Nureddin Yıldız / 14 HAZİRAN 2012 PER
Bu sözleri nereye koyalım?
Allah'ın kitabı ve Peygamber aleyhisselamın hadisleri elimizin altında, bizim için daha güçlüsü olmayan bilgi kaynağı olarak durmaktadır. Evimizde, iş yerimizde, insan olarak hayatı yaşadığımız yer alanda o sözlerin bizim ölçümüz, tartışamayacağımız kurallarımız olması gerekiyor. İman etmiş olmamız bu demek değil midir? Ya da, böylesi değilse mü'min kimdir? Cuma hutbelerinde dinlediğimiz, şu veya bu toplantı nedeniyle katıldığımız toplantılarda kulaklarımıza dökülen bilgiler bizim için ne ifade etmektedir? Bir ayet veya bir hadis, bizim açımızdan başkası olmaz denecek esaslar değil midir?
Bu soruları uzatmanın gereği yoktur şüphesiz; her mü'minin cevabı bellidir. Biz Kur'an'a ve hadise iman ediyoruz. İmanın aslı da tam teslimiyettir. Ne emretti ise Allah ve Resûlü, ona itaat edeceğiz. Kural budur, sonuç böyledir.
Bu kuralı benimsiyor olmamıza rağmen belki de bu kural, pek çok mü'min insanın dava olarak güttüğü bir mücadeleye dönüşmüştür. Evlerin ve iş yerlerinin etkisi altında olma açısından bakıldığında ise Kur'an ayetlerinin, Peygamber hadislerinin, duyulduğunda sözlerin bittiği bir emir olarak ele alındığını ne yazık ki iddia edemiyoruz. Elimizdeki bu kuralları ya bilmiyoruz ya da nerede nasıl kullanılacağını bilmiyoruz. Netice olarak da imanımızın gereği gördüğümüz ayetler, hadisler günlük hayatımızın belirleyicileri, ailemizin işaret levhaları niteliğinde olmuyorlar.
Bu anlamı çağrıştıran örnekler olarak aşağıdaki ayet ve hadislere dikkat etmemizde yarar olacaktır. Bu yarar, her şeyden ailemizin doğal zeminine taşınması davamızdan bizim lehimize bir yarardır.
Yumuşak aile
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
'Allah yumuşaktır, yumuşaklığı sever. Sert tutuma vermediğini yumuşaklığa verir.' Müslim, Edeb, 23/6544
Gayet açık bir emir vardır bu hadiste: Mü'min isen yumuşak olacaksın! Evinde ve işinde, mü'min kimliğinle yaşadığın her yerde karakterin yumuşaklık üzerine kurulu olmalıdır. Yumuşak baba, yumuşak anne imanına uygun kimliği olan babadır, annedir. Yumuşaklıkla, gevşekliği de karıştırmadığı zaman insan sevilen, sayılan biri olur. Aile ortamlarımızı, birbirimize gücümüzü ispat etmeye uğraştığımız meydanlara çevirmeden yaşamaya mecburuz. Ezmeye gücümüzün yettiği zamanlarda merhametli davranarak,yumuşaklığı ilke edinerek Allah'ın yardımına daha yakın bir noktada duruyoruz demektir.
Başka bir açıdan daha bakarak şöyle bir sorgulama da yapabiliriz: Allah'ın yardımını göremediğimiz zamanlardaki mahrumiyet nedenlerimizden biri, sert tutumumuz olabilir mi?
Yumuşaklığı, Allah'ın hükümlerinden taviz gerekçesi durumuna getirmeden, sertlikle yumuşaklık arasında tercih yapacağımız zaman yumuşaklığı tercih etmeyi becerebilirsek, bu bizim Allah'tan yardım gören aileler, iş yerleri sahibi olmamız anlamına gelecektir.
İki büyük nimet
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
'İki nimette insanların çoğu aldanmaktadırlar: Sıhhat ve boş vakit.' Buharî, Rekaik, 1/6412
Bu iki nimetin evlerimizde nasıl eritildiğine bakmak için sadece bir haftamızı test edebiliriz. Önümüze çıkacak sonuç ürkütücüdür. Tükettiğimiz gıdadan, evlerimizin aydınlatılmasına kadar pek çok şeyin sıhhatimizi erittiğini, tıbba mahkûm bir hayata gömüldüğümüzü göreceğiz. Evlerimizde kullandığımız ve bize rahatlık getirmesi için üretilmiş olan neredeyse bütün cihazların ömrümüzü tükettiğini ne yazık ki inkâr edemeyiz.
Sıhhat ve boş vakit konusunda, derin bir düşünce içinde ele almamız gereken farklı bir konu da, bu iki nimetin bir nimet olarak görülemeyişidir. Sıhhati yerinde insanların 'yokluk ve sefalet' sözcüklerini kullanmaları, uykusundan muhabbetine kadar zamanı sınırsız kullananların bile sıkıntıdan söz edebilmeleri gayet düşündürücü bir sıkıntıdır. Bir kere, var olan şeyler arasında sıhhati saymaya alışmış değiliz. Doğan güneşin aydınlattığı gün içinde boş vakitlerimizin bulunmasını cebimizde para bulunması gibi bile görmüyoruz ki, aslında bunun paradan ve pek çok nimetten daha değerli tutulması gerekmektedir. Mü'min bir ailenin, çocuklarının sağlıklı bir şekilde bayrama kavuşmalarını, o çocuklara bayramlık alınamamasını unutturacak bir nimet olarak görmeleri hatadır. Ailelerimiz, bu anlayışla ciddi bir nankörlük bataklığına batmaktadır. Asıl görülmesi gerekenleri göremeyip, olmasa da olabileceklere takılı kalanlar kendilerini de sorumlusu olduklarını da etkilemektedirler.
Mü'min ailelerin, bu iki nimette aldanmamış olmaları yakışa kalırdı. Varımız ve yoğumuzla ilgili hesaplarda bu iki nimet bulunmalıdır.
Evliliğin yerine bak!
Nûr suresinin, iki ayetini bir kere daha düşünmemiz gerekmektedir. Bu iki ayetin sadece birleştikleri noktada ne mesaj verdiklerine bakmak istiyoruz. Otuz birinci ayet, kadın ve erkek ilişkilerine dair pek çok hükme işaret ettikten sonra şu şekilde bitmektedir:
'Hepiniz birden, Allah'a dönüp tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz ey mü'minler!'
Otuz birinci ayet bittikten sonra otuz ikinci ayet şu şekilde başlamaktadır:
'Bekâr olanlarınızı evlendirin!'
İlk bakışta, bu iki ayet arasında bir bağlantı bulunamayabilir. Mü'minlere tevbenin emredilmesi pek tabiidir. Tevbe, hayatın ruhu gibidir. Zaten mü'min insanların tevbeye dair bir anlamazlıkları da yoktur. Bir sonraki ayet ise bekârların evlendirilmesini 'emertemktedir.' Tevbe ile bekârı evlendirmenin, Kur'an mantığında ne kadar iç içe bir yer tuttuklarını görmemiz gerekiyor. Tevbe kadar hiçbir zaman mü'min insanın zihninde yer etmesi mümkün olmayan sebeplerle, bekâr mü'min gençlerin evliliklerinin ertelenmesi şu, 'Allah'a tevbe etmek' ve 'bekârları evlendirmek emirlerini yan yana getiren Kur'an idrakinden ne denli uzak bir anlayıştır. 'Tevbe' dinimizin neresindedir ve ne kadar önem arz etmektedir? Bunu bilmeyen mü'min olur mu? O tevbeyi izleyen emir, nasıl diploma ve iş gibi Kur'an düzeyinde olmayan gerekçelere dayandırılarak ertelenebilir?
Anne babaların, gençlerin mesulü durumunda olanların bir kere daha düşünüp, imanla alakalı sonuçlarımızı nasıl olumsuz etkilediklerini tefekküre etmelidirler.
Şu otuz ikinci ayetin nasıl devam ettiğine bakalım:
'Bekâr olanlarınızı evlendirin. Köle ve cariyelerinizden de durumları elverişli olanları evlendirin. Eğer fakir iseler, Allah onları kendi lütfundan zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah, sınırsız zenginliği olandır ve her şeyi hakkıyla bilendir.'
Ayet, bir kere daha ekonomik ve sosyal anlayışımızı zorlamaktadır:
- Bekâr evlendirilecek,
- Fakirlik dert edilmeyecek. Çünkü Allah zengindir, her şeyi biliyor.
Kur'an'ımızın iman etmemizi emrettiği hakikat budur. Bizim ne yaptığımız da ortadadır. Bekâr gençleri, evlerimizin ortasında mayın gibi tutuyoruz. Mü'min genç istiyoruz. Peygamber aleyhisselamın o genci elde etmeyi gösterin tavsiyeleri, Kur'an'ımızın tembihleri ortadadır. Tevbe gibi cennetimizle birinci dereceden alakalı bir kelimenin devamında bekârları evlendirmek vardır. Kur'an'ın öğrettiği budur. Bizim, 'işi yok, askerlik yapmadı, okulu bitmedi' türünden gerekçelerimiz de ortadadır. Gözümüzün içine batarak geleduran akıbetimiz de ortadadır. Nikâhı, asıl yerine oturtalım; iffetini korumak isteyen, anneliğin babalığın ne olduğunu bilen bunu böyle bilsin ve yapsın.
Tapınanını yiyen put
Borcu borçla kapatmak ne demek olabilir? Bunu bir şeye benzeteceksek her hâlde, susadıkça deniz suyu için birinin tutumuna benzetebilir. Ölüden medet ummak, iyileşmesi istenen yarayı karıştırmak da böyle bir şey olsa gerek.
Şu hadisi şerifi, hayatımızın bir yerine koymaya çalışmalıyız:
'Kimin derdi dünya olursa Allah, onun işini dağıtır. Fakirliği gözünün içine sokar. Sonunda da, dünyalık olarak onun için yazılandan başkası gelmez kendisine.' Tirmizî, Sıfatülkıyameti, 30/2465
Bu hadisi, evlerimizde bir yere oturtmaya mecburuz. Dünya için değiliz, ahirete koşuyoruz; böyle inanıyoruz böyle konuşuyoruz. İddiası bu olanın, günlüğünde dünya ne kadar yer tutmalıdır, bizim günlüğümüzde ne kadar yer tutuyor?
Evlerimizin ne kadarı, dünyada kalacak şeylerle doludur, ne kadarı ebedî âlemde bizimle beraber olacaklarla doludur?
Biz dünyaya tapındıkça o bize yâr oluyor mu yoksa biz ona tapındıkça o bizi mi yiyor?
Muhasebe için iyi bir soru olsa gerek bu?
Bu sözleri nereye koyalım?
Allah'ın kitabı ve Peygamber aleyhisselamın hadisleri elimizin altında, bizim için daha güçlüsü olmayan bilgi kaynağı olarak durmaktadır. Evimizde, iş yerimizde, insan olarak hayatı yaşadığımız yer alanda o sözlerin bizim ölçümüz, tartışamayacağımız kurallarımız olması gerekiyor. İman etmiş olmamız bu demek değil midir? Ya da, böylesi değilse mü'min kimdir? Cuma hutbelerinde dinlediğimiz, şu veya bu toplantı nedeniyle katıldığımız toplantılarda kulaklarımıza dökülen bilgiler bizim için ne ifade etmektedir? Bir ayet veya bir hadis, bizim açımızdan başkası olmaz denecek esaslar değil midir?
Bu soruları uzatmanın gereği yoktur şüphesiz; her mü'minin cevabı bellidir. Biz Kur'an'a ve hadise iman ediyoruz. İmanın aslı da tam teslimiyettir. Ne emretti ise Allah ve Resûlü, ona itaat edeceğiz. Kural budur, sonuç böyledir.
Bu kuralı benimsiyor olmamıza rağmen belki de bu kural, pek çok mü'min insanın dava olarak güttüğü bir mücadeleye dönüşmüştür. Evlerin ve iş yerlerinin etkisi altında olma açısından bakıldığında ise Kur'an ayetlerinin, Peygamber hadislerinin, duyulduğunda sözlerin bittiği bir emir olarak ele alındığını ne yazık ki iddia edemiyoruz. Elimizdeki bu kuralları ya bilmiyoruz ya da nerede nasıl kullanılacağını bilmiyoruz. Netice olarak da imanımızın gereği gördüğümüz ayetler, hadisler günlük hayatımızın belirleyicileri, ailemizin işaret levhaları niteliğinde olmuyorlar.
Bu anlamı çağrıştıran örnekler olarak aşağıdaki ayet ve hadislere dikkat etmemizde yarar olacaktır. Bu yarar, her şeyden ailemizin doğal zeminine taşınması davamızdan bizim lehimize bir yarardır.
Yumuşak aile
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
'Allah yumuşaktır, yumuşaklığı sever. Sert tutuma vermediğini yumuşaklığa verir.' Müslim, Edeb, 23/6544
Gayet açık bir emir vardır bu hadiste: Mü'min isen yumuşak olacaksın! Evinde ve işinde, mü'min kimliğinle yaşadığın her yerde karakterin yumuşaklık üzerine kurulu olmalıdır. Yumuşak baba, yumuşak anne imanına uygun kimliği olan babadır, annedir. Yumuşaklıkla, gevşekliği de karıştırmadığı zaman insan sevilen, sayılan biri olur. Aile ortamlarımızı, birbirimize gücümüzü ispat etmeye uğraştığımız meydanlara çevirmeden yaşamaya mecburuz. Ezmeye gücümüzün yettiği zamanlarda merhametli davranarak,yumuşaklığı ilke edinerek Allah'ın yardımına daha yakın bir noktada duruyoruz demektir.
Başka bir açıdan daha bakarak şöyle bir sorgulama da yapabiliriz: Allah'ın yardımını göremediğimiz zamanlardaki mahrumiyet nedenlerimizden biri, sert tutumumuz olabilir mi?
Yumuşaklığı, Allah'ın hükümlerinden taviz gerekçesi durumuna getirmeden, sertlikle yumuşaklık arasında tercih yapacağımız zaman yumuşaklığı tercih etmeyi becerebilirsek, bu bizim Allah'tan yardım gören aileler, iş yerleri sahibi olmamız anlamına gelecektir.
İki büyük nimet
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
'İki nimette insanların çoğu aldanmaktadırlar: Sıhhat ve boş vakit.' Buharî, Rekaik, 1/6412
Bu iki nimetin evlerimizde nasıl eritildiğine bakmak için sadece bir haftamızı test edebiliriz. Önümüze çıkacak sonuç ürkütücüdür. Tükettiğimiz gıdadan, evlerimizin aydınlatılmasına kadar pek çok şeyin sıhhatimizi erittiğini, tıbba mahkûm bir hayata gömüldüğümüzü göreceğiz. Evlerimizde kullandığımız ve bize rahatlık getirmesi için üretilmiş olan neredeyse bütün cihazların ömrümüzü tükettiğini ne yazık ki inkâr edemeyiz.
Sıhhat ve boş vakit konusunda, derin bir düşünce içinde ele almamız gereken farklı bir konu da, bu iki nimetin bir nimet olarak görülemeyişidir. Sıhhati yerinde insanların 'yokluk ve sefalet' sözcüklerini kullanmaları, uykusundan muhabbetine kadar zamanı sınırsız kullananların bile sıkıntıdan söz edebilmeleri gayet düşündürücü bir sıkıntıdır. Bir kere, var olan şeyler arasında sıhhati saymaya alışmış değiliz. Doğan güneşin aydınlattığı gün içinde boş vakitlerimizin bulunmasını cebimizde para bulunması gibi bile görmüyoruz ki, aslında bunun paradan ve pek çok nimetten daha değerli tutulması gerekmektedir. Mü'min bir ailenin, çocuklarının sağlıklı bir şekilde bayrama kavuşmalarını, o çocuklara bayramlık alınamamasını unutturacak bir nimet olarak görmeleri hatadır. Ailelerimiz, bu anlayışla ciddi bir nankörlük bataklığına batmaktadır. Asıl görülmesi gerekenleri göremeyip, olmasa da olabileceklere takılı kalanlar kendilerini de sorumlusu olduklarını da etkilemektedirler.
Mü'min ailelerin, bu iki nimette aldanmamış olmaları yakışa kalırdı. Varımız ve yoğumuzla ilgili hesaplarda bu iki nimet bulunmalıdır.
Evliliğin yerine bak!
Nûr suresinin, iki ayetini bir kere daha düşünmemiz gerekmektedir. Bu iki ayetin sadece birleştikleri noktada ne mesaj verdiklerine bakmak istiyoruz. Otuz birinci ayet, kadın ve erkek ilişkilerine dair pek çok hükme işaret ettikten sonra şu şekilde bitmektedir:
'Hepiniz birden, Allah'a dönüp tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz ey mü'minler!'
Otuz birinci ayet bittikten sonra otuz ikinci ayet şu şekilde başlamaktadır:
'Bekâr olanlarınızı evlendirin!'
İlk bakışta, bu iki ayet arasında bir bağlantı bulunamayabilir. Mü'minlere tevbenin emredilmesi pek tabiidir. Tevbe, hayatın ruhu gibidir. Zaten mü'min insanların tevbeye dair bir anlamazlıkları da yoktur. Bir sonraki ayet ise bekârların evlendirilmesini 'emertemktedir.' Tevbe ile bekârı evlendirmenin, Kur'an mantığında ne kadar iç içe bir yer tuttuklarını görmemiz gerekiyor. Tevbe kadar hiçbir zaman mü'min insanın zihninde yer etmesi mümkün olmayan sebeplerle, bekâr mü'min gençlerin evliliklerinin ertelenmesi şu, 'Allah'a tevbe etmek' ve 'bekârları evlendirmek emirlerini yan yana getiren Kur'an idrakinden ne denli uzak bir anlayıştır. 'Tevbe' dinimizin neresindedir ve ne kadar önem arz etmektedir? Bunu bilmeyen mü'min olur mu? O tevbeyi izleyen emir, nasıl diploma ve iş gibi Kur'an düzeyinde olmayan gerekçelere dayandırılarak ertelenebilir?
Anne babaların, gençlerin mesulü durumunda olanların bir kere daha düşünüp, imanla alakalı sonuçlarımızı nasıl olumsuz etkilediklerini tefekküre etmelidirler.
Şu otuz ikinci ayetin nasıl devam ettiğine bakalım:
'Bekâr olanlarınızı evlendirin. Köle ve cariyelerinizden de durumları elverişli olanları evlendirin. Eğer fakir iseler, Allah onları kendi lütfundan zenginleştirir. Şüphesiz ki Allah, sınırsız zenginliği olandır ve her şeyi hakkıyla bilendir.'
Ayet, bir kere daha ekonomik ve sosyal anlayışımızı zorlamaktadır:
- Bekâr evlendirilecek,
- Fakirlik dert edilmeyecek. Çünkü Allah zengindir, her şeyi biliyor.
Kur'an'ımızın iman etmemizi emrettiği hakikat budur. Bizim ne yaptığımız da ortadadır. Bekâr gençleri, evlerimizin ortasında mayın gibi tutuyoruz. Mü'min genç istiyoruz. Peygamber aleyhisselamın o genci elde etmeyi gösterin tavsiyeleri, Kur'an'ımızın tembihleri ortadadır. Tevbe gibi cennetimizle birinci dereceden alakalı bir kelimenin devamında bekârları evlendirmek vardır. Kur'an'ın öğrettiği budur. Bizim, 'işi yok, askerlik yapmadı, okulu bitmedi' türünden gerekçelerimiz de ortadadır. Gözümüzün içine batarak geleduran akıbetimiz de ortadadır. Nikâhı, asıl yerine oturtalım; iffetini korumak isteyen, anneliğin babalığın ne olduğunu bilen bunu böyle bilsin ve yapsın.
Tapınanını yiyen put
Borcu borçla kapatmak ne demek olabilir? Bunu bir şeye benzeteceksek her hâlde, susadıkça deniz suyu için birinin tutumuna benzetebilir. Ölüden medet ummak, iyileşmesi istenen yarayı karıştırmak da böyle bir şey olsa gerek.
Şu hadisi şerifi, hayatımızın bir yerine koymaya çalışmalıyız:
'Kimin derdi dünya olursa Allah, onun işini dağıtır. Fakirliği gözünün içine sokar. Sonunda da, dünyalık olarak onun için yazılandan başkası gelmez kendisine.' Tirmizî, Sıfatülkıyameti, 30/2465
Bu hadisi, evlerimizde bir yere oturtmaya mecburuz. Dünya için değiliz, ahirete koşuyoruz; böyle inanıyoruz böyle konuşuyoruz. İddiası bu olanın, günlüğünde dünya ne kadar yer tutmalıdır, bizim günlüğümüzde ne kadar yer tutuyor?
Evlerimizin ne kadarı, dünyada kalacak şeylerle doludur, ne kadarı ebedî âlemde bizimle beraber olacaklarla doludur?
Biz dünyaya tapındıkça o bize yâr oluyor mu yoksa biz ona tapındıkça o bizi mi yiyor?
Muhasebe için iyi bir soru olsa gerek bu?