ÂLİ İMRÂN Suresi Latin Harfli Okunuşu , Türkçe Meali ve Seyyid KUTUB Tefsiri

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
16- Bu kimseler `Ey Rabbimiz, inandık, günahlarımızı affeyle, bizleri Cehennem ateşinin azabından koru' derler.
17- Bunlar sabırlılar, samimî bağlılar, gönülden kulluk edenler, mallarını Allah yolunda harcayanlar ve seher vakitlerinde günahlarının bağışlanmasını dileyenlerdir.
Davalarında takvalarından kaynaklanan bir ahenk var. Bu, onların imanlarını açığa vurmaları, onu Allah katında şefaatçı kılmaları, bağışlanmayı dilemeleri ve ateşten sakınmalarıdır.

Onların her bir sıfatında, hem insan hayatında hem de müslüman cemaatinhayatında önemli bir değer olan nitelikler gerçekleştirmektir:

Sabırda: Acıları basit görme, halinden şikayete yanaşmama, davanın yükümlülüklerine karşı sebat etme, Hakkın yükümlülüklerini yerine getirme, Allah'a teslim olma, Allah'ın kendileri için dilediği şeye teslimiyet gösterme, O'nun hükmünü kabul edip gönül hoşnutluğu ile karşılama vardır...

Doğrulukta: Varlığın temeli olan Hakk ile övünme, güçsüzlüğü basit görme vardır... Çünkü yalan, herhangi bir zararı önlemek veya herhangi bir menfaati elde etmek için gerçek sözü dile getirme güçsüzlüğünden başka birşey değildir.

Gönülden Allah'a yönelmede: Uluhiyetinhakkınıve kullukgörevini yerine getirme vardır. Kendinden başka hiçbir kimseye kulluk yapılmayan tek Allah'a kulluk etmesi, insana onur kazandırmış olmaktadır.

Allah yolunda malını dağıtmada: Mala boyun eğmekten özgür olma, cimriliğin boyunduruğundan kurtulma, bireysel zevklerin arzusuna karşı evrensel insan kardeşliğini ve insanların yaşadığı dünyaya yakışacak bir biçimde insanlar arasında bir dayanışmanın gerçekleşmesini ilan etme vardır!

Bunların hepsinden sonra, seher vaktinde bağışlanma dilemek ise; meltem rüzgarlarının dalgalandığı serin, engin gölgeleri ortaya koymaktadır.

Zaten yalnızca "seherler" kavramı gecenin tanyerinin ağarmasından önceki zaman dilimine gölgeler düşürmektedir. Havanın berraklaştığı, durgunluğa ve sessizliğe kavuştuğu, insanın gönlünde saklı bulunan manevi duygularının harekete geçtiği zaman kesiti!.. Buna bir de bağışlanmayı dileme tablosu eklendiği zaman hem insanın iç dünyasında hem de varlığın özünde var olan ahenk içinde bir atmosfer meydana gelir. Artık burada insanın ruhu ile evrenin ruhu yaratıcılarına yönelmede el-ele tutuşurlar. İşte sabredenler, doğru olanlar, gönülden kulluk edenler, mallarını Allah yolunda harcayanlar, seherlerde bağışlanma dileyenler... Onlara, "Allah'ın rızası vardır"... Zaten onlar Allah'ın rızasına layıktırlar; gölgesi cömertlik ve manası merhamet olan Allah'ın rızasına... O, her çeşit arzudan daha üstündür, her güzellikten daha güzeldir...

İşte Kur'an bu şekilde, insanın beşeri duygularını toprak üzerindeki yerinden başlayarak yavaş yavaş ufuklarda, aydınlıklarda dalgalandırmaktadır.

Şefkat ve merhametle,rahatlık ve kolaylık içinde, onun bütün fıtratını yani tüm özlemlerini güçsüzlüğünü, zaaflarını, yeteneklerini ve eğilimlerini gözönünde bulundurarak harekete geçirmektedir. Bunu yaparken herhangi bir baskıya ve zorlanmaya başvurmaz. Hayatın akışını durdurmadan ve beşeri Melei A'lâ'ya kadar yükseltir. İşte Allah'ın yarattığı fıtrat ve işte Allah'ın bu fıtrat için belirlediği proğram... "Allah kulları görendir"....


EGEMENLİK


Surenin buraya kadarki akışı,Tevhid gerçeği ileuluhiyyet, otorite ve risalet birliğini ortaya koymayı hedef alıyordu... Gerçek müminler ile kalbinde eğrilikbulunan sapıkların Allah'ın ayetlerine ve kitabına karşı tavırlarını tasvir ediyordu... Sapıkları geçmişte ve günümüzde inkar edenlerin çarpıldığı cezanın aynısıyla tehdit ediyordu... Daha sonra ibret almaktan alıkoyan fıtrî dürtülerin yapısını ortaya koyuyor; takva sahiplerini Rabblerine karşı tutumlarını ve onların Allah'a sığınışlarını tasvir ediyordu...

Şimdi ise bu konunun sonuna kadar kendimizi başka bir hakikatin önünde buluyoruz... Bu, temel hakikat olan Tevhid'in bir sonucudur. Beşerin pratik hayatında gerçekleştirmeyi gerektirmektedir. İşte bu dersin ikinci bölümü bu hakikati ele almaktadır.

Bu nedenle, birinci hakikati tekrar vermekle başlıyor ki, onun için gerekli olan etkilerini bunun üzerine bina etsin.

..Önce yüce Allah'ın "Kendisinden başka hiçbir İlâh olmadığına" şahidlik etmesiyle; meleklerin ve ilim sahiplerinin de bu gerçeğe şahitlik ettikleriyle başlıyor. Bununla beraber Allah'ın hakimiyet ile ilgili sıfatı da açıklanıyor. Bu sıfat, hem insanların işlerinde hem de evrenin işlerini düzenlerken adaleti gerçekleştirmesi sıfatıdır.

Allah, uluhiyyet ve otoritede eşsiz olduğu sürece, bu gerçeği kabul etmenin ilk sonucu olarak, yalnız Allah'a kulluğun kabul edilmesi ve kulların tüm işlerinde O'nun yegane otorite sahibi tayin edilmesi, kulların Rabblerine teslim olmaları, kendilerine hakim olan otoritesine itaat etmeleri, O'nun kitabına ve Peygamberine uymaları zorunlu olacaktır.

Yüce Allah'ın "Allah katında geçerli olan din İslâm'dır" sözü bu gerçeği garanti etmektedir... Allah, İslâm'dan başka hiçbir dini hiç kimseden kabul etmez... Teslim olma, itaat etme ve bağlanma anlamıyla İslâm... Buna göre Allah'ın insanlardan kabul buyuracağı din, akıldaki sırf bir düşünce, gönüldeki sırf bir doğrulama değildir. 'Allah'ın kabul edeceği din, ancak bu doğrulamanın ve bu düşüncenin gereğini yerine getirmekle gerçekleşecek olan dindir. Bu din, kulların tüm işlerinde Allah'ın yolunu hakem kabul etmeleri, onun verdiği hükme itaat etmeleri ve Allah yolunda Allah'ın elçisine uymalarıdır.

İşte böylece... Ehli kitabın hallerine hayret ediliyor ve onların durumları açığa vuruluyor... Çünkü onlar Allah'ın dini üzere olduklarını iddia ediyorlar' ama sonra: "Aralarında hüküm vermesi için Allah'ın kitabına çağrıldıklarında onlardan bir grup geri duruyor ve onlar yüz çeviriyorlar"!.. Halbuki bu tavır, dindarlık iddiasıyla temelden çelişiyor. İslâm dışında Allah'ın kabul edeceği hiçbir din yoktur... Allah'a teslim olmadan, onun elçisine itaat etmeden, O'nun yoluna bağlanmadan; hayatla ilgili hükümlerde O'nun kitabını hakem kabul etmeden asla İslâm'dan söz edilemez.

Onların Allah'ın dinine iman etmediklerini somut olarak ortaya koymakta olan bu yüz çevirmelerinin nedenini de açığa çıkarmaktadır. Buna göre yüz çevirmelerinin nedeni, hesap gününde "adaletle" cezalandırmanın gerçekleşeceğine sağlıklı bir biçimde inanmamalarıdır:"Çünkü onlar `sayılı birkaç gün dışında ateş bize dokunmayacaktır' demişlerdi."Zira Ehli Kitap olduklarına bel bağlamışlardı: "Uydura geldikleri hükümler dinlerinde kendilerini aldatmıştı." Bu ise aldatıcı bir cüretkârlıktan başka birşey değildir... Onlar kitap sahibi değildir, aslında mümin de değillerdi. Mutlak olarak onlar Allah'ın dini üzere de bulunmuyorlardı; çünkü aralarında hükmetmesi için Allah'ın kitabına çağrıldıklarında onlardan bir grup geri duruyor ve yüz çeviriyorlardı.

Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'de dinin anlamını ve dine bağlılık gerçeğini bu şüphe götürmeyen kesinlikle ortaya koymaktadır... Allah kullardan bunun berrak ve kesin bir şekli olan dinden: İslâmdan başkasını kabul etmemektedir. İslâm ise, Allah'ın kitabın hakem olarak kabul etmek, O'na itaat etmek ve Ona bağlanmaktır... Kim bunları yapmazsa onun hiçbir dini yoktur ve o müslüman da değildir; ne kadar İslâm iddiasında bulunsa Allah'ın dini üzere olduğunu ileri sürse de... Çünkü bizzat Allah'ın kendisi, Allah'ın dinini belirlemekte, ortaya koymakta ve açıklamaktadır. Bu din, tanımlanmasında ve sınırlarının belirlenmesinde insanın arzu ve isteklerine boyun eğmez... Herkes istediği şekilde O'nun sınırlarını belirleyemez, O'nu tanımlayamaz!

Hayır. Aksine kâfirleri -Kur'an ayetlerinin de belirttiği gibi kâfirler; Allah'ın kitabıyla muhakeme olunmayı kabul etmeyenlerdir- dost edinenler "Allah ile hiçbir ilişkisi olmayan" kimselerdir... Onlar hiçbir işte Allah ile bir bağları kalmamıştır... Onlar ile Allah arasında hiçbir şekilde bir ilişkiden söz edilemez. Allah'ın kitabını hakem tutmayı reddeden kâfirleri dost edinmek, onlara yardım etmek ya da onlardan yardım dilemek Allah ile tüm ilişkilerin kesilmesi için yeterlidir!

Burada müslüman, dini temelinden silip süpüren bir dost edinme eyleminden sert bir biçimde sakındırılmaktadır. Kur'an'ın ifade biçimi bu sakınmaya evrensel bir bakış açısını da ilave etmektedir. Müslüman cemaatin bu evrende işleyen güçlerin gerçek mahiyetini kavraması istenmektedir. Buna göre Allah tek başına hüküm ve tasarruf sahibi, mülkün sahibi, dilediğine mülkü veren, mülkü dilediğinden alan, dilediğini güç ve onur sahibi yapıp, dilediğini güçsüz kılandır... İnsanların işleri üzerindeki bu hükümranlığın tüm evren üzerindeki hükümranlığının yalnızca bir parçasıdır. Geceyi gündüze, gündüzü de geceye çeviren, ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkaran O'dur... Hem insanların işlerini hem kâinatın işlerini adalet ile yürütmek budur işte. Şu halde ne kadar malları, güçleri ve çocukları olursa olsun O'nun dışında hiçbir varlığın dostluğuna gerek yoktur. Yer yer tekrarlanan ve vurgulanan bu sakındırma o günkü müslüman cemaatin pratik yaşantısını ortaya koymaktadır. Çünkü onlar henüz bu konuda tam bir netliğe kavuşmamışlardı. Ayrıca Mekke'de müşrikler, Medine'de de yahudilerle, bazıları ailevi, sosyal ve ekonomik bağları nedeniyle ilgileniyorlardı. İşte söz konusu durum bu açıklamayı ve sakındırmayı zorunlu kılıyordu. Yanısıra, insan psikolojisinin ortada olan beşeri güçlerden etkilenmeye eğilim duyması, işin gerçek mahiyetini ve güçlerin gerçek alanını hatırlatmayı zorunlu kılması açıklanmış olmaktadır. Bir yandan da inancın temeli ve pratik hayattaki gerekleri açıklanmaktadır.

Bu bölüm, şüphe götürmez kesin bir ifade ile sona ermektedir; İslâm, Allah'a ve Resulüne itaat etmektir. Allah'a giden yol, Peygambere bağlılık yoludur. Sadece kalp ile inanmak ve dil ile şehadet getirmek değildir: "Deki: `Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun Allah da sizi sevsin..:, "Deki: `Allah'a ve Resule itaat ediniz, şayet yüz çevirirlerse, Allah kafirleri sevmez..." Ya Allah'ınsevdiği itaat ve bağlılık, ya da Allah'ın hoşlanmadığı küfür... Apaçık ve net olan yol ayırımı budur işte...
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
18- Allah'tan başka ilâh olmadığına ve O'nun adaleti ayakta tuttuğuna Allah'ın kendisi, melekler ve bilgili kullar tanıktır. O'ndan başka ilâh yoktur. O üstün iradeli ve hikmet sahibidir.
ALLAH'IN ŞEHADETİ

Bu, İslâm'ın inançla ilgili düşüncelerin temelini oluşturan birinci gerçektir. Tevhid gerçeği... Uluhiyet birliği, egemenlik birliği... Adalete dayalı egemenlik... Bu aynı zamanda surenin kendisiyle başladığı gerçektir:"Allah'tan başka ilah yoktur. Hayat ve egemenlik O'na aittir.' Bu ayet, bir taraftan İslâm inancının gerçek oluşunu ortaya koymayı, diğer taraftan da ehl-i kitabın ürettiği şüpheleri aydınlatıp bertaraf etmeyi hedef almaktadır. Bu ayette bizzat ehl-i kitaptan bu kuşkuları gidermek, ayrıca inançları etkilenebilecek olan müslümanlardan bu şüpheleri uzaklaştırmak amaçlanmıştır.

Yüce Allah'ın kendisinden başka İlah olmadığına şehadet etmesi... Allah'a iman edenlere yeterlidir. Denebilir ki: Allah'a iman edenden başkası Allah'ın şehadetiyle yetinmez. Allah'a iman eden de bu şehadete ihtiyaç duymaz. Yalnız işin realitesi şudur ki: Ehl-i kitap Allah'a iman ediyordu. Fakat aynı zamanda O'na bir oğul ve,bir ortak yakıştırıyorlardı. Hatta müşrikler de Allah'a iman ediyorlardı. Yalnız onların sapıklığı, Allah'a ortak ve eşler koşmalarından, kızlar ve oğullar isnat etmelerinden ileri geliyordu! Hem ehl-i kitaba, hem de müşriklere, yüce Allah'ın kendisinden başka İlah olmadığına şehadet ettiğinin belirtilmesi, onların düşüncelerinin düzeltilmesinde büyük ölçüde etkili olabilirdi.

Daha önce ayetleri tetkik ettiğimiz gibi ayetlerin ifade biçimi incelendiğinde meselenin bundan başka enginlik ve incelik boyutlarının olduğu ortaya çıkar. Yüce Allah'ın kendisinden başka ilah olmadığına şehadet etmesi burada bir giriş olarak verilmiş, arkasından bunun zorunlu sonuçları sıralanmıştır. Şöyle ki: Allah, kullarından yalnız kendisine yapılan kulluktan başkasını kabul etmez. Bu kulluk da ancak İslam'a teslimiyet anlamıyla gerçekleşebilir, sadece bir inanç ve bilinç olarak gerçekleşemez. Kur'an'ın hükümlerinde somutlaşan realiteye dayalı pratik yolun gereklerine göre hareket etmek, ona itaat etmek ve bağlanmakla gerçekleşebilir. Bu açıdan her zaman pek çok kimseler görürüz ki, Allah'a iman ettiklerini söylerler; fakat uluhiyette onunla beraber başkasını ortak koşarlar, O'ndan başkası tarafından ortaya konan bir yasayla muhakeme olunurlar, O'nun kitabına ve Resulüne bağlanmayanlara itaat ederler, düşüncelerini, değer yargılarını, ölçülerini, ahlâklarını ve eğitimlerini başkasından alırlar... İşte bunların hepsi onların "Biz Allah'a iman ediyoruz" sözlerine aykırı düşmektedir. Ve Allah'ın kendisinden başka İlah olmadığına şehadet etmesiyle bağdaşmamaktadır.

Meleklerin şahadetiyle ilim sahiplerinin şehadeti ise, onların yalnız Allah'ın emirlerine itaat etmelerinde, yalnız Allah'tan emir almalarında, O'nun katından gelen herşeye, O'ndan geldiği kesinlik kazandıktan sonra, kuşkuya kapılmadan ve herhangi bir tartışmaya girmeden teslim olmalarında somutlaşmaktadır. Daha önce yine bu surede ilim sahiplerinin bu tutumlarına işaret edilmişti:

"Köklü bilgiye sahip olanlar ise, `Bu kitaba inandık, o bütünü ile Allah katından gelmiştir' derler. Bunu ancak aklı başında olanlar düşünebilir".

İşte ilim sahiplerinin şehadeti, işte Meleklerin şehadeti; doğrulama, itaat etme,bağlanma ve teslim olma...

Yüce Allah'ın birliğiyle ilgili şehadeti, meleklerin ve ilim sahiplerinin uluhiyyetin vazgeçilmez temel niteliği olan Allah'ın adalet ile egemen olduğuna şehadet etmeleri bir arada veriliyor.

"Allah'tan başka İlah olmadığına ve O'nun adaleti ayakta tuttuğuna Allah'ın kendisi, melekler ve bilgili kullar tanıktır. O'ndan başka ilah yoktur. O üstün iradeli ve hikmet sahibidir."

Ayetin ifade biçiminin de belirttiği gibi, bu Uluhiyetin vazgeçilmez bir niteliğidir. İşte surenin başında geçen egemenliğin anlamı da budur:

"Allah'tan başka İlah yoktur. O üstün irade ve hikmet sahibidir."Bu, adalete dayalı bir egemenliktir.

Allah'ın, şu kainat ve insanların hayatıyla ilgili idaresi sürekli olarak adalet ile yürütülmektedir. İnsanların hayatında mutlak adaletin oluşması, kâinatın içinde yer alan her varlığın kendi görevini başka varlıkların görevi ile mutlak bir ahenk içinde yerine getirmesi gibi insanlar arasındaki işlerin düzene girmesi, Allah'ın insanların hayatı için seçtiği ve kendi kitabında açıkladığı Allah'ın yolunu hakem kabul etmedikçe gerçekleşemez. Yoksa kâinatın hareketi ile insanın hareketi arasında ne adaletten ne mükemmellikten, ne düzgünlükten, ne ahenkten ve ne de uyumdan söz edilebilir. Bu hal ise, zulümdür, çatışmadır, dağılmadır ve yok olmadır.

Böylece görüyoruz ki, tarih boyunca ne zaman yalnız Allah'ın kitabı hükmetmişse, ancak o zaman insanlar adaletin tadını çıkarabilmiştir. Hem itaat etmek, hem de günahkârlığa eğilim duymak, şunun ile bunun arasında tercih yapmak, Allah'ın yolu izlendiği müddetçe ve insanların hayatına Allah'ın kitabı hükmettiği sürece itaat etmeye daha yakın olmakla belirginlik kazanan beşer yapısının gücü oranınca insanların hayatları da evrenin akışına paralel bir doğrultuda harekete geçer. Ne zaman da insanların hayatına insanların ürünü başka bir yaşam biçimi hükmetmişse beraberinde beşerin barbarlığını ve acizliğini getirmiştir. Bunların yanısıra, onunla beraber herhangi bir şekliyle zulüm ve çelişki de eksik olmamıştır. Bireyin topluma zulmü; toplumun bireye zulmü; bir sınıfın diğer bir sınıfa zulmü; bir milletin başka bir millete zulmü; ya da bir neslin diğer bir nesle zulmü... Yalnız Allah'ın adaleti bunların hepsinden uzaktır. Çünkü Allah tüm kulların İlahıdır. Sonra yerde ve gökte ne varsa hiçbir varlık O'ndan gizli değildir.

"O'ndan başka ilah yoktur O, üstün irade ve hikmet sahibidir."

Aynı ayette ikinci defa uluhiyetin birliği hakikati, izzet sıfatı ve hikmet sıfatı ile vurgulanıyor. Otorite ve hikmet, adaleti yetkin biçimde gerçekleştirmek için zorunludur. Adalet, her şeyi yerli yerince koymak ve onu uygulamak için gerekli güce sahip olmaktır. Yüce Allah'ın sıfatları müsbet bir etkinliği düşündürür ve aşılamaya çalışır. İslam düşüncesinde Allah için olumsuz bir anlayışa yer yoktur. Çünkü İslâm, düşüncelerin en mükemmeli ve en sağlıklı olanıdır. Zira bu düşüncede yüce Allah kendi kendisini tanıtır. Bu olumlu etkinliğin önemi ise şudur: Böylece insanın kalbini, Allah'a O'nun iradesine ve hükmüne bağlar. Sonuçta inanç, sırf donuk bir fikir ve anlayış olmaktan kurtulup, canlı, etkin ve dinamik bir niteliğe kavuşur!

HAKK ve TEK DİN

Bir ayet-i kerimede iki kere vurgulanan bu hakikatin üzerine tabii sonucu ilave edilmektedir... Yalnız bir uluhiyet. Bu tek olan uluhiyetten başkasına asla kulluk yoktur:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
19- Allah katında geçerli olan din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine bilgi geldikten sonra karşılıklı ihtirasları yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkar ederse bilsin ki, Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur.

20- Eğer seninle tartışmaya kalkışırlarsa de ki; `Ben bana uyanlar ile birlikte tüm varlığım ile Allah'a teslim oldum.' Kendilerine kitap verilenler ile kitapsız müşriklere `Siz de teslim oldunuz mü?' diye sor. Eğer teslim olurlarsa doğru yola girmiş olurlar. Eğer sırt dönerlerse sana düşen sadece duyurmaktır. Allah kullarını hakkıyle görür.
Bir tek uluhiyet.. Öyleyse kulluk da yalnız bir ilâhadır. Bu uluhiyete teslim olmak, kulların kalplerinde ve hayatlarında Allah'ın otoritesi dışında hiçbir varlığa yer bırakmaz.

Bir tek uluhiyet... Öyleyse insanların kendisine ibadet etmesinde, emrine bağlanmasında, yasasını ve hükmünü kendi aralarında uygulamasında, onların değer yargılarını ve ölçülerini belirlemesinde, bu değer yargılarına ve ölçülere uymalarım emretmesinde, baştan sona kadar bütün hayatlarını razı olduğu direktife uygun biçimde kurmalarını istemesinde gerçekten hak ve yetki sahibi yalnız bir hah vardır.

Bir tek uluhiyet... Öyleyse bir tek inanç vardır. O da Allah'ın kendi kullarından kabul ettiği inançtır. Saf ve net olan tevhid inancı. Sözünü ettiğimiz Tevhidin gerekleri ise:

"Allah katında din İslâm'dır"...

O İslâm ki, kuru bir iddiadan ibaret değildir, sadece bir sembol değildir, sadece dil ile söylenen bir sözcük değildir, hatta kalbin huzur içinde kapsamına aldığı bir düşünce de değildir... Bireylerin kendi başlarına namazda, oruçta ve Hacc'da yerine getirdiği birtakım bireysel dini görevler hiç değildir. Hayır... Allah'ın insanlar için kendisinden başka hiçbir dini kabul etmediği İslâm bu değildir... Burada sözü edilen İslâm teslim olmakla gerçekleşen İslâm'dır... İtaat ve bağlılıkla gerçekleşen İslâm'dır. Kulların aralarında Allah'ın kitabını hakem tayin etmekle gerçekleşen İslâm'dır... Nitekim, az sonra Kur'an'ın akışı içinde bunlar ele alınacaktır.

İslâm, uluhiyet ve otorite birliğinin kabul edilmesidir, birlenmesidir... Halbuki ehl-i kitap Allah'ın yüce zatı ile İsa'nın (selâm üzerine olsun) zatını karıştırdıkları gibi, Allah'ın iradesiyle İsa'nın iradesini de karıştırıyorlardı. Bu düşüncelere bağlı olarak aralarında şiddetli anlaşmazlıklara düşüyorlardı. Bu anlaşmazlıklar çoğu zaman onları birbirini öldürmeye, aralarında savaşların çıkmasına neden oluyordu... İşte burada Allah, ehl-i kitaba ve islâm topluluğuna bu anlaşmazlığın nedenlerini belirtmektedir.

"...Kitap verilenler, kendilerine bilgi geldikten sonra karşılıklı ihtirasları yüzünden anlaşmazlığa düştüler."

Bu, işin gerçek yüzünü bilmemekten kaynaklanan bir anlaşmazlık değildir. Çünkü Allah'ın birliğini, uluhiyetin tekliğini, insanın yapısını ve kulluk gerçeğini bildiren kesin ilim onlara gelmiş bulunmaktadır. Onlar ancak "aralarındaki azgınlıktan", taşkınlıktan ve zulümden dolayı ayrılığa düşmekteydiler; zira Allah'ın kitaplarının, yasalarının ve belirlediği inanç sisteminin kapsadığı doğruluk ve adaletten ayrılmış bulunmakta idiler.

Surenin girişinde çağdaş hıristiyan yazar T V. Arnold'dan yaptığımız alıntıda, siyasal akımların, bu mezhebî ayrılıkları nasıl körüklediğini görmüştük. Burada gördüklerimiz Yahudilik ve hristiyanlık tarihi boyunca zaman zaman tekrar sahnelenen olaylardan yalnız bir örnektir.

Mısır, Şam ve bu iki ülkeye bağlı bulunan yörelerin Roma idaresine karşı olduklarından Roma'nın resmî mezhebini nasıl reddettiklerini ve başka bir mezhebe bağlandıklarını da görmüştük! Aynı şekilde bir Roma imparatoru olan Herakliyüs' ün kendi ülkesinin parçalarını birleştirme çabaları da orta yolu arayan bir mezhebin doğuşuna neden olmuştu. İmparator bununla bütün amaçlarına ulaşacağını sanıyordu!! Sanki inanç, siyasal ve ulusal manevralarda kullanılabilecek bir oyuncaktı!! İşte bu tutum, azgınlığın en çirkin biçimiyle taşkınlığın tâ kendisidir. Hem de kasıtlı ve bilinçli azgınlık!

Bu nedenle en uygun yerinde korkunç tehdit yer almaktadır:

"Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse bilsin ki, Allah'ın hesaplaşması çok çabuktur."

Bu tehdit Tevhid gerçeği üzerindeki ayrılığı küfür saymış, kafirleri de hesaplarının çarçabuk görülmesiyle tehdit etmiştir. Böylece kendilerine tanınacak zaman küfürde, inkârda ve ayrılıkta ısrara neden olmasın...

Sonra Peygamberine (sâlat ve selâm üzerine olsun) ehl-i kitaba ve müşriklere karşı tavrını belirlemede ayrılış çizgisini telkin etmiştir. Böylece Peygamber onlara karşı mesajını net olarak ortaya koyabilecek, ondan sonra onların işini Allah'a havale edecek, apaydınlık yolunda ve yalnız başına kalsa da yürümeye devam edecektir:

"Eğer seninle tartışmaya kalkışırlarsa de ki: `Ben bana uyanlar ile birlikte tüm varlığım ile Allah'a teslim oldum: Kendilerine kitap verilenler ile kitapsız müşriklere `Siz de teslim oldunuz mu?' diye sor. Eğer teslim olurlarsa doğru yola girmiş olurlar Eğer sırt dönerlerse sana düşen sadece duyurmaktır. Allah, kullarım hakkıyla görür."

Daha öncekilere ilave olarak fazla açıklamaya gerek yok. Ya uluhiyet ve otorite birliği itiraf edilerek teslim olmak ve bağlanmak gerekecek, ya da uzun uzadıya pazarlıklara ve art niyete girişilecektir. O zaman da Tevhid ve İslâm gerçekleşmeyecektir.

Bu nedenle yüce Allah, Resulüne (salât ve selâm üzerine olsun) hem inancını hem de yaşam biçimini açıklayacak bir tek sözü telkin etmektedir:

"Eğer seninle tartışırlarsa..." Yani Tevhid'de ve dinde: "De ki: `Ben yüzümü Allah'a teslim ettim.", ben ve bana uyanlar.. burada "uyma" ifadesinin bir esprisi vardır. Bu, sırf doğrulamaktan ibaret değildir. O, bağlanmaktan ibarettir. Aynı şekilde "yüzünü teslim etmek" de önemli bir espriye sahiptir. Yani bu sırf dille söylemek ya da kalple inanmak değildir. Bu da ancak teslim olmakla gerçekleşir. İtaat ve bağlılık ile birlikte bir teslim oluş.. Yüzünü teslim etme, bu teslim oluşun dolaylı anlatımıdır. Yüz, insanın en değerli ve en üstün organıdır. Bu ifade, çağrıya kulak veren, izleyen, boyun eğen, itaat eden bağlanışın tablosunu canlandırmaktadır.

İşte bu, Muhammed'in (salât ve selâm üzerine olsun) inancı ve yaşam biçimidir. Müslümanlar da inancında ve yaşam biçiminde O'nun takipçileri ve izleyicileridir. Öyleyse ehl-i kitaba ve müşriklere, durumlarını belirleyici, tavırlarım ortaya koyucu soruyu sormalıdır. Her iki kapıyı birbirinden açık bir şekilde ayıran, karışma ve benzeşmeye yer bırakmayan ayırıcı çizgiyi belirlemelidir.

"Kendilerine kitap verilenler ile kitapsız müşriklere `Siz de teslim oldunuz mu?' diye sor."

Onlar birbirinin aynıdır. Bunlar da onlar da.. Müşrikler de ehl-i kitap da açıkladığımız anlamı ile İslâm'a çağrılmaktadır. Bunu kabul ettikten sonra onun gereklerini yerine getirmeye, hayatta Allah'ın kitabını ve yaşam biçimini hakem olarak tayin etmeye davet edilmektedirler. Onu kabul ettikten sonra gereklerini yerine getirmeye, hayatta Allah'ın kitabını ve yaşam biçimini hakem olarak tayin etmeye çağrılmaktadır.

Eğer İslâm'a girerlerse, doğru yolu bulmuş olurlar."

Hidayet tek bir biçimde ortaya çıkmaktadır. O da İslâm biçiminde gerçekleşmektedir. Bu gerçekliği ve bu yapısıyla İslâm; bunun dışında doğru yola ulaşmanın başka biçimleri, başka şekilleri, başka şartları ve başka yolları da yoktur... İslâm dışında kalanlar ise ancak sapıklık, cahiliyye, şaşkınlık, eğrilik ve kaypaklık içindedir...

"Eğer yüz çevirirlerse, sana ancak tebliğ etmek düşer"

Haberi ulaştırdıktan sonra Resulün hizmeti sona erer, görevi biter. Tabi ki bu durum, Allah'ın O'na İslâm'ı kabul etmeyenler vazgeçip şu iki şıktan birini kabul edinceye kadar onlarla savaşmayı emretmesinden önceydi: Sonradan gelen hükme göre onlar ya dini kabul edip din ile somutlaşan otoriteye boyun eğecekler, ya da cizye ödemek suretiyle düzene itaat edeceklerine dair anlaşma yapacaklardı... Çünkü inançta zorlama olmazdı...

"Allah, kullarım hakkıyle görür."

Görmesi ve bilgisine uygun biçimde onların işlerinde tasarrufta bulunur. Her bakımdan insanların işi O'nun fermanına bağlanır.

Fakat Allah, yalancı!ar ile isyankarlar hakkındaki sonsuza dek geçerli Sünnetullah'a uygun olarak onları ve benzerlerini bekleyen sonlarını kendilerine açıklamadan onları kendi halleriyle başbaşa -bırakmaz:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
21- Allah'ın ayetlerini inkâr edenleri, peygamberleri sebepsiz olarak öldürenleri ve adaleti emreden insanları öldürenleri acıklı bir azapla müjdele!

22- Onların emek ve çabaları dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Onlara yardım eden bulunmaz.
İşte asla şüphe götürmeyen son budur.. Acıklı bir azap. Onu dünya ya da ahiret ile sınırlamıyor. Burada da orada da beklenmektedir . Bu, aynı zamanda onların dünya ve ahiretteki amellerinin boşa çıkarılışını da renkli bir ifadeyle vermektedir. Ayet-i kerimede bunun için kullanılan "hubût" kavramı; zehirli bir ot yiyen hayvanın öleceğine bir alamet olarak şişmesidir.. Bu insanların eylemleri de böyledir. Gözleride büyüdükçe büyür ve şiştikçe şişer. Yalnız bu, boşa çıkma ve yok olma ile sonuçlanacak olan şişmeden öte bir şey değildir. Çünkü hiçbir yardımcı onlara yardım etmeyecek ve hiçbir avukat onları savunmayacaktır.

Burada Allah'ın ayetlerini inkar etmenin yanında peygamberleri haksız yere öldürmekten söz edilmiştir. Zaten bir peygamberi haklı olarak öldürmek diye bir olay olamaz. Bununla beraber insanlar arasında adaleti yaymaya çalışanların, yani gerçek adalet üzerinde kurulan ve adaleti gerçekleştirmenin biricik şekli olan Allah'ın yoluna uymaya çağıranların öldürülmesinden bahsedilmiştir... İşte bu niteliklerin burada söz konusu edilmesi tehdidin yahudilere yönelik olduğunu ele vermektedir. Bunlar, tarihleri boyunca her anıldığında yahudileri hatırlatan başlıca niteliklerdir!

Fakat bu, aynı zamanda sözün hıristiyanlarada yönelik olmasına engel değildir. Hıristiyanlarda bu tarihe kadar hıristiyan olan Roma devletinin resmi mezhebine aykırı düşenmezheplere bağlı insanlardan binlercesine öldürmüşlerdi. Bu haksız yere öldürülenler arasında yüce Allah'ın birliğine ve İsa'nın (selâm üzerine olsun) normal bir insan olduğuna inananlar da vardı. öldürülenler aynı zamanda adaleti yaymaya çalışan insanlardandı... Bu, ayrıca buna benzer çirkin eylemlere girişen herkesi kapsayan sürekli bir tehdittir... Ve bu tipler her zaman o kadar çoktur ki...

Kur'an'daki "Allah'ın ayetlerini inkar edenler" ifadesinin ne anlama geldiğini sürekli hatırda tutmak gerekir. Bundan amaç, sadece açıkca kafir olduğunu söyleyenler değildir. Uluhiyetin tek olduğunu ve yalnız O'na ibadet edilmesi gerektiğini kabul etmeyen herkes bu ifadenin kapsamına girer. Bu ise, yasama, yönlendirme, değer yargıları ve ölçüleri belirlemekle kulların hayatlarına hükmeden otoritenin tek olması gerektiğini açıkça ortaya koyar. Kim başta bu konulardan birinde Allah'tan başkasına bir pay ayırırsa o Allah'a ortak koşmuş veya O'nun uluhiyetini inkâr etmiş olur.. )sterse dili ile bin defa müşrik olmadığını, Allah'ın uluhiyetini kabul ettiğini söylesin. Gelecek ayeti kerimelerde bu sözün doğruluğunu daha net olarak göreceğiz.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
23- Allah'ın kitabından kendilerine bir pay verilmiş olanları görmedin mi? Bunlar aralarında hüküm versin diye Allah'ın kitabına çağırılıyorlar, fakat sonra aralarından bir grup bu kitaba karşı çıkarak sırt çeviriyor.

24- Bu olumsuz tutumları, onların `Cehennem ateşi bize sayılı birkaç gün dışında dokunmayacak' demelerinden kaynaklanıyor. Onların bu iftiraları dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür.

25- Acaba geleceği kuşkusuz bir gün onların biraraya getirilecekleri ve hiç kimseye haksızlık edilmeksizin herkese kazandığı verileceği zaman halleri nice olur?
Busoru onların çelişkili tuhaf tutumlarını yadırgamak ve duyurmak içindir. Kendilerine kitaptan bir pay verilenlerin tutumudur bu. Bu pay, yahudiler için Tevrat, hıristiyanlar için Tevrat ile beraber İncil'dir. Hem Tevrat hem de İncil, kitaptan "bir pay"dır. Çünkü Allah'ın kitabı, Allah'ın elçilerine gönderdiği uluhiyetinin ve otoritesinin birliğini işlediği kaynaktır. Aslında bu tek bir kitaptır. Bu kitaptan bir pay yahudilere bir pay da hıristiyanlara verilmiştir. Kur'an daha önceki dinlerin bütün esaslarını kapsadığından ve kendisinden önceki kitapları doğruladığından müslümanlara da kitabın tamamı verilmiş olmaktadır..."Kendilerine Kitab'tan bir pay verilenlere"Sonra da ayrılığa düştükleri konular ile yaşayışlarında ve günlük hayatta aralarında hükmetmesi için Allah'ın kitabına çağırıldıklarında hep birlikte bu çağrıya kulak vermeyenlerin durumu ile onlardan bir grubun Allah'ın kitabını ve yasasını hakem kabul etmekten geri kalışına ve ondan yüz çevirmesine hayret ifade eden bir sorudur bu. Allah'ın kitabından herhangi bir paya iman etme iddiası ile çelişecek ve kendilerinin kitap sahibi olduklarını söylemeleriyle bağdaşmayacak bir tavırdır bu...

"Allah'ın kitabından kendilerine bir pay verilmiş olanları görmedin mi? Bunlar aralarında hüküm versin diye Allah'ın kitabına çağırılıyorlar; fakat sonra aralarından bir grup bu Kitaba karşı çıkarak sırt çeviriyor".

Böylece yüce Allah, ehl-i kitabtan -hepsinin değil- bazılarının inanç konularında ve hayatlarında Allah'ın kitabını hakem olarak.kabul etmekten yüz çevirmelerini hayret edilecek bir tutum olarak göstermektedir. Durum böyle olunca; kendilerinin müslüman olduklarını söyleyip, sonra da Allah'ın yasasını hayatlarından tümüyle söküp atanların ve hala müslüman kaldıklarını sananların durumu ne olacaktır! Bu aynı zamanda müslümanlara gösterilmiş canlı bir örnektir. Böylece onlar, din gerçeğini ve İslâm'ın yapısını öğrenecek; Allah'ın kendilerini yadırgamasına ve hatalarını açığa çıkarmasına neden olabilecek hareketlerden sakınacaklardır. Müslüman olduklarım iddia etmeyen ehl-i kitabtan bir grubun Allah'ın kitabı ile muhakeme olmaktan yüz çevirmeleri bu şekilde reddedildiğine göre, O'ndan yüz çevirenler "müslümanlar" olduğunda bu ne şekilde reddedilir acaba?.. Bu, gerçekten sonsuz bir hayreti ifade eden korkunç bir felakettir. Sapıklığa ve Allah'ın rahmetinden kovulmaya varan Allah'ın gazabıdır! Bu belâdan Allah'a sığınırız.

Sonra bu çirkin ve çelişkili tutumun nedenine parmak basılıyor:

"Bu olumsuz tutumları onların `Cehennem ateşi bize sayılı birkaç gün dışında dokunmayacak: demelerinden kaynaklanıyor. Onların bu iftiraları dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştür."

İşte Allah'ın Kitabı ile muhakeme olunmayı bu nedenle reddediyorlar ve yine bu yönden iman iddiası ve kitap sahibi olma davası ile çelişkiye düşüyorlar. Başlıca neden kıyamet gününde ciddî hesap vereceklerine, şaşmayan ve taraf tutmayan ilâhî adaletin ciddiyetine inanmamış olmalarıdır. Bu, onların şu sözlerinde ortaya çıkmaktadır: "Cehennem ateşi bize saydı birkaç gün dışında dokunmayacak"... Yoksa onlar neden sayılı günler dışında ateşin kendilerine dokunmayacağını söylesinler! Neden? Gerçekte ise onlar, her şeyde Allah'ın Kitabını esas almaktan oluşan din gerçeğinden temelli sapmış bulunuyorlar. Eğer onlar gerçekten Allah'ın adaletine inanıyorlarsa, neden böyle söylesinler! Hatta, onlar gerçekten Allah'ın huzuruna varacaklarının bilincinde olsalar böyle mi yaparlar! Onlar iftiradan başka birşey söylemiyorlar. Sonra bu iftiraları kendilerini de kandırıyor:

"Onların bu iftiraları dinleri konusunda kendilerini yanılgıya düşürmüştü."

Gerçekten Allah'la buluşma inancının ciddiyeti ve bu buluşmanın gerçekliğinin bilincinde olmak ile O'nun cezasını ve adaletini düşünmedeki bu gevşeklik bir kalpte birleşemez...

Gerçekten ahiret korkusu ve Allah'tan haya etme duygusu ile Allah'ın Kitabı ile muhakeme olunmaktan ve hayatın her alanında onu hakem kabul etmekten yüz çevirmek bir kalpte bulunamaz...

Bugün kendilerinin müslüman olduğunu zannedip aralarında hüküm vermesi için Allah'ın kitabına çağırıldıklarında arkalarını dönenler ve bundan yüz çevirenler de bu ehl-i kitap gibidir. Bu müslümanlık iddiasında bulunanların bazıları, sıkılmadan insan hayatının dünyayı ilgilendirdiğini, dinle ilgisi bulunmadığını ileri sürmektedirler. Bunlara göre dinin insanların ekonomik, sosyal hatta ailevi ilişkilerine varıncaya kadar bütün pratik hayatına müdahale etmesi gerekmez. Bu inançlarına rağmen hâlâ müslüman olduklarını sanırlar. Onların bazıları bu inançlarına rağmen, Allah'ın kendilerine günahlardan temizleme dışında asla azab etmeyeceğine, bu cezalarını çektikten sonra Cennet'e gönderileceklerine ahmakça inanırlar.

Nitekim müslüman değiller mi! Bu, ehl-i kitabın ileri sürdüğü iddianın ta kendisidir. Dinde hiçbir temeli bulunmayan uydurma tezlerle kendilerini avutmanın aynısıdır. Hem ehl-i kitab hem de kendilerini müslüman zannedenler, dinin temelinden sapmakta, Allah'ın razı olacağı gerçekten; ...İslâm'dan... Teslim oluştan, itaat etmekten ve bağlanmaktan sıyrılma noktasında aynı konumdadırlar. Hayatın her alanında yalnız Allah'tan direktif almaktan uzaklaşma açısından da aralarında fark yoktur.

"Acaba geleceği kuşkusuz bir gün biraraya getirilecekleri ve hiçkimseye haksızlık edilmeksizin herkese kazandığı verileceği zaman halleri nice olur?"

Bu nasıl bir tehdittir? Bu günün, Allah ile karşılaşmanın ve O'nun yüce adaletinin ciddiyetini kavrayan, düşüncesi ve bilinci boş umutlar ve aldatıcı uydurmalarla sulanmamış her müminin kalbi bu tür tehditlerle karşılaşmaktan ürperir. Sonra bu, herkesi ilgilendiren genel bir tehdittir... Müşrikleri, hakk ile batılı karıştıranları, ehli kitabı ve müslümanlık iddiasında olanları bütün olarak kapsamaktadır. Onlar hayatlarında İslâm'ı gerçekleştirmeme hususunda denktirler.

"Acaba geleceği kuşkusuz bir günde... Halleri nice olur?

İlahi adalet yerini bulduğunda nasıl olacak? "Ve herkese kazandığı verildiği zaman"...Hiçbir zulme ve kayırmaya yer verilmeksizin. "Ve hiç kimseye haksızlık edilmeksizin." Ve onlara Allah'ın hesaba çekmesinde müsamaha gösterilmeyecektir. Bu,kendilerine yöneltilen, ancak cevapsız bırakılan bir sorudur. Onun cevabına hazırlanırken kalp sarsılmakta ve titremektedir!

YEGANE MÜLK SAHİBİ

Burada ayeti kerimeler Resulullah'a (salât ve selâm üzerine olsun) ve bütün müminlere Allah'a yönelmelerini, insanların hayatlarında ve evrenin idaresinde tek olan uluhiyet gerçeğini ve yine tek olan otorite gerçeğini kabul etmelerini aşılamaya çalışmaktadır. Hem beşerin hayatı hem evrenin idaresi uluhiyetin ve hakimiyetin görünümlerinden başka birşey değildir. Ve bunda Allah'ın hiçbir benzeri ve ortağı yoktur:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
26- De ki; `Ey mülkün sahibi Allah'ım, sen mülkü (egemenliğin iktidarı) dilediğine verir, dilediğinden geri alırsın. Dilediğini üste çıkarır, dilediğini alçaltırsın. İyilik senin elindedir, senin gücün herşeye yeter.

27- Geceyi gündüze dönüştürür, gündüzü geceye dönüştürürsün. Diriyi ölüden çıkarır, ölüyü diriden çıkarırsın. Dilediklerine hesapsız rızık verirsin.'
Gönülden gelen bir yakarış... İfade biçiminde dua tonu var... Manevi parıltısında yalvarış özü hakim. Apaçık evren kitabına dikkat çekişinde, şefkat ve yumuşaklıkla insanın duygularını coşturma var. Allah'ın iradesi ve insanların işleri ile evrenin işlerinin yürütülmesini beraberce zikredişinde büyük bir gerçeğe işaret vardır. Hem evrene hem de insana egemen olan tek uluhiyet gerçeğine... İnsanın ihtiyacının, Allah'ın idaresinde bulunan büyük evrenin ihtiyacının bir parçasından başka birşey olmadığı gerçeğine... Yalnız Allah'a boyun eğmenin, insanın ihtiyacı olduğu gibi tüm evrenin ihtiyacı da olduğu... Bu ilkeden sapmanın insanı, kuralların dışına çıkma ile cahilliğe ve sapıklığa düşüreceği gerçeğine işaret var!

Bu, tek uluhiyet gerçeğinden kaynaklanan bir gerçektir... Tek bir İlâh. Öyleyse herşeye sahip olan da yalnız O'dur. Ortaksız olarak "Mülkün sahibi" O'dur. Sonra O, kendi mülkünden dilediğine dilediği kadarını verir. Allah'ın kendisine mülk verdiği kişi ancak emanet olarak onu sahiplenebilir. Mülkün gerçek sahibi, dilediğinde dilediği kimseden mülkünü geri alır. Hiçbir insanın gönlünce tasarruf yetkisi bulunan kalıcı bir mülkiyet olamaz. Ancak kendisine emanet edilen bir mülkiyetten söz edilebilir ki o da asıl mülk sahibinin şartlarına ve direktiflerine bağlı kalma zorunluğudur. Mülkü emanet olarak alan kişi, mülkün asıl sahibinin şartlarına aykırı bir harcamada bulunduğu zaman bu harcaması geçerli olmaz ve müminler dünyada buna engel olmak zorundadırlar. Bu kişi ahirette de, mülkü canının istediği şekilde kullandığından ve asıl sahibinin şartlarına aykırı hareket ettiğinden dolayı ayrıca hesaba çekilecektir...

Aynı şekilde dilediğini onurlandıran, dilediğini de güçsüz düşüren O'dur. Kimse O'nun hükmünü yanlış göremez, O'nu saptırmaya yeltenemez ve verdiği kararı bozamaz. O, yüce Allah'tır ve her şeyin sahibidir... Bu özel niteliği Allah dışında hiç kimsenin üstlenmesi asla doğru olmaz.
Allah'ın bu egemenliği, bütünü ile iyiliğin kendisidir. Çünkü O, bu hakimiyetini doğruluk ve adalet ile yürütür. Doğruluk ve adalet ile mülkü dilediğine verir, dilediğinden alır. Hak ve adalet ile dilediğini onurlandırır, dilediğini güçsüz kılar. Tüm durumlarda O'nun murad ettikleri gerçekten hayırdır. Her zaman bu iyiliğin gerçekleşmesi üzerindeki mutlak irade ve mutlak kudret Allah'ındır. "İyilik senin elindedir" "Senin herşeye gücün yeter"...
İnsanın tüm işleri üzerindeki bu hakimiyet, onların işlerini iyilik temeli üzerinde proğramlama, Allah'ın kâinat ve hayat üzerindeki mutlak ve büyük hakimiyetinin bir parçasından başka birşey değildir:

"Geceyi gündüze dönüştürür, gündüzü geceye dönüştürür. Diriden ölüyü çıkarır, ölüden diriyi çıkarırsın. Dilediklerine hesapsız rızık verirsin."

Bu birbiri içine giren gizli hareketi, bu büyük gerçeği ifade eden tasvir insanın kalbini, duygularını, gözlerini ve duyu organlarını doyurmaktadır... Gecenin gündüze, gündüzün geceye çevrilişi, ölüden dirinin, diriden ölünün çıkarılışı olgusu... Kalbin, dikkatlerini ona yönelttiğinde ve orada fıtratın gerçek ve engin sesine kulak verdiğinde şüphesiz ve tartışmasız olarak Allah'ın kudretine işaret ettiğini kavrayacağı hareket.

"Geceyi gündüze, gündüzü geceye dönüştürür".

İster mevsimlerin değişmesi esnasında geceden gündüze, gündüzden geceye alınıp eklenme şeklinde anlaşılsın, ister sabah akşam vakitlerinde karanlığın aydınlığın hareketiyle birinin diğerine geçmesi biçiminde anlaşılsın. İnsanın kalbi hem bu harekette hem diğerinde Allah'ın evreni harekete geçiren kudretini görür gibi olmaktadır. Kapkaranlık kürenin apaydınlık küre önünde nasıl katlandığını, karanlık yerleri nasıl aydınlık yerlere çevirdiğini gözlemektedir. Yavaş yavaş gece karanlığının gündüzün aydınlığına geçtiğini, sabahın azar azar karanlıkların derinliklerinden nefes almaya başladığını... Kışın girişiyle gecenin gündüzden kemire kemire yavaş yavaş uzadığını... Yazın başlangıcında ise, gündüzün geceden çala çala uzamaya başladığını görür gibi olmaktadır. Bu hareket ile diğer hareketin ince ve gizli iplerinin elinde bulunduğunu hiçbir insan iddia etmez. Ayrıca aklî dengesi yerinde olan bir insan bunların proğramsız ve rastgele oluştuğunuda ileri sürmez.

Hayat da ölüm de böyledir. Yavaş yavaş ve basamak basamak biri diğerine geçmektedir. Canlılar üzerinden geçen her saniyede, hayatın yanında ölüm de harekete geçmektedir. Ölüm, ondan bir tarafı yontuyor hayat ise onda yeniden bir diriliş gerçekleştiriyor! Canlıların birtakım canlı hücreleri ölüp gidiyor, onların yerini yeni hücreler alıyor ve eyleme geçiyor. Onda ölüp giden, başka bir dolaşımla tekrar hayata dönüyor.

Onda diri olarak meydana gelen bir başka dolaşımda ölüme mahkûm oluyor. Bu, bir tek canlı organizmadaki harekettir... Sonra çerçeve genişlemeye başlar ve bu sefer canlı organizmanın tamamı ölüme mahkûm olur. Sonra onun hücreleri, başka bir bileşimde görev alan atomlara dönüşüp canlı bir bedene girer ve orada hayata kavuşur. Bu, gece ile gündüzün her saniyesinde hareket halinde olan bir dolaşımdır.

Tüm bu hareketlerden hiçbirini, insan kendisine mal etmeye kalkamaz. Yine hiçbir akıllı, insan, bu hareketin proğramsız ve rastlantı eseri olduğunu ileri süremez!

Tüm evrenin ve her canlının yapısında varolan bir hareket. Gizli, engin, tatlı ve dehşet yerici bir hareket. Kur'an'ın bu kısa işareti, o büyük hareketi insanın kalbine ve beşerin aklına göstermektedir.' Her ye gücü yeten, onları yoktan vareden, onlara merhamet eden ve işlerini proğramlayan Allah'ın eliyle dokunan hareket. İnsanlar nasıl olur da işlerini merhametle proğramlayan Allah'tan ayrı bir proğram yapmaya kalkışabilirler? Hakîm ve Habîr olan Allah'ın düzene koyduğu bu evrenin birer parçaları oldukları halde, nasıl olur da kendilerine canlarının istediği düzenler seçebilirler?

Sonra hepsinin rızkı Allah'ın elinde olduğu ve hepsi de O'na muhtaç olduğu halde, nasıl bir kısmı bir kısmını kul yapabilir, bazıları bazılarını Rabbler edinebilirler?

"Dilediğine sınırsız rızık verirsin"

Bu, insanın kalbini büyük gerçeğe; Tek bir uluhiyet, tek bir gücün etkinliği, tek bir hakimiyet bir tek asıl sahip olduğu ve bir tek zatın hüküm verme yetkisi olduğu gerçeğine yöneltmektedir. Sonra herşeye hakim, mülkün sahibi, onurlandıran, güçsüz bırakan, hayat veren, öldüren, bağışta bulunan, mahrum bırakan, evrenin ve insanın işlerini sürekli olarak adalet ve iyilikle düzene koyan Allah'ın dışında hiçbir kimseye bağlanılmayacağı gerçeğine çekmektedir.

KÂFİRLERE DOSTLUK BESLEYENLER

Bu ifade, geçen bölümde söz konusu edilen kendilerine Kitap'tan bir pay verildiği halde Allah'ın insanlara belirlediği yolu kapsayan Allah'ın kitabıyla muhakeme olunmaya sırtını dönen ve O'ndan yüz çevirenlerin tutumlarının eleştirisini pekiştirmektedir. Halbuki bütün kâinatın ve insanların işlerini evirip-çeviren Allah'ın kitabıdır. Bu aynı zamanda gelecek bölümde söz konusu edilen müminlerin müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmelerinden sakındırmaya da bir giriştir. Zira bu evrende kâfirler için hiçbir kudret ve tasarruf hakkı yoktur. Herşey yalnız Allah'ın elindedir. O da yalnız müminlerin dostudur, başkasının değil:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
28- Müminler, müminleri bırakarak kafirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa artık Allah ile arasında hiçbir ilişki kalmaz. Yalnız, kafirlerin size yönelik tehlikelerinden korunabilirsiniz. Allah sizi kendinden korkmaya çağırıyor. Dönüş Allah'adır.

29- De ki; `İçinizdeki duyguyu saklasanız da açığa vursanız .da Allah onu bilir. Göklerde olanı ve yerde olanı da bilir. Allah'ın gücü herşeye yeter.'

30- O gün herkes yapmış olduğu her iyiliği karşısında bulur, yaptığı her kötülüğü de. Yaptığı kötülükle arasında uzak bir mesafe olsun ister. Allah sizi kendisinden korkmaya çağırır. Allah, kullarına karşı şefkatlidir.
Kur'an'ın akış seyri, geçen bölümde yetkinin bütünüyle Allah'a ait olduğu, bütünüyle kudretin Allah'a özgü olduğu, bütünüyle idarenin Allah'a mahsus olduğu, rızkın tamamıyla Allah'ın elinde olduğu bilincini coşturmuştur. O halde, müminin Allah düşmanlarına dostluğu mümkün müdür? Aralarında hüküm verebilmesi için Allah'ın kitabına çağrıldıkları halde sırtını dönen ve ondan yüz çeviren Allah düşmanlarına dostluk ile Allah'a iman gerçeği bir tek kalpte buluşamaz. Onun içindir ki, müminler bundan ciddi biçimde sakındırılmış, hayatta Allah'ın kitabının hakim olmasına taraftar olmayanlara dost olduğunda müslümanın İslâm dairesinden dışarı çıkacağı kesin biçimde belirtilmiştir. Artık bu dostluğun, kişinin gönlünün onlarla beraber olması veya onlara yardım etmesi yahut da onlardan yardım istemesi biçiminde gerçekleşmiş olması arasında fark yoktur.

"Müminler, müminleri bırakarak kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa artık Allah ile arasında hiçbir ilişki kalmaz. Yalnız kâfirlerin size yönelik tehlikelerinden korunabilirsiniz."

İşte böyle... Ne ilişkilerde ne de bağlılıkta, ne dinde ne de inançta, ne görevde ne de dostlukta onun Allah ile hiçbir ilgisi kalmamıştır. O, Allah'tan uzaktır artık. Her alanda Allah ile ilişkisini tamamen kesmiş olur.

Kişinin korku içinde bulunduğu yer ve zamanlarda Takiyye ile buna izin verilmiştir. Yalnız bu, dil ile gerçekleşen bir takiyyedir. Kalp ile beslenen bir dostluk, ya da fiilî olarak gerçekleşen bir dostluk değildir. İbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) diyor ki: "Takiyye, eylem ile olmaz. Takiyye, ancak dil ile olur."Mümin ile kâfir arasında bir sevginin meydana gelmesi izin verilen takiyye kapsamına girmediği gibi, mü'minin takiyye adı altında pratik olarak herhangi bir şekilde kafire yardım etmesi de izin verilen takiyye kapsamına girmez. Allah'a karşı bu tür düzenbazlıklara başvurmak doğru değildir! Sözü edilen kâfir, Kur'an ifadesinin burada kapalı olarak geçtiği fakat başka bir surede açık olarak gösterdiği gibi, hayatın her alanında Allah'ın kitabının egemen olmasına taraftar olmayan kişidir.

Bu durumda iş, vicdanlara, kalplerin takvasına ve bütün gizli şeylerden haberi olan Allah'a havale edildiğinden, gerçekten dehşet verici bir biçimde müminleri Allah'ın cezasından ve öfkesinden sakındırmayı da içeren bir tehdidle ifade edilmiştir:

"Allah sizi kendinden korkmaya çağırıyor. Dönüş de Allah'adır."

Ayetlerin akış seyri sakındırmaya, kalplere dokunmaya ve Allah'ın kendilerini gözettiği ve Allah'ın ilminin kendilerini izlediği bilincini vermeye devam ediyor.

"De ki: `İçinizdeki duyguyu saklasanız da açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde olanı ve yerde olanı da bilir. Allah'ın gücü herşeye yeter."

Bu ifadê, sakındırma ve tehdidi daha da derinleştiriyor. İlim ve kudrete dayanan kendisinden kurtulmak için hiçbir sığınak ve yardım yetkisi bulunmayan Allah'ın cezasına çarpılmaktan korunma ve korkma duygusunu coşturuyor!

Ayetlerin akışı, hiçbir eylem ve niyetin unutulmadığı, herkesin yaptıklarının tümüyle karşılığını göreceği o korkunç günü gözler önüne getirerek, sakındırma ve kalpleri etkilemede bir adım daha atıyor.

Bu öyle bir karşılaşmadır ki, insanın kalbine açılan bütün yolları kapatıyor. Ve onu, iyi-kötü herşeyini gözetleyerek kuşatıyor. İnsan bu gözetleyiciye yönelirken kendi kendisini hesaba çekiyor. Kendisiyle işlediği kötülük arasında uzun bir mesafe olmasını ya da kendisiyle bu günün tamamı arasında aşılmaz bir uzaklık olmasını diler; fakat bu dilemenin iş işten geçtikten sonra ne yararı olabilir ki! Çünkü artık karşılaşma günü gelmiş ve onun gırtlağına yapışılmıştır. Artık kaçıp kurtulmak çok uzak. Kurtuluş yok artık!

Sonra ayetlerin akışı yine imanın kalbine bir hamle daha yapıyor ve Allah'ın insanların kendisinden sakınmaları gerektiği şeklindeki telkini tekrar ediliyor:

"Allah, sizi kendisinden korkmaya çağırır..."

Yüce Allah bu sakındırmada zaman geçmeden fırsatın genişliğini ve rahmetini onlara hatırlatıyor:

"Allah kullarına karşı şefkatlidir."

Bu sakındırma ve bu hatırlatma da onun şefkatindendir. Bu da O'nun kullara iyilik ve rahmet dilediğini göstermektedir...

İşaretler, yöntemler, îmalar ve ilhamlar yönünden zengin olan bu geniş çaplı hamle, müslüman cemaatin hayatında yaşanan olaylara ışık tutmaktadır. Müslüman bloktan bazı bireyler ile kâfirler arasında akrabalık yahut ticaret etkenlerinden ötürü birtakım ilişkiler vardı. Bundan dolayı burada müslümanların Mekke'de müşrikler, Medine'de de yahudiler ile akrabalık, dostluk ve kölelik ilişkilerinin gevşek tutulmasının tehlikesine işaret edilmektedir. Halbuki İslâm yeni müslüman toplumun temelini yalnız inanç ilkesine dayandırmak istiyordu. Bu inançtan kaynaklanan yolun ilkesine dayandırmak amacındaydı. Öyle ki İslâm, bu konuda hiçbir cıvıklığa ve kaypaklığa asla izin vermiyordu.

Aynı şekilde bu tür ağlara takılmamak, buna benzer bağlardan kurtulmak, Allah'a sığınabilmek, başkalarına değil, yalnız O'nun yoluna bağlanmak için insan kalbinin sürekli olarak yorucu çalışmalara ihtiyacı olduğuna gizliden işaret edilmektedir.

İslâm, din hususunda müslümanlarla savaşmayan insanlara iyilik yapmayı yasaklamaz. Yalnız, dostluk, iyilik yapmaktan apayrı bir olgudur.

Dostluk; karşılıklı bağlılık, yardımlaşma ve sevgi beslemedir. Bu ise, gerçekten Allah'a iman eden bir kalpte ancak kendisi ile beraber Allah'a bağlanan, hayatlarında Allah'ın yoluna onunla birlikte boyun eğen, itaat, bağlılık ve teslimiyet ile Allah'ın kitabıyla muhakeme olunmaya taraftar olan müminler için varolan bir dostluktur.

FEYGAMBERE UYMA

Son olarak bu konunun ve surenin en geniş ve temel çizgilerini ortaya koyucu, kesin ve net olan, ele aldığı meselede kesinlik arzeden sonuç geliyor. Geliyor ki, öz ifadelerle iman gerçeğini, din gerçeğini ortaya koysun, hiçbir şüpheye yer bırakmayan bir netlikle küfür ile imanın arasını kesin olarak ayırsın:
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
31- De ki; `Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcı ve esirgeyicidir.'

32- De ki; :4ilah'a ve peygambere itaat ediniz.' Eğer bu çağrıya sırt çevirirlerse hiç şüphesiz Allah kafirleri sevmez.
Allah sevgisi, ne laftan öteye geçmeyen bir iddia ne de insanın vicdanında kalan bir aşktan ibarettir. Bu sevgi, Allah'ın Resulüne bağlılık, O'nun gösterdiği yolda yürüme, O'nun yaşam biçimini gerçekleştirme ile ortaya konur. İman da söylenen sözler, coşan duygular, yerine getirilen sembolik ibadetler değildir. İman; ancak Allah'a ve Resulüne bağlılık, Peygamberin getirdiği Allah'ın buyruklarına göre hareket etmedir. İmam İbn-i Kesir, tefsirinde otuzbirinci ayetle ilgili olarak diyor ki: "Bu âyet-i kerime, Allah'ı sevdiğini iddia ettiği halde Muhammed'e tâbi olmayan herkese karşı kesin bir hükümdür. Böyle bir iddiası olan kişinin, tüm sözlerinde ve eylemlerinde Muhammedî yaşayışı ve O'nun tebliğ ettiği dini izlemediği sürece, bunun yalancı olduğuna hükmedilir. Nitekim Sahih (hadiste) sabit olduğuna göre Resulullah (salât ve selâm üzerine olsun) `Kim bizim emretmediğimiz bir işi yaparsa o iş reddedilmiştir' buyurmuştur..."

İkinci ayet hakkında ise; "De ki: Allah'a ve Resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse.. " Yani emrine aykırı hareket ederlerse "Allah, kâfirleri sevmez... Ya da ona aykırı hareket etmenin küfür olduğunu belirtiyor. Allah bu nitelikte olanları sevmez, isterse O, Allah'ı sevdiğini iddia edip O'nu savunsun.

İmam İbn-i Kayyim el-Cezviyye, Zadu'l Meâd adlı eserinde diyor ki:

"Peygamberin gerçekten Peygamber olduğuna ve onun doğru söylediğine şahitlik eden ehl-i kitap ve müşriklerden pek çoğunun bu şahitliklerinin onların İslâm'a girmeleri için yeterli olmadığı gerçeği üzerinde düşünen herkes, İslâm'ın bunun ötesinde bir olgu olduğunu kavrayacak, İslâm'ın sırf kuru bir tanımadan ibaret olmadığını fark edecektir. Yine, Onun yalnız tanıma ve kabul etmeden ibaret olmadığını öğrenecek, İslâm'ın hem tanıma, hem kabul etme, hem bağlılık, hem itaat etme zorunluluğu hem de içiyle-dışıyla boyun eğme olduğunu anlayacaktır..."

Bu dinin öyle belirgin bir gerçeği vardır ki, bu gerçek olmadan ondan söz edilemez. Bu gerçek de, Allah'ın yasasına itaat etmek, Allah'ın Resulüne bağlanmak ve Kur'an'ın hükümlerine teslim olmak gerçeğidir. Bu, İslâm'ın getirdiği şekliyle Tevhid inancından kaynaklanan bir gerçektir. Bu da uluhiyette birlik inancıdır. İnsanların kendisine ibadet etmesi, emrine bağlılık göstermesi, yasasının onlar arasında uygulanması, kendisiyle muhakeme olunacakları ve hükmüne razı olacakları değer ve ölçüleri belirlemesi ancak bu yegâne uluhiyetin hakkıdır. Buradan da, insanın hayatında ve bütün ilişkilerinde hakimiyeti yalnız Allah a veren egemenlikte birlik bilinci ortaya çıkar. Nitekim, evrenin tüm işlerinin idaresinde hakimiyet yalnız ve yalnız Allah'ındır. İnsan da bu koca evrenin küçük bir parçasından başka bir şey değildir.


Surenin bu birinci dersi -gördüğümüz gibi- bu gerçeği kapsamlı, mükemmel ve net bir biçimde ortaya koymaktadır. Müslüman olmak isteyenin, O'nu olduğu gibi kabul etmekten ve kendisini teslim etmekten başka çıkar yolu yoktur. Allah katında din, İslâm'dır.. Ve yalnız Allah'ın belirlediği şekliyle İslâm'dır. İftiracı ve kuruntu sahiplerinin belirlediği şekliyle değil...

HZ. İSA'NIN KISSASI

Peygamber ile Yemen'in Necran elçileri arasındaki tartışmaya parmak basan rivayetler belirtiyor ki; İsa'nın (selâm üzerine olsun) dünyaya gelişi, annesi Meryem ve Yahya'nın doğumu ile ilgili kıssalar ve bu surede yeralan diğer kıssalar elçilerin etrafa yaymaya çalıştığı şüpheleri etkisiz hale getirmek amacıyla inmiştir. Elçiler, bu şüpheleri yaymaya çalışırken: "O, Allah'ın Meryem'e verdiği sözüdür ve O'ndan bir ruhtur." gibi Kur'an'ın İsa hakkında verdiği bilgilere dayanmaya çalışıyorlardı. Sonra onların Meryem suresinde geçmeyen birtakım sorular sorup cevap verilmesini istedikleri belirtiliyor...

Kaydedilen bu bilgiler doğru da olabilir.. Yalnız bu kıssanın bu surede bu şekilde yeralması Kur'an'ın açıklamayı dilediği belli başlı gerçekleri yerleştirmede kıssaları kullanma genel yöntemiyle paralellik arz etmektedir. Yerleştirilmek istenen bu gerçekler çoğu zaman, kıssaların içinde geçtiği surenin de konusu olmaktadır. Onun için kıssa bu gerçekleri odaklaştıracak, onları ortaya çıkarıp diriltecek ölçüde ve ona uygun bir üslûpla verilir. Gerçekleri açıklamada ve onları canlı bir şekilde engin bir etkiyle kalplere yerleştirmede kıssaların kendilerine özgü bir yolu vardır. Kıssalar bu gerçekleri, imanın hayatta pratik olarak oluşması biçiminde canlandırır. Bu yöntem ise, gerçekleri sadece soyut bir biçimde verip geçmekten daha etkilidir.

Burada bu kıssanın, surenin ötedenberi ele aldığı gerçeklerin aynısını ele aldığını ve surede yeralan geniş çizgilerin burada da önemli ölçüde ortaya çıktığını görüyoruz. Onun için bu kıssa, ele aldığı konuda meydana gelen sınırlı karıştırmalardan soyutlanmakta köklü, bağımsız ve değişmez bir etken olarak ortaya çıkıp, İslâm'ın inançla ilgili düşüncesinde kalıcı ve değişmez gerçekleri kapsamaktadır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, surenin ötedenberi üzerinde yoğunlaştığı temel mesele şudur: Tevhid meselesi, uluhiyet birliği, hakimiyet birliği. İsa kıssası -bu derste kaydedilen kıssalar onu tamamlamaktadır- da bu gerçeği vurgulamakta, Allah'ın çocuk ve ortak edinme düşüncesini reddetmektedir, bu şüphenin tutarsızlığını ve basit bir anlayış olduğunu açıklamaktadır. Meryem'in doğuşunu ve hayatını açıkladıktan sonra; İsa'nın doğuşu, Peygamber oluş tarihi ve bununla ilgili olayları öyle bir yöntemle anlatmaktadır ki, onun gerçek bir insan ve Peygamberler zincirinden bir halka oluşu ile, durumunun onların durumu, yapısının onların yapısı gibi olduğunda herhangi bir kuşkuya yer bırakmamaktadır. Doğuşu esnasında ve hayatı boyunca meydana gelen olağanüstü olayları gizemlilikten ve kapalılıktan uzak bir biçimde, insanın aklını ve gönlünü rahatlatacak nitelikte açıklamaktadır. Böylece insan, İsa'nın doğuşu ve hayatını normal bir yaşam öyküsü olarak algılamakta ve hiçbir şeyi yadırgamamaktadır. Kıssanın hemen ardından şu ilave edilmektedir: "Allah katında İsa'nın durumu Adem'in durumu gibidir. O'nu topraktan yaratmış, sonra O'na `ol' demiş Oda oluvermişti." Burada kalp, kesin bilginin serinliğine ve neşesine kavuşuyor. Bir çırpıda kavranabilecek şu gerçek etrafında bu şüphelerin nasıl oluşturulduğuna hayret ediyor!

Şu sûrenin ötedenberi ele aldığı ikinci mesele birinci meseleden kaynaklanmaktadır. Din gerçeği; dinin İslâm oluşu, İslâm'ın anlamının bağlılık ve teslimiyet demek olduğu meselesidir. Bu olgu, aynı zamanda kıssanın arasında da kendini göstermekte ve İsa'nın (selâm üzerine olsun) İsrailoğulları'na söylediği şu sözünde yer almaktadır: "Benden önceki Tevrat'ı doğrulayıcı ve size yasaklananların bazılarını helâl kılmak üzere..." Bu sözde Risaletin yapısına dikkat çekilmektedir. Gerçekten Peygamberlik; bir yol belirleme, bir düzeni yürürlüğe koyma; helâl ve haramı açıklama için gönderilir ki, müminler bu peygamberliğe bağlansın ve ona teslim olsun... Sonra Havarilerin ifadesiyle teslimiyet ve bağlılık, anlamını buluyor:
AYET-İ KERiME
"İsa, onlardaki küfrü far kedince, `Allah'a davet yolunda kim bana yardımcıdır?' dedi. Havariler: `Allah'ın yardımcıları bizleriz. Allah'a iman ettik, bizim müslüman olduğumuza tanık ol' dediler. `Rabbimiz; indirdiğine iman ettik, Peygambere bağlandık, bizi tanık olanlarla beraber yaz."-(Al-i İmran suresi; 52)
Surenin akışı içerisinde önemli yer tutan konulardan biri de müminlerin Rabblerine karşı tutumlarının tasviridir. Bu kıssalar, insanlar arasından seçilmiş ve hepsini birbirinin soyundan kıldığı bu seçkin grubun hayatından, güzel örnekler ortaya koymaktadır. İmran'ın karısının, Rabbi ile konuşmasında, kızı ile ilgili niyazında... Meryem'in, Zekeriyya ile konuşmasında... Zekeriyya'nın duasında, Rabbine yalvarışında... Havarilerin Peygamberlerinin çağrısı karşısında verdikleri cevap ile Rabblerine dua edişlerinde ve benzeri olaylarda bu parlak tablolar somutlaşmaktadır.

Nihayet, kıssalar sona erip hemen ardından ifade edilen gerçekleri açıklamada kıssaların olaylarına dayanılarak hakikatler kapsamlı ve özet olarak belirtiliyor.

İsa'nın (selâm üzerine olsun) gerçek kimliği, yaratıkların yapısı, ilahî irade, tertemiz vahdaniyet, ehli kitabın vahdaniyete çağrılışı, bu meselede onların lânetlenmeye çağırılması konularına değiniliyor. Konu, peygamberin tüm ehli kitabı aydınlatması için, bu gerçeğin aslını derli toplu ve kapsamlı açıklama ile sona eriyor. Peygamber bu açıklamayı, söz konusu tartışmaya katılan veya katılmayan, o nesilden olan yahut ondan sonra kıyamete kadar gelecek olan tüm ehli kitaba yöneltmiş bulunmaktadır.
AYET-İ KERiME
"De ki; `Ey kitap ehli, sizinle aramızda ortak olan şu söze geliniz: Sırf Allah'a kulluk edelim, hiçbir şeyi O'na ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp birbirimizi ilâh edinmeyelim."-(Al-i İmran suresi; 72)
Bu açıklama ile tartışma sona eriyor. İslâm'ın insandan ne istediği, insanın hayatı için ne gibi ilkeler belirlediği ortaya çıkıyor. Dinin manası; İslâm'ın anlamı açıklık kazanıyor. Başkalarının din veya İslâm olarak takdîm ettiği her türlü karma ve bozulmuş anlayışlar reddediliyor. Bu, geçen konunun nihaî hedefi olduğu gibi surenin de temel hedefidir. Kur'an kıssaları bu nihai hedefi; etkili, engin ve anlamlı o güzel hikâye üslûbu ile anlatıyor ve izah ediyor. Bu aynı zamanda Kur'an kıssalarının görevi ve pek çok surede özel bir metoda bağlı olarak Kur'an'ın üslûbunu ve sunuş yöntemini sağlamlaştırmak noktasındaki yapısının gereğidir.

İsa kıssası hem burada hem de Meryem suresinde arz edilmiştir. Buradaki ve oradaki ayet metinlerini karşılaştırdığımızda, burada birtakım farklı bilgiler ortaya çıkmasına rağmen bazı hususların da özetlenmiş olduğunu görürüz. Meryem suresinde İsa'nın doğuşuna detaylarına kadar yer verilmişkèn Meryem'in doğuşu halkasına hiç yer verilmemiştir. Burada ise İsa'nın peygamberliği ve Havariler detaylı yer alırken doğuşu özet halinde geçmiştir.

Burada ayrıca,hikayeden sonraki açıklama daha uzundur. Çünkü açıklamalar daha kapsamlı bir mesele etrafında tartışmalarla ilgili olarak yapılmıştır. Bu mesele Tevhid, Din, Vahiy ve Risalet meselesidir. Bunlar, Meryem suresinde yeralmaz. Bu açıklama da kıssaların sunuluşu ile ilgili Kur'an üslûbunun yapısını belirlemektedir. Yani burada kıssa, içinde yer aldığı surenin atmosferine ve ondaki fonksiyonuna göre farklılık arz edebilmektedir. Şimdi ayet-i kerimeleri detaylı. olarak ele almaya geçelim.

Bu kıssalar Allah'ın insanların yaratılışından beri tek olan Risalet görevini ve tek olan dinin mesajını taşımaları için tercih edip seçtiği kullarını açıklamakla işe başlıyor.',Asırlar ve nesiller boyunca birbirine bağlı değişik merhalelerde iman kervanına öncülük yapacak olan kullarını açıklamakla meseleye giriyor. Bu öncülerin birbirlerinin neslinden geldiklerini belirtiyor. Elbette ki bu neslin, soy bağına bağlı,olması zorunlu değildir. Buna rağmen bu neslin soyları Adem ve Nuh peygamberde birleşmektedir. Bu neslin bağı her şeyden önce Allah'ın tercilı edip seçmesine bağlıdır. Buradaki soy bağı aziz olan iman kervanında sürekli olarak muhafaza edilen inanç birliğidir.
 

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
33- Allah Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini seçerek alemlere üstün kıldı.
34- Bunlar birbirinden türemiş tek bir kuşaktır. Hiç şüphesiz Allah işiten ve bilendir.
Ayetlerde Adem ve Nuh birer kişi olarak anılırken, İbrahim ve İmran; ailesi diye iki aile olarak ifade edilmiştir. Bu, Adem'in de Nuh'un da tek başlarına bu ilâhı seçmeye mazhar olduklarına işaret etmektedir. İbrahim ve İmran ise, hem kendi hem de aileleri ile birlikte bu nimete mazhar olmuşlardı. Bakara sûresinde belirtilip kurala bağlı olarak İbrahim'in evindeki peygamberi ve bereket veraseti kan bağına dayalı bir veraset değildi. Bu ancak, inanç verasetiydi. Ve İbrahim'in-"Rabbi O'nu bir dizi sözlerle denemişti".

"Hani Rabbi İbrahim'i birtakım emirler ile denemiş O da onları yerine getirmişti. Bunun üzerine Allah; `Seni insanlara önder yapacağım' demişti. İbrahim; `Soyumdan da' deyince, Allah; `Zalimler bu taahhüdümün kapsamına asla giremezler' buyurdu" (Bakara suresi; 124)

Birtakım rivayetler İmran'ın İbrahim'in ailesinden olduğunu belirtmektedir. O haldè İmran ailesinin burada özellikle söz konusu edilmesi özel bir durumdan kaynaklanmış olabilir. Bu özel husus da Meryem ve İsa (selâm üzerlerine olsun) kıssasının sunulmuş olmasıdır. Aynı şekilde bu ayetlerde İbrahim ailesinden, ne Musa'nın ne de Yakub'un -ki Yakub İsrailoğullarındandır- İmran ailesinin anıldığı gibi anılmaması hususunu düşündüğümüzde ayetlerin burada Meryem oğlu İsa ve İbrahim -gelecek konuda ondan söz edeceğiz- ile ilgili tartışmaları ele aldığım, burada Musa'yı ya da Yakub'u söz konusu etmenin yeri olmadığını anlıyoruz.

HZ. MERYEM'İN DOĞUŞU

Peygamber seçilen kulların bildirilmesi ile yapılan girişten sonra ayetler doğrudan İmran ailesi ve Meryem'in doğumuna geçmektedir.
 
Son düzenleme:

MURATS44

Özel Üye
AYET-İ KERiME
35- Hani,İmran'ın karısı `Rabbim, karnımdaki çocuğu, her türlü endişeden arınmış olarak sırf sana adadım, O'nu benden yana kabul buyur. Hiç ,kuşkusuz sen işiten ve bilensin' dedi.

36- Fakat onu doğurunca Allah ne doğurduğunu gayet iyi bildiği halde şöyle dedi: `Rabbim, doğurduğum kız çocuğudur, oysa erkek kız gibi değildir. Ona Meryem adını taktım. O'nu ve soyunu lânetlenmiş şeytandan senin himayene havale ederim.

37 -Bunun üzerine Rabbi onu güzelce kabul etti. Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi, bakımıyla Zekeriyya'yı görevlendirdi. Zekeriyya ne zaman o mabede girse çocuğun yanında yiyecek bulur ve `Ey Meryem bu sana nereden geldi' diye sorardı. Meryem de: Allah tarafından geldi, hiç kuşkusuz Allah dilediğine hesapsız rızık verir' derdi.

Adak kıssası, Meryem'in annesi olan İmran'ın karısının kalbindekini deşifre etmekte, gönlünü bayındır hale getiren iman ve sahip olduğu en değerli varlığıyla Rabbine yönelişini açığa çıkarmaktadır. Bu en değerli varlık karnında taşıdığı yavrusudur. İmran'ın karısı her çeşit bağ, her çeşit ortak koşma ve yüce Allah dışında hak sahibi olabilecek herkesten bağımsız bir samimiyet ve özgürce davranışla ifade edişi gerçekten anlamlıdır. Gerçek bağımsızlık ancak, bütünü ile Allah'a teslim olmak ve her kişi, varlık ve değere kulluk etmekten kurtulmakla elde edilebilir.

Bu durumda insan tek Allah'a kulluk eder. Gerçek özgürlük budur işte... Bundan ötesi özgürlük gibi görünse de kölelikten başka bir anlam ifade etmez. Burada, Tevhid özgürlüğünün en ideal biçimi ortaya çıkmaktadır. İnsan kendi içinde, yaşama biçiminde, bu hayatta egemen bulunan konular, değer yargıları, kanunlar ve yasalarda Allah'tan başka birine herhangi bir şekilde boyun eğdiği sürece asla özgür olamaz. İnsanın hayatında; Allah'tan başkalarından alınma yasalar, değer sistemleri ve ölçüler yok edilmedikçe insan özgür olamaz. İslâm, Tevhid esasıyla insanın dünyasına özgürlüğün de biricik şeklini getirmiş oluyordu.

İmran'ın karısı, Rabbine adağını -ki bu onun ciğerparesiydi- kabul buyurması için tüm samimiyeti ile ifade edilen bu duası, tertemiz olarak Allah'a teslim oluşun, bütünü ile O'na yönelişin, O'nun onayını ve rızasını elde etmek dışında her çeşit bağdan özgür oluşun ve kurtuluşun ifadesidir:

"Hani İmran'ın karısı `Rabbim, karnımdaki çocuğu, her türlü endişeden arınmış olarak sırf sana adadım, onu benden yana kabul buyur. Hiç kuşkusuz sen işiten ve bilensin' dedi."

Fakat O bir kız doğuruyor, erkek doğurmuyor:

"Fakat O'nu doğurunca Allah ne doğurduğunu gayet iyi bildiği halde şöyle dedi; `Rabbim, doğurduğum kız çocuğudur, oysa erkek, kız gibi değildir. O'na Meryem adını taktım. O'nu ve soyunu lânetlenmiş şeytandan senin himayene havale ederim."

Halbuki O, bir erkek çocuk bekliyordu. O gün tapınaklara erkek çocukların adanması dışında başka bir adama şekli yoktu. Adanan çocuklar Havralara hizmet ediyor, kendilerini ibadete ve Allah'a veriyorlardı. Fakat O kendi çocuğunun kız olduğunu görüyordu. Üzgün bir nağme ile Rabbine yöneldi: "Rabbim O'nu kız olarak doğurdum. Halbuki Allah O'nun ne doğurduğunu daha iyi biliyordu: '

Fakat yine o, gördüğünü Rabbine arz ediyordu. Bununla sanki adağını yerine getirecek erkek bir çocuğu olmadığından Allah'tan özür dilemek istiyordu.

Halbuki erkek, kadın gibi değildir. Bu alanda kadın erkeğin görevini yerine getiremezdi. "Rabbim ben O'na Meryem adını verdim."

Bu söz bu şekliyle yakın bir yakarışın ifadesidir. Rabbi ile başbaşa olduğunun bilincinde olan, içini O'na dökmeye, ilerde yapmak istediklerini O'na açmaya ve sahip olduklarını doğrudan bir nezaket ile takdim etmeye çalışan bireyin niyazıdır. Allah tarafından seçilen kullar Rabblerine karşı bu hal üzere olurlar. Doğrudan sevgi ve yakınlık hali... Basit ifadeleri olmayan, zorlanarak söylenen cümlelerden de uzak, tabiî ifadelerle yakarma halini, kendine yakın, sevimli, duyan ve cevap veren biriyle konuştuğunun bilincinde olan kişinin niyazını simgelemektedir bu... "O'nu ve soyunu lânetlenmiş şeytandan senin himayene havale ederim."

Bu son sözü hediyesini Rabbine sunduktan sonra söylüyor: O'nun koruması ve himayesine havale ediyor. O'nu ve soyunu taşlanmış şeytandan Allah'a sığındırıyor. Bu da samimi,gönülden gelen bir sözdür, samimi, gönülden gelen bir arzudur. Kızının Allah tarafından,kovulmuş şeytanın kötülüklerinden korunmasından daha güzel bir hal düşünemiyor.

Rabbi O'nu güzel bir kabul ile karşıladı. Veya O'nu güzel bir şekilde yetiştirdi.

Annenin kalbini şenlendiren bu samimiyetin ve adaktaki mükemmel teslimiyetin mükafatı olarak... O'nu da ruhun üfürülüşünü ve Allah'ın sözünü taşıyabilecek ve insanın normal doğumuna aykırı biçimde İsa'yı doğurabilecek bir nitelikte geliştirmiş olarak...

"Zekeriyya O'nu, himayesine aldı"

Yani Meryem'in ihtiyaçlarım karşılamayı ve O'nu korumayı Zekeriyya üstlendi. Zekeriyya yahudi havrasının başkanıydı. Havranın hizmeti kendilerine geçmiş bulunan Harun'un (selâm üzerine olsun) soyundandır. Meryem bolluk ve bereket içinde yetişti. Allah lütuf ve kereminden bereket olarak O'na rızkını veriyordu:

"Bunun üzerine Rabbi O'nu güzelce kabul etti, onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi; bakımı ile Zekeriyya'yı görevlendirdi. Zekeriyya ne zaman o mabede girse çocuğun yanında yiyecek bulur ve `Ey Meryem, bu sana nereden geldi?' diye sorardı. Meryem de `Allah tarafından geldi. Hiç kuşkusuz Allah dilediğine hesapsız rızık verir' derdi."

Biz bu rızkın nitelikleri hakkında pek çok rivayetin ayrıntılarına girmeyeceğiz. O'nun mübarek olduğunu, etrafında bolluğun yayılıp taştığını ve rızık olarak adlandırılan her nesnenin bollaştığını bilmemiz yeterli olacaktır. Öyle ki O'nun geçimini üstlenen kişi -bir peygamber olmasına rağmen- bu rızık bolluğuna hayret etmekte ve O'na bunların hepsi nasıl ve nereden geliyor diye sormaktadır. O ise müminin samimiyeti ve alçak gönüllülüğü ile Allah'ın nimeti ve bereketini dile getiriyor ve her işin dizginini O'na havale ediyor. "Ve O Allah katındadır. Hiç kuşkusuz Allah dilediğine hesapsız rızık verir!"

Bu, müminin Rabbi ile durumunu belirten bir sözdür. Kendisi ile Allah arasındaki sırrı korumayı, bu sırdan söz ederken alçak gönüllü olmayı dile getiriyor. Onunla övünüp başkasına üstünlük taslamayı değil...

Allah'ın elçisi Zekeriyya'nın bile hayret etmesine neden olan bu alışılmamış olayı dile getirmekle ondan sonra gelecek olan Yahya'nın ve İsa'nın doğuşunda görülen akıl almaz olaylara bir giriş yapılmıştır.

ALLAH'IN KUDRETİ

Buesnada hiç çocuğu olmayan Zekeriyya'nın iç dünyası harekete geçiyor. İnsanın içindeki güçlü fıtri çocuk arzusu varlığını devam ettirme, ardında birilerini bırakma arzusu... Kendilerini ibadete ve basit bir hayata adayan, kendilerini kulluğa ve Havra'ya hizmete bağışlayan gönüllerde bile tamamıyla yok edilemeyen istek... Bu, insanların hayatlarım sürdürmeleri ve onu daha ileriye götürmelerinde yüce bir hikmetten dolayı Allah'ın insanları ona göre yarattığı fıtratın yapısından gelen bir istektir.
 
Üst Alt