AYIRMA GÜNÜ : BEDİR
Ey Allah’ın Resulü! Biz sana iman edip, seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin hak ve gerçek olduğuna şahitlik yaptık. Sana itaat etmek ve sözünü tutmak konusunda söz verdik. Ey Allah’ın Resulü! Ne istiyorsan onu yap, biz seninle beraberiz. Seni hak din ve kitapla gönderen Allah’a yemin olsun ki, Sen şu denize dalacak olsan, bir an tereddüt etmeden biz de seninle birlikte dalarız. Bizden bir kişi bile geride kalmaz. Yarın bizimle birlikte düşmana karşı gitmenden rahatsız değiliz. Savaşta direnmek, zorlukları göğüslemek, düşmanla karşılaştığımızda emirlerine uymak; hepsi bizim içindir, biz bunları yapacak bir topluluğuz. Umuyoruz ki Allah sana bizden gözünü edecek kahramanlıklar gösterecektir. Allah’ın bereketi ile yürüt bizi. Sonuna kadar seninle beraberiz. (Sâ’d b. Muaz)
Ey Utbe b. Rebîa! Ey Şeybe b. Rebia! Ey Umeyye b. Halef! Ey Ebû Cehil b . Hişam!… Sizler, Peygamberin en azgın düşmanlarıydınız. Başkaları peygamberi tasdik ederken, sizler yalanladınız. Siz beni yurdumdan, yuvamdan çıkardınız! Başkaları ise bana kucak açtı. Siz benimle savaştınız, başkaları ise bana yardım etti. Siz Rabbımizın size vadetmiş olduğu azabı gerçek olarak buldunuz mu? Ben Rabbımin bana vadetmiş olduğu zaferi gerçek olarak buldum. (Hz. Muhammed (s)
Müslümanların Mekke’yi terk etmeleri, Mekke eşrafını yıllardır karşı karşıya oldukları islâm daveti probleminden kurtarmıştı. Artık çevrelerinde, toplumsal sistemlerini, ekonomilerini, siyasetlerini, inançlarını, geleneksel itibarlarını sorgulayan ve sarsan kimseler yoktu. Ancak bütün bunlar sadece görünüşteydi. Gerçekte bu sakin günlerin çok daha büyük problemlere gebe olacağını biliyor ve bunun tedirginliğini yaşıyorlardı. Zaten bu nedenle Resûlüllah’ın Mekke’den ayrılmasını önlemek istemişlerdi. Hicret edeceği zaman Resûlüllah’ı öldürmeyi planlamalarının başlıca nedeni, ileride çıkacak muhtemel problemlerdi. Ama girişimlerinde başarılı olamamışlar ve Resûlüllah’ı ellerinden kaçırmışlardı. Bizzat kendilerinin açıkça ifade etmelerinden açıkça anlaşıldığı üzere, gelecekle ilgili korku ve tedirginliklerinin nedeni, Müslümanların Medine’de güçlenmeleri ve Mekke’ye gelip hakimiyeti ellerine almaları ihtimaliydi. Fakat bu korkular yetmiyormuş gibi, son zamanlarda korku ve tedirginliklerini sürekli artıran bir başka durum daha açığa çıkmıştı.Şam ticaret yolunun güvenliği tehlikeye girmişti. Müslümanlar Şam ticaret yolunun kontrolünü ele geçirmek üzereydiler. Her an Mekke’nin Şam bölgesıyle olan ticarî ilişkilerinin tamamen kesilmesi söz konusuydu. Bunun ise Mekke ekonomisi için telafisi imkânsız bir zarar anlamına geleceği kesindi.
Korku Ve Umut
Mekkeliler korku ve endişe ile dolu iki yıl geçirdiler. Müslümanların Medine’ye hicretiyle başlayan bu süre içerisinde bazı kervanları Müslümanların saldırılarına maruz kalmış olsa bile, ciddi bir zararla karşılaşmadan işlerini yürüttüler. Ancak hicretin ikinci senesi düzenlenen bir ticaret kervanı ile korkuları büyüdü. Çünkü, neredeyse ticaretle uğraşan bütün Mekkelilerin katılımıyla gerçekleşen 1000 develik büyük bir ticaret kervanını Şam’a göndermişlerdi. Kervan, Ebû Süfyan’m idaresi altında yaklaşık 40 kişilik bir süvari birliği tarafından korunuyordu. Kervan her hangi bir tehlikeyle karşılaşmadan Şam’a ulaşmış, satılacak mallar satılmış, alınacak mallar alınmış ve oldukça büyük miktarda nakitle tekrar Mekke’ye dönmek üzere yola çıkılmıştı.
Kervan Şam’a giderken bir tehlikeyle karşılaşılmamıştı, ama dönüş yolunda Ebû Süfyan’ı bir korku sardı. Kervanın Müslümanların saldırısına uğramasından korkuyordu. Herhangi bir kervanları bile Müslümanların eline geçse, bu Mekke ekonomisi için ciddi bir kayıp olurdu. Ama özellikle bu son kervanın Müslümanların eline geçmesi demek, Mekke için telafisi mümkün olmayan bir kayıp demekti. Zira bu çok büyük sermayeye sahip bir kervandı. Kervanın malî değerinin büyüklüğü, Ebû Süfyan’m korkusunu besleyip kuvvetlendiriyordu.
Medine bölgesine yaklaştıkça Ebû Süfyan’ın korku ve tedirginliği arttı. Yolda karşılaştığı kimselerden, Müslümanların durumuyla ilgili bilgiler toplamaya başladı. Müslümanların kervana yönelik bir girişimde bulunmak niyetinde olup olmadıklarım anlamaya çalışıyordu. Korkusuna haklılık kazandırır nitelikte bazı haberler aldı. Müslümanlar kervana saldırmayı düşünüyorlardı. Eğer bu düşüncelerini uygulamaya koyarlarsa, kervanı kolaylıkla ele geçirirler. Koca kervanı sadece 40 kişiden oluşan muhafız grubu koruyordu .’Ebû Süfyan ne yapabileceğini düşündü. Yol değiştirerek tehlikeden kurtulması mümkün olabilirdi. Ancak işi şansa bırakmak istemedi. Durum hakkında bilgi vermesi ve yardım istemesi için Dumdum b. Amr el-Gıfari’yi Mekke’ye gönderdi.
Dumdum b. Amr, Mekke’ye ulaşınca, böylesi durumlarda bir gelenek olduğu üzere, çırılçıplak bir hâlde Kabe’nin yanında durup halka seslenmeye başladı. Kervanın Müslümanların saldırısına uğrayacağını, tez elden kervana yardımda bulunulması gerektiğini bildirdi. Mekke’de bir panik havası esti. Kervanları Müslümanların eline geçmek üzereydi. Belki de Dumdum b. Amr’ırr yolda olduğu süre içerisinde korktukları başlarına gelmiş ve kervanları Müslümanların eline geçmişti. Bu ihtimal bir süre sonra kesin bilgiye dönüştü. Kervanın Müslümanların eline geçtiği, bunun hesabının sorulması gerektiği kulaktan kulağa yayılmaya başladı. Muhtemeldir ki bu, Mekke eşrafından bazılarının ve özellikle de Ebû Cehil’in halkı Müslümanların aleyhine kışkırtıp bir savaşa vesile olmak ve böylelikle Müslümanların kökünü kazımak için düşündüğü bir oyunun gereğiydi. Ebû Cehil’in bu konudaki özel çabasını, Ebü Leheb’in savaşa katılmakta isteksiz davranmasına verdiği tepkiden anlamak mümkün olmaktadır. Ebû Cehil, Mekke ordusuna katılmakta ağır davrandığını gördüğü Ebû Leheb’e ‘Kalk Utbe’nin babası! Vallahi biz senin ve atalarının dinine yapılana kızmaktan başka bir maksatla yola çıkmıyoruz’ demişti.
Müslümanlar son bir yıl içinde birkaç kez Kureyş’in kervanlarına yönelik askerî harekâtlar düzenlemişler, bu girişimleriyle Kureyş’i korkutmayı arzulamışlardı. Kureyş’in gururunu kırmak istiyorlardı. Ancak bu son kervanın durumu çok iarklıydı. Kervan oldukça büyüktü, büyük malî değere sahipti. Üstelik 40 kişilik bir süvari birliği tarafından korunuyordu. Bu durum, mallarım, mülklerini Mekke de bırakmış ve Mekke eşrafına kaptırmış muhacirlerde kervana saldırma ve mallara el koyma arzusu oluşturdu. Hiç değilse hem böylelikle kaybettikleri mallarının bir kısmını elde etmiş ve hem de Kureyş’i cezalandırmış olurlardı. Ensar ise az emekle zengin olmalarını sağlayacak bir girişime destek vermekten geri durmayacaklarını belli ediyorlardı.
Müslümanlar sadece kervanı ele geçirerek mal sahibi olmayı, zararlarını telafi etmeyi değil, aynı zamanda Kureyş’in gururunu kırmayı da istiyorlardı. Kervanı ele geçirmeleri, Kureyş’i tüm Arapların gözünde itibarsız hale getirecekti. Arapların bu işe karışmak istemeyecekleri kesindi. Biliyorlardı ki, herkes bu durumu Kureyş’in bir iç problemi olarak değerlendirecekti. Müslümanlardaki kervana yönelik düşünce ve istekler Resûlüllah tarafından da onaylandı. Resûlüllah, kervanın durumu hakkında bilgi edinmek için Adiyy b. Zagb ve Bisbas b. Amir’i gözcü olarak kervanın geçeceği bölgeye gönderdi.
İki Ordu
Kervanın Müslümanların eline geçtiği haberi, tüm Mekkelilerin harekete geçmesi için fazlasıyla yeterli oldu.Yalan haber çabucak taraftar buldu. Mekke’de bir anda savaş bağırtıları duyulmaya, herkes birbirini savaşa teşvik etmeye başladı. Hemen herkes ‘Muhammed ve adamları bunun Hadremî’nin kervanı [155] gibi olacağım mı sanıyorlar. Hayır! Vallahi, ondan bambaşka olduğunu onlara öğreteceğiz’ diyerek birbirini savaş teşvik ediyordu. Mekke’de adeta genel seferberlik ilan edildi. Geçerli mazereti nedeniyle savaşa katılamayacak olanlar bile ücretini vererek kendi yerine savaşması için adam görevlendiriyordu. Zenginler mal varlıklarının önemli bir kısmını hazırlıklar için harcıyorlar; silahı olmayana silah, zırhı veya binecek hayvanı olmayana zırh veya hayvan temin ediyorlardı. Hazırlıklar birkaç gün içinde tamamlandı. Mekke ordusu yaklaşık bin kişiden oluşuyordu. Askerlerin 100’ü atlı süvariydi, 700’ü ise deveye biniyordu. Yarısından fazlası zırhlıydı. Ayrıca, orduda yer alanlar sadece savaşçılar değildi. Bazı hür veya köle kadınlar da orduya katılmışlardı. Bunlar, söyledikleri şarkılarla, okudukları şiirlerle ve oyunlarıyla savaşçıların cesaretlerini artıracaklardı.
Mekke’de savaş hazırlıkları için yoğun bir faaliyet sürdürülürken, Müslümanlar hazırlıklarını tamamlamışlar ve yola çıkmışlardı (5 Mart 624). Amaçları kervanı ele geçirmekti. Sayılan 300’ü biraz aşkındı.[156] Mücahitler, Mekke ordusunu oluşturan adamların aksine, sadece sayı olarak değil teçhizat yönünden de çok zayıftılar; 70 deve ve 2 atları vardı. 6 veya 9 kişi de zırha sahipti. Mücahitlerin yaklaşık üçte biri Muhacirlerden, diğerleri ise Ensardandı. Medine’den ayrılırken bazı kadınlar da mücahitlere katılmak istemişler, fakat istedikleri izni alamamışlardı. Resûlüllah, yaralıları tedavi etmek amacıyla da olsa kadınların bu harekâta katılmalarını doğru bulmuyordu. Ayrıca harekâta katılmak isteyen bazı çocukları da geri çevirdi. Orduya katılmak isteyen çocukların arasında Ömer’in oğlu Abdullah, Zeyd’in oğlu Usâme, Ebt Vakkas’m oğlu Umeyr vardı. Bu çocuklar başlarını önlerine eğip, üzüntü içerisinde evlerine dönmek zorunda kaldılar. Müslümanların sancaklarını Ali, Mus’ab b. Umeyr ve Sâ’d b. Muaz taşıyordu. Mus’ab’ın taşıdığı sancak beyaz, Ati ve Sâ’d’m taşıdıkları sancaklar ise siyah renkteydi.
Resûlüllah, Medine’den ayrılırken, namaz imamlığı yapması İçin ‘kendisi nedeniyle Rabbinin ikazına maruz kaldığı’ İbn Ümm-ü Mektûm’u, idarî işler için de Ebû Lübabe’yi görevlendirdi. Mekke kervanını karşılamak için en uygun yerin Bedir ovası olduğunu düşünüyordu. Üstelik, kervanın Bedir’e yakın bir bölgede olduğunun haberini de almıştı.
Bedir, Medine’nin 160 km kadar güney batısında, Kızıldeniz sahiline 30 km uzaklıkta, Medine-Mekke yolunun Suriye kervan yoluyla birleştiği yerde bulunan hurma bahçeleriyle ünlü bir yerleşim merkeziydi. O günün şartlarında Medine’den Bedir’e 3 günde gidilirdi. Müslümanlar kervanı kaçırmamak için mümkün olduğunca hızlı hareket ettiler. Ancak sahip oldukları develerin bazıları uzun yolculuğa çıkamayacak kadar zayıf ve güçsüzdü. Bu nedenle bir kısmı Bedir’e varma-an yorgunluktan yığılıp, yerinden kalkamaz hale geldi. Müslümanlar ikişerli, erli olmak üzere develere nöbetleşe biniyorlar, birisi deveye binerken diğerleri yaya yürüyordu. O sırada 55 yaşında olan Resûlüllah her zaman olduğu gibi bu sefer de kendisini ayrı tutmamış, kendisi için özel, istisna şart veya imkân tahsis etmemişti. Bir deveye Ali ve Mersed b. Ebî Mersed ile nöbetleşe biniyordu. Yürüme sırası kendisine geldiğinde, yol arkadaşlarının “Ey Allah’ın Resulü! Ne olur, sen bin biz yürürüz, teklifini kabul etmiyor; “Siz yürümekte benden daha kuvvetli değilsiniz- Sevap ve mükafat konusunda da ben ihtiyaç sahibi olmayan birisi değilim. Ben de sizin gibiyim [157] diyerek binekleri olan deveye nöbetleşe binme konusundaki hassasiyetini dile getiriyordu.
Müslümanlar kervanı ele geçirmek arzusuyla yola çıkmışlardı, ancak askerî bir birlik veya ordu olmaktan son derece uzak bir görünüme sahiptiler. Ordudan çok, düzensiz ilerleyen bir kitle görünümü sergiliyorlardı. Bu nedenle sayıca küçük ve askerî teçhizat açısından olduğu kadar, giyecek ve yiyecek açısından da son derece yoksul ordusunu seyreden Resûlüllah, kendisini şu şekilde dua etmekten alıkoyamadı: ‘Allahım! Bunlar yaya ve yalın ayaklar; sen onları donat. Allahıml Onlar açık ve çıplaklar; sen onları giydir. Allahım! Onlar açlar; sen onları doyur. Allahım! Onlar yoksullar; sen onları fazl-ı kereminle zenginleştir. [158] Üstelik, ramazan olduğu için oruç tutuyorlardı. Resûlüllah, Medine’den çıkıldıktan bir süre sonra herkesten orucunu açmasını istedi. Bazıları oruçlu kalmak konusunda ısrar edip ve oruçlarını açmadılar. Onlar, Resulüllah’m orucu açma isteğini bir tavsiye olarak düşünmüşlerdi. Resûlüllah bunlardan haberdar olunca herkesin orucunu açmasını tekrar istedi. Sözünü dinlemeyenlere sitem ederek ‘Ey söz dinlemeyen topluluk! Oruçlarınızı açın. Ben orucumu açtım, sizlerde açın [159] dedi. Bunun üzerine herkes orucunu açtı; oruçlu kimse kalmadı.
Resûlüllah birkaç kişiyi keşif birliği olarak önden göndermişti. Keşif birliğinin getirdiği her türlü haberi titiz bir şekilde değerlendiriyordu. Arada bir yeni keşif birlikleri göndermeye de devam ediyordu. Ayrıca Medine’de durumların nasıl olduğunu, münafıkların ve Yahudilerin bir kötülüğe kalkışıp kalkışmadıklarını öğrenmek için bazı Müslümanları da Medine’ye gönderdi. Çünkü, Medine’nin güvenliğini de düşüncesinden uzak tutamıyor, bu konuda da belirgin bir tedirginlik yaşıyordu.
Bedir
îslâm ordusu Bedir’e yakın bir yere gelince mola verdi; ovaya girilmedi. Resûlüllah iki kişiyi Bedir’e göndererek kervanla ilgili bilgi toplamalarını istedi. Bedir ovası, su kaynakları nedeniyle bedevilerin uğrak yerlerinden birisiydi. Üstelik o sırada bedevilerden bazıları Mekke kervanına mal satmak veya kervan için görecekleri hizmet karşılığında bir şeyler kazanmak için Bedir’de bekliyorlardı. Bu insanlardan çölde olup-bitenler konusunda, özellikle de Mekke kervanı konusunda almak mümkün olabilirdi. Resulüllah’ın görevlendirdiği iki süvari Bedir’e gidip sanki ovadan geçen iki yolcu gibi kuşkulandırmadan bedevilerle konuştular. Öğrendiklerine göre kervan yakınlardaydı ve Bedir’den geçecekti. Hemen geri dönüp, haberi Resulüllah’a bildirdiler.
Kervan Bedir’e yaklaşınca Ebû Süfyan’ın endişesi iyice arttı. Kervana yönelik bir saldırı için en uygun yerin Bedir ovası olduğunu biliyordu. Ovaya girmeden kervanı durdurdu ve yanma aldığı birkaç adamla birlikte durumu bizzat yerinde değerlendirmek için Bedir’e hareket etti. Su kuyularının yanma geldiğinde birkaç bedeviyle karşılaştı. Bunlardan birisi Mekke kervanına mal satmak için bekleyen Cüheynîlerin reisi Mecdî b. Amr idi. Mecdî, Ebû Süfyan’ın yakından tanıdığı birisiydi; dost sayılırlardı. Merhabalaşıp, birbirlerinin hâl ve hatırlarını sordular. Ebû Süfyan sözü uzatmadan konuya girdi. Birkaç gün içinde bölgede yabancılar görüp görmediğini sordu. Mecdî yabancı herhangi bir kimseyi görmediğini söyledi. Ebû Süfyan’ın sorusunu adamlarına yönelterek onların konuyla ilgili herhangi bir bilgileri olup olmadığını öğrenmek istedi. Adamlardan birisi, kısa süre önce iki yabancı süvarinin bölgeden geçtiğini ve kervanla ilgili bir şeyler sorduklarını söyledi. Ebû Süfyan o iki kişinin hangi yöne gittiklerini sordu. Gösterilen yön Medine tarafıydı. Ebû Süfyan hemen kalkıp gösterilen tarafa yöneldi, iz sürerek bir süre gitti ve çok geçmeden süvarilerin bineklerine ait olduğunu düşündüğü deve pisliklerini gördü. Ebû Süfyan aradığını bulmuştu; dikkatli bir şekilde deve pisliklerini inceledi. Hayvanların Medine hurması yedikleri anlaşılıyordu. Ebû Süfyan artık emindi; Müslümanlar yakındaydı ve kervana Bedir’de saldıracaklardı. Hemen hızlı bir şekilde geri dönüp kervanın bulunduğu yere gitti. Bedir ovasına girmekten vazgeçti. Vakit kaybetmeden kervanı harekete geçirdi. Sahile uzanan bir yolu takip ederek bölgeden uzaklaştı. Amacı Bedir ovasının çevresini dolaşarak Mekke’ye ulaşmaktı.
İman Ve Tercih
Müslümanlar Bedir’e yakın bir yerde konaklamış, kervanla ilgili bilgiler toplamaya çalışıyorlardı. Ancak o sırada hiç beklemedikleri bir haber aldılar. Mekke ordusunun kendilerine doğru geldiğini öğrendiler. Bu savaş demekti. Kendileri bir orduyla savaşmak için değil, bir kervanı basıp, mallara el koymak için yola çıkmışlardı. Kervan basmak kolaydı, ama orduyla savaşmak zordu. Ne yapacaklardı? Herkes bir şey söylüyor, farklı görüşler dile getiriliyordu. Bazıları kervanı takip edip, mallara el koyarak Medine’ye dönmenin iyi olacağını söylerken, diğer bazıları kervanı da bırakıp, durumu riske etmeden Medine’ye dönmenin daha doğru olacağını söylüyordu. Ancak kararı verecek olan Resulüllah’tı. Birkaç kişi Resulülah’ın yanına giderek durum hakkındaki görüşünü öğrenmek istediler. Anladıkları kadarıyla Resulûllah kervanı ele geçirmek yerine, doğrudan Mekke ordusuna yönelip savaşmayı tercih ediyordu. Bu hiç birisinin düşünmediği ve istemediği bir şeydi. Korktular. Ne yapacaklarını ve diyeceklerini bilemez bir hâlde kalakaldılar. Müslümanların o anki durumuna tanıklık eden bir ayet şöyledir: ‘Hatırlayın ki, Allah, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanı (kervanın) tercih ediyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve Kureyş ordusunu yok ederek kâfirlerin ardını kesmek istiyordu. (Bunlar,) günahkârlar istemese de hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı ortadan kaldırmak içindi.[160] Ayetten anlaşıldığı üzere, Müslümanlara kervanı ele geçirme veya Mekke ordusunu yenilgiye uğratma müjdesi verilmişti. Bu rahatlatıcı bir müjdeydi. Birisini seçmeliydiler. Fakat yine aynı ayetten anlaşıldığı üzere, Allah’ın muradı Müslümanların Mekke ordusuyla savaşmaları ve müşrikleri büyük bir yenilgiye uğratmalarıydı. Ne var ki Müslümanların büyük çoğunluğu daha az zahmet gerektiren, ama buna karşılık herkesi zengin edecek kervanı ele geçirme arzusu içerisindeydi. Elbette ki, Resûlüllah’ın niyeti de, ayetin dolaylı şekilde ifade ettiği üzere, kervana saldırmaktan daha başka idi.
O, Mekke ordusuyla savaşıp, şirki bozguna uğratmak istiyordu. Üstelik bir süre önce vahyolunan bir ayet, Müslümanların müşrikleri yenilgiye uğratılacakları müjdesini de vermişti: ‘O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklar.[161] Bu ayet müşriklere karşı savaşma düşüncesine sahip olanların görüşlerini kuvvetlendirdi. Gerçi ayette kime karşı galibiyet elde edileceği açıkça ifade edilmiyordu; genel bir müjde vardı. Fakat bunun, üzerlerine gelen Mekke ordusu olmaması için hiçbir sebep yoktu. Hz. Ömer’in anlattıkları, o sıralar bu ayetle ilgili düşüncelerin neler olduğunu bildirmesi açısından önemlidir: ‘Bu ayet vahyolundugu zaman kendi kendime ‘Acaba hangi topluluk bozguna uğrayacak?’ demiştim. Bedir günü gelip de Resûlüllah’ın zırhını giyinmiş bir halde bu ayeti okuduğunu görünce anladım ki yüce Allah meğer Kureyş müşriklerini bozguna uğratacakmış.[162]
Resûlüllah’ın niyetinin Mekke ordusuyla savaşmak olduğu Müslümanlar tarafından anlaşılınca, bir ktsmı korkarak savaşmak istemediklerini ifade etmeye başladılar. Bazıları Mekke ordusuyla savaşa girişmeyi ölüme gitmek gibi düşünüyordu. Bir başka grup ise hem Resulûllah istediği ve hem de Mekke müşriklerine kinle dolu oldukları için Mekke ordusuyla savaşmayı arzuluyordu. Resulûllah, Müslümanların ileri gelenlerini yanma topladı. Konu hakkında karar vermek ve fikir birliği oluşturmak istiyordu. Muhacirler kendisini kurnazlardı, ama Ensar konusunda emin değildi. Çünkü İkinci Akabe Biatı’nda verilen savaşma sözü tamamıyla savunmaya yönelik bir sözdü. Ensar, bu savaşı savunma savaşı olarak değerlendirmeyip savaşmak istemeyebilirdi. Ancak ne var ki, Mekke ordusu yola çıkmış, üzerlerine doğru geliyordu. Kervana yönelik bir saldırıları olmasa bile, Mekke ordusunun savaşsız geri dönmeyeceği kesindi. Resulûllah Müslümanların sözcülerini yanında toplayınca düşüncesini açıkça ifade etti: ‘Ey Müslüman topluluğu. Kureyş Mekke’den çıktı, üzerimize doğru büyük bir öfke ve azgınlıkla geliyor. Ne dersiniz?. Sizce kervan mı daha uygundur, yoksa Kureyş ordusu mu?’ Bazıları hemen bir çırpıda düşüncelerini ifade ettiler: ‘Bizce kervan daha uygundur, kervanın üzerine gidelim ve onu kolayca ele geçirelim’. Bunlar Resûlüllah’ın ne dediğini anlamayan, ganimet elde etmek arzusuyla hareket eden bazı kimselerdi. Halbuki Resulûllah, Mekke ordusunun kendilerine doğru geldiğini istense de istenmese de savaş çıkacağını söylüyordu. Üstelik Ebû Süfyan’ın, kervanın yolunu değiştirip Bedir ovasından uzaklaştığının haberi de alınmıştı. Artık kervana ulaşmak çok zordu.
Resulûllah kervan konusunda ısrarcı olan Müslümanlara tekrar sordu: ‘Kervan sahile doğru çekip gitti. Fakat Ebü Cehil üzerinize geliyor. Ne diyorsunuz?’ İstek yine aynıydı: ‘Kervanı isteriz. Sen orduyu boş ver, bize kervan lazım.’ Resulûllah, geçerliliği olmayan düşüncede ısrar edilmesi üzerine üzüldü ve hiçbir şey demeden ayağa kalktı. O zaman Resûlüllah’ın niyetinin ne olduğunu anlayan Müslümanlar hatalarını fark ettiler. Hz. Ebû Bekir ayağa kalkarak Mekke ordusuyla savaşmanın daha uygun bir görüş olduğunu savunan bir konuşma yaptı. Ebû Bekir’i takiben Ömer kalktı ve aynı çerçevede bir konuşma yaptı. Daha sonra Mekke Müslümanlarmdan Mıkdad b. Amr kalkarak tarihe mal olmuş bir konuşma yaptı. Konuşması şöyleydi:
Ey Allah’ın Resulü! Allah sana ne emrettiyse onu yap. Biz seninle beraberiz ve hep böyle olacağız. Biz İsrail oğullarının Hz. Musa’ya dedikleri gibi Git Rabbin ve sen savaş; biz burada oturup bekleyeceğiz demeyiz. Biz deriz ki; Git Rabbin ve sen onlarla savaş; fakat bizde sizinle birlikte onlarla savaşacağız Seni hak olan bir kitapla gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen bizi Birkü’l Gımad’a [163] kadar yürütecek olsan, seninle birlikte oraya kadar yürür, senin sağında, solunda, önünde, arkanda çarpışırız. [164]
Muhacirlerin bu tutumu Resûlüllah’ı sevindirdi. Ensarm temsilcilerine dönerek düşüncelerinin ne olduğunu sordu. Ensarı temsilen Sâ’d b. Muaz ayağa kalkarak kararlarını ifade etti:
Ey Allah’ın Resulü! Biz sana iman edip, seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin hak ve gerçek olduğuna şahitlik yaptık. Sana itaat etmek ve sözünü tutmak konusunda söz verdik. Ey Allah’ın Resulü! Ne istiyorsan onu yap, biz seninle beraberiz. Seni hak din ve kitapla gönderen Allah’a yemin olsun ki, sen şu denize dalacak olsan, bir an tereddüt etmeden biz de seninle birlikte dalarız. Bizden bir kişi bile geride kalmaz. Yarın bizimle birlikte düşmana karşı gitmenden rahatsız değiliz. Savaşta direnmek, zorluklan göğüslemek, düşmanla karşılaştığımızda emirlerine uymak; hepsi bizim içindir, biz bunları yapacak bir topluluğuz. Umuyoruz ki Allah sana bizden gözünü aydın edecek kahramanlıklar gösterecektir. Allah’ın bereketi ile yürüt bizi. Sonuna kadar seninle beraber olacağız.[165]
Sâ’d b. Muaz’ın sözleri Resûlüllah’ı sevindirdi ve ilâhî müjdeyi verdi: ‘Haydi öyleyse, yürüyün! Size müjdelerim ki Allah iki topluluktan birisini vaat etti. Vallahi Kureyş’in bozguna uğradığını görür gibiyim. Sanki Mekke’nin askerlerinin vurulup düşecekleri yerleri görür gibiyim. [166]
Tarafların Savaş Hazırlıkları
Resûlüllah şunu kesin olarak biliyordu ki, bu savaş herhangi bir savaş değil, bir iman-küfür savaşı olacaktı. Bir tarafı İslâm’ın ordusu, diğer tarafı ise küfrün ordusu oluşturuyordu. İslâm’ın ordusuna İslâm dışı hiçbir unsurun karışmasını istemiyordu. Bu nedenle. Müşrik olduğu hâlde Müslümanların safında savaşa katılmak isteyen Hubeyb b. Yesafın isteğini geri çevirdi. O, iyi bir savaşçı olduğunu ve savaşa katılmasının Müslümanlara fayda sağlayacağını, savaşmasının karşılığında sadece ganimetten pay istediğini bildirmesine rağmen, Resûlüllah ‘Hayır olmaz. Eğer savaşacaksan önce Müslüman olmalısın [167] dedi. O da Müslüman oldu ve orduya ancak o şekilde katılabildi.
Müslümanlar, Mekke ordusunun Bedir’e doğru hareket ettiğini biliyorlar, fakat ordunun kaç kişiden oluştuğunu bilmiyorlardı. Resûlüllah, gözcülerden Mekke ordusuna yaklaşmalarını ve bilgi elde ederek getirmelerini istedi. Ancak buna gerek kalmadan ilk bilgiler elde edildi. Yolda bir Mekkeli yakalandı. Mekke ordusu hakkında ilk bilgiler bu kişiden alındı. Alman bilgilere göre Mekke ordusu 950 ile 1000 civarında savaşçıdan oluşuyordu. Çünkü, ordunun yiyecek ihtiyacını karşılamak için günde dokuz veya on deve kesiliyordu. Normal şartlarda yüz kişi için bir deve kesilirdi. Bu, Müslümanlar için kötü bir haberdi; kendilerinin üç katı bir orduyla karşılaşacaklardı. Ancak sayı farklılığına rağmen, başta Resûlüllah olmak üzere, Müslümanların özellikle seçkinleri durumundaki kişiler herhangi bir tereddüt ve korkuya kapılmadılar. Müşriklerle savaşümaya ve böylelikle şirk ordusunun bozguna uğratılmasına karar verilmişti; bu karar uygulanacaktı. Resûlüllah Mekke ordusunda kimlerin bulunduğunu, orduyu kimlerin sevk ve idare ettiğini öğrenmek istedi. Mekkeli şahıs Mekke eşrafının hemen hepsinin ismini sayınca, Resûlüllah Müslümanlara dönerek; İşte, Mekke ciğerparelerini sizlere sundu [168] dedi. Bunu derken yüzünde memnuniyetini yansıtan bir tebessüm vardı.
Mekke’nin müşrik ordusu için Bedir’e varmak 8-10 günlük bir yolculuk demekti. Bedir Müslümanlar için ise üç günlük yolculuk demekti. Mekke ordusu yola çıkmadan önce veya aynı günlerde Müslümanlar Medine’den hareket ettiler, islâm ordusu Bedir’e Mekke ordusundan 4-6 gün önce geldi. Mekke ordusuna beklenmeye başlandı. Kuvvetle muhtemeldir ki bu günler içerisinde Resûlüllah yakın yerleşim merkezlerindeki insanlarla görüştü, onlara İslâm’ı anlattı ve Müslüman olmalarını istedi. Bu süre içerisinde Müslüman olanlardan bahseden herhangi bir tarihi kaydın bulunmaması, Resûlüllah’ın davetinin kabul edilmediğine delil olabilir. Özellikle de bir varoluş savaşının arifesinde, savaşı kaybetme ihtimali son derece yüksek görünen bir topluluğun mensubu olmak, hiç kimseye cazip gelmemiş olmalıdır. Fakat böylece insanlarından İslâm’ı kabul eden olmadıysa da, en azından Müslümanları yakından tanımış olmaları nedeniyle daha sonraları İslâm’ı kabulde zorlanmadıkları da kesindir. Ayrıca bu birkaç günlük süre içerisinde dostluk anlaşmalarının yapılmış olması da kuvvetle muhtemeldir. Bölge kabilelerinden Demre, Müdlic, Zûr’a, Rab’a kabileleri ile çok erken tarihlerde başlayan dostane ilişkilerin temelleri muhtemeldir ki Bedir’de Mekke ordusunun beklendiği günlerde atılmıştı.
Müşrik liderler, Bedir’e olan yolculukları sırasında aldıkları bir haberle sevindiler. Kervan saldırıya uğramamış, üstelik Ebû Süfyan kervanı tehlikeli bölgeden uzaklaştırmayı başarmıştı. Bazıları savaşa gerek kalmadığını, kervanın kurtulduğunu, Mekke’ye dönmek gerektiğini dile getirdiyse de, bu düşüncede olanların sesleri çok zayıf kaldı. Başta Ebû Cehil olmak üzere neredeyse Mekke’nin tüm eşrafı, yıllardır karşı karşıya oldukları problemi kökten çözmenin zamanının geldiğini, bu sefer işin bitirilmesi gerektiğini ifade edip, geri dönmeye yanaşmadılar. Müslümanların Bedir’de beklediği haberi ise kararlarının doğruluğuna bir gerekçeydi. Bu meydan okuma karşısında sessiz kalamazlardı. Yoksa bütün itibarları yerle bir olur, Araplar arasında alay konusu haline gelirlerdi.
İslâm ordusu Bedir ovasına girdi. Resûlüllah, ordusunu Bedir bahçelerinin yakınında bir bölgeye yerleştirdi. Fakat, savaş taktiklerini iyi bilen Hubab b. Münzir ordunun yerleştiği yeri beğenmedi. Resûlüllah’a, ordunun yerleşme yerinin ve düzeninin Allah’ın emrine göre olup olmadığmı sordu, Resûlüllah, bu konuda ilâhî bir emir olmadığını, kendi istek ve düşüncesine göre ordunun yerleşim yerine ve düzenine karar verdiğini bildirdi. Hubab b. Munzir, ordunun durduğu yerin doğru tercih olmadığını söyleyerek; ‘Ey Allah’ın Resulü! Bizler savaşçı insanlarız ve nasıl savaşılacağını iyi biliriz. Burada uygun olan şey bütün kuyuları kapatıp sadece bir tanesini açık bırakmaktır. Bizler açık olandan ihtiyacımızı görürüz, Mekke ordusu ise susuz kalır. Bu nedenle buraya yerleşmek uygun değildi. Ey Allah’ın Resulü! Orduyu buradan kaldır ve kulunun başına yerleşelim. Biz çarpışırken susadıkça su-yumuzu içeriz, müşrikler ise susuzluktan kırılırlar’ dedi. Resûlüllah onun bu görüşünü beğendi ve orduyu su kaynaklarının yakınma yerleştirdi. Ayrıca kazdırdığı kanallarla suyun Mekke ordusunun muhtemel yerleşme bölgesine gidişini önledi. Suyun tamamı Müslümanların bulunduğu alanda kalıyordu.
Ordu gerektiği gibi yerleştirildikten sonra, Sâ’d b. Muaz, Resûlüllah’a ordugâh olarak kullanacağı bir gölgeliğin yapılmasını teklif etti. Sâ’d’ın teklifi uygun bulununca ovaya hakim bir bölgeye, ordunun hemen arkasındaki yükseltinin üzerine bir gölgelik yapıldı. Ayrıca, Sâ’d b. Muaz, Ebû Bekir ve Ali dönüşümlü olarak kendi istekleriyle gölgeliğin yanında nöbet tutup, Resûlüllah’ın korunması görevini üstlendiler.
Kuşku Ve Güven
Mekke’nin müşrik ordusu, islâm ordusuna göre son derece güçlü, oldukça iyi teçhizatlı bir orduydu. Ancak önemli bir problemleri vardı. Birçok kimse sırf gözdağı vermek için Müslümanlarla savaşmanın doğru olmadığını düşünüyordu. Bunlar, Müslümanların inançları uğruna her şeylerini feda edebileceklerini düşününce görüşlerinde ne kadar haklı olduklarını anlamakta zorlanmıyorlardı. Müslümanlarla savaşarak başlarına bela alacaklarına inanıyorlardı. Ayrıca birçok kimse utandıkları, zorlandıkları, tehdit edildikleri için istemedikleri hâlde orduya katılmışlardı. Abbas b. Abdulmuttalib bunlardan birisiydi. O, eşrafın zorlamasıyla orduya katılmak ve üstelik ordunun birçok ihtiyacını karşılamak zorunda kalmıştı. Eğer eşrafın isteğini yerine getirmezse bir tefeci olarak piyasadaki alacaklarını tahsil etmekte zorlanacağını biliyordu. Bütün bunlara ilâveten, Müslümanlarla savaşmayı arzuluyor olmalarına rağmen, yaptıkları işin doğruluğu konusunda ciddi tereddütleri olanlar vardı. Üstelik bunların sayısı az da değildi. Bunlar, Resûlüllah’tan yıllar önce duydukları ‘Bir gün Müslümanların galip geleceği ve Müslüman olmayanların, özellikle de Mekke’nin müşrik eşrafının öldürüleceği’ sözlerini hatırlıyorlar ve hiçbir zaman yalan söylememiş bir kişiye ait bu sözler karşısında korkmaktan kendilerini alıkoyamıyorlar di. Hatta Umeyye b. Halef korktuğu için orduya katılmak istememiş, istemeden katıldığı ordu ile Mekke’den yola çıktığında karısı ‘Muhammed yalan söylemez! diyerek korkusunu paylaştığını belli etmişti. Utbe ve Şeybe b. Rebia kardeşler de sıkıntı içerisindeydiler. İkisi de orduya isteyerek katılmışlardı. Ancak köleleri Addas’m zihinlerini karıştırıcı ifadeleri karşısında oldukça tedirgin ve tereddütlü bir hale gelmişlerdi.
Taif dönüşü sırasında Resûlüllah’la görüşen ve Resûlüllah’ı tasdik eden Addas, iki efendisine Muhammed’in bir peygamber olduğunu ve peygamberle savaşanların muhakkak kaybedeceklerini, bu nedenle orduya katılmaktan vazgeçmelerinin doğru bir davranış olacağını söyleyip durmuştu. Onlar bir kölenin sözlerine uyacak kişiler değillerdi, ama bir kez düşünceleri altüst olmuş, zihinlerine ‘acaba?’ sorusu gelip saplanmıştı. Bir de tüm bunların yanı sıra, akrabalık bağlan nedeniyle Müslümanlarla savaşmanın Mekkelilere bir yarar sağlamayacağını, hatta Mekkeliler arasında kin ve düşmanlıkların doğmasına yol açacağını düşünüp, bu nedenle savaşmaktan vazgeçilmesini isteyenler vardı. Mekke’nin en saygın liderlerinden Utbe b. Rabia bu görüşteydi. O, imanlı gına, dizginlenmez kinine rağmen bu savaşın kazansalar bile aleyhlerine sonuçlanacağını düşünüyordu. Bu nedenle de arkadaşlarına şöyle diyordu: Ey Kureyş toplulugu! Vallahi, siz Muhammed ve adamları ile savaşıp da yenseniz hile bir şey elde edemeyeceksiniz. Birbirinize baktığınız zaman, birbirinizin şahsında amcanızın, yeğeninizin veya yakınlarından birisinin katilini göreceksiniz. Bu ise aranızda kin tohumları ekecek; birbirinize düşman olacaksınız. Gelin bu işten vazgeçin. Muhammed ile Arapların arasından çekilin; Muhammed ile Arapları baş başa bırakın. Eğer Araplar Muhammed’in hakkından gelirlerse bu sizin için amacınıza ulaşmaktan başka bir şey olmaz. Yok eğer Araplar Muhammed’i desteklerlerse, O’na dokunmadığınızdan size karşı yumuşak davranacak, iyiliklerde bulunacaklardır.[169]
Fakat ordunun sevk ve idaresinden sorumlu olan, daha doğrusu mevcut bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla Mekke ordusunun Bedir’de gerçekleşecek savaşa girmesinde inisiyatifi elinde bulunduran Ebû Cehil, “Utbe’nin ve diğer bazılarının bu tür görüşlerine oldukça sert tepkiler veriyor, her ne olursa olsun bu savaşın gerçekleşmesi gerektiğini savunuyordu. Ebû Cehil, Utbe’nin Muhammed ve adamlarını görünce korkudan ciğerleri şişti. Hayırf Allah, Muhammed’le bizim aramızdaki hükmünü verinceye kadar bu işten geri durmayacağız [170] diyerek kesin kararını açıklayarak tartışmalara son verdi.
Mekke ordusu Bedir’de kendilerini bekleyen Müslümanlarla savaşmak için ilerliyordu. Ancak, İslâm ordusu hakkında bilgiye sahip değillerdi. Müşrik liderler bilgi elde etmeye çalıştılar. Birkaç kişiyi, İslâm ordusunu gözlemekle görevlendirdiler. Gözcülerin getirdiği haberlerle düşmanları hakkında bilmeleri gerekenleri elde etmiş oldular. Gözcülerden birisi şöyle diyordu: ‘Vallahi, ne teçhizat, ne zırhlar, ne de atlar gordüm. Bu sevindirici bir haberdi. Anlaşılan o ki, sayı olarak az ve teçhizat olarak son derece zayıf bir grupla karşı karşıya geleceklerdi. Ancak ne var ki aynı gözcü şunu da söylemişti: “Vallahi, öyle bir topluluk gördüm ki, onlar, ailelerine dönüp gitmek istemiyorlar. Ölmeye karar vermişler. Ölümden hiç korkmuyorlar, önlerin kılıçlarından başka ne bir koruyucuları var, ne de herhangi bir sığınakları. Buna rağmen zırhlar altında kavga ve belâ tüten gök gözlerlerden başka bir şey görmedim. [171] İşte bu kötü bir haberdi. Ölüme razı bir kitleyle karşı karşıya gelmeleri nedeniyle tedirginlik duyanlar oldu. Bazıları savaşmamanın daha doğru karar olacağını daha güçlü ifade etmeye başladılar. Eakat Ebû Cehil inadından vazgeçmiyordu. Son kararını söyledi: ‘Bedir’e varmadıkça dönmeyiz. Orada üç gün kalırız; develer keser yemekler yer, şaraplar içeriz. Cariyelere şarkılar söyletir, eğleniriz. Başımıza toplanan Araplar ise bizi dinler, seyrederler. Bundan sonra kararlılığı ve gücümüz karşısında bizden hep çekinir, bize karşı içlerinde bir korku taşırlar. [172]
İslâm ordusu Bedir ovasına yerleştikten ve savaş için gerekli hazırlıkları ta-nıamladıktan bir müddet sonra ovanın girişinde şirk ordusu gözüktü. Şirk ordusu ilerleyip Müslümanların karşısında bir yere geldi ve durdu. Resûlüllah, şirkin ordusunu görünce sesli olarak dua edip Müslümanları cesaretlendirecek sözler söyledi. Duasının bir bölümü şöyleydi: ‘Allahım! îşte bunlar Kureyş müşrikleri. Olanca kibir ve gururlanyla; olanca büyüklerime ve övünmeleriyle geldiler. Başkasına değil, Sana meydan okuyor, resulünü yalanlıyorlar. Allahım! Bana yapmış olduğun vaadini gerçekleştir ve bunları burada helak et. Âllahım! Sen bana kitap verdin. Müşriklerle savaşmayı emrettin. îki taifeden birini nasip edeceğini vaadettin. Sen verdiğin sözden dönmezsin. [173]
Savaş kaçınılmaz görünüyordu. Ancak buna rağmen, daha sonra Müslümanların bir geleneğine dönüşeceği üzere, Resulüllah problemi savaşsız çözmek için müşrik tarafa elçi gönderdi. Elçi Hz. Ömer’di. Ömer, Resulüllah adına Mekke eşrafına ‘Bu savaştan vazgeçin. Geri dönüp gidin’ teklifinde bulundu. Hakîm b. Hizam bu teklifi saygıyla karşıladı; arkadaşlarına Muhammed bize karşı insaflı davranıyor. İstediğini kabul edelim. Eğer kabul etmezsek bize karşı insafını terk edecektir’ dedi. Fakat onun bu görüşü kabul görmedi. Ebû Cehil, öfke içerisinde, ‘Allah bize ondan intikam alma imkânı verdikten sonra, bu işten vazgeçmek doğru olmaz. Hayır! Kesinlikle geri dönmeyeceğiz. Onlara hadlerini bildireceğiz. Hadlerini bildireceğiz ki, bundan sonra ne bize karşı bir harekete girişsinler, ne de kervanlarımızın önünü kessin/er [174] dedi. Ömer elçiliğinin gereğini yerine getirmiş olarak geri dönüp, durumu Resulüllah’a bildirdi.
Resulüllah savaştan önceki gün, savaş alanını gezdi. Savaş teknik ve taktiklerini iyi bilen Müslümanlarla savaşın seyri hakkında konuştu. Bir taktik geliştirmeye çalıştılar. Nerede durulacağına, nereden saldırılacağına karar verdiler. Resulüllah, eğer savaş planladıkları gibi gerçekleşirse, Allah’ın yardımıyla Mekke ordusunu yeneceklerini söyledi. Hatta Mekke eşrafının vurulup düşecekleri yerleri gösterdi. Bu moralleri yükselten bir müjdeydi
Ey Allah’ın Resulü! Biz sana iman edip, seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin hak ve gerçek olduğuna şahitlik yaptık. Sana itaat etmek ve sözünü tutmak konusunda söz verdik. Ey Allah’ın Resulü! Ne istiyorsan onu yap, biz seninle beraberiz. Seni hak din ve kitapla gönderen Allah’a yemin olsun ki, Sen şu denize dalacak olsan, bir an tereddüt etmeden biz de seninle birlikte dalarız. Bizden bir kişi bile geride kalmaz. Yarın bizimle birlikte düşmana karşı gitmenden rahatsız değiliz. Savaşta direnmek, zorlukları göğüslemek, düşmanla karşılaştığımızda emirlerine uymak; hepsi bizim içindir, biz bunları yapacak bir topluluğuz. Umuyoruz ki Allah sana bizden gözünü edecek kahramanlıklar gösterecektir. Allah’ın bereketi ile yürüt bizi. Sonuna kadar seninle beraberiz. (Sâ’d b. Muaz)
Ey Utbe b. Rebîa! Ey Şeybe b. Rebia! Ey Umeyye b. Halef! Ey Ebû Cehil b . Hişam!… Sizler, Peygamberin en azgın düşmanlarıydınız. Başkaları peygamberi tasdik ederken, sizler yalanladınız. Siz beni yurdumdan, yuvamdan çıkardınız! Başkaları ise bana kucak açtı. Siz benimle savaştınız, başkaları ise bana yardım etti. Siz Rabbımizın size vadetmiş olduğu azabı gerçek olarak buldunuz mu? Ben Rabbımin bana vadetmiş olduğu zaferi gerçek olarak buldum. (Hz. Muhammed (s)
Müslümanların Mekke’yi terk etmeleri, Mekke eşrafını yıllardır karşı karşıya oldukları islâm daveti probleminden kurtarmıştı. Artık çevrelerinde, toplumsal sistemlerini, ekonomilerini, siyasetlerini, inançlarını, geleneksel itibarlarını sorgulayan ve sarsan kimseler yoktu. Ancak bütün bunlar sadece görünüşteydi. Gerçekte bu sakin günlerin çok daha büyük problemlere gebe olacağını biliyor ve bunun tedirginliğini yaşıyorlardı. Zaten bu nedenle Resûlüllah’ın Mekke’den ayrılmasını önlemek istemişlerdi. Hicret edeceği zaman Resûlüllah’ı öldürmeyi planlamalarının başlıca nedeni, ileride çıkacak muhtemel problemlerdi. Ama girişimlerinde başarılı olamamışlar ve Resûlüllah’ı ellerinden kaçırmışlardı. Bizzat kendilerinin açıkça ifade etmelerinden açıkça anlaşıldığı üzere, gelecekle ilgili korku ve tedirginliklerinin nedeni, Müslümanların Medine’de güçlenmeleri ve Mekke’ye gelip hakimiyeti ellerine almaları ihtimaliydi. Fakat bu korkular yetmiyormuş gibi, son zamanlarda korku ve tedirginliklerini sürekli artıran bir başka durum daha açığa çıkmıştı.Şam ticaret yolunun güvenliği tehlikeye girmişti. Müslümanlar Şam ticaret yolunun kontrolünü ele geçirmek üzereydiler. Her an Mekke’nin Şam bölgesıyle olan ticarî ilişkilerinin tamamen kesilmesi söz konusuydu. Bunun ise Mekke ekonomisi için telafisi imkânsız bir zarar anlamına geleceği kesindi.
Korku Ve Umut
Mekkeliler korku ve endişe ile dolu iki yıl geçirdiler. Müslümanların Medine’ye hicretiyle başlayan bu süre içerisinde bazı kervanları Müslümanların saldırılarına maruz kalmış olsa bile, ciddi bir zararla karşılaşmadan işlerini yürüttüler. Ancak hicretin ikinci senesi düzenlenen bir ticaret kervanı ile korkuları büyüdü. Çünkü, neredeyse ticaretle uğraşan bütün Mekkelilerin katılımıyla gerçekleşen 1000 develik büyük bir ticaret kervanını Şam’a göndermişlerdi. Kervan, Ebû Süfyan’m idaresi altında yaklaşık 40 kişilik bir süvari birliği tarafından korunuyordu. Kervan her hangi bir tehlikeyle karşılaşmadan Şam’a ulaşmış, satılacak mallar satılmış, alınacak mallar alınmış ve oldukça büyük miktarda nakitle tekrar Mekke’ye dönmek üzere yola çıkılmıştı.
Kervan Şam’a giderken bir tehlikeyle karşılaşılmamıştı, ama dönüş yolunda Ebû Süfyan’ı bir korku sardı. Kervanın Müslümanların saldırısına uğramasından korkuyordu. Herhangi bir kervanları bile Müslümanların eline geçse, bu Mekke ekonomisi için ciddi bir kayıp olurdu. Ama özellikle bu son kervanın Müslümanların eline geçmesi demek, Mekke için telafisi mümkün olmayan bir kayıp demekti. Zira bu çok büyük sermayeye sahip bir kervandı. Kervanın malî değerinin büyüklüğü, Ebû Süfyan’m korkusunu besleyip kuvvetlendiriyordu.
Medine bölgesine yaklaştıkça Ebû Süfyan’ın korku ve tedirginliği arttı. Yolda karşılaştığı kimselerden, Müslümanların durumuyla ilgili bilgiler toplamaya başladı. Müslümanların kervana yönelik bir girişimde bulunmak niyetinde olup olmadıklarım anlamaya çalışıyordu. Korkusuna haklılık kazandırır nitelikte bazı haberler aldı. Müslümanlar kervana saldırmayı düşünüyorlardı. Eğer bu düşüncelerini uygulamaya koyarlarsa, kervanı kolaylıkla ele geçirirler. Koca kervanı sadece 40 kişiden oluşan muhafız grubu koruyordu .’Ebû Süfyan ne yapabileceğini düşündü. Yol değiştirerek tehlikeden kurtulması mümkün olabilirdi. Ancak işi şansa bırakmak istemedi. Durum hakkında bilgi vermesi ve yardım istemesi için Dumdum b. Amr el-Gıfari’yi Mekke’ye gönderdi.
Dumdum b. Amr, Mekke’ye ulaşınca, böylesi durumlarda bir gelenek olduğu üzere, çırılçıplak bir hâlde Kabe’nin yanında durup halka seslenmeye başladı. Kervanın Müslümanların saldırısına uğrayacağını, tez elden kervana yardımda bulunulması gerektiğini bildirdi. Mekke’de bir panik havası esti. Kervanları Müslümanların eline geçmek üzereydi. Belki de Dumdum b. Amr’ırr yolda olduğu süre içerisinde korktukları başlarına gelmiş ve kervanları Müslümanların eline geçmişti. Bu ihtimal bir süre sonra kesin bilgiye dönüştü. Kervanın Müslümanların eline geçtiği, bunun hesabının sorulması gerektiği kulaktan kulağa yayılmaya başladı. Muhtemeldir ki bu, Mekke eşrafından bazılarının ve özellikle de Ebû Cehil’in halkı Müslümanların aleyhine kışkırtıp bir savaşa vesile olmak ve böylelikle Müslümanların kökünü kazımak için düşündüğü bir oyunun gereğiydi. Ebû Cehil’in bu konudaki özel çabasını, Ebü Leheb’in savaşa katılmakta isteksiz davranmasına verdiği tepkiden anlamak mümkün olmaktadır. Ebû Cehil, Mekke ordusuna katılmakta ağır davrandığını gördüğü Ebû Leheb’e ‘Kalk Utbe’nin babası! Vallahi biz senin ve atalarının dinine yapılana kızmaktan başka bir maksatla yola çıkmıyoruz’ demişti.
Müslümanlar son bir yıl içinde birkaç kez Kureyş’in kervanlarına yönelik askerî harekâtlar düzenlemişler, bu girişimleriyle Kureyş’i korkutmayı arzulamışlardı. Kureyş’in gururunu kırmak istiyorlardı. Ancak bu son kervanın durumu çok iarklıydı. Kervan oldukça büyüktü, büyük malî değere sahipti. Üstelik 40 kişilik bir süvari birliği tarafından korunuyordu. Bu durum, mallarım, mülklerini Mekke de bırakmış ve Mekke eşrafına kaptırmış muhacirlerde kervana saldırma ve mallara el koyma arzusu oluşturdu. Hiç değilse hem böylelikle kaybettikleri mallarının bir kısmını elde etmiş ve hem de Kureyş’i cezalandırmış olurlardı. Ensar ise az emekle zengin olmalarını sağlayacak bir girişime destek vermekten geri durmayacaklarını belli ediyorlardı.
Müslümanlar sadece kervanı ele geçirerek mal sahibi olmayı, zararlarını telafi etmeyi değil, aynı zamanda Kureyş’in gururunu kırmayı da istiyorlardı. Kervanı ele geçirmeleri, Kureyş’i tüm Arapların gözünde itibarsız hale getirecekti. Arapların bu işe karışmak istemeyecekleri kesindi. Biliyorlardı ki, herkes bu durumu Kureyş’in bir iç problemi olarak değerlendirecekti. Müslümanlardaki kervana yönelik düşünce ve istekler Resûlüllah tarafından da onaylandı. Resûlüllah, kervanın durumu hakkında bilgi edinmek için Adiyy b. Zagb ve Bisbas b. Amir’i gözcü olarak kervanın geçeceği bölgeye gönderdi.
İki Ordu
Kervanın Müslümanların eline geçtiği haberi, tüm Mekkelilerin harekete geçmesi için fazlasıyla yeterli oldu.Yalan haber çabucak taraftar buldu. Mekke’de bir anda savaş bağırtıları duyulmaya, herkes birbirini savaşa teşvik etmeye başladı. Hemen herkes ‘Muhammed ve adamları bunun Hadremî’nin kervanı [155] gibi olacağım mı sanıyorlar. Hayır! Vallahi, ondan bambaşka olduğunu onlara öğreteceğiz’ diyerek birbirini savaş teşvik ediyordu. Mekke’de adeta genel seferberlik ilan edildi. Geçerli mazereti nedeniyle savaşa katılamayacak olanlar bile ücretini vererek kendi yerine savaşması için adam görevlendiriyordu. Zenginler mal varlıklarının önemli bir kısmını hazırlıklar için harcıyorlar; silahı olmayana silah, zırhı veya binecek hayvanı olmayana zırh veya hayvan temin ediyorlardı. Hazırlıklar birkaç gün içinde tamamlandı. Mekke ordusu yaklaşık bin kişiden oluşuyordu. Askerlerin 100’ü atlı süvariydi, 700’ü ise deveye biniyordu. Yarısından fazlası zırhlıydı. Ayrıca, orduda yer alanlar sadece savaşçılar değildi. Bazı hür veya köle kadınlar da orduya katılmışlardı. Bunlar, söyledikleri şarkılarla, okudukları şiirlerle ve oyunlarıyla savaşçıların cesaretlerini artıracaklardı.
Mekke’de savaş hazırlıkları için yoğun bir faaliyet sürdürülürken, Müslümanlar hazırlıklarını tamamlamışlar ve yola çıkmışlardı (5 Mart 624). Amaçları kervanı ele geçirmekti. Sayılan 300’ü biraz aşkındı.[156] Mücahitler, Mekke ordusunu oluşturan adamların aksine, sadece sayı olarak değil teçhizat yönünden de çok zayıftılar; 70 deve ve 2 atları vardı. 6 veya 9 kişi de zırha sahipti. Mücahitlerin yaklaşık üçte biri Muhacirlerden, diğerleri ise Ensardandı. Medine’den ayrılırken bazı kadınlar da mücahitlere katılmak istemişler, fakat istedikleri izni alamamışlardı. Resûlüllah, yaralıları tedavi etmek amacıyla da olsa kadınların bu harekâta katılmalarını doğru bulmuyordu. Ayrıca harekâta katılmak isteyen bazı çocukları da geri çevirdi. Orduya katılmak isteyen çocukların arasında Ömer’in oğlu Abdullah, Zeyd’in oğlu Usâme, Ebt Vakkas’m oğlu Umeyr vardı. Bu çocuklar başlarını önlerine eğip, üzüntü içerisinde evlerine dönmek zorunda kaldılar. Müslümanların sancaklarını Ali, Mus’ab b. Umeyr ve Sâ’d b. Muaz taşıyordu. Mus’ab’ın taşıdığı sancak beyaz, Ati ve Sâ’d’m taşıdıkları sancaklar ise siyah renkteydi.
Resûlüllah, Medine’den ayrılırken, namaz imamlığı yapması İçin ‘kendisi nedeniyle Rabbinin ikazına maruz kaldığı’ İbn Ümm-ü Mektûm’u, idarî işler için de Ebû Lübabe’yi görevlendirdi. Mekke kervanını karşılamak için en uygun yerin Bedir ovası olduğunu düşünüyordu. Üstelik, kervanın Bedir’e yakın bir bölgede olduğunun haberini de almıştı.
Bedir, Medine’nin 160 km kadar güney batısında, Kızıldeniz sahiline 30 km uzaklıkta, Medine-Mekke yolunun Suriye kervan yoluyla birleştiği yerde bulunan hurma bahçeleriyle ünlü bir yerleşim merkeziydi. O günün şartlarında Medine’den Bedir’e 3 günde gidilirdi. Müslümanlar kervanı kaçırmamak için mümkün olduğunca hızlı hareket ettiler. Ancak sahip oldukları develerin bazıları uzun yolculuğa çıkamayacak kadar zayıf ve güçsüzdü. Bu nedenle bir kısmı Bedir’e varma-an yorgunluktan yığılıp, yerinden kalkamaz hale geldi. Müslümanlar ikişerli, erli olmak üzere develere nöbetleşe biniyorlar, birisi deveye binerken diğerleri yaya yürüyordu. O sırada 55 yaşında olan Resûlüllah her zaman olduğu gibi bu sefer de kendisini ayrı tutmamış, kendisi için özel, istisna şart veya imkân tahsis etmemişti. Bir deveye Ali ve Mersed b. Ebî Mersed ile nöbetleşe biniyordu. Yürüme sırası kendisine geldiğinde, yol arkadaşlarının “Ey Allah’ın Resulü! Ne olur, sen bin biz yürürüz, teklifini kabul etmiyor; “Siz yürümekte benden daha kuvvetli değilsiniz- Sevap ve mükafat konusunda da ben ihtiyaç sahibi olmayan birisi değilim. Ben de sizin gibiyim [157] diyerek binekleri olan deveye nöbetleşe binme konusundaki hassasiyetini dile getiriyordu.
Müslümanlar kervanı ele geçirmek arzusuyla yola çıkmışlardı, ancak askerî bir birlik veya ordu olmaktan son derece uzak bir görünüme sahiptiler. Ordudan çok, düzensiz ilerleyen bir kitle görünümü sergiliyorlardı. Bu nedenle sayıca küçük ve askerî teçhizat açısından olduğu kadar, giyecek ve yiyecek açısından da son derece yoksul ordusunu seyreden Resûlüllah, kendisini şu şekilde dua etmekten alıkoyamadı: ‘Allahım! Bunlar yaya ve yalın ayaklar; sen onları donat. Allahıml Onlar açık ve çıplaklar; sen onları giydir. Allahım! Onlar açlar; sen onları doyur. Allahım! Onlar yoksullar; sen onları fazl-ı kereminle zenginleştir. [158] Üstelik, ramazan olduğu için oruç tutuyorlardı. Resûlüllah, Medine’den çıkıldıktan bir süre sonra herkesten orucunu açmasını istedi. Bazıları oruçlu kalmak konusunda ısrar edip ve oruçlarını açmadılar. Onlar, Resulüllah’m orucu açma isteğini bir tavsiye olarak düşünmüşlerdi. Resûlüllah bunlardan haberdar olunca herkesin orucunu açmasını tekrar istedi. Sözünü dinlemeyenlere sitem ederek ‘Ey söz dinlemeyen topluluk! Oruçlarınızı açın. Ben orucumu açtım, sizlerde açın [159] dedi. Bunun üzerine herkes orucunu açtı; oruçlu kimse kalmadı.
Resûlüllah birkaç kişiyi keşif birliği olarak önden göndermişti. Keşif birliğinin getirdiği her türlü haberi titiz bir şekilde değerlendiriyordu. Arada bir yeni keşif birlikleri göndermeye de devam ediyordu. Ayrıca Medine’de durumların nasıl olduğunu, münafıkların ve Yahudilerin bir kötülüğe kalkışıp kalkışmadıklarını öğrenmek için bazı Müslümanları da Medine’ye gönderdi. Çünkü, Medine’nin güvenliğini de düşüncesinden uzak tutamıyor, bu konuda da belirgin bir tedirginlik yaşıyordu.
Bedir
îslâm ordusu Bedir’e yakın bir yere gelince mola verdi; ovaya girilmedi. Resûlüllah iki kişiyi Bedir’e göndererek kervanla ilgili bilgi toplamalarını istedi. Bedir ovası, su kaynakları nedeniyle bedevilerin uğrak yerlerinden birisiydi. Üstelik o sırada bedevilerden bazıları Mekke kervanına mal satmak veya kervan için görecekleri hizmet karşılığında bir şeyler kazanmak için Bedir’de bekliyorlardı. Bu insanlardan çölde olup-bitenler konusunda, özellikle de Mekke kervanı konusunda almak mümkün olabilirdi. Resulüllah’ın görevlendirdiği iki süvari Bedir’e gidip sanki ovadan geçen iki yolcu gibi kuşkulandırmadan bedevilerle konuştular. Öğrendiklerine göre kervan yakınlardaydı ve Bedir’den geçecekti. Hemen geri dönüp, haberi Resulüllah’a bildirdiler.
Kervan Bedir’e yaklaşınca Ebû Süfyan’ın endişesi iyice arttı. Kervana yönelik bir saldırı için en uygun yerin Bedir ovası olduğunu biliyordu. Ovaya girmeden kervanı durdurdu ve yanma aldığı birkaç adamla birlikte durumu bizzat yerinde değerlendirmek için Bedir’e hareket etti. Su kuyularının yanma geldiğinde birkaç bedeviyle karşılaştı. Bunlardan birisi Mekke kervanına mal satmak için bekleyen Cüheynîlerin reisi Mecdî b. Amr idi. Mecdî, Ebû Süfyan’ın yakından tanıdığı birisiydi; dost sayılırlardı. Merhabalaşıp, birbirlerinin hâl ve hatırlarını sordular. Ebû Süfyan sözü uzatmadan konuya girdi. Birkaç gün içinde bölgede yabancılar görüp görmediğini sordu. Mecdî yabancı herhangi bir kimseyi görmediğini söyledi. Ebû Süfyan’ın sorusunu adamlarına yönelterek onların konuyla ilgili herhangi bir bilgileri olup olmadığını öğrenmek istedi. Adamlardan birisi, kısa süre önce iki yabancı süvarinin bölgeden geçtiğini ve kervanla ilgili bir şeyler sorduklarını söyledi. Ebû Süfyan o iki kişinin hangi yöne gittiklerini sordu. Gösterilen yön Medine tarafıydı. Ebû Süfyan hemen kalkıp gösterilen tarafa yöneldi, iz sürerek bir süre gitti ve çok geçmeden süvarilerin bineklerine ait olduğunu düşündüğü deve pisliklerini gördü. Ebû Süfyan aradığını bulmuştu; dikkatli bir şekilde deve pisliklerini inceledi. Hayvanların Medine hurması yedikleri anlaşılıyordu. Ebû Süfyan artık emindi; Müslümanlar yakındaydı ve kervana Bedir’de saldıracaklardı. Hemen hızlı bir şekilde geri dönüp kervanın bulunduğu yere gitti. Bedir ovasına girmekten vazgeçti. Vakit kaybetmeden kervanı harekete geçirdi. Sahile uzanan bir yolu takip ederek bölgeden uzaklaştı. Amacı Bedir ovasının çevresini dolaşarak Mekke’ye ulaşmaktı.
İman Ve Tercih
Müslümanlar Bedir’e yakın bir yerde konaklamış, kervanla ilgili bilgiler toplamaya çalışıyorlardı. Ancak o sırada hiç beklemedikleri bir haber aldılar. Mekke ordusunun kendilerine doğru geldiğini öğrendiler. Bu savaş demekti. Kendileri bir orduyla savaşmak için değil, bir kervanı basıp, mallara el koymak için yola çıkmışlardı. Kervan basmak kolaydı, ama orduyla savaşmak zordu. Ne yapacaklardı? Herkes bir şey söylüyor, farklı görüşler dile getiriliyordu. Bazıları kervanı takip edip, mallara el koyarak Medine’ye dönmenin iyi olacağını söylerken, diğer bazıları kervanı da bırakıp, durumu riske etmeden Medine’ye dönmenin daha doğru olacağını söylüyordu. Ancak kararı verecek olan Resulüllah’tı. Birkaç kişi Resulülah’ın yanına giderek durum hakkındaki görüşünü öğrenmek istediler. Anladıkları kadarıyla Resulûllah kervanı ele geçirmek yerine, doğrudan Mekke ordusuna yönelip savaşmayı tercih ediyordu. Bu hiç birisinin düşünmediği ve istemediği bir şeydi. Korktular. Ne yapacaklarını ve diyeceklerini bilemez bir hâlde kalakaldılar. Müslümanların o anki durumuna tanıklık eden bir ayet şöyledir: ‘Hatırlayın ki, Allah, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanı (kervanın) tercih ediyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve Kureyş ordusunu yok ederek kâfirlerin ardını kesmek istiyordu. (Bunlar,) günahkârlar istemese de hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı ortadan kaldırmak içindi.[160] Ayetten anlaşıldığı üzere, Müslümanlara kervanı ele geçirme veya Mekke ordusunu yenilgiye uğratma müjdesi verilmişti. Bu rahatlatıcı bir müjdeydi. Birisini seçmeliydiler. Fakat yine aynı ayetten anlaşıldığı üzere, Allah’ın muradı Müslümanların Mekke ordusuyla savaşmaları ve müşrikleri büyük bir yenilgiye uğratmalarıydı. Ne var ki Müslümanların büyük çoğunluğu daha az zahmet gerektiren, ama buna karşılık herkesi zengin edecek kervanı ele geçirme arzusu içerisindeydi. Elbette ki, Resûlüllah’ın niyeti de, ayetin dolaylı şekilde ifade ettiği üzere, kervana saldırmaktan daha başka idi.
O, Mekke ordusuyla savaşıp, şirki bozguna uğratmak istiyordu. Üstelik bir süre önce vahyolunan bir ayet, Müslümanların müşrikleri yenilgiye uğratılacakları müjdesini de vermişti: ‘O topluluk yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklar.[161] Bu ayet müşriklere karşı savaşma düşüncesine sahip olanların görüşlerini kuvvetlendirdi. Gerçi ayette kime karşı galibiyet elde edileceği açıkça ifade edilmiyordu; genel bir müjde vardı. Fakat bunun, üzerlerine gelen Mekke ordusu olmaması için hiçbir sebep yoktu. Hz. Ömer’in anlattıkları, o sıralar bu ayetle ilgili düşüncelerin neler olduğunu bildirmesi açısından önemlidir: ‘Bu ayet vahyolundugu zaman kendi kendime ‘Acaba hangi topluluk bozguna uğrayacak?’ demiştim. Bedir günü gelip de Resûlüllah’ın zırhını giyinmiş bir halde bu ayeti okuduğunu görünce anladım ki yüce Allah meğer Kureyş müşriklerini bozguna uğratacakmış.[162]
Resûlüllah’ın niyetinin Mekke ordusuyla savaşmak olduğu Müslümanlar tarafından anlaşılınca, bir ktsmı korkarak savaşmak istemediklerini ifade etmeye başladılar. Bazıları Mekke ordusuyla savaşa girişmeyi ölüme gitmek gibi düşünüyordu. Bir başka grup ise hem Resulûllah istediği ve hem de Mekke müşriklerine kinle dolu oldukları için Mekke ordusuyla savaşmayı arzuluyordu. Resulûllah, Müslümanların ileri gelenlerini yanma topladı. Konu hakkında karar vermek ve fikir birliği oluşturmak istiyordu. Muhacirler kendisini kurnazlardı, ama Ensar konusunda emin değildi. Çünkü İkinci Akabe Biatı’nda verilen savaşma sözü tamamıyla savunmaya yönelik bir sözdü. Ensar, bu savaşı savunma savaşı olarak değerlendirmeyip savaşmak istemeyebilirdi. Ancak ne var ki, Mekke ordusu yola çıkmış, üzerlerine doğru geliyordu. Kervana yönelik bir saldırıları olmasa bile, Mekke ordusunun savaşsız geri dönmeyeceği kesindi. Resulûllah Müslümanların sözcülerini yanında toplayınca düşüncesini açıkça ifade etti: ‘Ey Müslüman topluluğu. Kureyş Mekke’den çıktı, üzerimize doğru büyük bir öfke ve azgınlıkla geliyor. Ne dersiniz?. Sizce kervan mı daha uygundur, yoksa Kureyş ordusu mu?’ Bazıları hemen bir çırpıda düşüncelerini ifade ettiler: ‘Bizce kervan daha uygundur, kervanın üzerine gidelim ve onu kolayca ele geçirelim’. Bunlar Resûlüllah’ın ne dediğini anlamayan, ganimet elde etmek arzusuyla hareket eden bazı kimselerdi. Halbuki Resulûllah, Mekke ordusunun kendilerine doğru geldiğini istense de istenmese de savaş çıkacağını söylüyordu. Üstelik Ebû Süfyan’ın, kervanın yolunu değiştirip Bedir ovasından uzaklaştığının haberi de alınmıştı. Artık kervana ulaşmak çok zordu.
Resulûllah kervan konusunda ısrarcı olan Müslümanlara tekrar sordu: ‘Kervan sahile doğru çekip gitti. Fakat Ebü Cehil üzerinize geliyor. Ne diyorsunuz?’ İstek yine aynıydı: ‘Kervanı isteriz. Sen orduyu boş ver, bize kervan lazım.’ Resulûllah, geçerliliği olmayan düşüncede ısrar edilmesi üzerine üzüldü ve hiçbir şey demeden ayağa kalktı. O zaman Resûlüllah’ın niyetinin ne olduğunu anlayan Müslümanlar hatalarını fark ettiler. Hz. Ebû Bekir ayağa kalkarak Mekke ordusuyla savaşmanın daha uygun bir görüş olduğunu savunan bir konuşma yaptı. Ebû Bekir’i takiben Ömer kalktı ve aynı çerçevede bir konuşma yaptı. Daha sonra Mekke Müslümanlarmdan Mıkdad b. Amr kalkarak tarihe mal olmuş bir konuşma yaptı. Konuşması şöyleydi:
Ey Allah’ın Resulü! Allah sana ne emrettiyse onu yap. Biz seninle beraberiz ve hep böyle olacağız. Biz İsrail oğullarının Hz. Musa’ya dedikleri gibi Git Rabbin ve sen savaş; biz burada oturup bekleyeceğiz demeyiz. Biz deriz ki; Git Rabbin ve sen onlarla savaş; fakat bizde sizinle birlikte onlarla savaşacağız Seni hak olan bir kitapla gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen bizi Birkü’l Gımad’a [163] kadar yürütecek olsan, seninle birlikte oraya kadar yürür, senin sağında, solunda, önünde, arkanda çarpışırız. [164]
Muhacirlerin bu tutumu Resûlüllah’ı sevindirdi. Ensarm temsilcilerine dönerek düşüncelerinin ne olduğunu sordu. Ensarı temsilen Sâ’d b. Muaz ayağa kalkarak kararlarını ifade etti:
Ey Allah’ın Resulü! Biz sana iman edip, seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin hak ve gerçek olduğuna şahitlik yaptık. Sana itaat etmek ve sözünü tutmak konusunda söz verdik. Ey Allah’ın Resulü! Ne istiyorsan onu yap, biz seninle beraberiz. Seni hak din ve kitapla gönderen Allah’a yemin olsun ki, sen şu denize dalacak olsan, bir an tereddüt etmeden biz de seninle birlikte dalarız. Bizden bir kişi bile geride kalmaz. Yarın bizimle birlikte düşmana karşı gitmenden rahatsız değiliz. Savaşta direnmek, zorluklan göğüslemek, düşmanla karşılaştığımızda emirlerine uymak; hepsi bizim içindir, biz bunları yapacak bir topluluğuz. Umuyoruz ki Allah sana bizden gözünü aydın edecek kahramanlıklar gösterecektir. Allah’ın bereketi ile yürüt bizi. Sonuna kadar seninle beraber olacağız.[165]
Sâ’d b. Muaz’ın sözleri Resûlüllah’ı sevindirdi ve ilâhî müjdeyi verdi: ‘Haydi öyleyse, yürüyün! Size müjdelerim ki Allah iki topluluktan birisini vaat etti. Vallahi Kureyş’in bozguna uğradığını görür gibiyim. Sanki Mekke’nin askerlerinin vurulup düşecekleri yerleri görür gibiyim. [166]
Tarafların Savaş Hazırlıkları
Resûlüllah şunu kesin olarak biliyordu ki, bu savaş herhangi bir savaş değil, bir iman-küfür savaşı olacaktı. Bir tarafı İslâm’ın ordusu, diğer tarafı ise küfrün ordusu oluşturuyordu. İslâm’ın ordusuna İslâm dışı hiçbir unsurun karışmasını istemiyordu. Bu nedenle. Müşrik olduğu hâlde Müslümanların safında savaşa katılmak isteyen Hubeyb b. Yesafın isteğini geri çevirdi. O, iyi bir savaşçı olduğunu ve savaşa katılmasının Müslümanlara fayda sağlayacağını, savaşmasının karşılığında sadece ganimetten pay istediğini bildirmesine rağmen, Resûlüllah ‘Hayır olmaz. Eğer savaşacaksan önce Müslüman olmalısın [167] dedi. O da Müslüman oldu ve orduya ancak o şekilde katılabildi.
Müslümanlar, Mekke ordusunun Bedir’e doğru hareket ettiğini biliyorlar, fakat ordunun kaç kişiden oluştuğunu bilmiyorlardı. Resûlüllah, gözcülerden Mekke ordusuna yaklaşmalarını ve bilgi elde ederek getirmelerini istedi. Ancak buna gerek kalmadan ilk bilgiler elde edildi. Yolda bir Mekkeli yakalandı. Mekke ordusu hakkında ilk bilgiler bu kişiden alındı. Alman bilgilere göre Mekke ordusu 950 ile 1000 civarında savaşçıdan oluşuyordu. Çünkü, ordunun yiyecek ihtiyacını karşılamak için günde dokuz veya on deve kesiliyordu. Normal şartlarda yüz kişi için bir deve kesilirdi. Bu, Müslümanlar için kötü bir haberdi; kendilerinin üç katı bir orduyla karşılaşacaklardı. Ancak sayı farklılığına rağmen, başta Resûlüllah olmak üzere, Müslümanların özellikle seçkinleri durumundaki kişiler herhangi bir tereddüt ve korkuya kapılmadılar. Müşriklerle savaşümaya ve böylelikle şirk ordusunun bozguna uğratılmasına karar verilmişti; bu karar uygulanacaktı. Resûlüllah Mekke ordusunda kimlerin bulunduğunu, orduyu kimlerin sevk ve idare ettiğini öğrenmek istedi. Mekkeli şahıs Mekke eşrafının hemen hepsinin ismini sayınca, Resûlüllah Müslümanlara dönerek; İşte, Mekke ciğerparelerini sizlere sundu [168] dedi. Bunu derken yüzünde memnuniyetini yansıtan bir tebessüm vardı.
Mekke’nin müşrik ordusu için Bedir’e varmak 8-10 günlük bir yolculuk demekti. Bedir Müslümanlar için ise üç günlük yolculuk demekti. Mekke ordusu yola çıkmadan önce veya aynı günlerde Müslümanlar Medine’den hareket ettiler, islâm ordusu Bedir’e Mekke ordusundan 4-6 gün önce geldi. Mekke ordusuna beklenmeye başlandı. Kuvvetle muhtemeldir ki bu günler içerisinde Resûlüllah yakın yerleşim merkezlerindeki insanlarla görüştü, onlara İslâm’ı anlattı ve Müslüman olmalarını istedi. Bu süre içerisinde Müslüman olanlardan bahseden herhangi bir tarihi kaydın bulunmaması, Resûlüllah’ın davetinin kabul edilmediğine delil olabilir. Özellikle de bir varoluş savaşının arifesinde, savaşı kaybetme ihtimali son derece yüksek görünen bir topluluğun mensubu olmak, hiç kimseye cazip gelmemiş olmalıdır. Fakat böylece insanlarından İslâm’ı kabul eden olmadıysa da, en azından Müslümanları yakından tanımış olmaları nedeniyle daha sonraları İslâm’ı kabulde zorlanmadıkları da kesindir. Ayrıca bu birkaç günlük süre içerisinde dostluk anlaşmalarının yapılmış olması da kuvvetle muhtemeldir. Bölge kabilelerinden Demre, Müdlic, Zûr’a, Rab’a kabileleri ile çok erken tarihlerde başlayan dostane ilişkilerin temelleri muhtemeldir ki Bedir’de Mekke ordusunun beklendiği günlerde atılmıştı.
Müşrik liderler, Bedir’e olan yolculukları sırasında aldıkları bir haberle sevindiler. Kervan saldırıya uğramamış, üstelik Ebû Süfyan kervanı tehlikeli bölgeden uzaklaştırmayı başarmıştı. Bazıları savaşa gerek kalmadığını, kervanın kurtulduğunu, Mekke’ye dönmek gerektiğini dile getirdiyse de, bu düşüncede olanların sesleri çok zayıf kaldı. Başta Ebû Cehil olmak üzere neredeyse Mekke’nin tüm eşrafı, yıllardır karşı karşıya oldukları problemi kökten çözmenin zamanının geldiğini, bu sefer işin bitirilmesi gerektiğini ifade edip, geri dönmeye yanaşmadılar. Müslümanların Bedir’de beklediği haberi ise kararlarının doğruluğuna bir gerekçeydi. Bu meydan okuma karşısında sessiz kalamazlardı. Yoksa bütün itibarları yerle bir olur, Araplar arasında alay konusu haline gelirlerdi.
İslâm ordusu Bedir ovasına girdi. Resûlüllah, ordusunu Bedir bahçelerinin yakınında bir bölgeye yerleştirdi. Fakat, savaş taktiklerini iyi bilen Hubab b. Münzir ordunun yerleştiği yeri beğenmedi. Resûlüllah’a, ordunun yerleşme yerinin ve düzeninin Allah’ın emrine göre olup olmadığmı sordu, Resûlüllah, bu konuda ilâhî bir emir olmadığını, kendi istek ve düşüncesine göre ordunun yerleşim yerine ve düzenine karar verdiğini bildirdi. Hubab b. Munzir, ordunun durduğu yerin doğru tercih olmadığını söyleyerek; ‘Ey Allah’ın Resulü! Bizler savaşçı insanlarız ve nasıl savaşılacağını iyi biliriz. Burada uygun olan şey bütün kuyuları kapatıp sadece bir tanesini açık bırakmaktır. Bizler açık olandan ihtiyacımızı görürüz, Mekke ordusu ise susuz kalır. Bu nedenle buraya yerleşmek uygun değildi. Ey Allah’ın Resulü! Orduyu buradan kaldır ve kulunun başına yerleşelim. Biz çarpışırken susadıkça su-yumuzu içeriz, müşrikler ise susuzluktan kırılırlar’ dedi. Resûlüllah onun bu görüşünü beğendi ve orduyu su kaynaklarının yakınma yerleştirdi. Ayrıca kazdırdığı kanallarla suyun Mekke ordusunun muhtemel yerleşme bölgesine gidişini önledi. Suyun tamamı Müslümanların bulunduğu alanda kalıyordu.
Ordu gerektiği gibi yerleştirildikten sonra, Sâ’d b. Muaz, Resûlüllah’a ordugâh olarak kullanacağı bir gölgeliğin yapılmasını teklif etti. Sâ’d’ın teklifi uygun bulununca ovaya hakim bir bölgeye, ordunun hemen arkasındaki yükseltinin üzerine bir gölgelik yapıldı. Ayrıca, Sâ’d b. Muaz, Ebû Bekir ve Ali dönüşümlü olarak kendi istekleriyle gölgeliğin yanında nöbet tutup, Resûlüllah’ın korunması görevini üstlendiler.
Kuşku Ve Güven
Mekke’nin müşrik ordusu, islâm ordusuna göre son derece güçlü, oldukça iyi teçhizatlı bir orduydu. Ancak önemli bir problemleri vardı. Birçok kimse sırf gözdağı vermek için Müslümanlarla savaşmanın doğru olmadığını düşünüyordu. Bunlar, Müslümanların inançları uğruna her şeylerini feda edebileceklerini düşününce görüşlerinde ne kadar haklı olduklarını anlamakta zorlanmıyorlardı. Müslümanlarla savaşarak başlarına bela alacaklarına inanıyorlardı. Ayrıca birçok kimse utandıkları, zorlandıkları, tehdit edildikleri için istemedikleri hâlde orduya katılmışlardı. Abbas b. Abdulmuttalib bunlardan birisiydi. O, eşrafın zorlamasıyla orduya katılmak ve üstelik ordunun birçok ihtiyacını karşılamak zorunda kalmıştı. Eğer eşrafın isteğini yerine getirmezse bir tefeci olarak piyasadaki alacaklarını tahsil etmekte zorlanacağını biliyordu. Bütün bunlara ilâveten, Müslümanlarla savaşmayı arzuluyor olmalarına rağmen, yaptıkları işin doğruluğu konusunda ciddi tereddütleri olanlar vardı. Üstelik bunların sayısı az da değildi. Bunlar, Resûlüllah’tan yıllar önce duydukları ‘Bir gün Müslümanların galip geleceği ve Müslüman olmayanların, özellikle de Mekke’nin müşrik eşrafının öldürüleceği’ sözlerini hatırlıyorlar ve hiçbir zaman yalan söylememiş bir kişiye ait bu sözler karşısında korkmaktan kendilerini alıkoyamıyorlar di. Hatta Umeyye b. Halef korktuğu için orduya katılmak istememiş, istemeden katıldığı ordu ile Mekke’den yola çıktığında karısı ‘Muhammed yalan söylemez! diyerek korkusunu paylaştığını belli etmişti. Utbe ve Şeybe b. Rebia kardeşler de sıkıntı içerisindeydiler. İkisi de orduya isteyerek katılmışlardı. Ancak köleleri Addas’m zihinlerini karıştırıcı ifadeleri karşısında oldukça tedirgin ve tereddütlü bir hale gelmişlerdi.
Taif dönüşü sırasında Resûlüllah’la görüşen ve Resûlüllah’ı tasdik eden Addas, iki efendisine Muhammed’in bir peygamber olduğunu ve peygamberle savaşanların muhakkak kaybedeceklerini, bu nedenle orduya katılmaktan vazgeçmelerinin doğru bir davranış olacağını söyleyip durmuştu. Onlar bir kölenin sözlerine uyacak kişiler değillerdi, ama bir kez düşünceleri altüst olmuş, zihinlerine ‘acaba?’ sorusu gelip saplanmıştı. Bir de tüm bunların yanı sıra, akrabalık bağlan nedeniyle Müslümanlarla savaşmanın Mekkelilere bir yarar sağlamayacağını, hatta Mekkeliler arasında kin ve düşmanlıkların doğmasına yol açacağını düşünüp, bu nedenle savaşmaktan vazgeçilmesini isteyenler vardı. Mekke’nin en saygın liderlerinden Utbe b. Rabia bu görüşteydi. O, imanlı gına, dizginlenmez kinine rağmen bu savaşın kazansalar bile aleyhlerine sonuçlanacağını düşünüyordu. Bu nedenle de arkadaşlarına şöyle diyordu: Ey Kureyş toplulugu! Vallahi, siz Muhammed ve adamları ile savaşıp da yenseniz hile bir şey elde edemeyeceksiniz. Birbirinize baktığınız zaman, birbirinizin şahsında amcanızın, yeğeninizin veya yakınlarından birisinin katilini göreceksiniz. Bu ise aranızda kin tohumları ekecek; birbirinize düşman olacaksınız. Gelin bu işten vazgeçin. Muhammed ile Arapların arasından çekilin; Muhammed ile Arapları baş başa bırakın. Eğer Araplar Muhammed’in hakkından gelirlerse bu sizin için amacınıza ulaşmaktan başka bir şey olmaz. Yok eğer Araplar Muhammed’i desteklerlerse, O’na dokunmadığınızdan size karşı yumuşak davranacak, iyiliklerde bulunacaklardır.[169]
Fakat ordunun sevk ve idaresinden sorumlu olan, daha doğrusu mevcut bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla Mekke ordusunun Bedir’de gerçekleşecek savaşa girmesinde inisiyatifi elinde bulunduran Ebû Cehil, “Utbe’nin ve diğer bazılarının bu tür görüşlerine oldukça sert tepkiler veriyor, her ne olursa olsun bu savaşın gerçekleşmesi gerektiğini savunuyordu. Ebû Cehil, Utbe’nin Muhammed ve adamlarını görünce korkudan ciğerleri şişti. Hayırf Allah, Muhammed’le bizim aramızdaki hükmünü verinceye kadar bu işten geri durmayacağız [170] diyerek kesin kararını açıklayarak tartışmalara son verdi.
Mekke ordusu Bedir’de kendilerini bekleyen Müslümanlarla savaşmak için ilerliyordu. Ancak, İslâm ordusu hakkında bilgiye sahip değillerdi. Müşrik liderler bilgi elde etmeye çalıştılar. Birkaç kişiyi, İslâm ordusunu gözlemekle görevlendirdiler. Gözcülerin getirdiği haberlerle düşmanları hakkında bilmeleri gerekenleri elde etmiş oldular. Gözcülerden birisi şöyle diyordu: ‘Vallahi, ne teçhizat, ne zırhlar, ne de atlar gordüm. Bu sevindirici bir haberdi. Anlaşılan o ki, sayı olarak az ve teçhizat olarak son derece zayıf bir grupla karşı karşıya geleceklerdi. Ancak ne var ki aynı gözcü şunu da söylemişti: “Vallahi, öyle bir topluluk gördüm ki, onlar, ailelerine dönüp gitmek istemiyorlar. Ölmeye karar vermişler. Ölümden hiç korkmuyorlar, önlerin kılıçlarından başka ne bir koruyucuları var, ne de herhangi bir sığınakları. Buna rağmen zırhlar altında kavga ve belâ tüten gök gözlerlerden başka bir şey görmedim. [171] İşte bu kötü bir haberdi. Ölüme razı bir kitleyle karşı karşıya gelmeleri nedeniyle tedirginlik duyanlar oldu. Bazıları savaşmamanın daha doğru karar olacağını daha güçlü ifade etmeye başladılar. Eakat Ebû Cehil inadından vazgeçmiyordu. Son kararını söyledi: ‘Bedir’e varmadıkça dönmeyiz. Orada üç gün kalırız; develer keser yemekler yer, şaraplar içeriz. Cariyelere şarkılar söyletir, eğleniriz. Başımıza toplanan Araplar ise bizi dinler, seyrederler. Bundan sonra kararlılığı ve gücümüz karşısında bizden hep çekinir, bize karşı içlerinde bir korku taşırlar. [172]
İslâm ordusu Bedir ovasına yerleştikten ve savaş için gerekli hazırlıkları ta-nıamladıktan bir müddet sonra ovanın girişinde şirk ordusu gözüktü. Şirk ordusu ilerleyip Müslümanların karşısında bir yere geldi ve durdu. Resûlüllah, şirkin ordusunu görünce sesli olarak dua edip Müslümanları cesaretlendirecek sözler söyledi. Duasının bir bölümü şöyleydi: ‘Allahım! îşte bunlar Kureyş müşrikleri. Olanca kibir ve gururlanyla; olanca büyüklerime ve övünmeleriyle geldiler. Başkasına değil, Sana meydan okuyor, resulünü yalanlıyorlar. Allahım! Bana yapmış olduğun vaadini gerçekleştir ve bunları burada helak et. Âllahım! Sen bana kitap verdin. Müşriklerle savaşmayı emrettin. îki taifeden birini nasip edeceğini vaadettin. Sen verdiğin sözden dönmezsin. [173]
Savaş kaçınılmaz görünüyordu. Ancak buna rağmen, daha sonra Müslümanların bir geleneğine dönüşeceği üzere, Resulüllah problemi savaşsız çözmek için müşrik tarafa elçi gönderdi. Elçi Hz. Ömer’di. Ömer, Resulüllah adına Mekke eşrafına ‘Bu savaştan vazgeçin. Geri dönüp gidin’ teklifinde bulundu. Hakîm b. Hizam bu teklifi saygıyla karşıladı; arkadaşlarına Muhammed bize karşı insaflı davranıyor. İstediğini kabul edelim. Eğer kabul etmezsek bize karşı insafını terk edecektir’ dedi. Fakat onun bu görüşü kabul görmedi. Ebû Cehil, öfke içerisinde, ‘Allah bize ondan intikam alma imkânı verdikten sonra, bu işten vazgeçmek doğru olmaz. Hayır! Kesinlikle geri dönmeyeceğiz. Onlara hadlerini bildireceğiz. Hadlerini bildireceğiz ki, bundan sonra ne bize karşı bir harekete girişsinler, ne de kervanlarımızın önünü kessin/er [174] dedi. Ömer elçiliğinin gereğini yerine getirmiş olarak geri dönüp, durumu Resulüllah’a bildirdi.
Resulüllah savaştan önceki gün, savaş alanını gezdi. Savaş teknik ve taktiklerini iyi bilen Müslümanlarla savaşın seyri hakkında konuştu. Bir taktik geliştirmeye çalıştılar. Nerede durulacağına, nereden saldırılacağına karar verdiler. Resulüllah, eğer savaş planladıkları gibi gerçekleşirse, Allah’ın yardımıyla Mekke ordusunu yeneceklerini söyledi. Hatta Mekke eşrafının vurulup düşecekleri yerleri gösterdi. Bu moralleri yükselten bir müjdeydi