Ayyüzlüm
Yeni Üyemiz
Başörtüsü dramı ve örtülü tesettürsüzler
Başörtüsü dramı ve örtülü tesettürsüzler
Bozulmaya alışmak
Müslümanlar olarak bizler, bozulmanın ve çözülmenin pek de farkında değiliz gibi…
Çünkü asıl bozulma içimizde meydana geliyor; kendimizden, nefsimizden kaynaklanıyor. Temel sebebi iman zayıflığı olan bu çözülmeler, tedrici geliştiği için fazla da tedirgin etmiyor sanki… Tedirgin eden bir seviyeye geldiği zaman da zaten iş işten geçmiş olacak…
Bozulmanın farkında olsak, düzeltmek kolaylaşır. Bozulmanın farkında olmak için de gözümüzün gönlümüzde olması gerekir. Hep madde peşinde koşturan, dur durak bilmeyen bir insan, kendi iç dünyasında olup biteni fark edebilir mi? Durup düşünmeden, sükûnete ermeden, aklıselim ile içini denetlemeden, insan kendinde olup bitenleri anlayabilir mi?
Bu sebeple birçok kişi, içinde olup biteni, neden sonra fark eder ve “Eyvah! Ben ne hale gelmişim” der ama artık yapacak az şey kalmıştır. Bu yüzden dertli âşık, “Eyvah demeden,
demeyi” tavsiye eder.
Ama asıl tehlike, bozulmayı bozulma olarak görmemek, hatta daha vahimi, iyi görüp kabullenmek ve benimsemektir. İşte bu hal, bozulmanın son kertesidir. Çünkü bozulma, çözülme, çürüme, normal görüldüğünde, düzeltmeden söz edilemez. Bu da ölçülerin tepetaklak olması, bir başka deyimle tuzun bozulmasıdır.
Bu gerçeği bilen şer odakları, fark edip tedbir almamamız için bozulmayı yavaş yavaş, alıştıra alıştıra sunuyor. Bu taktik tutuyor. Zira bir zamanlar ayıpladığımız, “Olamaz!” diye çığlık attığımız hallerin, bir zaman sonra halimiz olduğunu hayretle görüyoruz.
Geçmişe dönüp baktığımızda, bu gerçeğin birçok misalini görüyoruz. Mesela, televizyonun tek kanal olduğu zamanlarda, her yılbaşında bir dansöz tartışması çıkardı. Yeni yıla ekranda dansöz oynatarak girmek isteyenlerle, buna karşı çıkanlar yoğun bir biçimde karşı karşıya gelirlerdi.
Tabii ki dansözlü yılbaşını savunanlar daima kazanırlardı ama itiraz edenler de büsbütün etkisiz kalmazlardı. Ya dansöz ekranda daha az kalır, ya da kılığı biraz örtülü olurdu. Tabii ki bazı çok çağdaş kesimlerce buna da itiraz edilir, gazetelerde, “Dansöz örtüldü”, ya da, “Ekranda az kaldı” gibi başlıklar atılırdı.
İstanbul’un büyük çoğunluğunu oluşturan orta direk ahali, ailecek plaja gitmezdi. Büyüklere plaj kıyafetiyle görünmek ayıp sayılırdı. Ben, 40 yıl önce, kayınbabasıyla İstanbul’da denize giren bir öğretmen hanımın, hemcinsi meslektaşları tarafından ne kadar ayıplandığına şahit olmuşumdur. Dönüp dolaşıp o hanımın, kayınpederinin de içinde bulunduğu yakınlarıyla denize gitmesini gündeme getiriyorlar ve buna bir türlü akıl erdiremiyorlardı.
Başörtüsü dramı ve örtülü tesettürsüzler
Bozulmaya alışmak
Müslümanlar olarak bizler, bozulmanın ve çözülmenin pek de farkında değiliz gibi…
Çünkü asıl bozulma içimizde meydana geliyor; kendimizden, nefsimizden kaynaklanıyor. Temel sebebi iman zayıflığı olan bu çözülmeler, tedrici geliştiği için fazla da tedirgin etmiyor sanki… Tedirgin eden bir seviyeye geldiği zaman da zaten iş işten geçmiş olacak…
Bozulmanın farkında olsak, düzeltmek kolaylaşır. Bozulmanın farkında olmak için de gözümüzün gönlümüzde olması gerekir. Hep madde peşinde koşturan, dur durak bilmeyen bir insan, kendi iç dünyasında olup biteni fark edebilir mi? Durup düşünmeden, sükûnete ermeden, aklıselim ile içini denetlemeden, insan kendinde olup bitenleri anlayabilir mi?
Bu sebeple birçok kişi, içinde olup biteni, neden sonra fark eder ve “Eyvah! Ben ne hale gelmişim” der ama artık yapacak az şey kalmıştır. Bu yüzden dertli âşık, “Eyvah demeden,
Ama asıl tehlike, bozulmayı bozulma olarak görmemek, hatta daha vahimi, iyi görüp kabullenmek ve benimsemektir. İşte bu hal, bozulmanın son kertesidir. Çünkü bozulma, çözülme, çürüme, normal görüldüğünde, düzeltmeden söz edilemez. Bu da ölçülerin tepetaklak olması, bir başka deyimle tuzun bozulmasıdır.
Bu gerçeği bilen şer odakları, fark edip tedbir almamamız için bozulmayı yavaş yavaş, alıştıra alıştıra sunuyor. Bu taktik tutuyor. Zira bir zamanlar ayıpladığımız, “Olamaz!” diye çığlık attığımız hallerin, bir zaman sonra halimiz olduğunu hayretle görüyoruz.
Geçmişe dönüp baktığımızda, bu gerçeğin birçok misalini görüyoruz. Mesela, televizyonun tek kanal olduğu zamanlarda, her yılbaşında bir dansöz tartışması çıkardı. Yeni yıla ekranda dansöz oynatarak girmek isteyenlerle, buna karşı çıkanlar yoğun bir biçimde karşı karşıya gelirlerdi.
Tabii ki dansözlü yılbaşını savunanlar daima kazanırlardı ama itiraz edenler de büsbütün etkisiz kalmazlardı. Ya dansöz ekranda daha az kalır, ya da kılığı biraz örtülü olurdu. Tabii ki bazı çok çağdaş kesimlerce buna da itiraz edilir, gazetelerde, “Dansöz örtüldü”, ya da, “Ekranda az kaldı” gibi başlıklar atılırdı.
İstanbul’un büyük çoğunluğunu oluşturan orta direk ahali, ailecek plaja gitmezdi. Büyüklere plaj kıyafetiyle görünmek ayıp sayılırdı. Ben, 40 yıl önce, kayınbabasıyla İstanbul’da denize giren bir öğretmen hanımın, hemcinsi meslektaşları tarafından ne kadar ayıplandığına şahit olmuşumdur. Dönüp dolaşıp o hanımın, kayınpederinin de içinde bulunduğu yakınlarıyla denize gitmesini gündeme getiriyorlar ve buna bir türlü akıl erdiremiyorlardı.