65-namâzin esrâri

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İmâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” (Mektûbât) kitâbının birinci cild, üçyüzdördüncü mektûbunda buyuruyor ki:
Allahü teâlâya hamd etdikden ve Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” salevât getirdikden sonra, ebedî se’âdete kavuşmanıza düâ ederim. Allahü teâlâ, birçok âyet-i kerîmede, a’mâl-i sâliha işleyen mü’minlerin, Cennete gireceklerini bildiriyor. Bu amel-i sâlihler nelerdir, iyi işlerin hepsi mi, yoksa bir kaçı mı? Eğer, iyi şeylerin hepsi olsa, bunları kimse yapamaz. Birkaçı ise, acaba hangi iyi işler isteniliyor? Nihâyet Allahü teâlâ lutf ederek şöyle bildirdi ki, a’mâl-i sâliha, İslâmın beş rüknü, direğidir. İslâmın bu beş temelini, bir kimse hakkı ile kusûrsuz yaparsa, Cehennemden kurtulması kuvvetle umulur. Çünki bunlar, aslında sâlih işler olup, insanı günâhlardan ve çirkin şeyleri yapmakdan korur. Nitekim, Kur’ân-ı kerîmde, Ankebût sûresi, kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Kusûrsuz kılınan bir namâz, insanı pis, çirkin işleri işlemekden korur) buyurulmakdadır. Bir insana, İslâmın beş şartını yerine getirmek nasîb olursa, ni’metlerin şükrünü yapmış olur. Çünki kendisi, Nisâ sûresi, yüzkırkaltıncı âyetinde meâlen, (Îmân eder ve şükr ederseniz, azâb yapmam) buyuruyor. O hâlde, İslâmın beş şartını yerine getirmeğe, cân-ü gönülden çalışmalıdır.
Bu beş şartdan en mühimi, namâzdır ki, dînin direğidir. Namâzın edeblerinden bir edebi kaçırmıyarak kılmağa gayret etmelidir. Namâz temâm kılınabildi ise, İslâmın esâs ve büyük temeli kurulmuş olur. Cehennemden kurtaran sağlam ip yakalanmış olur. Allahü teâlâ, hepimize, doğru namâz kılmak nasîb etsin!
Namâza dururken, (Allahü Ekber) demek, (Allahü teâlânın, hiçbir mahlûkun ibâdetine muhtâc olmadığını, her bakımdan hiçbir şeye ihtiyâcı olmadığını, insanların namâzlarının, ona fâidesi olmıyacağını) bildirmekdedir. Namâz içindeki tekbîrler ise, (Allahü teâlâya karşı yakışır bir ibâdet yapmağa, liyakat ve gücümüz olmadığını) gösterir. Rükü’deki tesbîhlerde de bu ma’nâ bulunduğu için, rükü’dan sonra, tekbîr emr olunmadı. Hâlbuki secde tesbîhlerinden sonra emr olundu. Çünki secde tevâzu’ ve aşağılığın en ziyâdesi ve zillet ve küçüklüğün son derecesi olduğundan, bunu yapınca, hakkıyla, tam ibâdet etmiş sanılır. Bu düşünceden korunmak için, secdelerde yatıp kalkarken, tekbîr söylemek sünnet olduğu gibi, secde tesbîhlerinde (a’lâ) demek emr olundu.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Namâz mü’minin mi’râcı olduğu için, namâzın sonunda Peygamber Efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mi’râc gecesinde söylemekle şereflendiği kelimeleri, ya’nî Ettehıyyâtüyü okumak emr olundu. O hâlde namâz kılan bir kimse, namâzı kendine mi’râc yapmalı. Allahü teâlâya yakınlığının nihâyetini namâzda aramalıdır.
Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm” buyurdu ki, (İnsanın, Rabbine en yakın olduğu zemân namâz kıldığı zemândır). Namâz kılan bir kimse, Rabbi ile konuşmakda, Ona yalvarmakda ve Onun büyüklüğünü ve Ondan başka herşeyin, hiç olduğunu görmekdedir. Bunun için, namâzda korku, dehşet, ürkmek hâsıl olacağından, tesellî ve râhat bulması için, nâmazın sonunda, iki def’a selâm vermesi emr buyuruldu.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bir hadîs-i şerîfde, (Farz namâzdan sonra 33 tesbîh, 33 tahmîd, 33 tekbîr ve bir de tehlîl) emr etmişdir. Bunun sebebi, namâzdaki kusûrlar tesbîh ile örtülür. Lâyık olan, tam ibâdet yapılamadığı bildirilir. (Tahmîd) ile, namâz kılmakla şereflenmenin, Onun yardımı ve erişdirmesi ile olduğu bilinerek, bu büyük ni’mete şükr edilir, hamd edilir. (Tekbîr) ederek de, Ondan başka ibâdete lâyık kimse olmadığı bildirilir.
Namâz, şartlarına ve edeblerine uygun olarak kılınıp ve yapılan kusûrlar da böylece örtülüp, namâzı nasîb etdiğine de şükr edip, ibâdete başka hiç kimsenin hakkı olmadığı, kalbinden temiz ve hâlis olarak, kelime-i tevhîd ile bildirilince, bu namâz kabûl olunabilir. Bu kimse, namâz kılanlardan ve kurtuluculardan olur. Yâ Rabbî! Peygamberlerinin en üstünü hurmeti için “aleyhi ve alâ âlihimüssalevâtü vetteslîmât” bizleri namâz kılan ve kurtulan, mes’ûd kullarından eyle! Âmîn.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İmâm-ı Muhammed Ma’sûm hazretleri, (Mektûbât)ının,
ikinci cild, onbirinci mektûbunda buyuruyor ki:

Allahü teâlâ, insanları başı boş bırakmadı. Her istediklerini yapmağa izn vermedi. Nefslerinin arzûlarına ve tabî’î, hayvânî zevklerine, taşkın ve şaşkın olarak tâbi’ olmalarını, böylece felâketlere sürüklenmelerini dilemedi. Râhat ve huzûr içinde yaşamaları ve sonsuz se’âdete kavuşmaları için arzûlarını ve zevklerini kullanma yollarını gösterdi ve dünyâ ve âhıret se’âdetine sebeb olan fâideli şeyleri yapmalarını emr etdi. Zararlı şeyleri yapmalarını yasak etdi.

Bu emrlere ve yasaklara (Ahkâm-ı islâmiyye) denildi. Dünyâda râhat yaşamak, se’âdete kavuşmak istiyen, islâmiyyete uymağa mecbûrdur. Nefsinin ve tabî’atinin, islâmiyyete uymayan arzûlarını terk etmesi lâzımdır. İslâmiyyete uymazsa, sâhibinin, yaratanının gadabına, azâbına dûçâr olur. İslâmiyyete uyan kul, müslimân olsa da, kâfir olsa da, dünyâda mes’ûd, râhat olur. Sâhibi ona yardım eder. Dünyâ zirâ’at yeridir. Tarlayı ekmeyip, tohumları yiyerek zevk ve safâ süren, mahsûl almakdan mahrûm kalacağı gibi, dünyâ hayâtını, geçici zevkleri, nefsin arzûlarını taşkın ve şaşkın olarak yapmakla geçiren de, ebedî ni’metlerden, sonsuz zevklerden mahrûm olur. Bu hâl, aklı başında olanın kabûl edeceği birşey değildir. Sonsuz lezzetleri kaçırmağa sebeb olan, geçici lezzetleri zararlı şeklde yapmağı tercîh etmez. [Allahü teâlâ, dünyâ zevklerinden, geçici lezzetlerinden, nefse tatlı gelen şeylerden hiçbirini, men’ etmedi, yasak etmedi. Bunları, islâmiyyete uygun, zararsız olarak kullanmağa izn verdi.] İslâmiyyete tâm uymak için, evvelâ (Ehl-i sünnet) âlimlerinin, Eshâb-ı kirâmdan öğrenip ve Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden anlayıp bildirdikleri (Akâid)e uygun îmân etmek, sonra harâm, yasak edilmiş olanları öğrenip bunlardan sakınmak ve yapması emr olunan farzları öğrenip yapmak lâzımdır. Bunları yapmağa (İbâdet) etmek denir. Harâmlardan sakınmağa (Takvâ) denir.
Niyyet ederek ahkâm-ı islâmiyyeye uymağa (İbâdet etmek) denir. Allahü teâlânın emrlerine ve yasaklarına (Ahkâm-ı islâmiyye) ve (Ahkâm-ı ilâhiyye) denir. Emr edilenlere (Farz), yasak edilenlere (Harâm) denir. İbâdetlerin en kıymetlisi ve islâm dîninin temeli hergün beş vakt (Nemâz) kılmakdır. [Nemâz kılmak, ayakda kıbleye karşı Fâtiha okumak ve kıbleye karşı eğilmek ve kıbleye karşı başını yere koymak demekdir. Bunları kıbleye karşı yapmazsa, nemâz kılmak olmaz.] Nemâz kılan, müslimândır. Nemâz kılmayan, yâ müslimândır, yâ kâfirdir. Nemâz kılmakla hâsıl olan kurb-ı ilâhî [ya’nî, Allahü teâlânın sevmesi], başka ibâdetleri yapmakla nâdir nasîb olur. Hergün, beş vakt nemâzı, cem’ıyyet ile [ya’nî dünyâ işlerini düşünmeden] ve cemâ’at ile ve ta’dîl-i erkân ile ve abdesti dikkatli alarak ve müstehab olan vaktlerinde kılmalıdır. Nemâz kılarken, Allahü teâlâ ile kul arasındaki perdeler kalkar. Beş vakt nemâz kılan, hergün beş kerre yıkanıp temizlenen kimse gibi, günâhlardan temizlenir. Hergün beş vakt nemâzı doğru olarak kılana yüz şehîd sevâbı verilir.

 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Ticâret eşyâsının ve kırda otlıyan hayvânların [ve tarladan, ağaçlardan elde edilen mahsûlün ve kâğıd liraların ve alacakların] zekâtlarını emr olunan yerlere seve seve vermelidir. Zekâtı verilen mâl azalmaz. Zekâtı verilmiyen mâl, Cehennemde ateş olur. Allahü teâlâ, çok merhamet ederek, ihtiyâcdan fazla olan mâl, nisâb mikdârı olursa, bir sene sonra zekâtını vermeği emr etdi. Cânı ve mâlı veren Odur. Mâlın hepsini ve cânı vermeği emr etseydi, Onun âşıkları hemen verirdi.
Ramezân-ı şerîf ayında, Allahü teâlâ emr etdiği için, seve seve oruc tutmalıdır. Bu açlığı ve susuzluğu se’âdet bilmelidir.
İslâmın binâsı beşdir: Birincisi, (Eşhedü en-lâ-ilâhe-illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü) demek ve bunun ma’nâsını bilmek ve inanmakdır. Buna (Kelime-i şehâdet) denir. Dördü de, nemâz, zekât, oruc ve hacdır. Bu beş esâsdan biri bozuk olursa, islâmiyyet de bozuk olur. İ’tikâdı düzeltdikden ve islâmiyyete uydukdan sonra, Sôfiyye-i aliyyenin yolunda ilerlemek lâzımdır. Allahü teâlânın ma’rifeti, bu yolda hâsıl olur ve nefsin arzûlarından kurtulmak nasîb olur. Sâhibini tanımayan kimse, nasıl yaşıyabilir, nasıl râhat eder! Bu yolda ma’rifet sâhibi olmak için, (fenâ bil-ma’rûf) lâzımdır. Ya’nî, Allahü teâlâdan başka herşeyi unutmak lâzımdır. Kendini var bilen kimse, ma’rifete kavuşamaz. (Fenâ) ve (Bekâ) vicdânda, kalbde hâsıl olan şeylerdir. Anlatmakla anlaşılmaz. Ma’rifet ni’metine kavuşmıyanın, bunu dâimâ araması lâzımdır. Tahkîri emr olunan ve muvakkat olan şeyin ta’mîri ile uğraşmamalıdır.
 
Üst Alt