BİLGİ
38- Dedik ki; "Hepiniz oradan aşağı inin. Tarafımdan size bir yol gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmezler."
39- Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayanlar ise orada ebedi olarak kalıcı olmak üzere Cehennem'liktirler.
Böylece bu köklü ve sürekli savaş, kendi alanına intikal etti ve ok yaydan çıktı. Artık bir an bile ne duracak ve ne de yavaşlayacak bir savaş... Ayrıca insanoğlu, soyunun başlangıç sabahının bu alaca karanlığında, eğer bu savaşı kazanmak istiyorsa nasıl kazanacağını ve eğer yenik düşmeyi seçerse nasıl yenik düşeceğini de öğrenmiş oldu.
Şimdi bu kıssanın, yani insanlığın ilk kıssasının tekrar baş tarafına dönmemiz gerekiyor.
Yüce Allah meleklere "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dediğine göre demek ki, Hz. Adem daha ilk andan itibaren bu yeryüzü için; burada yaşamak üzere yaratılmıştı. O halde sözkonusu yasak ağaç nerede idi? Hz. Adem'in bu imtihan edilme olayı nerede meydana geldi? Hz. Adem zaten ilk andan itibaren bu yeryüzünde yaşamak
üzere yaratıldığına göre buraya nereden indirildi?
Anladığım kadarıyla bu tecrübe, sözkonusu yeryüzü halifesi için bir eğitim ve hazırlık yapısında saklı duran potansiyel güçler için bir uyarma metodudur. Yine bu, kışkırtmalara kapılma, bunların akıbetini tatma, sonra pişmanlık duyma, düşmanı tanıma ve arkasından güvenli bir limana sığınma talimidir.
Yasak ağaç kıssası, Şeytan'ın körüklediği bundan tatma vesvesesi, verilmiş sözü unutarak günah işlemek, geçici bir sarhoşluktan sonra ayılarak pişman olmak ve Allah'dan af dilemek... Bütün bunlar insanoğlunun sık sık tekrarlanacak sürekli deney ve imtihan zincirinin halkalarıdır.
Yüce Allah'ın. rahmeti bu yeni varlığın, ilerde sık sık karşılaşacağı benzer olaylar karşısında böyle bir tecrübe ile donanmış, içine atılacağı yorucu savaşa hazırlanmış, bu savaşın karakteri ve akıbeti hakkında uygulamalı bir şekilde ders almış ve uyarılmış olarak halifelik misyonunun karargâhına, görev yerine inmesini gerekli görmüştür.
Şimdi tekrar geriye dönelim. Bu olay nerede olmuştu? Hz. Adem ile eşinin bir süre yaşadıkları Cennet neresi idi? Melekler kimlerdi? İblis kimdi? Yüce Allah onlar ile nasıl konuştu? Onlar Allah'a nasıl cevap verdiler?
Bu ve bunun gibi daha başka Kur'an ayetlerinde, insanların merak ettiği, ancak bilip-bilmemelerinin kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağı ve bilmelerinin de imkansız olduğu sırları (gayb) Allah kendi katında tutmakta, insanların da bu tür sorularla uğraşmasını istememektedir. Bu yüzden Allah yeryüzünde çeşitli bilgiler ve bilgi edinme yetenekleri ile donattığı insanı, gizli sırları (gayb) öğrenebileceği yeteneklerden mahrum bırakmış ona bu gücü vermemiştir. Yüce Allah, bilmesinde kendisi için faydalar olan tabiat kanunlarının içyüzünü insanın bilgisine açarken, kendisine yararı olmayan gayb sırlarının bilgisini de ona kapalı tuttu. Meselâ insan, evrenin sırları ile ilgili olarak önüne açılan azımsanmayacak orandaki bilgi birikimine rağmen yaşadığı anın ötesinden halâ kesinlikle habersizdir. Başka bir deyimle eli altındaki bilgi edinme araçlarının hiçbiri ile bir saniye sonra başına neler geleceğini bilememektedir. Acaba şu anda ciğerlerinden dışarıya verdiği nefes tekrar geri dönecek mi, yoksa onun son nefesi mi olacak? İşte bu, bilgisi insana kapalı tutulan gaybi olayların bir örneğidir. Çünkü bu mesele hakkında bilgilenmek halifeliğin gerekleri arasında değildir. Tersine bu sorunun cevabının bilinebilmesi insanın yolu üzerinde bir engel oluşturabilirdi. Bilgisi insana kapalı tutulan ve gayb aleminin karanlık dehlizlerinde saklı kalan bunun gibi daha nice sırlar var ki, bunları yüce Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Bundan dolayı insan aklının bu tür meselelere dalması doğru değildir. Çünkü insan, bu tür meselelerin özüne vakıf olacak bir bilgi edinme aracına sahip değildir. Bu uğurda harcanacak bütün çabalar boş, anlamsız, verimsiz ve yararsız kalmaya mahkûmdur.
Ayrıca sözkonusu gayb aleminin bilgisi insan aklına kapalı tutulduğuna göre bu düğümü çözmenin yolu bilgiçlik taslayarak gayb alemini inkâr etmek değildir. Çünkü bir şeyi inkâr etmek için de o şeyi bilmek gerekir. Oysa bu alanın bilgisi, aklın temel yapısı ile bağdaşmaz, onun bilgi edinme araçlarının kapasitesi dışında kalır. Üstelik bu bilgi türü, insanın sözünü ettiğimiz görevini yerine getirmesi için vazgeçilmez bir ihtiyaç da değildir.
Gerçi saplantılara ve hurafelere teslim olmak son derece zararlı ve tehlikelidir, ama bundan daha zararlı ve tehlikeli olanı, sırf onu kavra yamıyoruz diye "bilinmeyen"i inkâr etmek, yok saymak, gayb aleminin varlığını reddetmektir. Böyle bir tutum, sırf duyu organlarının somut algıları içinde yaşayan, bu algıların surlarını aşarak varlığın engin genişliğine açılamayan hayvanlık alemine geri dönmek olur.
O halde bu ayetlerde karşımıza çıkan bilinmezleri sahibine bırakalım. Burada bize, dünyadaki hayatımızı, vicdanımızı ve geçimimizi geliştirecek, iyiye götürecek oranda bilgi verilmiştir; bu kadarı bizim için yeterlidir. Biz bu kıssanın işaret ettiği evren ve insanla ilgili gerçekleri, varlık bütünü ve ilişkileri ile ilgili bakış açısını, insanın yapısı, değeri ve ölçüleri ile ilgili telkinleri algılamaya bakalım. İnsanlık için en yararlı ve doğruya ulaştıran tek yol budur.
O halde şimdi bu telkinleri, bakış açılarını ve gerçekleri elimizdeki bu tefsir kitabının hacmine uygun düşecek bir şekilde kısaca özetlemeye çalışalım: Hz. Adem kıssasının en bariz telkini -Burada da belirttiğimiz gibi- İslâm düşünce sisteminin insana, insanın dünya üzerindeki rolüne, onun varlık düzeni içindeki yerine, ona kıymet biçen değer ölçülerine verdiği olağanüstü önemdir. Bu kıssa, ayrıca insanın Allah ile yaptığı sözleşme (ahid) gerçeğini, halifelik görevine dayanak oluşturan bu ahdin mahiyetini de vurgulamakta, zihinlere işlemek istemektedir.
İslâm düşünce sisteminin insana vermiş olduğu bu olağanüstü değer, yüce Allah'ın "Mele-i Alâ'da" (yüce ruhlar aleminde) onun yeryüzünde halife olsun diye yaratıldığını ilân eden, ulvî açıklamasında bariz biçimde ortaya çıkar. Ayrıca meleklere, Hz. Adem'e secde etmeleri için emredilmesi, kendini üstün görerek bu emre uymaktan kaçınan İblis'in kovulması, ve baştan sona kadar Allah'ın insanı koruması altında bulundurması, bu olağanüstü değer verişin diğer belirgin delilidir.
İnsana dönük bu bakış açısından çok önemli bir takım teorik ve pratik sonuçlara ulaşılır.
Bu sonuçların birincisi şudur: İnsan, yeryüzünün efendisidir. Yukardaki ayetlerin birinde vurgulandığı gibi, dünyadaki herşey insan için yaratıldı. İnsan dünyadaki bütün maddî varlıklardan ve maddî değerlerden daha üstün, daha onurlu ve daha pahalıdır. Buna göre; hiçbir maddî varlığı, hiçbir maddî değeri el üstünde tutmak uğruna insanı köleleştirmek ya da küçük düşürmek caiz değildir; hiçbir maddî kazanç elde etmek uğruna; hiçbir maddî üretim endişesi ile; hiçbir maddî unsuru çoğaltmak gayesi ile insan onurunu perçinleyen ilkelerden herhangi birini çiğnemek caiz değildir. Bütün bu madde kaynaklı nesneler, ürünler ve değerler insan için, insanın insanlığına gerçeklik kazandırmak için, insan olarak varoluşunu perçinlemek için yaratılmış veya üretilmiştir. Buna göre, bunların pahası, bedeli, insanın insanî değerlerinden birini ortadan kaldırmak ya da onun onurluluğunu sağlayan dayanaklardan birini eksik bırakmak değildir.
Bu önemli sonuçların ikincisini de şöyle özetleyebiliriz: İnsan, yeryüzünde birinci derecede rol ve misyon sahibidir. Yeryüzündeki hayat biçimlerini değiştirip başkalaştıran, toplumların gelişme doğrultuları ve aşamalarına yön veren insandır. Yoksa, insanın rolünü küçümseyip önemsizleştirdikleri oranda teknolojik araç ve gereçlerin rolünü büyütüp göklere çıkaran maddeci düşünce akımlarının ileri sürdüğü gibi, ne üretim ve ne de dağıtım araçları, insanı iradesiz ve bağımlı bir tutsak gibi peşlerinden sürükleyemez.
Kur'an-ı Kerim'in bakış açısına göre insan; yeryüzü halifesi olması sıfatı ile evrenin düzeni içinde amaç konumuna sahip önemli ve belirleyici bir faktördür. İnsanın yeryüzü halifeliği göklerle, rüzgârlarla, yağmurlarla, güneşlerle ve yıldızlarla arasında bulunan değişik ilişkilere dayanır. Bütün bu saydıklarımızın gerek tasarımlarında gerekse geometrik biçim ve eylemlerinde, yeryüzünde hayatın varolabilmesi, şu insanoğlunun halifelik görevini yerine getirebilmesi amacı gözetilmiştir. Şimdi düşünelim; İnsanı amaç konumuna yükselten bu yüce mevki nerede, maddeci düşünce akımlarının onun için belirledikleri ve asla aşılmasına izin vermek istemedikleri basit ve küçük düşürücü rol nerede? İkisi arasında dağlar kadar fark var.
Kuşku yok ki İslâm'ın dünya görüşü doğrultusunda kurulacak bir toplumsal düzendeki insanın konumuyla maddeci dünya görüşlerinin hâkim olduğu bir düzende yaşayan insanın konumu farklı olacaktır. Bu iki ayrı düzende insan hakları anlayışı farklı olacak, insan onuruna verilen değer bir olmayacaktır. Günümüzün maddeci dünyasında gördüğümüz insan özgürlüklerinin, dokunulmazlıklarının ve temel haklarının daha çok, maddî üretim uğruna çiğnenmesi eğilimi, bu ideolojinin insana ve insanın yeryüzündeki rolüne bakış açısının doğal bir sonucundan başka bir şey değildir.
Bütün bunların yanında İslâm'ın insanla ve insanın yeryüzündeki fonksiyonu ile ilgili yüce bakış açısı sayesinde, ahlâklı, inançlı, erdemli, yapıcı ve inançlarına samimi bir şekilde bağlı olan insanlar bu düzende saygın bir yer kazanır, aşağılanmazlar. Çünkü insanın yeryüzü halifeliği ile ilgili ahit, bu temel değerlere dayanır. Nitekim yüce Allah incelemekte olduğumuz ayetlerin birinde şöyle buyuruyor:
"Tarafımızdan size bir yol gösterici geldiğinde kim benim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur ve onlar artık hiç üzülmeyeceklerdir."
Çünkü bu manevi değerler bütün maddî değerlerden daha üstün ve daha saygındır. Gerçi sözkonusu maddî değerleri pratik hayatta gerçekleştirmek de bu halifelik kavramının ayrılmaz bir parçasıdır, ama bunları gerçekleştirme özlemi temel amaç haline gelmemeli ve o yüce değerlerin alanını ve önemini daraltmamalıdır. Bu bakış açısı dünya hayatında insan kalbini temizliğe, yüceliğe ve arılığa yöneltmeye ağırlık verir. Oysa maddeci ideolojiler, daha fazla üretim, kaliteli eşya ve hayvanca midelerini doyurma endişeleri uğruna bütün manevî değerleri alaya alırlar ve bütün ahlâkî değerleri çiğnerler.
Ayrıca İslâm düşüncesi insan iradesine de saygın bir yer verir. Sebebi ise gerek insan ile Allah arasındaki ahdin, gerekse yükümlülüğün ve cezanın dayanağı insan iradesidir. İnsan iradesine hakim olmak, ihtiraslarına boyun eğmemek ve karşılaştığı kışkırtmalara kapılmamak suretiyle yüce Allah ile arasındaki ahde bağlı kalarak meleklerin düzeyine yükselebilir. Buna karşılık, ihtiraslarını iradesinden ve karşılaştığı olumsuz kışkırtmaları hidayet ışığından üstün tutarak, kendisini Allah'a bağlayan ahitnameyi unutma sonucu sahip olduğu yüceliklerden aşağı yuvarlanarak özünü bahtsızlığa mahkûm etmek de elindedir. İslâm'ın bu irade anlayışı Allah'ın insana bağışladığı bir çok ikramına ek olarak sunduğu bir başka ikramın da göstergesidir. Ayrıca bu görüş açısı mutlulukla bedbahtlığın, saygınlıkla alçaklığın, irade sahibi insanla güdülen hayvanın arasındaki yol ayrımını sürekli biçimde hatırlatıcı bir nitelik taşır.
Hz. Adem kıssasında Şeytan ile insan arasındaki savaş (düşmanlık) anlatılırken, geçen bazı olayların yorumu bize bu savaşın mahiyeti hakkında uyarıcı fikirler veriyor. Çünkü bu savaş Allah'a verilen sözle Şeytan'ın kışkırtmaları, iman ile küfür, hakk ile batıl, hidayetle sapıklık arasında süren kesintisiz savaştır. Bu savaşın alanı, insanın kendisi olduğu gibi kazanacak ya da kaybedecek olan da yine kendisidir. Bu yüzden insan sürekli bir biçimde uyanık olmak zorundadır; tıpkı bir savaş alanındaki asker gibi. Zira bu savaşta ya galip gelip ganimet kazanacak ya da yenilip her şeyini kaybedecek. Kur'an'ın insandan istediği de zaten şeytanla yaptığı savaşta uyanık olmasından başka bir şey değil.
Son olarak İslâm'ın günah ve tevbe ile ilgili görüşü gündeme gelir. Bu görüşe göre günah da tevbe de ferdidir. Bu düşünce son derece yalın ve açıktır. Hiçbir karmaşık ve belirsiz yanı yoktur. Hıristiyan kilisesinin ileri sürdüğü gibi ortada ne insanın alnına doğumundan önce yazılmış bir günah ve ne de ilâhî bir kefaret (bu günahdan arındırma) işlemi vardır. Bilindiği gibi Hıristiyan kilisesinin görüşüne göre Hz. İsa -Onlara göre haşa Allah'ın oğlu!- insanlığı, ataları Hz. Adem'in işlemiş olduğu günahın lekesinden arındırmak için kendini çarmıha gererek feda etmişti. Asla böyle birşey yoktur! Hz. Adem'in günahı şahsî bir günah olduğu gibi ondan kurtuluşu da dolaysız, sade ve basit bir tevbe ile gerçekleşmiştir. Burada rahatlatıcı ve belirgin bir görüşle karşı karşıya kalıyoruz. Herkesin işlediği günahın sorumluluğu kendisine, buna karşın ümitsizliğe kapılmadan sabırla didinip çalışanın kazancıda kendisine aittir. Nitekim Allah şöyle buyuruyor:
AYET-İ KERiME
"Hiç şüphesiz Allah tevbelerin kabul edicisidir ve merhametlidir" (Hucurat suresi, 12)
Busöylediklerimiz, Hz. Adem kıssasının bize telkin ettiği düşüncelerin başlıcalarıdır. Bu kitapta bu kadarı ile yetiniyoruz. Sırf bu telkinler bize sosyal bir düzenin ihtiyaç duyduğu doğru düşünce, olgun sezgi gücü, ahlâk, iyilik ve fazilet gibi değerleri hakim kılar toplumda.
İslâm düşüncesinin temel ilkelerini zihinlere yerleştirirken ve bu düşüncenin değer yargılarını açıklarken Kur'ana Kerim'de örnek olarak sunulan tarihi olayların ne kadar büyük öneme sahip olduğu yukardaki anlatılanlardan rahatlıkla anlaşılabilir. Bu değer yargıları yüce Allah'tan kaynaklanan, yönleri yüce Allah'a dönük bulunan ve en sonunda O'na varmayı amaç edinen bir aleme yakışan değer yargılarıdır. Bu alemde yeryüzü halifeliği, yüce Allah'ı hidayet kaynağı bilmeye, O'nun önerdiği hayat tarzına bağlı kalmaya dayanır. Bu alemde karşımıza çıkan yolayırımı, insanın ya Allah'tan gelen direktifleri dinleyip onlara itaat etmesi veya Şeytan'ın kışkırtmalarına kulak verip onlara kapılmasıdır; ortada bir üçüncü yol yoktur. Ya Allah ya Şeytan.. Ya hidayet ya sapıklık... Ya hakk ya batıl... Ya kurtuluş ve başarı ya da hüsran ve bedbahtlık. Aslında Kur'an-ı Kerim'in tüm ayetleri ile bize anlatmak istediği gerçek budur. Çünkü bu gerçek insanla ilgili diğer bütün düşünce ve gelişmelerin temel dayanağını oluşturur.
TARİH BOYUNCA İSRAİLOĞULLARI
Surenin bundan sonraki ayetleri, Medine İslâm devletine karşı olumsuz bir tavır sergileyen, hem gizli ve hem de açık biçimde ona karşı direnen ve sürekli biçimde komplo düzenleyen yahudilere dönüyor. O yahudiler ki, İslâm'ın Medine'de güçlenmekte olduğunu, o güne kadar tekellerinde tuttukları kültürel ve ekonomik sahada etkinliğini arttırmaya ve kendi liderliklerine son verme hazırlığında olduğunu anladıkları anda sinsi yıkıcılıklarına başlamış ve bir an bile boş durmamışlardı. Kendilerine dönük bu tehlikeyi Evs ve Hazreç kabilelerini birleştirdiği, yahudilerin sızmalarına zemin hazırlayan çatlakları ördüğü ve bu kabilelerin halkına yeni kitabın, Kur'an'ın ilkelerine dayalı bağımsız bir hayat tarzı sunduğu andan itibaren iyice hissetmişlerdi.
Yahudilerin, İslâm'a ve müslümanlara karşı o tarihte başlatmış oldukları amansız savaş, aynı araçları ve aynı üslubu kullanarak ve hızından hiçbir şey kaybetmeksizin günümüze kadar sürmüş ve halen de sürmektedir. Bu savaşın sadece biçimi değişmiş, o kadar yüzyıl geçmesine rağmen karakterinden hiçbir şey yitirmemiştir. Bilindiği gibi, dünya yahudileri asırlarca diğer milletler tarafından horlanıp, bir yerden diğerine sürülüp kovuluyorlar; sığınacak hiçbir yer, hiçbir sıcak yuva bulamıyorlardı. İşte bu sıcak yuvayı kendilerine yine her türlü dini baskıyı reddeden İslâm alemi sunmuştu. Zira İslâm, müslümanlara tuzak kurmayarak, İslâm'ın aleyhine çalışmamak ve huzursuzluk çıkarmamak şartıyla kendi ülkesine sığınan herkese kapılarını açar. Fakat Yahudiler İslâm'ın kendilerine dönük bu soylu tutumuna rağmen, tarihin her dönemine yayılan bu amansız düşmanlıklarına hiçbir zaman son vermemişlerdir.
Oysa Medine'de` bu yeni dine ve onun peygamberine ilk inananların yahudiler olması beklenirdi. Çünkü bu yeni dinin kitabı olan Kur'an-ı Kerim, Tevrat'ı genel anlamda onaylıyordu. Ayrıca onlar bu yeni Peygamberi yıllardır bekliyorlardı. Kitaplarının ileriye dönük açıklamalarında O'nun özellikleri anlatılıyordu. Hatta bu yeni peygamberin liderliği altında müşrik Arapları egemenlikleri altına almayı planlıyorlardı.
Az sonra okuyacağımız ayetler, Kur'an-ı Kerim'de İsrailoğulları ile çıkılan geniş çaplı tarih yolculuğunun ilk bölümünü oluşturur. Hatta bu ayetlerde dile gelen onlara dönük yoğun kampanya, bütün çağrı metodları ve tanıtma yolları kullanılarak İslâm'a ısınmaları, bu yeni dinin bağlılarınca oluşturulan iman kervanına katılmaları sağlanmaya çalışıldığı halde bu konuda hiçbir olumlu sonuç elde edilemedikten sonra, onların bu olumsuz tavrını açıklama ve oyunlarını bozma amacı taşımaktadır.
Yukarda okuduğumuz ayetler, Cenab-ı Allah'ın İsrailoğulları'na yönelik yüce seslenişi ile başlar. Bu çağrının devamında yüce Allah onlara vermiş olduğu nimetleri hatırlatıyor. Allah'ın kendilerine dönük kesin vaadlerinin gerçekleşebilmesi için onları Allah'a vermiş oldukları sözleri tutmaya, O'ndan korkup sakınmaya çağırıyor. Böylece yüce Allah, kendilerini, ellerindeki Tevrat'ı onaylayan Kur'an'a inanmaya çağırmaya uygun zemin hazırlıyor; bu kitaba karşı olumsuz bir tavır takınarak onu inkâr edenlerin önünde yeralmalarını kınıyor. Ayrıca batıl ile örterek hakkı gözlerden sakladıkları, böylece başta müslümanlar olmak üzere çevrelerindeki bütün insanları yanıltarak, müslümanlar arasında fitne ve kargaşa, yeni müslüman olmak isteyenlerin kalplerine de kuşku saldıkları için kendilerini kınıyor.
Yine yüce Allah namazı kılarak, zekâtı vererek ve rukûa varanlarla birlikte rukûa vararak onlara müminlerin saflarına katılmayı emrediyor. Sabır ve namaz aracılığı ile nefislerini dize getirerek, onu, yeni dini benimsemeye zorlamalarını istiyor. Kendileri müslüman olmayı reddettikleri halde müşrikleri imana çağırmalarının sergilediği samimiyetsizliği kınıyor.
Daha sonra uzun tarihleri boyunca kendilerine bağışlamış olduğu nimetleri hatırlatmaya geçiyor. Bunu yaparken onlara, sözkonusu nimetlere muhatap olan Hz. Musa zamanındaki atalarıymışçasına sesleniyor. Bunun nedeni onların kuşakları arasında sıkı dayanışma bulunan aynı tiynetli tek millet oluşlarıdır. Nitekim, o günden bu yana geçen yüzyıllar boyunca sergilemiş oldukları tutumlarından ve gözlenen özelliklerinden çıkan gerçek budur.
Yüce Allah yine bu ayetlerin devamında kendilerini korkunç günün, yani Kıyamet gününün dehşeti hakkında tekrar tekrar uyarıyor. Öyle ki, o gün hiç kimse başkasının yerine birşey ödeyemeyecek, hiç kimseden aracılık yapması kabul edilmeyecek, hiç kimseden fidye alınmayacak ve yine o gün onlar kendilerinin azaptan kurtulmalarını sağlayacak hiçbir yardımcı bulamayacaklardır.
Bu arada yüce Allah, Firavun ile adamlarından kurtuldukları anın sahnesini, sözkonusu olay sanki şimdi cereyan ediyormuş gibi canlı bir anlatımla gözlerinin önüne getiriyor. Ayrıca üzerlerine buluttan gölgelik çekmesinden kudret helvasına, bıldırcın kuşuna ve kayadan pınar fışkırtarak su ihtiyaçlarını sağlamaya varıncaya kadar kendilerine bağışladığı ardı arkası gelmez diğer nimetlerini de gözlerinin önünde canlandırıyor.
Daha sonra bu nimetlerin arkasından sergiledikleri sürekli sapıklıkları kendilerine hatırlatıyor. Öyle ki, yüce Allah kendilerini bir sapıklıktan kurtarır kurtarmaz hemen başka bir sapıklığın pençesine düşüyorlar; bir günahlarını affedince hemen başka bir günaha giriyorlar; bir ayak sürçmesinden kurtulup ayağa kalkar-kalkmaz bu defa bir kuyuya düşüyorlar.
Bütün bu olaylar içinde aynı inatçı, dikkafalı, kaypak, sinsi, yükümlülüklerden kaytarıcı, emanetleri umursamaz, sözlerini tutmaz, gerek Rabbleri ve gerekse peygamberleri ile aralarındaki anlaşmaları çiğneyen karakter yapısını sergiledikleri görülür. O kadar ki, işi peygamberlerini sebepsiz yere öldürmeye, O'nun ayetlerini asılsız saymaya, buzağıyı ilâh edinerek yüce Allah'ın ilâhlık hakkını çiğnemeye, Allah'ı açıktan açığa görmedikçe peygambere inanmayı reddetmeye, bir kasabaya girerken Allah'ın emirlerine aykırı davranışlarda bulunup sözler söylemeye, Cumartesi yasağı çiğnemeye, Tur dağı ile ilgili vermiş oldukları sözü unutmaya, yüce Allah'ın belirli bir hikmete dayanarak kendilerinden kurban etmelerini istediği inek hakkında işi yokuşa sürmek için bahane üzerine bahane icad etmeye kadar götürüyorlar.
Bütün bunları yaparken son derece ısrarlı bir dille sırf kendilerinin doğru yolda olduklarını, yüce Allah'ın kendilerinden başka hiç kimseden hoşnut olmadığını, kendileri dışında bütün milletlerin sapık ve kendi dinleri dışındaki bütün dinlerin batıl olduğunu iddia ediyorlar. Oysa Kur'an-ı Kerim, az ilerde göreceğimiz ayetlerinde onların bu iddialarının asılsız olduğunu vurguluyor ve Allah'a, Ahiret gününe inanarak salih ameller işleyen herkesin, hangi milletten olursa olsun, iyiliklerinin karşılığını Rabblerinin katında alacaklarını, böylelerinin korku ve üzüntüden uzak kalacaklarını açıklıyor.
Kur'an-ı Kerim'in gerek aşağıdaki ayetlerde ve gerekse bu surenin ilerdeki bölümlerinde yahudilerle girişmiş olduğu hesaplaşma birkaç bakımdan gerekliydi: Her şeyden önce onların kuru iddialarını çürütme, çevirdikleri entrikaların içyüzünü açığa vurma, İslâm'a ve müslümanlara karşı hangi psikolojik dürtülerin etkisi altında tuzak kurduklarını belirtme bakımından gerekli idi. Bunun yanında bu hesaplaşma Medine'de oluşan yeni toplumu tehdit eden, onun temel dayanaklarını sarsmayı amaçlayan, sonuç olarak da İslâm birliğini zedeleyerek kargaşanın ve anarşinin kucağına atmak isteyen yahudî oyunları ve entrikaları konusunda müslümanların gözlerini ve kalplerini açmak bakımından da gerekliydi. Bu hesaplaşmayı kaçınılmaz kılan bir başka sebep de müslümanları, seçtikleri yolun tehlikeleri hakkında uyarmaktı. O tehlikeler ki, daha önce yeryüzü halifeliği ile görevlendirilmiş olan milletlerin tökezlemelerine yolaçarak, onların halifelik şerefinden yoksun kalmalarına, yüce Allah'ın emanetini taşıma ve önerdiği hayat tarzını insanlığın önderi sıfatıyla gerçekleştirme payesini kaybetmelerine neden olmuştur.
Medine'de oluşma aşamasını yaşayan İslâm toplumu, bu uyarı ve yol göstermelerin her ikisine de ne kadar muhtaçtı! Daha doğrusu İslâm ümmeti her zaman bu direktifleri gözönünde tutmaya, Kur'an-ı Kerim'i açık gözlerle ve ufuk açıcı algılarla incelemeye ne kadar muhtaçtır! Ancak bu ilâhî rehberliğin yüce direktiflerine uyulduğu takdirde bu geleneksel düşmanları ile girişeceği savaşlarda başarı kazanabilirler, ancak bu direktiflerin kılavuzluğu sayesinde yahudilerin en gizli araçları ve en sinsî yolları kullanarak kendilerine yönelttikleri son derece iğrenç ve kaşarlanmış komploları boşa çıkarmayı becerebilirler. İman nuru tarafından yönlendirilmeyen ve gizli-açık (zahir-batın) herşeyin farkında olan yüce Allah'ın rehberliğinden direktif almayan bir kalbin, sözkonusu iğrenç ve aldatıcı hilekârlığın kullandığı sinsî ve gizli metodları kavraması mümkün değildir.
Az sonra göreceğimiz ayetleri bir de Kur'an üslubunun yansıttığı edebî ve psikolojik uyum açısından incelemek gerekir. Bu ayetlerin başlangıcı ile Hz. Adem kıssası ve bu kıssanın tarafımızdan vurgulanan telkinleri arasında organik bir bütünlük göze çarpıyor. Bu özellik, Kur'an-ı Kerim'de anlatılan kıssalar ile bu kıssalara zemin oluşturan anlatım üslubu arasındaki sıkı ahengin belirgin bir göstergesidir.
Bunun nedeni, yukardaki ayetlerin öncesinde yüce Allah'ın yeryüzünde bulunan bütün varlıkları insanın hizmetine sunduğu belirtilmiştir. Arkasından Hz. Adem'in yeryüzü halifeliğine getirilmesi konusu gündeme geldi. Allah'ın açık ahdine bağlı olarak gerçekleştiği vurgulanan bu olayın ayrıntılı anlatımı sırasında insanın meleklerden üstün tutuluşu, ona yapılan uyarı, onun bu uyarıyı unutması, arkasından yaptığına pişman olarak tevbe etmesi, ardından hidayete erdirilip affedilişi ve böylece bir tarafta Şeytan'ın şahsında temsil edilen kötü, kargaşa çıkarıcı, yıkıcı güçler ile öbür yanda imanlı insanda sembolleşen iyi, onarıcı ve yapıcı güçler arasında yeryüzünde cereyan eden uzun süreli savaşta insanın ilk tecrübe birikimi ile donatılması bir bir açıklanmıştır.
Bunların arkasından şimdi incelemekte olduğumuz İsrailoğulları ile hesaplaşma konusuna geçildi. Bu konu işlenirken yahudiler yüce Allah ile aralarındaki ahit, onların bu ahde uymamaları, kendilerine sunulan önemli nimetler, onların bu nimetlere karşı yaptıkları nankörlükler, bunun sonucu olarak halifelik görevinden uzaklaştırılmaları ve perişanlığa mahkûm edilmeleri hatırlatıldıktan sonra müminler gerek onların entrikaları ve gerekse tökezlemeleri konusunda uyarıldı.
Görülüyor ki, burada Hz. Adem'in halifelikle görevlendirilişi kıssası ile İsrailoğulları'nın bu göreve getirilişi kıssası arasında yakın bir ilişki kuruluyor. Gerek olaylàrın akışında ve gerekse anlatım biçiminde sıkı bir uyum vardır.
Bu ayetlerde İsrailoğulları kıssası bütünü ile anlatılınıyor, bu kıssanın kritik noktaları ve tabloları kısaca ya da uygun görülen uzunlukta anlatılıyor. Bu kıssa bu sureden daha önce Mekke döneminde inen surelerde de ele alınmıştı. Fakat o surelerde bu kıssa -diğer bazı benzerleri gibi- azınlık konumundaki müslümanlara, İslâm çağrısının geçmiş tecrübelerini ve ilk insandan o güne kadar süregelen iman kervanının yaşamış olduğu maceraları aktararak müslüman cemaatin yapısını pekiştirmek, onları Mekke şartları uyarınca yönlendirme amacı güdülmüştü.
Oysa bu ayetlerdeki amaç, yukarda söylediğimiz gibi, yahudilerin gerçek niyetlerini ve saldırı metodlarını gözler önüne sererek, müslümanları bu tehlikeli komplolar karşısında uyanık olmaya çağırmak, bunun yanında, daha önce yahudilerin düştükleri yanılgılara düşmemeleri konusunda kendilerini uyarmaktır. Gerçi ilerde sözkonusu Mekkî sureleri incelerken anlatacağımız gibi gerek burada gerekse daha önce inen sözkonusu Mekkî surelerde yahudilerin çeşitli sapıklıkları ve günahları konusunda anlatılan gerçekler aynıdır, ama bu ayetlerle surelerde güdülen amaçlar farklı olduğu için İsrailoğulları kıssasının buradaki anlâtımı ile o surelerdeki anlatımı arasında da farklılık olduğu görülür.
Fakat bu kıssayı anlatan bütün Kur'an ayetleri gözdén geçirilince kıssa ile öncesi ve sonrası arasında sıkı bir uyum vardır ve anlatılan kıssa, sözü geçen ayetlerin amaçlarını tamamlar niteliktedir.
İşte burada da bu kıssa ile öncesi arasında aynı uyumun olduğunu görüyoruz. Bilindiği gibi, kıssanın öncesinde insanın üstünlüğü, insan ile Allah arasındaki ahid ve insanın bu ahdi unutuşu anlatılmıştı. Bu arada tüm insanların birliği, Allah katından indirilen dinlerin ve bu dinleri temsil eden peygamberlerin birliği düşüncesi vurgulanmıştı. Ayrıca bu ortak insan karakterinin, yaratılış yapısının somut göstergelerine, temel kanunlarına ve insanın yeryüzü halifeliğinin dayanağını oluşturan bu göstergeler ile temel kanunlara aykırı davrandığı takdirde bunun ne gibi sonuçlar doğuracağına değinilmişti. Bu sonuçları kısaca şöyle özetleyebiliriz: Kim bu göstergeleri ve temel kanunları inkâr ederse insanlığını inkâr etmiş, yeryüzü halifesi olma gerekçesini yitirmiş ve hayvanlık düzeyine doğru başaşağı inişe geçmiş olur.
İsrailoğulları kıssası, Kur'an-ı Kerim'de en sık ve en çok anlatılan kıssadır. Bu kıssanın çeşitli olayları ve ibretli sahneleri özel bir ilgi ile yansıtılır. Bu özel ilgi, yüce Allah'ın bu müslüman ümmeti eğitme, yetiştirme ve zorlu halifelik görevine hazırlamayı amaçlayan hikmetini yansıtır.
Bukısa özetlemenin arkasından şimdi bu ayetleri teker teker ele alıp incelemeye geçelim: