Okyay
ÖZEL ÜYE
©VuSLaT
ÇOBAN VE ELMA AĞACI
Yaşlı çoban sürüyle yaylaya çıktığında,
Tepeye yakın yerde, bir ağacın altında,
Kendisi dinlenirdi, sürüsüyse otlardı,
Altında oturduğu bir elmâ ağacıydı.
Ve eğer mevsimiyse, ağaçla konuşurdu,
“ Hadi bu ihtiyarın elmasını ver” derdi.
Ve bir elmâ düşerdi, güzel hem olgunundan,
Tabi çok memnun kalır, mutlu olurdu bundan.
Sedef saplı çakıyı, çıkardımı cebinden,
Elmâ'sı dilimlere ayrılırdı elinden.
Küçük bir tas yoğurtla, ekmeğine katıklar,
Karnını doyururdu, sonrasında duâlar.
Ve bunun arkasından zikire koyulurdu,
Babasından yâdikar Kur’ânı’nı okurdu.
Çoban, bu ağacını yirmi yıl kadar önce,
Heves edip dikmişti, sevgi dolu gönlünce.
Onu sık sık sulardı, bunun için büyükçe,
Güğüme doldurduğu, abdest suyu arttıkça,
Bu ağacın dibine ayırır, kullanırdı,
Büyümesini ister, dâima da sulardı.
Elma ağacı belki, bu yüzden palazımış,
Sularla kuvvet bulmuş, serpilip ve uzamış.
Baya bir ağaç olmuş, dallanmaya ulaşmış,
Artık meyve vermeye, ikramına başlamış.
Çoban da o zaman, henüz genç sayıldığından,
Şöyle bir uzandımı koparırdı dalından.
Beğendiği elmâyı kolycacık alırdı,
Ağaçtan, elmasından gâyet mutlu olurdu.
Fakat aradan geçen, bunca yıllar içinde,
Belceğizi bükülmüş, boyu kısalmış bir de.
Ağacınkiyse büyük, çınar’ca yükselmişti,
Elmâ'yı koparmaktan artık âciz kalmıştı.
Ama boy ne kadar yüksek olursa olsun,
Ağaç yine yavrusu değil mi idi onun.?
Bir evlât sevgisiyle, onu okşadığında,
“Ver yavrum hadi derdi, gönder artık yaşlına,
Bu günkü kısmetini, buracıkta sızmadan.
Ve bir elmâ düşerdi, hiç mi hiç nazlanmadan.
Bu yıllar devam etti, hiçbir gün aksamadan.
Köylüler uzağında, bunu seyrederlerdi,
Kendi aralarında, bu zat veli derlerdi.
Yaşlı adam ki bir gün, gölgede dinlenmişti,
Bu ağacın altında namazını kılmıştı.
Ağaca yine dönüp elmâ'sın istemişti,
Fakat dallar elmâ'yla dolu olduğu halde,
Bekledi umdu ama, hiç düşmedi bir tâne.
Sonra gene bir daha-bir daha tekrarladı,
Elmâ'sını istedi , sanırsın ki yalvardı.
Velâkin beklediği elmâ'sı düşmüyordu,
Çoban, üzüntüsünden içini hüzün sardı.
Kuzu tüğü misâli o beyaz sakalına,
Göz yaşları süzüldü âdeta damla damla.
Cübbesinin yeniyle silerekten yaşını,
Ağacının altından, bitkince uzaklaştı.
Neden böyle olmuştu, bilememişti bunu,
Koyunların arasına atı verdi kendini.
Yavrusu meyve verip dallanmadan bu yana,
İlk kez reddediyordu, sanki dargındı ona.
Yaşlı çobanın beli biraz daha bükülmüş,
Güçsüz bacaklarına sanırsın nüzul inmiş.
O yorgun vücudunu taşıyamaz olmuştu,
Merâkı hikmetinde, acep bu nasıl işti.
Hayvanları usulca toplayıp köye doğru,
Yöneldiğinde birden, ezan sesini duydu.
Aşağıki câminin her zamankinden nurlu,
Şanlı minâresinden, sedâ yankılıyordu.
Ezan sesiyle birden irkildi, durdu çoban,
Yeniden doğdu sanki, hatırlamıştı o an,
Çocuk gibi sevindi, koştu ağaca vardı,
“Canım” dedi, şefkatle, hıçkırarak sarıldı,
Boşandı ağlayarak, “benim güzel evlâdım,
Mis kokulum, yârenim, a benim sadık canım!
Şu unutkan yaşlıyı, üzmeden önce neden,
Niçin suskun durdun da, müjdeyle söylemedin,
Ramazan’ın ilk günü, olduğunu demedin.”
Şevket OKYAY
..........................
KAYNAK
Halk Hikayeleri
/vs]
Moderatör tarafında düzenlendi: