ceylannur
Yeni Üyemiz
Baharı Müjdeleyen Bahçıvan
Tefekkür sınırları her gün daha da genişliyor. İki yüz bin defa büyüterek seyrettiğimiz virüsün vücudundan, Hubble teleskopunun bize pasladığı manzaralara kadar genişledi ufkumuz. Elbette rehber ve muallimlerin de donanımları ona göre olması mukteza-i hal ve hikmet gereğidir. İşte Üstad böyle bir zamanda arz-ı endam eyledi.
Medeniyet harikaları ile kâinatın ve insanın sırları çözüldükçe yaratıcısına daha bir meftun olacakken insan, daha bir unuttu Banisini, Sani’ini. Oyun ve oyalamalarla unuttuğu yetmedi, saygısız- ca inkârına yeltendi ev sahibini. Böyle bir fırtınada geldi asrın vazifelisi; şemsiyesini açtı şefkatle.
Farklı bir telden çalıyordu. Farklı bir makamda söylüyordu yüzlerce ve binlerce yıllık hakikatleri. Yaratıcısı ona ”Oku!” dediği gibi Üstadı, rehberi ve hocalar hocası da ona ”Konuş!” diyordu. ”Konuş ey felaket ve helaket asrının adamı, seninde reyin var!” diyordu. O konuştu, hep konuştu. O konuştu kalemler kırıldı, hem dostta hem düşmanda.
Dostlar hakikatleri yazdı, yetişemedi onun konuşmasına. Bir yanda çatırdayan kalemler, bir yanda kaleme yemin edenin bize ihsan ettiği hidayet yayılıyordu dalga dalga.
O çok farklı konuşuyordu. Nedir bu iksir, bu üslup? Nasıl tahsil edildi birkaç ayda bu ilim deryası. Anlamadılar. Anlayana sordular. O da ayrı ad koydu bu dehaya; ”Bediüzzaman” dediler ona. O konuştu, şarkın dağlarından Yıldız Sarayı’na kadar dalgalandı bu sayha.
Onu dinlemeyen muasırlarına takılmadı. Atladı, asırlar ötesine hitap etti. Onlarla konuştu manevi telsizle, telgrafla. ”Acele ettim kışta geldim; sizler cennetasa bir baharda geleceksiniz.” dedi. O bahçıvandı.
”Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.” dedi torunlara. O çiçekleri müjdeleyen bir bahçıvandı, zemheri kışta.
Bir zaman, macera ve bilimi birleştiren iki bilim adamını izlemiştim. Aktif volkanları geziyor; özel elbiseler giyiyor, lavdan ve magmadan heykeller yapıyorlardı. Bilim ve sanatın bu şekline hayran kalmıştım.
Tahtadan, taştan, hamurdan ve çamurdan heykel yapanlar çok. Lavdan heykeller yapan bu dirayetli ve cüretkâr insanlarda bir farklılık görmüş ve takdir etmiştim.
Daha sonra Bediüzzaman’ı okudukça hep bu çağrışımı yaşadım. İnancın ve idrakin en derin mevzularını zorlayan, ama hep başarıyla izah eden; en derinlere dalıp boğulmadan define çıkaran bu ilmi dirayet, Bediüzzaman’ı da farklı yapıyordu. Koca dehaların ”Bu bir nakli meseledir; akılla izah edilmez.”dediği meseleleri alıyor; o lav gibi yakıcı mevzuları öyle yoğuruyordu ki, sonunda harika izahlar hasıl oluyordu.
Hatta öyle izah ediyordu ki, ”Gelsin yediden yetmişe herkes okusun!..” diyordu. ”Eğer anlamazlarsa parmaklarını gözlerime soksunlar!..” diye ekliyordu. Ama parmaklar ona hep takdirle uzandı, onu işaret etti. Parmaklar, onun meşk ettiği hakikatleri kaydetmek için çalıştı. Parmaklar çalıştı, inanç ve hamiyet örüldü ilmik ilmik.
Baharı müjdeliyordu hep. Anadolu ve Trakya’yı aşarak, hatta Müslüman coğrafyanın ötesinde de güzel bir dünyadan bahsediyordu. Çiçekler açacak diyordu; iman çiçekleri. O bahçıvandı; tohumun başında sabırla bekliyordu. Ümitsizliği hiç misafir etmedi dünyasına.
Dostlarına da bahçeyi bırakırken tembih ederdi; sabrı, sebatı, ihlası ve samimiyeti. O tohum ekerdi, nefesiyle ısıtır gözyaşıyla sulardı; gerekirse kanıyla da. Nezihâne, nazikâne davranın derdi, çiçeklerime. Kavlileyyin olun; incitmeyin…
Ayrık otlarını bile ayıklarken öfke göstermez ve öğütlerdi;
”Bahçedeki yabani ve zararlı otlardan intikamımı almayın, ola ki gölgesinde çiçekler yetişir!..”
O bahçıvandı; zemheri kışta bile…