Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri Türbesi
Hüdâyî dergâhına edeple gelen lütufla gider
İstanbul’un dört bir yanına dağılmış manevi çekim merkezleri vardır. Evliyalar şehri de denilen bu aziz kentin, sürekli nur üreten, ışık yayan, gönüllere hayat veren, ruhanilerin uğrak yeri haline gelmiş, gözyaşı dökerek dua dua yalvarılan mekanları vardır. Dua etmek için elbette buralara gitmek gerekmez; ama Medine’ye, Kâbe’ye neden gidiyorsak, nasıl o mübarek beldelerde Allah’a daha yakın olduğumuzu hissediyorsak, Allah dostlarının, Peygamber vârislerinin huzurunda da aynı yakınlığı ararız. "Allah’ım O’nun döktüğü gözyaşları ve duaların yanına benimkileri de kat." deyip ruhuna Fatiha bağışlamak için gideriz. Bu anlamda, Beykoz’da Hazret-i Yuşa, Eyüp’te Eyyüb Sultan, Kocamustafapaşa’da Sümbül Efendi, Topkapı’da Merkez Efendi, Beşiktaş’ta Yahya Efendi gibi Üsküdar denince de akla ilk Azîz Mahmud Hüdâyî dergahı gelir.
Hüdâyî dergahına ulaşmak için Üsküdar meydanından içeriye doğru biraz yürümek gerekir. Hakimiyet-i Milliye Caddesi üzerinde Yeni Valide Camii’ni geçtikten sonra biraz ilerde sağa doğru yokuş çıkan Tepsi Fırın Sokağı vardır. Merdivenli kaldırımdan yavaş yavaş çıkınca sağda üzeri tuğralı, açık yeşil-beyaz boyalı kapı görülür. Kapıdan girip birkaç basamağı çıkarken huzuru gönlünüzde hissetmeye başlarsınız.
"Edeple gelen lütufla gider" sözüyle karşılar sizi Hüdâyî Hazretleri. Nasibi olan buradan aldığı edep dersini hayatının ilk rüknü yapar, aynı kapıdan çıktıktan sonra. Dergahın avlusunda bulunan kabir ehline Fatihalar gönderirken Hüdâyî Hazretleri’nin, Üsküdar’a hakim bu noktadan boğazı, Sarayburnu’nu, Haliç’i, Galata’yı hâlâ seyretmekte olduğu fark edilir. Türbeye girişte ikinci bir edep uyarısı gelir ziyaretçiye:
"Bu meşhed, mecma-ı ervah-ı ecsad-ı Hüdâyî’dir;
Edeple gir azizim, türbe-i pak-i Hüdâyî’dir!"
"Bir ziyaret makamı olan bu meşhed; aşk şehidinin medfun bulunduğu kıymetli bir mekan olarak, Allah’ın ahseni takvim üzere yarattığı beden ile ruhların bir araya toplandığı yerdir. Çünkü burası Hüdâyî Hazretleri’nin temiz ve mübarek türbesidir. O halde ey ziyarete gelen muhterem kişi, içeriye edeple gir!"
Celvetiye tarikatının kurucusu olan Aziz Mahmûd Hüdâyî, ilköğrenimini babası Fazlullah Mahmud bin Mahmûd’un yanında gördükten sonra Nâzırzâde’nin derslerine devam eder. Nâzırzâde’nin Edirne’de Sultan Selim Medresesi’ne tayiniyle Edirne’ye ve bir süre sonra, yine hocası ile Şam’a ve Mısır’a gider. 1573’te Bursa’daki Ferhadiye Medresesi’ne Müderris ve Camii Atîk Mahkemesi’ne de kadı olarak tayin edilir. Birkaç yıl sonra Şeyh Üftâde’nin tarikatına girer. Burada nefsini terbiye etmek için kadı kıyafetiyle yaz sıcağında sokak sokak dolaşıp ciğer satması meşhur bir olaydır. Üftâde’nin yanında geçirdiği riyazet devresinden sonra halifelikle Üsküdar’a gönderilir. Azîz Mahmûd Hüdâyî, zamanında çok tanınmış ve büyük saygı görmüş bir kimsedir. Devrin padişahı 1. Ahmed ve Valide Sultan onun tarikatına girmişlerdir. 1628’de vefat edince dergahının içinde bulunan bu türbeye defnedilmiştir.
Hüdâyî Hazretleri’nin Sultan 1.Ahmed Han’ın talebi üzerine yaptığı şu duâsı ne kadar mânâlı ve güzeldir:
"Yâ Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kerre türbemize gelip rûhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir... Bize mensub olanlar, denizde boğulmasınlar; âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler; îmânlarını kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de ölümleri denizde boğularak olmasın!..”
Aziz Mahmut Hüdâyî Hazretleri, makamı mertebeyi, şanı şöhreti kısacası dünya nimetlerini hiçe sayarak Rabb’ine yönelmenin adres isimlerinden birisidir. Kısacık dünya hayatında,
"Bana Seni gerek Seni…" diyen Yunus gönüllüler kafilesinin altın halkalarındandır. Hayatı boyunca insanlara hizmet etmeyi talebelerinin gönüllerini iman hakikatleriyle aydınlatmayı kendisine birinci vazife edinen bu kutlu yürek, arkasında padişahları yürütürken de kır çiçeklerinin üzerinde salınırken de yöneldiği hedefe doğru seyretmekten bir an için vazgeçmemiştir. Allah’ın bu dünya hayatında kendisine imtihan vesilesi olarak verdiği her şeyi elinin tersiyle iten Bursa Kadısı Sivrihisarlı Mahmut Efendi’nin hayatı, nefis gemilerini yakmanın zamanını ve zeminini iyi belirleme uğraşında olanlar için ibretli sahnelerle doludur.
Onun Hüdâyî ismini alışı da manidar bir olaydan dolayıdır: Üftade Hazretleri, bir kır gezisinden dönüşte, şeyhine diğer müritler gibi demet demet çiçek getirmek yerine sapı kırık solgun bir çiçek getirdiğini sorar. Kadı Mahmûd’un cevabı şu olur: "Efendim! Size ne takdim etsem, azdır!.. Ancak
hangi çiçeğe koparmak için elimi uzattıysam onu "Allâh Allâh" diyerek Rabbi’ni tesbîh eder bir halde buldum. Gönlüm onların bu zikirlerine mânî olmaya râzı olmadı. Çaresiz ben de elimdeki şu tesbîhine devam edemeyen çiçeği getirmek zorunda kaldım!"
Bu güzel ve mânâ dolu cevaba son derece memnûn olan Üftâde Hazretleri’nin dilinden o anda: "Hüdâyî, Hüdâyî. Evlâdım! Bundan sonra ismin Hüdâyî olsun! Ey Hüdâyî! Bu kır gezisinden yalnız sen nasîblenmişsin..." ifâdeleri dökülür. Böylece Kadı Mahmûd, Hüdâyî oldu. Zîrâ o, artık kâinâttaki esrâr-ı ilâhiyeye ve kudret akışlarına âşinâ olmuştu. Âdetâ kâinât, kendisine sırlarını açan canlı bir kitap hâline gelmiştir.
Hüdâyî Hazretleri’nin Üsküdar’da kurduğu dergâh, kısa zamanda her tabakadan insana hitap eden mâneviyat ve irfân mektebi hâline gelir. 3. Murâd, 1. Ahmed, 2. Genç Osman ve 4. Murâd Han’lar, Hüdâyî Hazretleri’nin yakın irşâdına mazhar olur. En büyük kerâmeti, Allah’ın izniyle cihan sultanlarını bu şekilde yönlendirebilmesi olmuştur. Pek meşhûr olan kerâmetlerinden biri de, gâyet fırtınalı bir havada hiçbir kayıkçının denize açılamadığı bir zamanda kendi kayığına atlayıp birkaç müridiyle Üsküdar’dan sâlim bir şekilde karşıya geçmesidir. Hâlen Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola "Hüdâyî Yolu" denir. Bilen kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bugün bile lodoslu havalarda Boğaz vapur seferlerinin sadece Üsküdar-Eminönü hattında yapılabilmesi, oldukça düşündürücüdür. Osmanlı Devleti’nin son günlerine kadar Boğaz’da deniz seferi yapan kaptanlar; yolcularını, Üsküdar’dan geçerken Azîz Mahmûd Hüdâyî dergâhına, Beşiktaş önünden geçerken Yahyâ Efendi dergâhına, Beykoz’dan geçerken de Hazret-i Yûşâ tarafına doğru yönlendirip "Fâtiha"ya dâvet ederlermiş.
Hüdâyî Hazretleri, elindekini avucundakini dağıtıp fakir bir hayat sürdüğü için ona eş olmak da kolay değildir. Hamile olan eşi karnını bile doyuramaz durumdadır. Yaşadıkları ev rutubetli ve soğuktur. Çok sıkıldığı bir gün "Sen tut Bursa Kadılığı gibi bir makamı bırak, malını mülkünü ona, buna dağıt. Sonra köleler gibi sürün. Bebeğimizi saracak çaputumuz bile yok." diye sitem eder. Hüdâyî Hazretleri sesini çıkarmaz. O sırada kapı çalınır. Sarayağaları altın dolu torbaları eşiğe bırakır. Sultan Ahmed, tabir ettiği rüyasının doğru çıkması üzerine hediye göndermiştir. Hanım mahcuptur; ama
o altınlar da geldiği gibi fakire fukaraya gideceği için yapacak bir şeyi de yoktur.
Dergahı geride bırakıp yokuşu inerken, gündelik telaşlara, insan kalabalığına ve trafiğe karışırken, bir anlık yükselişten sonra dünyaya dönmenin hüznü yaşanır. Oradaki hali tekrar yaşamanın sırrı ‘Edep’te gizlidir.