TÜRKOĞLU
Aktif Üyemiz
Ermenistan, Kafkas Arnavutluğu, sonra İveriya (bugünkü Gürcistan), Suriye, Mısır birbiriyle yarışırcasına Kıpçakları çağırdılar: Büyük kavimler göçü, burada kendi devamını buldu. Fakat bunu artık büyük kültür göçü olarak tavsif etmek daha doğru olacaktır.
Her tarafta Tengri’nin haçını kabul ettiler; onunla da Türk ruhi/manevi kültürünü. (Türk modeline göre şekillenen) Yeni Hıristiyanlık, onların Roma hakimiyetinden mutlak olarak kurtulmalarını sağladı.
Onlar için “bu ülkeler için”, Kıpçaklar, bizzat Derbent’te Patriklik tahtı kurdular. Bu, mühim bir girişimdi. Batı için, bir nevi ruhi, manevi okuldu. Buraya (bir vakitler Altay’a veya Kuşan hanlığına gidişte olduğu gibi), tecrübeli olarak gelmişlerdi. Burada ilk Hıristiyan din adamlarını okuttular; onlara ilahi törenleri ve ayinleri gösterdiler, dinin sırlarını açtılar; vaizler yetiştirdiler.
Diğer Avrupalılar, Gök Tanrı’yı nasıl öğrendiler? Kafkas, uzun süre daha, Orta Avrupa’nın eğitimcisi olarak kaldı.
Burada –Derbent’te–, dünyanın ilk Hıristiyan kilisesi kurulmuştu. Bu kilise de, yine Türk mabetleri örnek alınarak yapılmıştır; onda da sofaya girmek yasaktı. Roma’nın eski kolonilerinden yeni ruhi, manevi kaynağa yüzlerce insan koştu.
Bu kilise binası hala ayakta. Arkeologlar, bu binayı, kale kazılarını sürdürdükleri sırada, tesadüfen buldular. Hiç kimse, burada bu kadar paha biçilmez bir buluntuyla karşılaşmayı beklemiyordu. Önceleri onun ne olduğunu anlamadılar; tahıl ambarı zannettiler. Ancak sonra, bina topraktan temizlendiği zaman, bunun eski bir mabet olduğu açığa çıktı. Zira, kubbenin en üst kısmına kadar toprağa gömülmüştü. Bunca yüzyıl geçmiş, Tanrı onu korumuştu.
Binanın üstten eşkenar haçları hatırlatması için, Türkler mabetlerini tam böyle yaparlardı. Derbent’teki tapınak tıpatıp böyleydi. Ölçüleri itibariyle küçük. Duvarları kerpiçten. Her şey, bozkırlıların zamanında olduğu gibi.
Ermenistan’daki, İveriya ve Kıpçakların diğer müttefiklerindeki kiliseler, aynen böyle ortaya çıkmışlardı. Mabetlerin duvarları üzerine, ustaların-yapıcıların kazıdıkları işaretler, bunların Türk asıllı olduklarını söylüyorlar. İlim adamları uzun süre kafa yordular: “Bu anlaşılmaz tuhaf işaretler ne manaya geliyordu?”
Her şey çok basit görünüyordu. Bu bir damgaydı (tamga). Bütün Türk soylarında (tuhumlarında) bulunan bir tür arma idi.
Eski kiliselerin duvarları üzerinde yüzyıllarca suskun kalan yazılar, sahipleri bulundukları zaman, susmayı bıraktılar.
Mesela, Ermenistan’da, ilim adamları şöyle bir yazıyla karşılaşmışlardı: “Keşişler cemaati için bu bağışı kabul et”; bağışı yapanların isimlerinin baş harflerinin yanı başında. Bu sözlerin üzerlerinden hemen hemen bin yedi yüz yıl geçti. Bunlar, eski Türkçe ile yazılmışlardı.
Ermeni halkı, yeni dini kabul hadisesi üzerine, Kıpçaklardan bu tür tebrikler aldı. Kısa, fakat çok manalı bir cümle; bu cümlede kavimlerin tarihlerinin bütün sayfaları var.
(Alık III. Vaçagana zamanına yakın) Bir mabette ise, taş üzerinde, eski ustaların elleriyle, din adamı kıyafeti içinde bir atlı resmedilmiştir. Bu atlı, Türkvari, at üzerinde muntazam oturuyor; ayakları serbest, üzengisiz.
Tarihin bir muamması daha mı? Hiç de değil. Bu şekilde sadece bozkırlı din adamları yolculuk ederlerdi. Onlar için üzengili olmak adetten değildi. Üzengi, bir savaş malzemesi idi.
Ermenistan’da o gün tören havası içinde geçti. 10 Ocak 326 yılında,Tengri’nin haçı, Avrupa’nın ilk kiliseleri üzerinde yükseldi. Ermeni kavmi, inancını ve haçını-kendi kurtarıcısını- bugüne kadar muhafaza ediyor.
Ermenistan’da Kutsal haça kavuşma bayramını, her zaman çok büyük törenlerle kutladılar: O, tarihlerinin hareketli bir anı idi. Ermeni kilisesinin başı, eğitimci, bilgiyayıcı Grigoriy’e Tanrı’nın Azizi adını vermeleri yine de doğrudur; o, torununa ve halkına, Türklere giden yolu göstermişti.
Krallığın arabası üzerinde, atlı askeri birliklerin (atlıların!) koruması altında, Grigoriy’i Derbent’ten uğurladılar. O, Türk dünyasından kutsal yadigarı –eşkenar haçı– getiriyordu! Yeni Avrupa’nın işaretini!
Türkler, Ermeni kilisesinin başına Grigoriy’i, Türkçe “müttefik” veya “katılan” manasına gelen “katılik” ilan ederek yüksek, çok yüksek bir itibar gösterdiler. Bu unvan, o zamandan beri, yüz yıllarca Ermeni kilisesinin başı –Katolikos– için muhafaza olundu. (Kelimenin sonundaki Grekçe “os” eki, sonradan ortaya çıktı.)
Suriye’nin, Mısır ve Bizans’ın Hıristiyan cemaati, onun –Tanrı’nın Azizi’nin, Hıristiyan dünyasının ilk gerçek pederinin– önünde diz çöktüler. Ermenistan’ın prestiji, bu yıllarda, karşı konulmaz biçimde yükseldi.
Ermeniler, Avrupa ve Akdeniz kültürüne girdikten sonra çok şey değişti: Batı, Türk dünyasının zenginliğine katıldı. O zamandan beri, şu ölümsüz sözler hala parıldıyorlar: “Işık Doğu’dan doğuyor.” Bu sözlerin çok derin bir manası var.
Işık Doğu’dan yükseliyor. Gerçekten…
Fakat, bizzat Doğu hakkında Avrupa hemen hemen hiçbir şey bilmiyordu. Onun, Türk dünyası ile teması seyrek idi. Romalılar, Kıpçakları zalim, korkunç ve vahşi barbarlar olarak göstermek, insanları onlardan ürkütüp kaçırmak ve böylece kendi hakimiyetlerini sürdürmek için, bunu kullandılar. Ne yazık ki, çoğunu başardılar.
Fakat, Türk kavmi ve onun kültürü hakkındaki gerçeği bilen bir Avrupalı vardı: Piskopos Grigoris. O, Derbent’te yaşadı; Gök Tanrı adına vazife yürüttü ve her şeyi kendi gözleriyle gördü. Kendisinde Geser’in fedakarane hizmetlerinin samimiyetini görerek, genç adamı, Peygamberle mukayese ettiler. Avrupalılar, Grigoris’i Peygamberler Mesabesinde gördüler.
Bu durum, Roma’da gizlenen, Gök Tanrı’nın esrarengiz düşmanlarının işlerine tam gelmedi. Romalı yöneticiler, Kıpçaklar hakkındaki gerçeklerden korktular; onların Avrupa’ya gelişlerinden korktular. Ve sevdikleri silaha, iftiraya sarıldılar. İranlıların gence iftirasından, Grigoris’in İranlı bir asilzade soyundan olduğunu öğrendiler. Onu, günahlara batmış biri olarak suçladılar.
Trajik gün… Grigoris, kendisini masum gösterecek bir şey bulamadı. Her şey ona karşı idi. Türkler, onu korkunç bir idam şekliyle idam ettiler. Burada, Derbent’te, bir meydanda. Genci, vahşi bir atın kuyruğuna bağladılar; sonra hakimler kendisine hükmü okudular.
Fakat o, ölüm karşısında merhamet dilemedi. Sustu, çünkü, masumiyetini ortaya koyacak bir şey yoktu. Sadece gökyüzüne baktı ve yavaşça söylendi: “Tengri salgan namusdan kaçmas!” (“Tengri’nin takdirinden kaçılmaz!”)
Akılları durmuş olan hakimler, ne olduğunu hemen anlamadılar. Anladıkları zaman ise, at artık deniz kıyısında hızla koşuyordu. Çok uzaktaydı…
İdamı, bir kurban etme olarak gördüler. Kahramanın ruhunun ve masum kurbanın, Kıpçakların koruyucusu olması için Tengri’ye dua etmeye başladılar. Bu da –bir kahramanda koruyuculuk arama–, eski bir Altay geleneği idi.
Bu dakikadan itibaren, piskopos Grigoris, Türkçe Cargan (deli yürek) ismini aldı. O, ruhu ile Türk, yakın bir akraba, bir deli yürek oldu; Kıpçakların kendileri gibi. Bozkırlılar, onu kendi cemaatleri içinde kabul ettiler. Cargan’ın ruhunun yeni doğmuş bir erkek Türk çocuğunda tecessüm etmesi ve artık bir daha hiçbir zaman Türk dünyasını terk etmemesi için, uzun süre dua ettiler.
(Belirtmek gerekir ki, Türkler çok çok eski devirlerde, isim değiştirmeye, ruhun başka bir şekle girmesi gibi, hususi bir mana veriyorlardı; isim değiştirme, eski hayatın sona ermesi ve yenisinin başlaması manasına geliyordu.)
Cargan’ı hürmetle defnettiler. Türk kavminin milli kahramanı gibi. Derbent civarındaki dağların en yükseğinin zirvesinde. Mezarın üzerinde bir şapel yaptılar. İdam yerinde ise bir mabet.
Definden sonraki dokuzuncu gün bir mucizece vukuu buldu. Mezarın yanı başında bir kaynak (çeşme) ortaya çıktı. Hiçbir zaman çeşme bulunmayan dağların zirvesinde, topraktan şifalı su fışkırdı. Kutsal mezara hacılar üşüştüler. Onlar uzaklardan geldiler.
Çok geçmeden burada bir köy oluştu; bu köyde kutsal yerin muhafızları yaşadılar. Onlar, nesilden nesile, bu yerlerin esrarını muhafaza ettiler. Şifalı sulu kaynağı (çeşmeyi) korudular; buraya, eskiden olduğu gibi, insanlar hala da gidiyorlar.Murad Adji
Çeviri Prof. Dr.Fahri UNAN
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi
Her tarafta Tengri’nin haçını kabul ettiler; onunla da Türk ruhi/manevi kültürünü. (Türk modeline göre şekillenen) Yeni Hıristiyanlık, onların Roma hakimiyetinden mutlak olarak kurtulmalarını sağladı.
Onlar için “bu ülkeler için”, Kıpçaklar, bizzat Derbent’te Patriklik tahtı kurdular. Bu, mühim bir girişimdi. Batı için, bir nevi ruhi, manevi okuldu. Buraya (bir vakitler Altay’a veya Kuşan hanlığına gidişte olduğu gibi), tecrübeli olarak gelmişlerdi. Burada ilk Hıristiyan din adamlarını okuttular; onlara ilahi törenleri ve ayinleri gösterdiler, dinin sırlarını açtılar; vaizler yetiştirdiler.
Diğer Avrupalılar, Gök Tanrı’yı nasıl öğrendiler? Kafkas, uzun süre daha, Orta Avrupa’nın eğitimcisi olarak kaldı.
Burada –Derbent’te–, dünyanın ilk Hıristiyan kilisesi kurulmuştu. Bu kilise de, yine Türk mabetleri örnek alınarak yapılmıştır; onda da sofaya girmek yasaktı. Roma’nın eski kolonilerinden yeni ruhi, manevi kaynağa yüzlerce insan koştu.
Bu kilise binası hala ayakta. Arkeologlar, bu binayı, kale kazılarını sürdürdükleri sırada, tesadüfen buldular. Hiç kimse, burada bu kadar paha biçilmez bir buluntuyla karşılaşmayı beklemiyordu. Önceleri onun ne olduğunu anlamadılar; tahıl ambarı zannettiler. Ancak sonra, bina topraktan temizlendiği zaman, bunun eski bir mabet olduğu açığa çıktı. Zira, kubbenin en üst kısmına kadar toprağa gömülmüştü. Bunca yüzyıl geçmiş, Tanrı onu korumuştu.
Binanın üstten eşkenar haçları hatırlatması için, Türkler mabetlerini tam böyle yaparlardı. Derbent’teki tapınak tıpatıp böyleydi. Ölçüleri itibariyle küçük. Duvarları kerpiçten. Her şey, bozkırlıların zamanında olduğu gibi.
Ermenistan’daki, İveriya ve Kıpçakların diğer müttefiklerindeki kiliseler, aynen böyle ortaya çıkmışlardı. Mabetlerin duvarları üzerine, ustaların-yapıcıların kazıdıkları işaretler, bunların Türk asıllı olduklarını söylüyorlar. İlim adamları uzun süre kafa yordular: “Bu anlaşılmaz tuhaf işaretler ne manaya geliyordu?”
Her şey çok basit görünüyordu. Bu bir damgaydı (tamga). Bütün Türk soylarında (tuhumlarında) bulunan bir tür arma idi.
Eski kiliselerin duvarları üzerinde yüzyıllarca suskun kalan yazılar, sahipleri bulundukları zaman, susmayı bıraktılar.
Mesela, Ermenistan’da, ilim adamları şöyle bir yazıyla karşılaşmışlardı: “Keşişler cemaati için bu bağışı kabul et”; bağışı yapanların isimlerinin baş harflerinin yanı başında. Bu sözlerin üzerlerinden hemen hemen bin yedi yüz yıl geçti. Bunlar, eski Türkçe ile yazılmışlardı.
Ermeni halkı, yeni dini kabul hadisesi üzerine, Kıpçaklardan bu tür tebrikler aldı. Kısa, fakat çok manalı bir cümle; bu cümlede kavimlerin tarihlerinin bütün sayfaları var.
(Alık III. Vaçagana zamanına yakın) Bir mabette ise, taş üzerinde, eski ustaların elleriyle, din adamı kıyafeti içinde bir atlı resmedilmiştir. Bu atlı, Türkvari, at üzerinde muntazam oturuyor; ayakları serbest, üzengisiz.
Tarihin bir muamması daha mı? Hiç de değil. Bu şekilde sadece bozkırlı din adamları yolculuk ederlerdi. Onlar için üzengili olmak adetten değildi. Üzengi, bir savaş malzemesi idi.
Ermenistan’da o gün tören havası içinde geçti. 10 Ocak 326 yılında,Tengri’nin haçı, Avrupa’nın ilk kiliseleri üzerinde yükseldi. Ermeni kavmi, inancını ve haçını-kendi kurtarıcısını- bugüne kadar muhafaza ediyor.
Ermenistan’da Kutsal haça kavuşma bayramını, her zaman çok büyük törenlerle kutladılar: O, tarihlerinin hareketli bir anı idi. Ermeni kilisesinin başı, eğitimci, bilgiyayıcı Grigoriy’e Tanrı’nın Azizi adını vermeleri yine de doğrudur; o, torununa ve halkına, Türklere giden yolu göstermişti.
Krallığın arabası üzerinde, atlı askeri birliklerin (atlıların!) koruması altında, Grigoriy’i Derbent’ten uğurladılar. O, Türk dünyasından kutsal yadigarı –eşkenar haçı– getiriyordu! Yeni Avrupa’nın işaretini!
Bir mezhep böyle mi doğdu?
Türkler, Ermeni kilisesinin başına Grigoriy’i, Türkçe “müttefik” veya “katılan” manasına gelen “katılik” ilan ederek yüksek, çok yüksek bir itibar gösterdiler. Bu unvan, o zamandan beri, yüz yıllarca Ermeni kilisesinin başı –Katolikos– için muhafaza olundu. (Kelimenin sonundaki Grekçe “os” eki, sonradan ortaya çıktı.)
Suriye’nin, Mısır ve Bizans’ın Hıristiyan cemaati, onun –Tanrı’nın Azizi’nin, Hıristiyan dünyasının ilk gerçek pederinin– önünde diz çöktüler. Ermenistan’ın prestiji, bu yıllarda, karşı konulmaz biçimde yükseldi.
Ermeniler, Avrupa ve Akdeniz kültürüne girdikten sonra çok şey değişti: Batı, Türk dünyasının zenginliğine katıldı. O zamandan beri, şu ölümsüz sözler hala parıldıyorlar: “Işık Doğu’dan doğuyor.” Bu sözlerin çok derin bir manası var.
Işık Doğu’dan yükseliyor. Gerçekten…
Fakat, bizzat Doğu hakkında Avrupa hemen hemen hiçbir şey bilmiyordu. Onun, Türk dünyası ile teması seyrek idi. Romalılar, Kıpçakları zalim, korkunç ve vahşi barbarlar olarak göstermek, insanları onlardan ürkütüp kaçırmak ve böylece kendi hakimiyetlerini sürdürmek için, bunu kullandılar. Ne yazık ki, çoğunu başardılar.
Fakat, Türk kavmi ve onun kültürü hakkındaki gerçeği bilen bir Avrupalı vardı: Piskopos Grigoris. O, Derbent’te yaşadı; Gök Tanrı adına vazife yürüttü ve her şeyi kendi gözleriyle gördü. Kendisinde Geser’in fedakarane hizmetlerinin samimiyetini görerek, genç adamı, Peygamberle mukayese ettiler. Avrupalılar, Grigoris’i Peygamberler Mesabesinde gördüler.
Bu durum, Roma’da gizlenen, Gök Tanrı’nın esrarengiz düşmanlarının işlerine tam gelmedi. Romalı yöneticiler, Kıpçaklar hakkındaki gerçeklerden korktular; onların Avrupa’ya gelişlerinden korktular. Ve sevdikleri silaha, iftiraya sarıldılar. İranlıların gence iftirasından, Grigoris’in İranlı bir asilzade soyundan olduğunu öğrendiler. Onu, günahlara batmış biri olarak suçladılar.
Trajik gün… Grigoris, kendisini masum gösterecek bir şey bulamadı. Her şey ona karşı idi. Türkler, onu korkunç bir idam şekliyle idam ettiler. Burada, Derbent’te, bir meydanda. Genci, vahşi bir atın kuyruğuna bağladılar; sonra hakimler kendisine hükmü okudular.
Fakat o, ölüm karşısında merhamet dilemedi. Sustu, çünkü, masumiyetini ortaya koyacak bir şey yoktu. Sadece gökyüzüne baktı ve yavaşça söylendi: “Tengri salgan namusdan kaçmas!” (“Tengri’nin takdirinden kaçılmaz!”)
Akılları durmuş olan hakimler, ne olduğunu hemen anlamadılar. Anladıkları zaman ise, at artık deniz kıyısında hızla koşuyordu. Çok uzaktaydı…
İdamı, bir kurban etme olarak gördüler. Kahramanın ruhunun ve masum kurbanın, Kıpçakların koruyucusu olması için Tengri’ye dua etmeye başladılar. Bu da –bir kahramanda koruyuculuk arama–, eski bir Altay geleneği idi.
Bu dakikadan itibaren, piskopos Grigoris, Türkçe Cargan (deli yürek) ismini aldı. O, ruhu ile Türk, yakın bir akraba, bir deli yürek oldu; Kıpçakların kendileri gibi. Bozkırlılar, onu kendi cemaatleri içinde kabul ettiler. Cargan’ın ruhunun yeni doğmuş bir erkek Türk çocuğunda tecessüm etmesi ve artık bir daha hiçbir zaman Türk dünyasını terk etmemesi için, uzun süre dua ettiler.
(Belirtmek gerekir ki, Türkler çok çok eski devirlerde, isim değiştirmeye, ruhun başka bir şekle girmesi gibi, hususi bir mana veriyorlardı; isim değiştirme, eski hayatın sona ermesi ve yenisinin başlaması manasına geliyordu.)
Cargan’ı hürmetle defnettiler. Türk kavminin milli kahramanı gibi. Derbent civarındaki dağların en yükseğinin zirvesinde. Mezarın üzerinde bir şapel yaptılar. İdam yerinde ise bir mabet.
Definden sonraki dokuzuncu gün bir mucizece vukuu buldu. Mezarın yanı başında bir kaynak (çeşme) ortaya çıktı. Hiçbir zaman çeşme bulunmayan dağların zirvesinde, topraktan şifalı su fışkırdı. Kutsal mezara hacılar üşüştüler. Onlar uzaklardan geldiler.
Çok geçmeden burada bir köy oluştu; bu köyde kutsal yerin muhafızları yaşadılar. Onlar, nesilden nesile, bu yerlerin esrarını muhafaza ettiler. Şifalı sulu kaynağı (çeşmeyi) korudular; buraya, eskiden olduğu gibi, insanlar hala da gidiyorlar.Murad Adji
Çeviri Prof. Dr.Fahri UNAN
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü
Kaynak: KIPÇAKLAR – Türklerin ve Büyük Bozkırın Eski Tarihi