikle namazın, günün belirli saatlerinde beş vakit olarak takdir edilmesinin, insan ömrünün geçirdiği safahatla da yakın bir alakasının olduğu görülebilir. Şöyle ki:
İnsanın doğumundan ölümüne ve âhirete irtihal etmesine kadarki hayatı beş mertebe olarak değerlendirilebilir. Birincisi, doğup varlık âlemine gelme mertebesidir. Nitekim insan doğar, bir müddet gelişme ve büyüme devresi geçirir. Bu müddete “büyüme çağı” denilir. İkinci mertebe, duraklama devridir ki, bir süre artıp eksilmeyerek olgunluk sıfatı üzere kalır. Bu müddete “gençlik çağı” denir. Üçüncü mertebe “olgunluk çağı”dır. Bu devrede insanda gizli bir noksanlık yüz göstermeye başlar. Dördüncü mertebe “yaşlılık çağı”dır ki, insanda açıktan açığa bir takım noksanlıklar ortaya çıkmaya başlar ve ölünceye kadar bu durum devam edip gider. Buna da yaşlılık ve ihtiyarlık denir. Beşinci mertebe, insan öldükten sonra bir müddet daha izleri devam eder. Daha sonra bu izler de kaybolur ve ortada ne adı ne de izi kalır. Doğuşundan batıp kayboluşuna kadar güneş için de bu beş mertebe geçerlidir. Güneşin doğudan doğduğu sıradaki hali insanın doğduğu zamanki halini andırır. Yavaş yavaş yükselir, nuru kuvvetlenir, ısısı şiddetlenir, nihayet göğün ortasına gelir, bir duraklama anı geçirir. Sonra inmeğe başlar ve yavaş yavaş eksilerek ikindiye kadar gider. Sonra eksiklikleri daha net bir şekilde ortaya çıkar, ışığı ve ısısı zayıflar, çökmesi artar ve hızla batmaya yönelir. Battıktan sonra batı ufkunda şafak denilen bazı izleri kalır, sonra bu da kaybolur ve güneş sanki âlemde hiç yokmuş gibi bir hale gelir. İşte ilâhî kudret ve azamet tecellilerinden olan bu beş mertebeden her birini yüce Allah, bir ilâhî emre işaret yapıp her birinde bir namazı farz kılmıştır. Vakti ve zamanı belli birer farz ibâdet olan bu beş vakit namaz, günlük değişmeleri belirtip gösteren bir takvim gibi, müslümanın işlerini nizama koymakta, onun planlı programlı bir hayat sürmesini sağlamaktadır. Dolayısıyla, müminlerin namazları ne kadar düzenli olursa, diğer durumları da o nispette düzenli ve intizamlı olacaktır.
Ancak bütün kulluk namazdan ibaret değildir. Allah’ın dinini yüceltmek için cihad etmek, din düşmanlarıyla mücadelede gerekli bütün çalışmaları yapmak ve bu hususta en küçük bir gevşeklik göstermemek de Allah’a kulluğun önemli bir yönünü teşkil eder:
104. Düşmanınız olan o kavmi, toparlanmalarına fırsat vermeden takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da sizin gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz Allah’tan, onların ummadıkları şeyleri umuyorsunuz. Allah, hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Âyetin nüzûl sebebi hakkında şöyle bir hâdise nakledilir: Uhud günü müslümanların başına gelenler geldikten sonra Allah Resûlü ve ashâbı dağa çıktılar. Aşağı taraftan Ebu Süfyan gelip: “Ey Muhammed, yara yaraya karşılıktır, savaş böyle sırayladır; gâlibiyet bir gün size ise bir gün de bizedir” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.) ashâbına: “Şuna cevap versenize!” buyurdu. Onlar: “Ortada eşitlik yok: Bizim ölülerimiz cennette, sizinkiler ise cehennemdedir” dediler. Ebu Süfyân: “Uzzâ bizimdir, sizin Uzzâ’nız yok.” dedi. Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.): “Allah bizim Mevlâmızdır, sizinse mevlânız yok, deyiniz” buyurdu. Ebu Süfyân: “Yücel ey Hübel, yücel ey Hübel!” dedi. Peygamberimiz: “Allah en yücedir, en Uludur! deyiniz” buyurdu. Ebu Süfyan: “Bizim ve sizin buluşma yerimiz Küçük Bedir olsun” dedi. O gün müslümanlar yaralı olarak uyudular. İkrime der ki: “İşte orada « Size Uhud’da bir yara dokunduysa, biliyorsunuz ki Bedir’de de düşmanlarınıza benzeri bir yara dokunmuştu....» (Al-i İmrân 3/140-141) âyetleri ile bu âyet, yani «Düşmanınız olan o kavmi, toparlanmalarına fırsat vermeden takip etmekte gevşeklik göstermeyin…» (Nisâ 4/104) âyet-i kerîmesi nâzil oldu.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 357-358)
İniş sebebi bu olmakla beraber âyet-i kerîmenin mânası bütün zamanları ve mü’minlerin kâfirlerle yaptıkları ve yapacakları bütün savaş hallerini şümûlüne almaktadır. müslümanlar, düşmanları karşısında devamlı hazırlıklı olmalıdırlar. Havada, karada ve denizde kâfirlerle savaşıp muzaffer olabilmek ve bu gâlibiyetin devamını sağlayabilmek için ordu, silah ve mühimmat itibariyle her türlü donanımı sağlama mecburiyeti vardır. Bu hususta siyasi, iktisadî, içtimâî ve askeri her türlü çalışmanın yapılması, yatırımların devam etmesi, fedakârlık gösterilmesi ve masraftan kaçınılmaması gereklidir. Barışı sağlamanın ve huzur içinde yaşayabilmenin en emin yolu da budur. Savaş, cihad ve her türlü mücâdelede düşmanlarına nispetle müslümanların daha gayretli olmaları beklenir. Çünkü savaşta ölüm ve yaralanma durumlarında, insan olmaları itibariyle kâfir olsun mü’min olsun aynı acıyı çekmektedirler. Fakat mü’minler, Allah’tan kâfirlerin beklemedikleri güzellikleri beklemekte ve ummaktadırlar. Kâfirlerin, elde edecekleri kazanç tamamen dünya ile alakalı olup, ebedi hayatla ilgili hiçbir beklentileri yoktur. Mü’minler ise dünyada barış, emniyet, huzur, helâlinden dünya nimetlerine sahip olmanın yanında, daha mühimi ebedi saadete erişip cennet nimetlerine ulaşmayı ve Allah’ın rızâsına ermeyi istemektedirler.
Düşman denilince akla sadece savaş gelmemeli, onların da insan olduğu, dolayısıyla bir kısım haklarının bulunduğu gözden uzak tutulmalıdır. Özellikle kâfirlerle savaşma ve onları takip etme bahsindeki buyrukları görüp de onlara hainlik etmeyi, haksızlık yapmayı ve yapmadıkları bir şeyi “yaptılar” diyerek iftira etmeyi dinin gereği zannetmemelidir. İslâm dininin hedefi ve Kur’ân’ın iniş hikmeti, hakkı yerleştirmek ve her hak sahibine hakkını vermektir. Hak, kâfirle de ilgili olsa yine haktır. Kâfirin inkâr hâli, onun haklarına tecavüzü helâl kılmaz. Hak olan bir dinin gereği, kâfirin bile lehinde veya aleyhinde ancak Allah’ın indirdiği hak ve adâlete dayanan hükümlerle hükmetmektir. Şimdi bunun güzel bir misali verilmektedir:
105. Rasûlüm! Doğrusu biz, ilâhî gerçekleri ortaya koyan bu kitabı sana, insanlar arasında Allah’ın gösterdiği şekilde hüküm verebilesin diye indirdik. Sakın, hâinlerin savunucusu olma!
Kur’ân-ı Kerîm, insanlar arasında Allah Teâlâ’nın muradına uygun tarzda adâlet ve hakkaniyet prensiplerine dayalı olarak hükmedilmesi için indirilmiştir. Çünkü O, hakkı açıklayan, her türlü bâtıl ve eğrilikten uzak, sadece hak yolu, adâleti ve doğruyu gösteren bir hidâyet düstûrudur. Bu âyetler hakkında şöyle bir iniş sebebi rivayet edilmektedir:
Zaferoğullarından ve Ensar’dan Tu‘me b. Übeyrık, komşusu Katâde b. Numân’ın evinden bir zırh çalmıştı. Zırh, içinde un bulunan bir çuvalda idi. Çuval da yırtık olduğundan evine kadar un dökülerek gitmişti. Sonra çaldığı zırhı yahudilerden Zeyd b. Semîn adında bir adamın yanına sakladı. Çalınan zırh Tu‘me’nin yanında aranıp bulunamayınca o:
“– Vallahi ben almadım ve onun hakkında bir bilgim de yok” diye yemin etti. Zırhın sahipleri:
“– Hayır, vallahi zırhı o çaldı. Gece karanlıkta bize geldiğini gördük, zırhı aldı, evine girinceye kadar da izini sürdük, zaten un izini de görmüştük” dediler. Ancak Efendimiz hırsızlık suçlamasını reddeden Tu‘me’ye yemin teklif edip, o da çalmadığına dâir yemin edince zırhın sahipleri mecburen Tu‘me’yi serbest bıraktılar. Un izini takip ederek nihâyet yahudinin evine geldiler ve onu tutup Allah Resûlü’ne getirdiler. Yahudi:
“– Zırhı bana Tu‘me b. Übeyrık verdi” dedi ve yahudilerden bir cemâat da buna şâhitlik ettiler. Tu‘me’nin kabilesi olan Zaferoğulları ise:
“– Gelin, Resûlullah’a gidelim” dediler ve Efendimiz’e gelip Tu‘me’nin durumunu anlattılar. Arkadaşlarını müdafaa sadedinde:
“– Ey Allah’ın Rasûlü! Eğer hırsızlığı yahudinin yaptığını ilân ederek onu cezalandırmazsan arkadaşımız helâk olacak, rezil rüsvâ olacak, yahudi de suçsuz çıkacak” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyetleri indirerek, kimin hâin, kimin temiz ve günahsız olduğunu açıkça bildirdi ve Resûlullah (s.a.s.)’e de doğruyu gösterdi. Buna karşı Tu‘me Hakk’a teslîm olup tevbekâr olacak yerde Mekke’ye kaçarak dinden döndü. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 362-364; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 183)
Buna göre hırsızlık veya herhangi bir suç işlendiğinde, sanık veya sanıkların tayininde bir belirsizlik ve zorluk söz konusu olursa hâkimin, sanıkların din ve milliyetine bakmaksızın tam bir adâlet duygusuyla konuya yaklaşması ve tarafsız bir şekilde konuyu araştırarak hüküm vermesi gerekir. Çünkü onun vazifesi, hakkın yerine getirilmesi ve gerçek sahibini bulması için gayret göstermektir. Dolayısıyla davacının makamı, şöhreti, serveti ve sağladığı menfaat ne olursa olsun, haksız olduğu takdirde herhangi bir hakim veya avukat onun tarafını tutamaz, lehinde hüküm çıkarmak için çalışamaz. Haklı olduğunu bilmediği bir kimseyi başkası karşısında savunamaz. Bu, caiz değildir. Dolayısıyla, vereceği hükmün yanlış olma ihtimaline karşılık Cenab-ı Hak Peygamberinden istiğfar etmesini istemektedir:
106. Allah’tan bağışlanma dile! Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcıdır ve çok merhametlidir.
Peygamberler masumdurlar; günah işlemezler. Ancak, hakkında vahiy inmemiş hususlarda hüküm verirken o ana kadarki birikimlerine göre hüküm verirler. Niyetleri de vahyin henüz bir düzenleme getirmediği konularda en güzeli yakalamaktır. Bu konularda vahiyle bir düzenleme gelirse peygamberin daha önce verdiği hüküm kesinlikle zelle sayılmamak gerekir. Ancak vahiy gelse de hâşâ peygamber daha farklı bir görüş ortaya koysaydı ancak bu hata sayılabilirdi ki böyle bir şey peygamberler için hem düşünülemez, hem de asla onlardan böyle bir durum vaki olmamıştır. Mademki Allah bütün âlemlerin rabbidir, hiç şüphesiz peygamberlerin de rabbidir. Allah onları da onlara ihsan ettiği yüksek makamlara uygun uslublarda yönlendirecektir. Bu gibi durumlar Allah’ın koyduğu fizik kanunları kadar tabii ve olması gerektiği şekildedir. Bunlar malzeme olarak değerlendirilip ısmet sıfatıyla taclandırılan ve ilâhî vahyin birinci derecede muhatapları olan müstesna insanların geçirdikleri haller zelle olarak değerlendirilmemelidir.
Hukukî davalarda haklı olan taraf bulunduğu gibi bir de haklı olmayan taraf vardır. Bir taraf tabii olarak hakkını ararken, bir de bile bile hıyanet içinde olanlar vardır. Hakime düşen kesinlikle hakkın yanında yer alıp diğerini savunmamaktır:
107. Haksızlık yaparak kendilerine hâinlik edenleri savunma! Şüphesiz Allah, hâinlikte ve günah işlemekte aşırı gidenleri hiç sevmez.
“Nefse hıyanet”, kişinin kendini aldatması, bir menfaat elde edeceği zannıyla hareket edip, beklentisinin tam aksine büyük bir zarara uğramasıdır. Bu bakımdan bir insanın haksızlık yapmaya veya bir günah işlemeye cür’et ederek kendini cehennem azabına maruz bırakması, kendini aldatmak ve Allah’ın emaneti olan nefse hainlik etmek anlamına gelmektedir. Allah bu tür pek hâin, pek günahkâr olan; hâinlikten sakınmayan ve günahtan çekinmeyen kimseleri hiç sevmez. O halde böyle kimseleri savunmak, avukatlığını yapmak, onu haklı çıkarma niyetiyle lehinde deliller bulmaya çalışmak doğru bir davranış değildir.
Şimdi “nefse hıyanetin” açık bir misali verilmektedir:
108. Onlar, yaptıkları hâinlik ve işledikleri günahları insanlardan gizlemeye çalışırlar da, hayâ edip Allah’tan gizlemezler. Halbuki onlar, bilhassa gece karanlığında gizli gizli Allah’ın râzı olmayacağı ihânet planları yaparken Allah onların yanıbaşındaydı. Zâten Allah, onların yaptıkları her şeyi ilmiyle kuşatmış durumdadır.
Burada “nefse hıyânetin” açık bir misâli verilmektedir: Kendilerine hıyanet edenler, insanlardan utandıkları ve zararlarından korktukları için planladıkları günahlarını onlardan gizliyorlar. Fakat her şeyi hakkiyle bilen ve gören, dolayısıyla haya edilmeye ve azabından sakınılmaya en layık varlık olan Allah’ı hesaba katmıyorlar. Halbuki Allah, gece gündüz hep onlarla beraberdir. Geceleyin gizlice bir araya gelip, Allah’ın razı olmayacağı sözleri düzüp, bunu nasıl uygulayacaklarını planlarken O hep yanlarında bulunmaktadır. Allah, onların bütün yaptıklarını ilmiyle her yönden kuşatmıştır. Hiçbir şeyi gözden kaçırmaz ve cezasını bir gün mutlaka verir. Bu, yanlış olma ihtimali bulunmayan değişmez bir gerçektir. O halde kulun, bütün niyet, söz ve fiillerini, kendinden bir an bile gafil olmayan bir yüce Rabbin murakabesinde ve O’nun muradına uygun tarzda tanzim etmesinden başka bir çıkar yol yoktur.
Şunu unutmamak gerekir ki:
109. Haydi diyelim, siz dünya hayatında onları savunmaya çalıştınız; peki kıyâmet günü Allah’a karşı onları kim savunacak? Yahut kim onlara vekil olacak?
Dünya iyilerle kötülerin birbirinden ayrılmasını sağlayacak bir imtihan sahası olduğu için burada iyiler iyiliklerini, kötüler de kötülüklerini yapacaklardır. Haksızlık yapanlar olacağı gibi, o haksızları savunanlar da bulunacaktır. Fakat yapılanlar dünya hayatıyla sınırlı kalmayacak, bunların âhiret hayatını, cennet ve cehennemi alakadar eden çok ciddî bir boyutunun olduğu bir gün bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır. Kıyamet günü Allah Teâlâ ne emrederse sadece o geçerli olacak, hiç kimsenin O’nun emrine ve hükmüne aykırı davranması mümkün olmayacaktır. Çünkü o günün tek hâkimi Cenâb-ı Hak’tır. (Fâtiha 1/3; Mü’min 40/16) Hâsılı, dünya hayatında haksızların yanında yer alanlar, onların savunuculuğunu yapmaya çalışanlar, âhirette bu imkândan mahrum kalacakları için, onları Allah’a karşı kesinlikle savunamayacak, kendileri de o hıyanete ortak olacaklardır. Onları savunacak veya onlara vekillik yapacak başka bir kimse de bulunmayacaktır. Neticede haksızlık yapanlar da, haksızlığa destek çıkanlar da hepsi birlikte Allah’ın hesâbı ve azabıyla yüz yüze geleceklerdir.
Ancak, henüz dünyada yaşarken elbette tevbe ve istiğfar kapısı açıktır:
110. Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur.
“Namazı kısaltmak”, farzı dörder rekat olan öğle, ikindi ve yatsı namazlarını ikişer rekat olarak kılmaktır. Dolayısıyla sabah ve akşam namazlarında kısaltma yapılamaz. Bu âyet-i kerîme sefere çıkılıp düşman korkusu söz konusu olursa namazın kısaltılmasına müsaade etmektedir. Yolculukta emniyet durumunda namazları kısaltmak ise Allah Resûlü’nün sünnetiyle sabittir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır:
“Yolculukta namazı kısaltmak Allah’ın size bir sadakasıdır; öyleyse siz de onun sadakasını kabul edin.” (Müslim, Müsâfirîn 4)
Görüldüğü üzere korku ve tehlike hallerinde namazı kısaltmak, Allah’ın kullarına sağladığı bir ruhsattır, kolaylıktır. Tehlikesiz yolculuklarda namazı kısaltma izni ise Allah’ın kullarına bir sadakasıdır. Onun ruhsatı da, sadakası da kabul edilip ona göre ibâdet edilmelidir. Gerçekten de Allah Resûlü (s.a.s.), yapmış olduğu bütün seferlerde gerek korku gerek emniyet halinde olsun, rekâtların sayısını kısaltmıştır. Bu konuda âlimlerin bir görüş ayrılığı yoktur.
Ordu, savaş halindeyken namazı cemaatle nasıl kılacaklarını tarif etmek üzere buyruluyor ki:
102. Rasûlüm! Savaşta mü’minler arasında bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir grup silahlarını da yanlarına alarak seninle beraber namaza dursunlar. Bu esnâda diğer grup düşmanı gözetlesin. Namaz kılan grup secde yapıp rekâtı tamamlayınca, düşmanı gözetlemek üzere arka tarafa geçsin. Sonra henüz namaz kılmamış olan diğer grup gelsin ve seninle beraber namazlarını kılsınlar. Hem yer değiştirirken hem de namaz esnâsında ihtiyat tedbirlerini alsınlar, silahlarını da yanlarında bulundursunlar. Çünkü kâfirler, silahlarınızı ve teçhîzâtınızı unutup bırakmanızı, böylece âni bir baskınla üzerinize saldırmayı çok arzu ederler. Ancak yağmur-çamurdan dolayı sıkıntıya düşerseniz, yahut hasta iseniz namaz kılarken silahlarınızı yere bırakmanızda size bir vebâl yoktur. Fakat yine de gelebilecek tehlikelere karşı tedbiri elden bırakmayın. Şüphesiz ki Allah, kâfirler için pek alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.
Burada düşman saldırısı gibi ciddî bir tehlike ânında, durumun müsaadesi ve gereğine göre, cemâatin iki gruba ayrılarak, imâmın arkasında farz bir namazı kısaltıp nöbetleşe nasıl kılacaklarının hususi bir şekli tarif edilmektedir: İki rekâtli namazın ilk rekâtini imamla birlikte kılan birinci grup, ikinci secdeden sonra cemâatten ayrılıp vazife başına gider. İkinci grup gelerek imamla birlikte kalan rekâtı tamamlar ve vazifeye döner. İmam kendi başına selam verir. Daha sonra da birinci grup “lâhik” hükmünde olduğu için kıraatsiz, ikinci grup ise “mesbûk” durumunda olduğu için kıraatli olarak yine nöbetleşe namazlarını tamamlar. (bk. Muvatta, Salâtü’l-havf 1-3) Böylece namaz hem cemâatle îfâ edilmiş hem de düşman tarafından gelebilecek tehlikelerin önüne set çekilmiş olur.
Yaratılıştan maksat Allah’a kulluk etmek, en zor şartlarda bile O’nun emirlerini yerine getirmeye gayret göstermektir. Namaz, İslâm’ın esaslarından ve kulluğun en mühim şartlarından biridir. Onun cemaatle kılınması ise, hem âyet-i kerîmeler hem de hadis-i şeriflerde tavsiye edilmektedir. Savaş halinde ve düşman saldırısının muhtemel olduğu anda bile, namazın cemaatle nasıl kılınacağının tarif edilmesi ve bunun emredilmesi, Rabbimizin namaz ibâdetine ve onun cemaatle ifâsına ne seviyede ehemmiyet verdiğinin açık bir delili olarak kabul edilmelidir. Ancak âyet-i kerîmede de tekrar tekrar vurgulandığı gibi, herhangi bir ani baskın ve saldırının vuku bulması ihtimaline binâen silahların ve ihtiyat tedbirlerinin alınması emredilmektedir. Rivayete göre Resûlullah (s.a.v.) bir gazve esnasında ashâbı ile öğle namazını kılmış, müşrikler de bunu görmüştü. Sonradan “Biz ne fenâ yaptık, niye o sırada saldırıvermedik” dediler ve diğer bir namaz sırasında baskın yapmaya karar verdiler. Yüce Allah da bu âyetle Peygamberine onların sırlarını bildirdi. (bk. Ebû Dâvûd, Salâtü’s-sefer 12/1236)
Diğer taraftan yağmur veya hastalık gibi zor durumlarda silahların yere bırakılmasına müsaade edilirken, yine de ihtiyat tedbirlerinin alınması istenmektedir. Savaşta böyle bir eziyet ve zarar bulunmadıkça namazda bile silahı üzerinde bulundurmak vacip, elden bırakmak ise günahtır. Silahları bırakmak caiz olduğu zaman da her halde ihtiyatlı olmak, tetikte bulunmak, namaz kılarken de düşmana karşı dikkatli, uyanık ve temkinli bulunmak lazımdır. Düşmanın ani saldırısıyla karşı karşıya kalmamak ve gafil avlanmamak için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Çünkü kâfirler, müslümanların apaçık düşmanlarıdır; onları gafil avlayıp ansızın saldırmayı ve onları mağlup edebilmeyi çok isterler.
Âyetin sonunda yer alan, “Şüphesiz ki Allah, kâfirler için pek alçaltıcı bir azap hazırlamıştır” (Nisâ 3/102) beyânıyla, düşmandan sakınmak emredilmekle beraber, bunu gerçekten düşmanın güç ve kuvvetine bağlamanın, bu yolla mü’minleri şüphe ve heyecana düşürmenin doğru olmadığı gösterilmekte, özellikle kalpleri sadece Allah’a bağlamanın ve bununla beraber sebeplere sarılmanın da mühim olduğu hatırlatılmaktadır. Bu şekilde, itikâdî yönden kâfir olanlar cehennem azabıyla korkutuldukları gibi, “sünnetullâh” denilen Allah Teâlâ’nın ictimâî hayatla alakalı kanunlarını görmezlikten gelip ihmal edenler de netice itibariyle mağlubiyet ve perişanlıkla tehdit edilmektedir.
Düşman karşısında ihtiyatlı ve temkinli olmanın, gerekli bütün tedbirleri almanın ehemmiyetini göstermesi açısından bir gaza esnâsında bizzat Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in başından geçen ve bu âyetin inişine de sebep olan şu hâdise ne kadar dikkate şâyandır:
Resûlullah (s.a.s.) Enmâroğulları kabîlesiyle savaşmak üzere gazaya çıktı. Allah Teâlâ o kabîleyi hezîmete uğratmıştı. Resûlullah (s.a.s.) ve müslümanlar savaş yerine geldiklerinde düşmandan kimseyi göremediler ve silahlarını bıraktılar. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de silahını bırakarak bir ihtiyâcını görmek için çıkmıştı. Vâdinin öteki tarafına geçtiğinde yağmur serpiştiriyordu. Resûlullah (s.a.s.) ile ashâbı arasına vadi girmişti. Peygamberimiz bir ağaç altına oturmuştu ki Gavres b. el-Hâris adındaki düşman onu gördü. Yanında kılıcı bulunduğu halde dağın tepesinden indi. Arkadaşlarına da “Muhammed’i öldürmezsem Allah canımı alsın” diye söz vermişti. O gelip başının üzerine dikilmeden Resûlullah bunun farkına varamadı. Kılıcını kınından çıkartıp:
“–Ya Muhammed, seni şimdi benden kim kurtaracak?” dedi. Peygamber Efendimiz (a.s.) da:
“–Aziz ve Celîl olan Allah!” dedi. Sonra “Allahım dilediğin yolla beni Gavres b. el-Hâris’den kurtar!” diye dua etti. Gavres kılıcını Resûlullah (s.a.s.)’e vurmaya yeltendi. Fakat âniden iki omuzu arasına bir sancı saplanıp yüzü üstüne yere kapandı, kılıcı da elinden düştü. Resûlullah (s.a.s.) hemen kalkıp kılıcı aldı ve:
“–Ey Gavres, şimdi seni benden kim kurtaracak?” buyurdu. O da:
–Hiç kimse” dedi. Resûlullah (s.a.v.) ona:
“–Allah’dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet et, kılıcını sana vereyim” buyurdu.
Gavres:
“–Hayır, bunu söyleyemem. Fakat ebedî olarak seninle savaşmayacağıma ve sana karşı kimseye yardım etmeyeceğime söz veririm” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) ona kılıcını verdi. Gavres:
“-Vallahi sen benden çok hayırlısın” deyince Allah Resûlü:
“–Ben hayırlı insan olmaya senden daha layığım” buyurdu. Gavres arkadaşlarının yanına dönüp olanları anlattı. Bâzıları îmana geldi. Yağmur dinip vâdinin seli çekilince Resûlullah (s.a.s.) ashâbının yanına döndü ve hâdiseyi onlara anlattı. (bk. Buhârî, Megâzî 31; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 390; Kurtubî, el-Câmi‘, V, 372-373)
Şimdi de bu şekilde namaz tamamlandıktan sonra ve emniyete kavuştukları zaman müslümanların nasıl davranacakları açıklanmaktadır:
103. Korku hâlinde kıldığınız namazı bitirince ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerine yatarken Allah’ı zikredin. Korkudan emîn olduğunuz vakit ise artık namazı normal zamandaki şartlarına uyarak dosdoğru kılın. Çünkü namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirlenmiş farz bir ibâdetdir.
Müslümanlar, tarif edildiği şekilde korku namazını kılıp bitirdiklerinde dilleri ve kalpleriyle daimî olarak Allah’ı zikre devam edeceklerdir. İster ayakta, ister otururken, isterse yanları üzere yatıyorken Allah’ı hiçbir zaman dillerinden düşürmeyecekler ve hatırlarından çıkarmayacaklardır. Hususiyle savaş halinde iken tekbir, tehlil getirerek ve ilâhî yardımın celbi için dua ederek Allah’ı anacaklardır. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Düşman ordusuyla karşılaştığınız zaman sebat edin, dayanın ve Allah’ı çok çok zikredin ki başarıya erebilesiniz.” (Enfâl 8/45)
Savaş bitip kalpler sukûnete ererek huzur ve emniyet hâli tahakkuk edince mü’minler, vakti gelen namazları bütün rükun ve şartlarına dikkat ederek kılacaklar, savaş sırasında kılamadıkları namazları da kaza edeceklerdir. Zira fiilen savaşta bulunmak namaz kılmayı engelleyen bir durum olup, bu takdirde namazları kazaya bırakmak gerekebilir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), Hendek savaşı sırasında dört vakit namazı kazaya bırakmıştır.
Âyetin “Namaz, mü’minler üzerine vakitleri belirlenmiş farz bir ibâdetdir” (Nisâ 3/103) bölümü, farz namazların vakitlerine umûmi mânada işaret etmektedir. Başka âyetlerde haber verildiğine göre bunlar sabah, öğle, ikindi, akşam ve yatsı vakitleridir. (bk. Hud 11/114; İsrâ 17/78; Tâhâ 20/130; Rûm 30/17-18) Peygamber Efendimiz, bu âyetlerdeki mânaların tefsiri ve beyânı sadedinde namaz vakitlerini, onların başlangıç ve bitiş zamanlarını tayin etmiş ve namazların nasıl kılınacağını da bizzat tatbik ederek açıklamıştır. Asr-ı saadetten günümüze kadar milyonlarca müslümanın tatbikatıyla bu şekilde devam etmiş ve bundan böyle de böylece devam edecektir.
Allah Teâlâ, kullarına olan rahmetinin bir tezâhürü olarak ve kulluğu kolaylaştırmak maksadıyla onların yapacakları ibâdetler için belirli vakitler tâyin etmiştir. Bu sebeple günde beş vakit namazı, senede bir ay orucu, kırkta bir zekâtı ve ömürde bir defâ haccı farz kılmıştır. İbadetler için bu şekilde belirli ve sınırlı vakitler olmasaydı, nefsin en mühim aldatması olan “şimdi kalsın, ileride yaparım” düşüncesi insanları ibâdetten alıkoyabilir, bu takdirde tembellik yapıp görmezlikten gelerek kulluk vazifelerini terk etmelerine sebep olabilirdi.
Diğer taraftan özellikle namazın, günün belirli saatlerinde beş vakit olarak takdir edilmesinin, insan ömrünün geçirdiği safahatla da yakın bir alakasının olduğu görülebilir. Şöyle ki:
İnsanın doğumundan ölümüne ve âhirete irtihal etmesine kadarki hayatı beş mertebe olarak değerlendirilebilir. Birincisi, doğup varlık âlemine gelme mertebesidir. Nitekim insan doğar, bir müddet gelişme ve büyüme devresi geçirir. Bu müddete “büyüme çağı” denilir. İkinci mertebe, duraklama devridir ki, bir süre artıp eksilmeyerek olgunluk sıfatı üzere kalır. Bu müddete “gençlik çağı” denir. Üçüncü mertebe “olgunluk çağı”dır. Bu devrede insanda gizli bir noksanlık yüz göstermeye başlar. Dördüncü mertebe “yaşlılık çağı”dır ki, insanda açıktan açığa bir takım noksanlıklar ortaya çıkmaya başlar ve ölünceye kadar bu durum devam edip gider. Buna da yaşlılık ve ihtiyarlık denir. Beşinci mertebe, insan öldükten sonra bir müddet daha izleri devam eder. Daha sonra bu izler de kaybolur ve ortada ne adı ne de izi kalır. Doğuşundan batıp kayboluşuna kadar güneş için de bu beş mertebe geçerlidir. Güneşin doğudan doğduğu sıradaki hali insanın doğduğu zamanki halini andırır. Yavaş yavaş yükselir, nuru kuvvetlenir, ısısı şiddetlenir, nihayet göğün ortasına gelir, bir duraklama anı geçirir. Sonra inmeğe başlar ve yavaş yavaş eksilerek ikindiye kadar gider. Sonra eksiklikleri daha net bir şekilde ortaya çıkar, ışığı ve ısısı zayıflar, çökmesi artar ve hızla batmaya yönelir. Battıktan sonra batı ufkunda şafak denilen bazı izleri kalır, sonra bu da kaybolur ve güneş sanki âlemde hiç yokmuş gibi bir hale gelir. İşte ilâhî kudret ve azamet tecellilerinden olan bu beş mertebeden her birini yüce Allah, bir ilâhî emre işaret yapıp her birinde bir namazı farz kılmıştır. Vakti ve zamanı belli birer farz ibâdet olan bu beş vakit namaz, günlük değişmeleri belirtip gösteren bir takvim gibi, müslümanın işlerini nizama koymakta, onun planlı programlı bir hayat sürmesini sağlamaktadır. Dolayısıyla, müminlerin namazları ne kadar düzenli olursa, diğer durumları da o nispette düzenli ve intizamlı olacaktır.
Ancak bütün kulluk namazdan ibaret değildir. Allah’ın dinini yüceltmek için cihad etmek, din düşmanlarıyla mücadelede gerekli bütün çalışmaları yapmak ve bu hususta en küçük bir gevşeklik göstermemek de Allah’a kulluğun önemli bir yönünü teşkil eder:
104. Düşmanınız olan o kavmi, toparlanmalarına fırsat vermeden takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız, şüphesiz onlar da sizin gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz Allah’tan, onların ummadıkları şeyleri umuyorsunuz. Allah, hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Âyetin nüzûl sebebi hakkında şöyle bir hâdise nakledilir: Uhud günü müslümanların başına gelenler geldikten sonra Allah Resûlü ve ashâbı dağa çıktılar. Aşağı taraftan Ebu Süfyan gelip: “Ey Muhammed, yara yaraya karşılıktır, savaş böyle sırayladır; gâlibiyet bir gün size ise bir gün de bizedir” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.) ashâbına: “Şuna cevap versenize!” buyurdu. Onlar: “Ortada eşitlik yok: Bizim ölülerimiz cennette, sizinkiler ise cehennemdedir” dediler. Ebu Süfyân: “Uzzâ bizimdir, sizin Uzzâ’nız yok.” dedi. Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.): “Allah bizim Mevlâmızdır, sizinse mevlânız yok, deyiniz” buyurdu. Ebu Süfyân: “Yücel ey Hübel, yücel ey Hübel!” dedi. Peygamberimiz: “Allah en yücedir, en Uludur! deyiniz” buyurdu. Ebu Süfyan: “Bizim ve sizin buluşma yerimiz Küçük Bedir olsun” dedi. O gün müslümanlar yaralı olarak uyudular. İkrime der ki: “İşte orada « Size Uhud’da bir yara dokunduysa, biliyorsunuz ki Bedir’de de düşmanlarınıza benzeri bir yara dokunmuştu....» (Al-i İmrân 3/140-141) âyetleri ile bu âyet, yani «Düşmanınız olan o kavmi, toparlanmalarına fırsat vermeden takip etmekte gevşeklik göstermeyin…» (Nisâ 4/104) âyet-i kerîmesi nâzil oldu.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 357-358)
İniş sebebi bu olmakla beraber âyet-i kerîmenin mânası bütün zamanları ve mü’minlerin kâfirlerle yaptıkları ve yapacakları bütün savaş hallerini şümûlüne almaktadır. müslümanlar, düşmanları karşısında devamlı hazırlıklı olmalıdırlar. Havada, karada ve denizde kâfirlerle savaşıp muzaffer olabilmek ve bu gâlibiyetin devamını sağlayabilmek için ordu, silah ve mühimmat itibariyle her türlü donanımı sağlama mecburiyeti vardır. Bu hususta siyasi, iktisadî, içtimâî ve askeri her türlü çalışmanın yapılması, yatırımların devam etmesi, fedakârlık gösterilmesi ve masraftan kaçınılmaması gereklidir. Barışı sağlamanın ve huzur içinde yaşayabilmenin en emin yolu da budur. Savaş, cihad ve her türlü mücâdelede düşmanlarına nispetle müslümanların daha gayretli olmaları beklenir. Çünkü savaşta ölüm ve yaralanma durumlarında, insan olmaları itibariyle kâfir olsun mü’min olsun aynı acıyı çekmektedirler. Fakat mü’minler, Allah’tan kâfirlerin beklemedikleri güzellikleri beklemekte ve ummaktadırlar. Kâfirlerin, elde edecekleri kazanç tamamen dünya ile alakalı olup, ebedi hayatla ilgili hiçbir beklentileri yoktur. Mü’minler ise dünyada barış, emniyet, huzur, helâlinden dünya nimetlerine sahip olmanın yanında, daha mühimi ebedi saadete erişip cennet nimetlerine ulaşmayı ve Allah’ın rızâsına ermeyi istemektedirler.
Düşman denilince akla sadece savaş gelmemeli, onların da insan olduğu, dolayısıyla bir kısım haklarının bulunduğu gözden uzak tutulmalıdır. Özellikle kâfirlerle savaşma ve onları takip etme bahsindeki buyrukları görüp de onlara hainlik etmeyi, haksızlık yapmayı ve yapmadıkları bir şeyi “yaptılar” diyerek iftira etmeyi dinin gereği zannetmemelidir. İslâm dininin hedefi ve Kur’ân’ın iniş hikmeti, hakkı yerleştirmek ve her hak sahibine hakkını vermektir. Hak, kâfirle de ilgili olsa yine haktır. Kâfirin inkâr hâli, onun haklarına tecavüzü helâl kılmaz. Hak olan bir dinin gereği, kâfirin bile lehinde veya aleyhinde ancak Allah’ın indirdiği hak ve adâlete dayanan hükümlerle hükmetmektir. Şimdi bunun güzel bir misali verilmektedir:
105. Rasûlüm! Doğrusu biz, ilâhî gerçekleri ortaya koyan bu kitabı sana, insanlar arasında Allah’ın gösterdiği şekilde hüküm verebilesin diye indirdik. Sakın, hâinlerin savunucusu olma!
Kur’ân-ı Kerîm, insanlar arasında Allah Teâlâ’nın muradına uygun tarzda adâlet ve hakkaniyet prensiplerine dayalı olarak hükmedilmesi için indirilmiştir. Çünkü O, hakkı açıklayan, her türlü bâtıl ve eğrilikten uzak, sadece hak yolu, adâleti ve doğruyu gösteren bir hidâyet düstûrudur. Bu âyetler hakkında şöyle bir iniş sebebi rivayet edilmektedir:
Zaferoğullarından ve Ensar’dan Tu‘me b. Übeyrık, komşusu Katâde b. Numân’ın evinden bir zırh çalmıştı. Zırh, içinde un bulunan bir çuvalda idi. Çuval da yırtık olduğundan evine kadar un dökülerek gitmişti. Sonra çaldığı zırhı yahudilerden Zeyd b. Semîn adında bir adamın yanına sakladı. Çalınan zırh Tu‘me’nin yanında aranıp bulunamayınca o:
“– Vallahi ben almadım ve onun hakkında bir bilgim de yok” diye yemin etti. Zırhın sahipleri:
“– Hayır, vallahi zırhı o çaldı. Gece karanlıkta bize geldiğini gördük, zırhı aldı, evine girinceye kadar da izini sürdük, zaten un izini de görmüştük” dediler. Ancak Efendimiz hırsızlık suçlamasını reddeden Tu‘me’ye yemin teklif edip, o da çalmadığına dâir yemin edince zırhın sahipleri mecburen Tu‘me’yi serbest bıraktılar. Un izini takip ederek nihâyet yahudinin evine geldiler ve onu tutup Allah Resûlü’ne getirdiler. Yahudi:
“– Zırhı bana Tu‘me b. Übeyrık verdi” dedi ve yahudilerden bir cemâat da buna şâhitlik ettiler. Tu‘me’nin kabilesi olan Zaferoğulları ise:
“– Gelin, Resûlullah’a gidelim” dediler ve Efendimiz’e gelip Tu‘me’nin durumunu anlattılar. Arkadaşlarını müdafaa sadedinde:
“– Ey Allah’ın Rasûlü! Eğer hırsızlığı yahudinin yaptığını ilân ederek onu cezalandırmazsan arkadaşımız helâk olacak, rezil rüsvâ olacak, yahudi de suçsuz çıkacak” dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu âyetleri indirerek, kimin hâin, kimin temiz ve günahsız olduğunu açıkça bildirdi ve Resûlullah (s.a.s.)’e de doğruyu gösterdi. Buna karşı Tu‘me Hakk’a teslîm olup tevbekâr olacak yerde Mekke’ye kaçarak dinden döndü. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, V, 362-364; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 183)
Buna göre hırsızlık veya herhangi bir suç işlendiğinde, sanık veya sanıkların tayininde bir belirsizlik ve zorluk söz konusu olursa hâkimin, sanıkların din ve milliyetine bakmaksızın tam bir adâlet duygusuyla konuya yaklaşması ve tarafsız bir şekilde konuyu araştırarak hüküm vermesi gerekir. Çünkü onun vazifesi, hakkın yerine getirilmesi ve gerçek sahibini bulması için gayret göstermektir. Dolayısıyla davacının makamı, şöhreti, serveti ve sağladığı menfaat ne olursa olsun, haksız olduğu takdirde herhangi bir hakim veya avukat onun tarafını tutamaz, lehinde hüküm çıkarmak için çalışamaz. Haklı olduğunu bilmediği bir kimseyi başkası karşısında savunamaz. Bu, caiz değildir. Dolayısıyla, vereceği hükmün yanlış olma ihtimaline karşılık Cenab-ı Hak Peygamberinden istiğfar etmesini istemektedir:
106. Allah’tan bağışlanma dile! Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcıdır ve çok merhametlidir.
Peygamberler masumdurlar; günah işlemezler. Ancak, hakkında vahiy inmemiş hususlarda hüküm verirken o ana kadarki birikimlerine göre hüküm verirler. Niyetleri de vahyin henüz bir düzenleme getirmediği konularda en güzeli yakalamaktır. Bu konularda vahiyle bir düzenleme gelirse peygamberin daha önce verdiği hüküm kesinlikle zelle sayılmamak gerekir. Ancak vahiy gelse de hâşâ peygamber daha farklı bir görüş ortaya koysaydı ancak bu hata sayılabilirdi ki böyle bir şey peygamberler için hem düşünülemez, hem de asla onlardan böyle bir durum vaki olmamıştır. Mademki Allah bütün âlemlerin rabbidir, hiç şüphesiz peygamberlerin de rabbidir. Allah onları da onlara ihsan ettiği yüksek makamlara uygun uslublarda yönlendirecektir. Bu gibi durumlar Allah’ın koyduğu fizik kanunları kadar tabii ve olması gerektiği şekildedir. Bunlar malzeme olarak değerlendirilip ısmet sıfatıyla taclandırılan ve ilâhî vahyin birinci derecede muhatapları olan müstesna insanların geçirdikleri haller zelle olarak değerlendirilmemelidir.
Hukukî davalarda haklı olan taraf bulunduğu gibi bir de haklı olmayan taraf vardır. Bir taraf tabii olarak hakkını ararken, bir de bile bile hıyanet içinde olanlar vardır. Hakime düşen kesinlikle hakkın yanında yer alıp diğerini savunmamaktır:
107. Haksızlık yaparak kendilerine hâinlik edenleri savunma! Şüphesiz Allah, hâinlikte ve günah işlemekte aşırı gidenleri hiç sevmez.
“Nefse hıyanet”, kişinin kendini aldatması, bir menfaat elde edeceği zannıyla hareket edip, beklentisinin tam aksine büyük bir zarara uğramasıdır. Bu bakımdan bir insanın haksızlık yapmaya veya bir günah işlemeye cür’et ederek kendini cehennem azabına maruz bırakması, kendini aldatmak ve Allah’ın emaneti olan nefse hainlik etmek anlamına gelmektedir. Allah bu tür pek hâin, pek günahkâr olan; hâinlikten sakınmayan ve günahtan çekinmeyen kimseleri hiç sevmez. O halde böyle kimseleri savunmak, avukatlığını yapmak, onu haklı çıkarma niyetiyle lehinde deliller bulmaya çalışmak doğru bir davranış değildir.
Şimdi “nefse hıyanetin” açık bir misali verilmektedir:
108. Onlar, yaptıkları hâinlik ve işledikleri günahları insanlardan gizlemeye çalışırlar da, hayâ edip Allah’tan gizlemezler. Halbuki onlar, bilhassa gece karanlığında gizli gizli Allah’ın râzı olmayacağı ihânet planları yaparken Allah onların yanıbaşındaydı. Zâten Allah, onların yaptıkları her şeyi ilmiyle kuşatmış durumdadır.
Burada “nefse hıyânetin” açık bir misâli verilmektedir: Kendilerine hıyanet edenler, insanlardan utandıkları ve zararlarından korktukları için planladıkları günahlarını onlardan gizliyorlar. Fakat her şeyi hakkiyle bilen ve gören, dolayısıyla haya edilmeye ve azabından sakınılmaya en layık varlık olan Allah’ı hesaba katmıyorlar. Halbuki Allah, gece gündüz hep onlarla beraberdir. Geceleyin gizlice bir araya gelip, Allah’ın razı olmayacağı sözleri düzüp, bunu nasıl uygulayacaklarını planlarken O hep yanlarında bulunmaktadır. Allah, onların bütün yaptıklarını ilmiyle her yönden kuşatmıştır. Hiçbir şeyi gözden kaçırmaz ve cezasını bir gün mutlaka verir. Bu, yanlış olma ihtimali bulunmayan değişmez bir gerçektir. O halde kulun, bütün niyet, söz ve fiillerini, kendinden bir an bile gafil olmayan bir yüce Rabbin murakabesinde ve O’nun muradına uygun tarzda tanzim etmesinden başka bir çıkar yol yoktur.
Şunu unutmamak gerekir ki:
109. Haydi diyelim, siz dünya hayatında onları savunmaya çalıştınız; peki kıyâmet günü Allah’a karşı onları kim savunacak? Yahut kim onlara vekil olacak?
Dünya iyilerle kötülerin birbirinden ayrılmasını sağlayacak bir imtihan sahası olduğu için burada iyiler iyiliklerini, kötüler de kötülüklerini yapacaklardır. Haksızlık yapanlar olacağı gibi, o haksızları savunanlar da bulunacaktır. Fakat yapılanlar dünya hayatıyla sınırlı kalmayacak, bunların âhiret hayatını, cennet ve cehennemi alakadar eden çok ciddî bir boyutunun olduğu bir gün bütün açıklığıyla ortaya çıkacaktır. Kıyamet günü Allah Teâlâ ne emrederse sadece o geçerli olacak, hiç kimsenin O’nun emrine ve hükmüne aykırı davranması mümkün olmayacaktır. Çünkü o günün tek hâkimi Cenâb-ı Hak’tır. (Fâtiha 1/3; Mü’min 40/16) Hâsılı, dünya hayatında haksızların yanında yer alanlar, onların savunuculuğunu yapmaya çalışanlar, âhirette bu imkândan mahrum kalacakları için, onları Allah’a karşı kesinlikle savunamayacak, kendileri de o hıyanete ortak olacaklardır. Onları savunacak veya onlara vekillik yapacak başka bir kimse de bulunmayacaktır. Neticede haksızlık yapanlar da, haksızlığa destek çıkanlar da hepsi birlikte Allah’ın hesâbı ve azabıyla yüz yüze geleceklerdir.
Ancak, henüz dünyada yaşarken elbette tevbe ve istiğfar kapısı açıktır:
110. Kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, şüphesiz Allah’ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olarak bulur.