Bir Gurbet Tarifi

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz

Bazı duyguları anlatmak zordur. Bunlar hayatın içinde kendilerine bir tarif bulur, sözle ifade edilemezler. Bu duyguların ifadesi; bazen kuytu sahillerin ıssız gecesinde Rabb'iyle beraber olan zâtların gönlünde bir iç yakarış olur, bazen de gözlerden süzülen birkaç damla yaş... Hikmetinden sual olunmaz Yüce Yaratıcı'nın; O bizi bizden daha iyi bilir. Aklın ötesinde, bir iç iniltidir gurbet. Vatandan, yârdan, ana-babadan uzak kalmak gibi, kişilerin iç dünyasına göre farklı mânâlarda kullanılsa da o, Allah'ın davasına adanmış ruhlar için derin mânâlar ifade eder.

Gurbet, Allah'ı anlatmaya gönül veren insanların diyar diyar gezmesi; vatandan uzak, dostlardan ayrı kalmasıdır. Denebilir ki, bu tılsımlı kelime, gönül erlerinin hayatlarının özeti, ömürlerini belli gâyeler doğrultusunda sarf eden insanların hayatlarındaki mânânın tarifidir.

Gurbet; insanlığın ilk çilesi, ilk ızdırabıdır. Ondandır ki, gurbet insanlıkla aynı yaştadır. Hz. Âdem (aleyhisselâm) o kelimenin mânâsını belki de en derin yaşayandır. O, bir imtihan vesilesi olan yasak meyveye el uzatmasından sonra, Rabb'i tarafından gerçek vatanı olan Cennet diyarından imtihan dünyasına gönderilmiştir. Gurbet ve imtihan, burada da yalnız bırakmaz İlk Nebi'yi. Hz. Âdem ve Hz. Havva kavuşabilmek için yıllarca birbirlerini ararlar bu dünya gurbetinde.

Hz. Nuh (aleyhisselâm) gurbet diyarına, gemiyle açılmıştı. Tebliğ etmesi emrolunan hak davaya kavmi inanmayınca, Rabb'i tarafından yaptırılan gemiye binmişti. Kendisiyle insanlardan daha çok, hayvanlar gelmişti. Eğer insan yoksa gurbet yolunda, Yüce Mevlâ o kutsi davanın yol arkadaşlarını mahlûkattan seçiyordu. Gurbetsiz Nebi, gurbetsiz dava olamazdı.

Hz. Yunus (aleyhisselâm), Ninovalılar kendisine inanmadıkları için, onların aralarından ayrılmak istemişti. İzinsiz ayrılması hoş karşılanmamış, bir sebeple denize atılmıştı. Yine de Rabb-i Rahîm'in engin merhameti sayesinde O, bir balığın karnındaki muvakkat gurbetle muhafaza edildi. "Rabbim ben zulmedenlerden oldum." deyince Allah Tealâ'nın (celle celâlühü) lütfuyla tekrar selâmete kavuştu. Bundan anlıyoruz ki, gurbete izinsiz çıkılmazmış.

Hz. Yusuf (aleyhisselâm) ise, kardeşleri eliyle salındı gurbet kuyusuna. Yoldan geçen bir kervan gelip onu kuyudan çıkarsa da, aslında o bir başka gurbet yolculuğuna çıkarılmıştı. Babası Hz. Yakub (aleyhisselâm) O'na, O da babasına kavuşma hasretiyle yanıp tutuştu yıllarca. Fakat Hz. Yusuf (aleyhisselâm) babasına kavuşunca dönmemişti. Dönemezdi de! O'nun bir davası vardı, davası da gurbetteydi.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), gurbeti en çok yaşayan peygamberlerdendi. Kavmi inanmayınca, "Ben gidiyorum!" demiş ve yanına yeğeni Hz. Lut (aleyhisselâm) ile Sâre Annemiz'i alıp gitmişti. Peygamberlerin atası gurbet ellerde diyar diyar dolaşmıştı: Mısır, Mekke... Gurbet içinde gurbeti ise, canından çok sevdiği oğlu Hz. İsmail (aleyhisselâm) ve Hacer Annemiz ile yaşamıştı. Kurban mu'cizesinden sonra yıllarca birbirlerinden ayrı kalmışlardı. Birkaç defa oğlunun yanına gidip onu görmek istemişse de, görüşememiş, hanımıyla ayaküstü konuşup ayrılmıştı. Üzerindeki vazife ve mesuliyetin beklemeye tahammülü yoktu. Oğlu İsmail (aleyhisselâm) de babasını görmeyi çok arzulamıştı. Peygamber olsa da, gelememişti yanına. Temsil ettikleri hakikatin şuuru duygularının önüne geçiyordu.

Hz. Musa (aleyhisselâm) gurbetteki kavmini anavatanına getirebilmek için, büyük mücadeleler vermişti. Ve neticede kavmiyle beraber anavatana dönmeye muvaffak oldu. Tur Dağı'nda Rabb'iyle vuslata eren Hz. Musa, kavminin yanına döndüğünde onların Hak ve hakikatten uzaklaştığını görünce öz vatanında gurbeti yaşayacaktı. Kendilerini Firavun'un onca zulmünden kurtaran Hz. Musa'ya (aleyhisselâm) her durumda inanacaklarına dâir söz veren o kavim ona yüz çevirmişti. Nebi (as) bu duruma üzülerek kaç defa sormuştu kavmine, "Neden? Neden?" diye! Kendi vatanlarına kavuşan o kavim, Yüce Mevlâ'dan yüz çevirince öz vatanlarında gurbet yaşamaya kendi kendilerini mahkûm etmişlerdi.

Efendiler Efendisi (sallallahü aleyhi ve sellem), Gönüller Sultanı, nasıl da uzaklaştırılmıştı vatanından! Çocukluğunu, gençliğini, hayatını verdiği diyardan. Belki de hayatının en zor yolculuklarından biriydi Gönüller Sultanı'nın hicreti. O Nebiler Serveri (sallallahü aleyhi ve sellem), peygamberliğin son halkası, Rabb'inin emriyle gurbeti yaşayan son Nebi olacaktı. Davası için o da gurbeti yaşamalıydı. Mekke'ye veda ederken, bir dağın tepesinden mahzun ve kederli bir şekilde bakmıştı. Kâinat, Nebi'nin (sallallahü aleyhi ve sellem) dudağından süzülen şu sözlere şahit olmuştu: "Mekke! Mekke! Bir gün döneceğim sana!"

Önden giden ashabının ardından Medine yollarına düşen Nebi (sallallahü aleyhi ve sellem), en sevdiği arkadaşını da yanında götürmüştü. Medine'yi yurt tutmuştu; ama kalbi Mekke'deydi. Mekke fetholduğunda ise, sanki o sevgiliden vazgeçmişti. Çünkü O'nun ufkunda gerçek vuslat, gönüllerin fethiydi. Onun gurbeti Mekke değildi; inanmayan insanların kalbine imanın girememiş olmasıydı. Ashab-ı Kîram (ra) efendilerimiz anlamışlardı bunu, hiç durmadılar, gittiler uzak diyarlara. "Eğer Medine'de, Mekke'de ölürsek, hicap duyarız." deyip, arkalarına bakmadan dünyanın dört bir yanına dağıldılar!

Asrın minaresinin başında duran zât ise, "Anlamıyorlar beni! Anlamıyorlar!" diye inleyip durmuş, yıllar boyu yaşadığı sürgün ve Yusuf (aleyhisselâm) benzeri zindan hayatıyla, gurbetin bir başka boyutunu temsil etmişti. Fakat o bunu dert etmiyordu. İnsanlar iman nimetinden mahrumken rahat ve huzur içinde olamazdı. Kendi zindandaydı; ama gönlü gerçek vatanındaydı. Ya dışarıdaki nefis mahpusları?

"Eğer milletimin imanını selâmette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur." Ey Aziz Üstad! "Dâvâm! Dâvâm!" diyerek ötelerden gelen sesinle bizi gurbette bırakmadan gittin. Biz ise, imansızlık girdabında, dalâlet bataklığında nicelerinin boğulduğu bir asrın çocuklarıyız. Nasibi olanlar hidayete ererken, senin tercüman olduğun hakikat ile bazıları hâlâ tanışamadı.

Senin ardından gelen 'Hatib'in hayatından da anlıyoruz gurbetin bizler için neler ifade ettiğini. Eğer gidilmezse, Gönüller Sultanı Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) yolundan, O'na saygısızlık etmiş oluruz. Eğer uğrunda gönül verilen bir dava gurbetle taçlandırılmazsa, o dava yetim görünür, gurbeti olmayan bir vazife hakkıyla eda edilememiş sayılır. Seni anlayan muhabbet fedaileri de gösterdiğin yolda Ashab-ı Kîram'ı (ra) örnek almaya çalışarak, dünyanın dört bir yanına dağıldılar ve her biri bir çınarın gölgesinde kendilerine yer buldular.

Dört bir tarafa giden bu hizmet erlerinin muştusunun Hz. Nuh'un (alehisselâm) gemisinde, balığın karnında, kuyunun dibinde ve zindanda, Hz. Musa'nın (alehisselâm) asâsında, Efendiler Efendisinin (sallallahü aleyhi ve sellem) hayatında remzen ve işareten verildiğini şimdi daha iyi anlıyoruz.

Ey Hatip! Sen Rabb'inle barışık ve de bütün insanlığın derdiyle hemhalsın. "Allah aşkına bu beste burada yarım kalmasın; yerine getirelim!" diye inledin durdun. Biz her ulvî çağrıya kaçamak cevap verdik. "Yük ağır, biz kaldıramayız!" dedik. Türlü türlü bahaneler uydurduk. Ey Hatip! Şimdi bizler ana vatandayız, ama aslında gurbetteyiz. Sen ise gurbette insanlığın derdiyle dertlenirken uzaklardasın; ama hakiki vatanına ve 'Sevgili'ye bizden daha yakınsın.

Soralım kendimize ey gönül erleri! "Şimdi kim gurbette?"
 
Üst Alt