101. Allah’ın âyetleri size okunup dururken, üstelik O’nun Rasûlü de aranızda bulunurken, siz nasıl olur da tekrar inkâra dönersiniz? Şunu bilin ki, Allah’ın dinine sımsıkı sarılan kimse, kesinlikle doğru yola ulaştırılır.
Bu âyetlerin iniş sebebiyle alakalı şöyle bir olay anlatılır: Medine’de bulunan Evs ve Hazrec kabileleri, İslâm gelmeden önce birbiriyle savaş halinde idiler. Buâs adı verilen bu savaşlarda her iki taraftan çok sayıda insan ölmüş, son olarak da Evs kabilesi Hazrec kabilesine üstün gelmişti. müslüman olduktan sonra ise İslâm’ın bereketiyle eski düşmanlıklarından vazgeçmişler ve kardeş olmuşlardı. Birlik ve beraberlik içinde düşmanlarına karşı tek yumruk haline gelmişlerdi. Bir gün yahudi ileri gelenlerinden Şâs b. Kays, Evs ve Hazrec’e mensup bir grubun ülfet ve muhabbetle sohbet ettiklerini gördü. Bu manzara karşısında içi kin ve öfkeyle doldu. Derhal yanında bulunan genç bir yahudiye, onların yanlarına varıp, Buâs gününü, daha önce vuku bulmuş savaş ve ayrılık günlerini hatırlatmasını söyledi. Genç, kendine verilen vazifeyi başarıyla yerine getirdi. Karşılıklı okunan şiirler ve yapılan konuşmalar neticesinde hatıralar canlandı, tartışmalar ilerledi. Karşılıklı sövüşmeler ve kavga başladı. Nihayetinde Evsliler ve Hazrecliler toplanıp Medine dışında taşlık bir yere çıkarak karşılıklı savaş vaziyeti aldılar. Durumu öğrenen Allah Resûlü (s.a.s.) hemen oraya gelerek: “Ey müslümanlar! Allah aşkına sakin olun. Bu ne câhiliyet davası! Ben aranızdayken, Allah sizi İslâm’a ulaştırmış, size İslâm’la ikramda bulunmuşken, sizi câhiliye kötülüklerinden uzaklaştırıp küfürden kurtarmış ve aranıza bir ülfet vermişken halâ câhiliyet davası güdüp eskiden olduğu gibi yeniden küfre mi döneceksiniz?” buyurdu. Böylece ortalık sakinleşerek yahudilerin tutuşturduğu fitne ateşi söndü. Bunun üzerine bu âyetler nâzil oldu. (bk. Taberî, IV, 32-33; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 139)
Dolayısıyla burada mü’minler, kendilerine hidâyet rehberi olarak lütfedilen Kur’ân-ı Kerîm’in ve yine önlerinde en büyük örnek şahsiyet olan Peygamberimiz (s.a.s.)’in kıymetini bilerek, Ehl-i kitabın tuzaklarına düşmemeleri ve doğru yola erişebilmek için Allah’ın dinine sımsıkı sarılmaları hususunda ciddi bir şekilde ikaz edilmektedirler:
102. Ey iman edenler! Kudret ve yüceliğine yaraşır bir biçimde Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun ve ancak O’na gönülden boyun eğmiş müslümanlar olarak can verin.
Takvâ, kişinin günahlardan sakınıp sâlih ameller işleyerek kendini Allah’ın azabından koruması demektir. Âyette emredildiği gibi gerçek mânada takvâ ise, “Allah’a mutlak mânada itaat edip, bir an bile olsa isyan etmemeyi; O’na daima şükredip asla nankörlük etmemeyi ve O’nu daima zikredip hiç unutmamayı” ifade eder. Yine bunda “Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öyle cihad etmek, Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmamak, kendinin ve çocuklarının aleyhinde bile olsa adâletli davranmak” mânası da vardır. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 157-158) Şüphesiz anlatılan bu hususları her insan, ancak gücünün yettiği ölçüde yapabilecektir. Nitekim bu âyet-i kerîme nâzil olunca Ashâb-ı kirâm, buradaki emrin ağırlığını hissederek: “Buna kim güç yetirebilir?” diye sordular. Bunun üzerine Yüce Allah, “Gücünüz yettiği kadar Allah’a karşı gelmekten sakının” (Teğâbün 64/16) âyetini indirerek bu hususa açıklık getirdi.
Âyetteki “ancak O’na gönülden boyun eğmiş müslümanlar olarak can verin” (Âl-i İmrân 3/102) ifadesi, hangi halde öleceği kulun elinde olmadığı için, bütün gücüyle İslâm’ın emrettiği şekilde yaşamayı ve bunda sebât etmeyi emretmektedir. Allah’tan hakkiyle korkan ve İslâm üzere bir hayat süren kişilerin de, kesin bir garanti bulunmamakla birlikte, müslüman olarak ölme ihtimalleri elbette yüksektir.
En mühim takvâ ölçüsü, insanlığın kurtuluşu için maneviyat göklerinden yeryüzüne sarkıtılmış Kur’an ipine sarılmaktır:
103. Ey mü’minler! Hepiniz birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin. Allah’ın size olan şu nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız; derken Allah kalplerinizi kaynaştırdı da O’nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Ateşten bir çukurun tam kenarında idiniz, fakat Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Doğru yolu bulasınız diye, Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor.
“Allah’ın ipi”nden maksat, “Allah’a yaklaşmaya vesile olabilecek her türlü vasıta”dır. Bunun da başında şüphesiz “Kur’an ve İslâm” gelmektedir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.):
“Kur’an, Allah’ın gökyüzünden yeryüzüne sarkıtılmış ipidir.” (Tirmizî, Menâkıb 31; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 14, 17)
“Fitnelerden kurtuluş yolunu gösteren elbette Allah’ın Kitabı’dır. Onda sizden öncekilerin kıssası, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü vardır... O, Allah’ın sağlam ipidir” (Tirmizî, Fezâilu’l-Kur’an 14) açıklamalarıyla Kur’ân-ı Kerîm’i “Allah’ın ipi” olarak söz eder.
Dolayısıyla âyet, hep birlikte Allah’ın, insanlığın kurtuluşu için gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm’e ve onun üzerine binâ edilen İslâm nizamına bütün gücümüzle sımsıkı sarılmamızı; itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelâtla ilgili tüm emir ve yasaklarını dikkate alarak yaşamamızı; onun etrafında birbiriyle kenetlenmiş sağlam bir İslâm toplumu oluşturarak asla ayrılığa düşmememizi emretmektedir. İslâm dini tevhid anlayışı üzere kurulmuştur. İslâm, inanç bakımından herkesi Allah’ın birliği düşüncesi etrafında toplamayı hedeflediği gibi, cemaatle namaz, Cuma ve bayram namazları ve hac gibi ibâdetlerle amel yönünden de birlik ve beraberliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Zira fiillerdeki birlik, kalplerin birliğine sebep olmaktadır. Allah’tan hakkiyle korkmak, İslâm’a uygun yaşamak ve müslüman olarak ölebilmek için böyle bir İslâm toplumuna ihtiyaç vardır. Ayrıca dünya hayatında fert ve toplum olarak ayakta durabilmek, düşmanların maddi ve mânevî baskılarına dayanabilmek ve İslâm toplumu olarak bizden beklenen sorumluluğu yerine getirebilmek için de böyle bir beraberlik zaruridir. Çünkü birlik ve beraberliği zayi olmuş toplumların, kısa zamanda dağıldıkları ve her şeylerini kaybettikleri tarihî bir gerçektir. Mehmet Akif bu gerçeğe şöyle işaret eder:
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”
Esasen, Allah’ın insanlara olan nimetleri hem dünyevî hem de uhrevîdir. Daha önce birbirine düşman olan kişi, kabile ve toplumların İslâm nimeti ve imanın birleştirici vasfı sayesinde kalpleri birbirine ısınarak kardeş olmaları dünyevi bir nimettir. Nitekim Medine’de bulunan ve aynı soydan gelen Evs ve Hazreç kabileleri, İslâm gelmeden önce aralarına sokulan düşmanlık sebebiyle birbiriyle savaş halinde idiler. Hatta bu savaş bir asırdan fazla sürmüştür. Fakat İslâm’ın gelmesiyle düşmanlıklar son bulup, birbirine merhamet eden ve birbiri hakkın da iyi düşünen kardeşler haline gelmişlerdir. Bunun örnekleri, tarih boyunca çokça yaşanmıştır. “Ateşten bir çukurun kenarından kurtulmak” ise “cehenneme düşmeye sebep olan küfürden kurtulmak” mânasında olduğu için uhrevi bir nimettir. Burada cehennem, içinde ateşin bulunduğu çukura, küfürleri sebebiyle insanların cehenneme müstehak olmaları da, ateş çukurunun kenarına gelmelerine benzetilmiştir. Eğer onlar, küfür üzere ölselerdi mutlaka cehenneme düşeceklerdi. Fakat tam o çukura düşmek üzereyken İslâm sayesinde Allah onları hidâyete erdirmiş ve cehennemden kurtarmıştır. Bunlar, hidâyete ermek isteyen fert ve toplumlar için birer örnek ve ibrettir.
Ancak insanların irşadı ve hidâyeti kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Bu vazîfeyi yerine getirecek ehliyetli ve salâhiyetli mürşitlere; İslâm’ı hem ilimleriyle hem irfanlarıyla hem de ahlâkın zirvesindeki temsil kabiliyetleriyle tebliğ edecek, yürekleri aşk, vecd, ihlas ve samimiyet dolu seçkin davetçilere ihtiyaç vardır. Bu sebeple buyruluyor ki:
104. Ey mü’minler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan seçkin bir topluluk bulunsun. İşte onlar, doğru ve kalıcı yatırım yapıp kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
Hayra davet, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama bütün müslümanlara farz-ı kifâyedir. Bu vazife yerine getirilmeyince hiçbir müslüman mesuliyetten kurtulamaz. Hitap bütün mü’minlere olduğu için onların vazifesi, içlerinden bu sorumluluğu yerine getirecek belli, özel bir topluluk yetiştirmek, onlara yardım ve ittiba etmek suretiyle bu görevi yerine getirtmektir. Böyle bir grup teşkil edilip görevlendirildikten sonra tebliğ vazifesi bizzat onlar üzerine farz-ı ayın olur. Fakat bunlar görevlerini yerine getirmezlerse, sorumluluk önce bunlara, ikinci olarak da tekrar müslümanların hepsine düşer.
Ayette geçen اَلْخَيْرُ (hayır) kelimesi, “dine ve dünyaya ait her türlü iyi, güzel ve faydalı olan şeyler” mânasına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de umumiyetle bu kelime; Allah’ın rızâsına uygun düşen, fert, aile ve toplumun faydasına olan, âhirette sevap kazandıran tutum ve davranışlar, fert ve toplum menfaatine olan servet, mülk, müessese ve düzenlemeler anlamında kullanılmıştır. Bunların zıddı olan şeylerden de “şer” olarak bahsedilir. Burada zikredilen “hayır”dan maksat, öncelikle tevhid ve İslâm’dır. İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak da bunun mühim bir kısmını teşkil eder. Bu bakımdan emredilmesi istenen “ma‘rûf”, İslâm’ın getirdiği, uygun gördüğü ve onayladığı her türlü iyiliktir. “Münker” de İslâm’ın yasakladığı ve onaylamadığı her türlü kötülüktür. Şunu belirtmek gerekir ki iyiliği ve kötülüğü Allah’ın sapasağlam ipi olan İslâm’dan başka ölçüyle ölçmeye kalkmak, nefse ait arzulara uymaktır ki, bu, bir sonraki âyette yasaklanan anlaşmazlık ve uyuşmazlığı hortlakmaktan başka bir şey değildir.
Hayra davet, iyiliği emir ve kötülüğü yasaklamak hususunda Allah Resûlü (s.a.s.)’in çok önemli ikazları vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
“Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar ve zalimin iki elini tutup onu doğruyu kabule zorlarsınız ya da bunu yapamadığınız takdirde Allah, sizin iyilerinizin kalplerini de kötülerinkine benzetir ve daha önce İsrâiloğulları’na ettiği gibi size de lânet eder.” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17)
“Sizden bir kötülük gören kişi onu eliyle önlesin. Buna gücü yetmeyen diliyle karşı çıksın. Bunu da yapamayan o kötülüğe kalbiyle buğzetsin. Sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11)
Allah Resûlü (s.a.s.), iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama işinin toplumun ihyâsı ve devamı açısından ne kadar hayatî olduğunu bir misalle şöyle açıklar:
“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar:
«–Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katımızda oturanlara eziyet vermemiş oluruz» dediler.
Şayet üstte oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer ellerinden tutarak bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de diğerleri kurtulmuş olur.” (Buhârî, Şirket 6; Tirmizî, Fiten 12)
İslâm toplumu adına hayra davet, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama vazifesini ifâ edecek kişilerin belli başlı hususiyetlere sahip olmaları lâzımdır. Bunları şöylece hülâsa edebiliriz:
› İman, istikâmet ve takvâ bakımından yeterli ve üstün bir seviyede olmaları,
› İyiyi kötüden, hayrı şerden ayırabilecek derecede ilim, irfan ve tecrübe sahibi olmaları,
› Beşerî münasebetleri güzel bir şekilde yürütebilecek derecede ahlâk-ı hamîde ve hüsn-i muâşeret sahibi olmaları,
› Bu işi yapabilecek dirâyet, güç ve kudret sahibi olmaları gerekir.
İslâm tam olarak öğrenilip, öğretilip yaşanmadığı takdirde toplumda düzenin yerini terör, birliğin yerini tefrika alır ki gelen âyet bu hususta ciddi bir uyarıda bulunmaktadır:
105. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra anlaşmazlığa düşüp, birbiriyle çekişen kimseler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır.
Önceki ümmetler, bunlar içinde de özellikle yahudi ve hıristiyanlar, kendilerine gelen ilâhî kitaplar, peygamberler ve onların getirdikleri açık deliller ve mûcizelere rağmen, çeşitli sebeplerle parçalanmış ve pek çok konuda anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Aralarında derin düşmanlıklar oluşmuş, birlik ve beraberlikleri dağılmıştı. Bu sebeple Allah Teâlâ, yeryüzünde her türlü iyiliğin temsilcileri olmalarını istediği Ümmet-i Muhammed’i böyle kötü bir duruma düşmekten sakındırmaktadır. Onlara, iyilikleri emredip kötülükleri yasaklayarak İslâm’ın hâkim olmasını sağlamada başarılı olabilmeleri için, güçlü olmaları gerektiğini; bunu temin etmek için de İslâm’ın bağlıları arasında son derece kuvvetli bir ülfet ve muhabbetin olması lazım geldiğini hatırlatmaktadır. Buna şiddetle yönlendirmek için de, bölünüp parçalananlara, bu halleri sebebiyle dünya ve âhirette büyük bir azabın isabet edeceği uyarısını yapmaktadır.
Bu büyük azaptan bir misal takdim etmek üzere şöyle buyruluyor:
106. O kıyâmet gününde bir kısım yüzler pırıl pırıl parlayacak; bir kısım yüzler de kederden simsiyah kesilecektir. Yüzleri simsiyah olanlara: “İmanınızdan sonra tekrar küfre sapmıştınız, değil mi? O halde küfür üzere yürüyüp durmanız sebebiyle tadın bakalım bu azabı!” denilecek.
107. Yüzleri pırıl pırıl olanlara gelince, onlar hep Allah’ın rahmetinin tecelli ettiği cennette olacak ve orada ebedî kalacaklardır.
Kıyâmet günü bir kısım yüzler parıldayacak, bir kısım yüzler ise kararacaktır. Şüphesiz ki parıldayan yüzler mü’minlerinki, kararan yüzler ise kâfirlerinki olacaktır. Bu husus diğer âyet-i kerîmelerde şöyle beyân edilir:
“Yüzler var, o gün mutluluktan ışıl ışıl parlayacak. Sonsuz bir huzur ve saadet içinde Rablerinin cemâline bakacak. Yüzler de var, o gün asılacak, buruşacak. Çünkü kendisine, bel kemiklerini kıracak belâlı ve korkunç bir şeyin yapılacağını anlayacak.” (Kıyâmet 75/22-25)
“Yüzler vardır o gün pırıl pırıldır. Güleçtir, sevinçlidir. Kimi yüzler de o gün toza toprağa bulanmıştır. Onları karanlık bürümüştür. Onlar Allah’ın sınırlarını aşıp günaha dadanmış kâfirlerdir.” (Abese 80/38-42)
Yüzlerdeki parıldama, yaptıkları iyi işler ve buna mukabil gördükleri mükâfat sebebiyle ferah, mutluluk ve surûrdan; kararma ise tam aksine işledikleri günahlar ve buna karşılık buldukları azap sebebiyle bedbahtlık, gam ve kederden mecaz olabileceği gibi, gerçek mânada yüzlerin parıldaması ve kararması anlamında olması da mümkündür. Çünkü burada bu ifadelerin gerçek mânalarında kullanılmasına bir mâni yoktur.
Netice itibariyle, dünya hayatında İslâm’ın emir ve yasakları istikâmetinde mü’mince ve müslümanca bir ömür sürenlerin âhirette yüzleri ak ve parlak olacaktır. Onlar, iman etmelerinin ve sâlih ameller işlemelerinin bir mükâfâtı olarak Allah’ın sonsuz rahmetine erecek, cennetine girecek ve orada ebedî kalacaklardır. Bu durum, onların hem kalplerine hem de yüzlerine fevkalâde büyük bir surûr, neş’e ve sevinç bahşedecektir. Nitekim âyet-i kerîmelerde: “İyilik, ihlas ve fazilet sahibi kimseler, ebedî cennet nimetleri içindedirler. Koltuklar üzerine oturmuş, sevinçle etrafı seyrederler. Öyle ki, onları saran nimetlerin sevinç ve parıltısını yüzlerinden okursun” (Mutaffifîn 83/22-24) buyrularak onların bu güzel halleri haber verilir. Bu talihli kulların aksine dünyada Allah ve Rasûlü’ne sırt çevirenler, iman ve sâlih amele yanaşmayanlar veya bir vesileyle inandıktan sonra tekrar inkâra saplananların âhirette yüzleri kararacak ve “İmanınızdan sonra tekrar küfre sapmıştınız, değil mi? O halde küfür üzere yürüyüp durmanız sebebiyle tadın bakalım bu azabı!” (Âl-i İmrân 3/106) şeklindeki ilâhî tehdide muhatap olarak cehenneme atılacaklardır. Çare, şimdiden Allah’ın âyetlerini can kulağıyla dinleyip onların mâna ve muhtevalarına teslimiyet göstermektir:
108. İşte bunlar Allah’ın âyetleridir ki, Rasûlüm, onları sana dosdoğru olarak okuyoruz. Allah, hiç kimseye zulmetmek istemez.
109. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Bütün işler neticede Allah’a dönmekte; O neye hükmederse öyle olmaktadır.
Allah’tan, O’nun azamet ve yüceliğine yaraşır bir şekilde korkup, istikâmet üzere bir hayat yaşamayı, Allah’ın sapasağlam ipi olan Kur’an’a sımsıkı sarılmayı, bölünüp parçalanmamayı emreden ve bu ilâhî emirlere uygun yaşayan mü’minlerle bunları hiç dikkate almayan kâfirlerin akıbetini haber veren bu âyetler, şüphesiz Allah Teâlâ’nın Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla Peygamber Efendimiz’e okuduğu yanlış ihtimâli olmayan dosdoğru âyetleridir. Allah, bu âyetleri, merhametinin bir tecellisi olarak kullarını doğru yola irşad için indirmiştir. Çünkü O, hiçbir yaratığına, hiç kimseye en küçük bir zulüm yapmayı veya yapılmasını asla istemez. Dolayısıyla bir kısım kulların karşılaşacağı acı sonuçlar Allah’ın bir zulmü değil, kendi yaptıkları kötülüklerin bir karşılığı olacaktır. Göklerde ve yerde olan her şey Allah’a aittir. Onlarda tek başına hükmeden ve istediği gibi tasarruf yapan O’dur. Olan biten bütün işler nihâyetinde Allah’a dönmekte; O nasıl hükmederse işin sonucu o şekilde gerçekleşmektedir. Bu bakımdan herkes Allah’ın huzurunda toplanacak, hesaba çekilecek ve hak ettiği karşılığını bulacaktır.
İnsanların hayra yönlendirilmesi ve âhirette de hayırlı neticeler elde edebilmeleri için onlara iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu açık bir şekilde öğretecek ve gösterecek örnek bir topluluğa ihtiyaç vardır. Gelen âyet bu hususu ele almaktadır:
110. Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz usûlünce iyilikleri ve güzellikleri emredip yayar; kötülük ve çirkinlikleri yasaklayıp önüne geçmeye çalışırsınız. Bunu da zâten Allah’a inandığınızdan dolayı, onun bir gereği olarak yaparsınız. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbette kendileri için hayırlı olurdu. Gerçi içlerinde inananlar da var, fakat onların çoğu dinden çıkmış fâsıklardır.
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ümmeti, bütün insanlığa örnek olarak ve onları iyiliğe sevketmek için çıkarılmış en hayırlı ümmettir. Yüce Rabbimiz, Levh-i Mahfuz’da bunu böylece takdir buyurduğunu haber vermektedir. Fakat bu “hayırlı ümmet olma” durumu, âyet-i kerîmede bir kısım şartlara bağlanmıştır. Bu şartlar; başta Allah’a olmak üzere inanılması gereken her şeye şüphesiz inanmak, o imanın gereği olarak İslâm’a uygun örnek bir hayat sürmek, bununla birlikte temsil ettikleri İslâm’ın bir şiarı olarak iyilikleri emretmek ve kötülükleri yasaklamaktır. Bu şartlar yerine getirildiği nispette “hayırlı ümmet olma” durumu gerçekleşir. Bu şartlardaki aşınma ve azalma nispetinde de bu durum zafiyete uğrar. O halde netice itibariyle karşımıza “siz bu şartları yerine getirip bu güzel halinizi koruduğunuz müddetçe en hayırlı ümmetsiniz. Fakat bu halinizi değiştirdiğiniz takdirde bu özelliğinizi elinizden kaçırırsınız” mesajı çıkmaktadır. Nitekim bizden önceki Ehl-i kitabın hâli bu konuda ibretli bir misal olarak ortada durmaktadır. Bir zamanlar, Allah’ın dinini yaşama ve tebliğ vazifesi onlara verilmiş, fakat onlar bu kudsî nimetin şükrünü hakkiyle ifâ edemediklerinden ellerinden alınmıştı. Eğer onlar, iman edip istikâmet üzere yaşasalardı şüphesiz onlar için çok hayırlı olacaktı. Peygamberimiz (s.a.s.)’e ve Kur’an’a inansalardı bu şerefli halleri devam edecek ve iki kat mükafat alacaklardı. Fakat pek çoğu imanı reddedip dinden çıkarak fâsıklar gurûhundan olmuşlardır. Dolayısıyla burada bizlere hem bir müjde hem de kuvvetli bir ikaz bulunmaktadır.
Ey mü’minler, unutmayın ki:
Bu âyetlerin iniş sebebiyle alakalı şöyle bir olay anlatılır: Medine’de bulunan Evs ve Hazrec kabileleri, İslâm gelmeden önce birbiriyle savaş halinde idiler. Buâs adı verilen bu savaşlarda her iki taraftan çok sayıda insan ölmüş, son olarak da Evs kabilesi Hazrec kabilesine üstün gelmişti. müslüman olduktan sonra ise İslâm’ın bereketiyle eski düşmanlıklarından vazgeçmişler ve kardeş olmuşlardı. Birlik ve beraberlik içinde düşmanlarına karşı tek yumruk haline gelmişlerdi. Bir gün yahudi ileri gelenlerinden Şâs b. Kays, Evs ve Hazrec’e mensup bir grubun ülfet ve muhabbetle sohbet ettiklerini gördü. Bu manzara karşısında içi kin ve öfkeyle doldu. Derhal yanında bulunan genç bir yahudiye, onların yanlarına varıp, Buâs gününü, daha önce vuku bulmuş savaş ve ayrılık günlerini hatırlatmasını söyledi. Genç, kendine verilen vazifeyi başarıyla yerine getirdi. Karşılıklı okunan şiirler ve yapılan konuşmalar neticesinde hatıralar canlandı, tartışmalar ilerledi. Karşılıklı sövüşmeler ve kavga başladı. Nihayetinde Evsliler ve Hazrecliler toplanıp Medine dışında taşlık bir yere çıkarak karşılıklı savaş vaziyeti aldılar. Durumu öğrenen Allah Resûlü (s.a.s.) hemen oraya gelerek: “Ey müslümanlar! Allah aşkına sakin olun. Bu ne câhiliyet davası! Ben aranızdayken, Allah sizi İslâm’a ulaştırmış, size İslâm’la ikramda bulunmuşken, sizi câhiliye kötülüklerinden uzaklaştırıp küfürden kurtarmış ve aranıza bir ülfet vermişken halâ câhiliyet davası güdüp eskiden olduğu gibi yeniden küfre mi döneceksiniz?” buyurdu. Böylece ortalık sakinleşerek yahudilerin tutuşturduğu fitne ateşi söndü. Bunun üzerine bu âyetler nâzil oldu. (bk. Taberî, IV, 32-33; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 139)
Dolayısıyla burada mü’minler, kendilerine hidâyet rehberi olarak lütfedilen Kur’ân-ı Kerîm’in ve yine önlerinde en büyük örnek şahsiyet olan Peygamberimiz (s.a.s.)’in kıymetini bilerek, Ehl-i kitabın tuzaklarına düşmemeleri ve doğru yola erişebilmek için Allah’ın dinine sımsıkı sarılmaları hususunda ciddi bir şekilde ikaz edilmektedirler:
102. Ey iman edenler! Kudret ve yüceliğine yaraşır bir biçimde Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öylece korkun ve ancak O’na gönülden boyun eğmiş müslümanlar olarak can verin.
Takvâ, kişinin günahlardan sakınıp sâlih ameller işleyerek kendini Allah’ın azabından koruması demektir. Âyette emredildiği gibi gerçek mânada takvâ ise, “Allah’a mutlak mânada itaat edip, bir an bile olsa isyan etmemeyi; O’na daima şükredip asla nankörlük etmemeyi ve O’nu daima zikredip hiç unutmamayı” ifade eder. Yine bunda “Allah yolunda nasıl cihad etmek gerekiyorsa öyle cihad etmek, Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmamak, kendinin ve çocuklarının aleyhinde bile olsa adâletli davranmak” mânası da vardır. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 157-158) Şüphesiz anlatılan bu hususları her insan, ancak gücünün yettiği ölçüde yapabilecektir. Nitekim bu âyet-i kerîme nâzil olunca Ashâb-ı kirâm, buradaki emrin ağırlığını hissederek: “Buna kim güç yetirebilir?” diye sordular. Bunun üzerine Yüce Allah, “Gücünüz yettiği kadar Allah’a karşı gelmekten sakının” (Teğâbün 64/16) âyetini indirerek bu hususa açıklık getirdi.
Âyetteki “ancak O’na gönülden boyun eğmiş müslümanlar olarak can verin” (Âl-i İmrân 3/102) ifadesi, hangi halde öleceği kulun elinde olmadığı için, bütün gücüyle İslâm’ın emrettiği şekilde yaşamayı ve bunda sebât etmeyi emretmektedir. Allah’tan hakkiyle korkan ve İslâm üzere bir hayat süren kişilerin de, kesin bir garanti bulunmamakla birlikte, müslüman olarak ölme ihtimalleri elbette yüksektir.
En mühim takvâ ölçüsü, insanlığın kurtuluşu için maneviyat göklerinden yeryüzüne sarkıtılmış Kur’an ipine sarılmaktır:
103. Ey mü’minler! Hepiniz birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin. Allah’ın size olan şu nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız; derken Allah kalplerinizi kaynaştırdı da O’nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Ateşten bir çukurun tam kenarında idiniz, fakat Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Doğru yolu bulasınız diye, Allah size âyetlerini işte böyle açıklıyor.
“Allah’ın ipi”nden maksat, “Allah’a yaklaşmaya vesile olabilecek her türlü vasıta”dır. Bunun da başında şüphesiz “Kur’an ve İslâm” gelmektedir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.):
“Kur’an, Allah’ın gökyüzünden yeryüzüne sarkıtılmış ipidir.” (Tirmizî, Menâkıb 31; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 14, 17)
“Fitnelerden kurtuluş yolunu gösteren elbette Allah’ın Kitabı’dır. Onda sizden öncekilerin kıssası, sizden sonrakilerin haberi ve aranızdaki meselelerin hükmü vardır... O, Allah’ın sağlam ipidir” (Tirmizî, Fezâilu’l-Kur’an 14) açıklamalarıyla Kur’ân-ı Kerîm’i “Allah’ın ipi” olarak söz eder.
Dolayısıyla âyet, hep birlikte Allah’ın, insanlığın kurtuluşu için gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm’e ve onun üzerine binâ edilen İslâm nizamına bütün gücümüzle sımsıkı sarılmamızı; itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelâtla ilgili tüm emir ve yasaklarını dikkate alarak yaşamamızı; onun etrafında birbiriyle kenetlenmiş sağlam bir İslâm toplumu oluşturarak asla ayrılığa düşmememizi emretmektedir. İslâm dini tevhid anlayışı üzere kurulmuştur. İslâm, inanç bakımından herkesi Allah’ın birliği düşüncesi etrafında toplamayı hedeflediği gibi, cemaatle namaz, Cuma ve bayram namazları ve hac gibi ibâdetlerle amel yönünden de birlik ve beraberliği gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Zira fiillerdeki birlik, kalplerin birliğine sebep olmaktadır. Allah’tan hakkiyle korkmak, İslâm’a uygun yaşamak ve müslüman olarak ölebilmek için böyle bir İslâm toplumuna ihtiyaç vardır. Ayrıca dünya hayatında fert ve toplum olarak ayakta durabilmek, düşmanların maddi ve mânevî baskılarına dayanabilmek ve İslâm toplumu olarak bizden beklenen sorumluluğu yerine getirebilmek için de böyle bir beraberlik zaruridir. Çünkü birlik ve beraberliği zayi olmuş toplumların, kısa zamanda dağıldıkları ve her şeylerini kaybettikleri tarihî bir gerçektir. Mehmet Akif bu gerçeğe şöyle işaret eder:
“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.”
Esasen, Allah’ın insanlara olan nimetleri hem dünyevî hem de uhrevîdir. Daha önce birbirine düşman olan kişi, kabile ve toplumların İslâm nimeti ve imanın birleştirici vasfı sayesinde kalpleri birbirine ısınarak kardeş olmaları dünyevi bir nimettir. Nitekim Medine’de bulunan ve aynı soydan gelen Evs ve Hazreç kabileleri, İslâm gelmeden önce aralarına sokulan düşmanlık sebebiyle birbiriyle savaş halinde idiler. Hatta bu savaş bir asırdan fazla sürmüştür. Fakat İslâm’ın gelmesiyle düşmanlıklar son bulup, birbirine merhamet eden ve birbiri hakkın da iyi düşünen kardeşler haline gelmişlerdir. Bunun örnekleri, tarih boyunca çokça yaşanmıştır. “Ateşten bir çukurun kenarından kurtulmak” ise “cehenneme düşmeye sebep olan küfürden kurtulmak” mânasında olduğu için uhrevi bir nimettir. Burada cehennem, içinde ateşin bulunduğu çukura, küfürleri sebebiyle insanların cehenneme müstehak olmaları da, ateş çukurunun kenarına gelmelerine benzetilmiştir. Eğer onlar, küfür üzere ölselerdi mutlaka cehenneme düşeceklerdi. Fakat tam o çukura düşmek üzereyken İslâm sayesinde Allah onları hidâyete erdirmiş ve cehennemden kurtarmıştır. Bunlar, hidâyete ermek isteyen fert ve toplumlar için birer örnek ve ibrettir.
Ancak insanların irşadı ve hidâyeti kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Bu vazîfeyi yerine getirecek ehliyetli ve salâhiyetli mürşitlere; İslâm’ı hem ilimleriyle hem irfanlarıyla hem de ahlâkın zirvesindeki temsil kabiliyetleriyle tebliğ edecek, yürekleri aşk, vecd, ihlas ve samimiyet dolu seçkin davetçilere ihtiyaç vardır. Bu sebeple buyruluyor ki:
104. Ey mü’minler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan seçkin bir topluluk bulunsun. İşte onlar, doğru ve kalıcı yatırım yapıp kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
Hayra davet, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama bütün müslümanlara farz-ı kifâyedir. Bu vazife yerine getirilmeyince hiçbir müslüman mesuliyetten kurtulamaz. Hitap bütün mü’minlere olduğu için onların vazifesi, içlerinden bu sorumluluğu yerine getirecek belli, özel bir topluluk yetiştirmek, onlara yardım ve ittiba etmek suretiyle bu görevi yerine getirtmektir. Böyle bir grup teşkil edilip görevlendirildikten sonra tebliğ vazifesi bizzat onlar üzerine farz-ı ayın olur. Fakat bunlar görevlerini yerine getirmezlerse, sorumluluk önce bunlara, ikinci olarak da tekrar müslümanların hepsine düşer.
Ayette geçen اَلْخَيْرُ (hayır) kelimesi, “dine ve dünyaya ait her türlü iyi, güzel ve faydalı olan şeyler” mânasına gelir. Kur’ân-ı Kerîm’de umumiyetle bu kelime; Allah’ın rızâsına uygun düşen, fert, aile ve toplumun faydasına olan, âhirette sevap kazandıran tutum ve davranışlar, fert ve toplum menfaatine olan servet, mülk, müessese ve düzenlemeler anlamında kullanılmıştır. Bunların zıddı olan şeylerden de “şer” olarak bahsedilir. Burada zikredilen “hayır”dan maksat, öncelikle tevhid ve İslâm’dır. İyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak da bunun mühim bir kısmını teşkil eder. Bu bakımdan emredilmesi istenen “ma‘rûf”, İslâm’ın getirdiği, uygun gördüğü ve onayladığı her türlü iyiliktir. “Münker” de İslâm’ın yasakladığı ve onaylamadığı her türlü kötülüktür. Şunu belirtmek gerekir ki iyiliği ve kötülüğü Allah’ın sapasağlam ipi olan İslâm’dan başka ölçüyle ölçmeye kalkmak, nefse ait arzulara uymaktır ki, bu, bir sonraki âyette yasaklanan anlaşmazlık ve uyuşmazlığı hortlakmaktan başka bir şey değildir.
Hayra davet, iyiliği emir ve kötülüğü yasaklamak hususunda Allah Resûlü (s.a.s.)’in çok önemli ikazları vardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
“Allah’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar ve zalimin iki elini tutup onu doğruyu kabule zorlarsınız ya da bunu yapamadığınız takdirde Allah, sizin iyilerinizin kalplerini de kötülerinkine benzetir ve daha önce İsrâiloğulları’na ettiği gibi size de lânet eder.” (Ebû Dâvûd, Melâhim 17)
“Sizden bir kötülük gören kişi onu eliyle önlesin. Buna gücü yetmeyen diliyle karşı çıksın. Bunu da yapamayan o kötülüğe kalbiyle buğzetsin. Sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman 78; Tirmizî, Fiten 11)
Allah Resûlü (s.a.s.), iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama işinin toplumun ihyâsı ve devamı açısından ne kadar hayatî olduğunu bir misalle şöyle açıklar:
“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur’a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar:
«–Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katımızda oturanlara eziyet vermemiş oluruz» dediler.
Şayet üstte oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar helâk olurlar. Eğer ellerinden tutarak bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de diğerleri kurtulmuş olur.” (Buhârî, Şirket 6; Tirmizî, Fiten 12)
İslâm toplumu adına hayra davet, iyiliği emredip kötülüğü yasaklama vazifesini ifâ edecek kişilerin belli başlı hususiyetlere sahip olmaları lâzımdır. Bunları şöylece hülâsa edebiliriz:
› İman, istikâmet ve takvâ bakımından yeterli ve üstün bir seviyede olmaları,
› İyiyi kötüden, hayrı şerden ayırabilecek derecede ilim, irfan ve tecrübe sahibi olmaları,
› Beşerî münasebetleri güzel bir şekilde yürütebilecek derecede ahlâk-ı hamîde ve hüsn-i muâşeret sahibi olmaları,
› Bu işi yapabilecek dirâyet, güç ve kudret sahibi olmaları gerekir.
İslâm tam olarak öğrenilip, öğretilip yaşanmadığı takdirde toplumda düzenin yerini terör, birliğin yerini tefrika alır ki gelen âyet bu hususta ciddi bir uyarıda bulunmaktadır:
105. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra anlaşmazlığa düşüp, birbiriyle çekişen kimseler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır.
Önceki ümmetler, bunlar içinde de özellikle yahudi ve hıristiyanlar, kendilerine gelen ilâhî kitaplar, peygamberler ve onların getirdikleri açık deliller ve mûcizelere rağmen, çeşitli sebeplerle parçalanmış ve pek çok konuda anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Aralarında derin düşmanlıklar oluşmuş, birlik ve beraberlikleri dağılmıştı. Bu sebeple Allah Teâlâ, yeryüzünde her türlü iyiliğin temsilcileri olmalarını istediği Ümmet-i Muhammed’i böyle kötü bir duruma düşmekten sakındırmaktadır. Onlara, iyilikleri emredip kötülükleri yasaklayarak İslâm’ın hâkim olmasını sağlamada başarılı olabilmeleri için, güçlü olmaları gerektiğini; bunu temin etmek için de İslâm’ın bağlıları arasında son derece kuvvetli bir ülfet ve muhabbetin olması lazım geldiğini hatırlatmaktadır. Buna şiddetle yönlendirmek için de, bölünüp parçalananlara, bu halleri sebebiyle dünya ve âhirette büyük bir azabın isabet edeceği uyarısını yapmaktadır.
Bu büyük azaptan bir misal takdim etmek üzere şöyle buyruluyor:
106. O kıyâmet gününde bir kısım yüzler pırıl pırıl parlayacak; bir kısım yüzler de kederden simsiyah kesilecektir. Yüzleri simsiyah olanlara: “İmanınızdan sonra tekrar küfre sapmıştınız, değil mi? O halde küfür üzere yürüyüp durmanız sebebiyle tadın bakalım bu azabı!” denilecek.
107. Yüzleri pırıl pırıl olanlara gelince, onlar hep Allah’ın rahmetinin tecelli ettiği cennette olacak ve orada ebedî kalacaklardır.
Kıyâmet günü bir kısım yüzler parıldayacak, bir kısım yüzler ise kararacaktır. Şüphesiz ki parıldayan yüzler mü’minlerinki, kararan yüzler ise kâfirlerinki olacaktır. Bu husus diğer âyet-i kerîmelerde şöyle beyân edilir:
“Yüzler var, o gün mutluluktan ışıl ışıl parlayacak. Sonsuz bir huzur ve saadet içinde Rablerinin cemâline bakacak. Yüzler de var, o gün asılacak, buruşacak. Çünkü kendisine, bel kemiklerini kıracak belâlı ve korkunç bir şeyin yapılacağını anlayacak.” (Kıyâmet 75/22-25)
“Yüzler vardır o gün pırıl pırıldır. Güleçtir, sevinçlidir. Kimi yüzler de o gün toza toprağa bulanmıştır. Onları karanlık bürümüştür. Onlar Allah’ın sınırlarını aşıp günaha dadanmış kâfirlerdir.” (Abese 80/38-42)
Yüzlerdeki parıldama, yaptıkları iyi işler ve buna mukabil gördükleri mükâfat sebebiyle ferah, mutluluk ve surûrdan; kararma ise tam aksine işledikleri günahlar ve buna karşılık buldukları azap sebebiyle bedbahtlık, gam ve kederden mecaz olabileceği gibi, gerçek mânada yüzlerin parıldaması ve kararması anlamında olması da mümkündür. Çünkü burada bu ifadelerin gerçek mânalarında kullanılmasına bir mâni yoktur.
Netice itibariyle, dünya hayatında İslâm’ın emir ve yasakları istikâmetinde mü’mince ve müslümanca bir ömür sürenlerin âhirette yüzleri ak ve parlak olacaktır. Onlar, iman etmelerinin ve sâlih ameller işlemelerinin bir mükâfâtı olarak Allah’ın sonsuz rahmetine erecek, cennetine girecek ve orada ebedî kalacaklardır. Bu durum, onların hem kalplerine hem de yüzlerine fevkalâde büyük bir surûr, neş’e ve sevinç bahşedecektir. Nitekim âyet-i kerîmelerde: “İyilik, ihlas ve fazilet sahibi kimseler, ebedî cennet nimetleri içindedirler. Koltuklar üzerine oturmuş, sevinçle etrafı seyrederler. Öyle ki, onları saran nimetlerin sevinç ve parıltısını yüzlerinden okursun” (Mutaffifîn 83/22-24) buyrularak onların bu güzel halleri haber verilir. Bu talihli kulların aksine dünyada Allah ve Rasûlü’ne sırt çevirenler, iman ve sâlih amele yanaşmayanlar veya bir vesileyle inandıktan sonra tekrar inkâra saplananların âhirette yüzleri kararacak ve “İmanınızdan sonra tekrar küfre sapmıştınız, değil mi? O halde küfür üzere yürüyüp durmanız sebebiyle tadın bakalım bu azabı!” (Âl-i İmrân 3/106) şeklindeki ilâhî tehdide muhatap olarak cehenneme atılacaklardır. Çare, şimdiden Allah’ın âyetlerini can kulağıyla dinleyip onların mâna ve muhtevalarına teslimiyet göstermektir:
108. İşte bunlar Allah’ın âyetleridir ki, Rasûlüm, onları sana dosdoğru olarak okuyoruz. Allah, hiç kimseye zulmetmek istemez.
109. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Bütün işler neticede Allah’a dönmekte; O neye hükmederse öyle olmaktadır.
Allah’tan, O’nun azamet ve yüceliğine yaraşır bir şekilde korkup, istikâmet üzere bir hayat yaşamayı, Allah’ın sapasağlam ipi olan Kur’an’a sımsıkı sarılmayı, bölünüp parçalanmamayı emreden ve bu ilâhî emirlere uygun yaşayan mü’minlerle bunları hiç dikkate almayan kâfirlerin akıbetini haber veren bu âyetler, şüphesiz Allah Teâlâ’nın Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla Peygamber Efendimiz’e okuduğu yanlış ihtimâli olmayan dosdoğru âyetleridir. Allah, bu âyetleri, merhametinin bir tecellisi olarak kullarını doğru yola irşad için indirmiştir. Çünkü O, hiçbir yaratığına, hiç kimseye en küçük bir zulüm yapmayı veya yapılmasını asla istemez. Dolayısıyla bir kısım kulların karşılaşacağı acı sonuçlar Allah’ın bir zulmü değil, kendi yaptıkları kötülüklerin bir karşılığı olacaktır. Göklerde ve yerde olan her şey Allah’a aittir. Onlarda tek başına hükmeden ve istediği gibi tasarruf yapan O’dur. Olan biten bütün işler nihâyetinde Allah’a dönmekte; O nasıl hükmederse işin sonucu o şekilde gerçekleşmektedir. Bu bakımdan herkes Allah’ın huzurunda toplanacak, hesaba çekilecek ve hak ettiği karşılığını bulacaktır.
İnsanların hayra yönlendirilmesi ve âhirette de hayırlı neticeler elde edebilmeleri için onlara iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu açık bir şekilde öğretecek ve gösterecek örnek bir topluluğa ihtiyaç vardır. Gelen âyet bu hususu ele almaktadır:
110. Ey mü’minler! Siz, insanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. Çünkü siz usûlünce iyilikleri ve güzellikleri emredip yayar; kötülük ve çirkinlikleri yasaklayıp önüne geçmeye çalışırsınız. Bunu da zâten Allah’a inandığınızdan dolayı, onun bir gereği olarak yaparsınız. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbette kendileri için hayırlı olurdu. Gerçi içlerinde inananlar da var, fakat onların çoğu dinden çıkmış fâsıklardır.
Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ümmeti, bütün insanlığa örnek olarak ve onları iyiliğe sevketmek için çıkarılmış en hayırlı ümmettir. Yüce Rabbimiz, Levh-i Mahfuz’da bunu böylece takdir buyurduğunu haber vermektedir. Fakat bu “hayırlı ümmet olma” durumu, âyet-i kerîmede bir kısım şartlara bağlanmıştır. Bu şartlar; başta Allah’a olmak üzere inanılması gereken her şeye şüphesiz inanmak, o imanın gereği olarak İslâm’a uygun örnek bir hayat sürmek, bununla birlikte temsil ettikleri İslâm’ın bir şiarı olarak iyilikleri emretmek ve kötülükleri yasaklamaktır. Bu şartlar yerine getirildiği nispette “hayırlı ümmet olma” durumu gerçekleşir. Bu şartlardaki aşınma ve azalma nispetinde de bu durum zafiyete uğrar. O halde netice itibariyle karşımıza “siz bu şartları yerine getirip bu güzel halinizi koruduğunuz müddetçe en hayırlı ümmetsiniz. Fakat bu halinizi değiştirdiğiniz takdirde bu özelliğinizi elinizden kaçırırsınız” mesajı çıkmaktadır. Nitekim bizden önceki Ehl-i kitabın hâli bu konuda ibretli bir misal olarak ortada durmaktadır. Bir zamanlar, Allah’ın dinini yaşama ve tebliğ vazifesi onlara verilmiş, fakat onlar bu kudsî nimetin şükrünü hakkiyle ifâ edemediklerinden ellerinden alınmıştı. Eğer onlar, iman edip istikâmet üzere yaşasalardı şüphesiz onlar için çok hayırlı olacaktı. Peygamberimiz (s.a.s.)’e ve Kur’an’a inansalardı bu şerefli halleri devam edecek ve iki kat mükafat alacaklardı. Fakat pek çoğu imanı reddedip dinden çıkarak fâsıklar gurûhundan olmuşlardır. Dolayısıyla burada bizlere hem bir müjde hem de kuvvetli bir ikaz bulunmaktadır.
Ey mü’minler, unutmayın ki: