DAVETİN YÖNTEMİ
Rabb’inin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. [155]
Resulüllah bir ümmi idi; okuma-yazması yoktu; o günün felsefelerinden, bilimlerinden habersizdi. Seçilip de ilâhî görevle sorumlu kılındığı zaman ne görevinin gereklerini ve ne de kendisine verilen ilâhî bilgiyi insanlara nasıl, hangi yöntemle sunacağım biliyordu. Fakat ilâhî irade bunu özellikle tercih etmiş ve kendisine o toplumun ölçüleri dahilinde ahlâkının güzelliği dışında, entelektüel birikimleri olmayan birisini seçmişti. Zira O’nu risâlet sürecinde aşama aşama yetiştirip, insanlığın zirvesi yapacaktı, ilahî bilgi, değiştirici, dönüştürücü gücünü, hedeflediği insan tipini önce elçisi üzerinde gerçekleştirecek ve örnek olarak gösterecekti. Her vahyolunan ayetle de bu gerçekleştirildi. Vahyolunan her bir ayet Resulüllah’ı hem bilgilendirdi, hem de yetiştirip, geliştirdi; öğretti, eğitti. O’nu ‘alemlere rahmet [156] bir şahsiyet, insanlık için ‘en güzel örnek [157] kıldı.
Resulûllah’in insanlara neyi sunacağı ne kadar önemliyse, nasıl sunacağı da en az o kadar önemliydi. Zira tecrübeyle sabittir ki, doğrular sırf doğru oldukları için kabul edilmezler. Doğruların kabul edilmesi için aynı zamanda doğru tarzda sunulmaları gerekir. Sunuştaki yöntem o kadar önemlidir ki, doğru yöntemle sunulan şey yanlış olsa bile kabul edilebilir ama, yanlış yöntemle sunulan şey doğru olsa bile kolaylıkla reddedilebilir. Bu nedenle ‘İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah’a Çağırıyorum [158] ‘Ey insanlar! Ben sizler için apaçık uyanayım [159] demesi ve ‘kötülüğü en güzel bir tutumla savması [160] istenen Resulüllah, risâlet sürecinin ilk günlerinden itibaren islâm davetinin yöntemi konusunda titizlikle bilgilendirilip, yetiştirildi. Özellikle de ilk ayetlerde, yönteme ilişkin bilgi ve açıklamalar hiç eksik olmadı. Şunlar, risâlet sürecinin ilk zamanlarında vahyolunan ayetlerden, davetin yöntemini konu edinenler arasından rastgele seçilmiş sadece bazı örneklerdir:
Müşriklerin sözlerine katlan, onlardan güzellikle ayrıl. [161]
Sen onlara aldırış bile etme, güzel bir bağışlama ile bağışla. [162]
Şimdi sen, onlardan yüz çevir ve ‘size selâm olsun’ de. [163]
Boş kaldın mı hemen başka bir işe koyul! Yalnız Rabbine yönelip, güven. [164]
‘Ben, peygamberlik görevime karşılık sizden bir ücret istemiyorum’ de. [165]
Kalpleri azim ve kararlılıkla doldurulmuş olan bütün peygamberler gibi, her türlü sıkıntı ve zorluklara karşı sabırlı ve dirençli ol. Zorluklara katlan; onlar için azabın çarçabuk getirilmesini isteme. [166]
Sen onların söyledikleri her şeye, sabırla katlanıp vazifene devam et. [167]
Kur’an’ı yalan sayanı bana bırak. Kendini üzme. [168]
Sakın kafirlere arka çıkma. [169]
Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. [170]
Bir görüş belirttiğinizde, yakın akrabanıza karşı olsa da, adaletli olun. [171]
Kötü arzularına uymuş, işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme. [172]
O zalimler topluluğu ile oturma. [173]
Müminlere karşı alçak gönüllü ol. [174]
Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam dua edenlerle birlikte candan sebat et! Dünya hayatının süsünü isteyerek, yüzünü onlardan çevirme. [175]
De ki: ‘Ben olduğundan başka görünenlerden değilim! [176]
Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam ona yalvaranları huzurundan kovma!… Onları kovup, zalimlerden olma! [177]
Bil ki Allah’ın vaadi gerçektir. Buna inanmayanlar sakın seni gevşekliğe sevk etmesin. [178]
Dünya malına göz dikme. [179]
Resulüm sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir. [180]
Muhtaç olanı, el açıp isteyeni sakm azarlama. [181]
Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir. [182]
Kur’an’la öğüt ver. [183]
Bütün bunlar davetin seyrini belirleyen, karşılaşılan zorlukları aşmanın, daveti ileri bir aşamaya taşımanın yol ve yöntemini bildiren ayetlerdi. Benzerleri çokça bulunabilecek bu ayetler içerisinde özellikle bir tanesi vardı ki, bunun davet sürecinde özel bir yeri olmuştur. Davetin erken bir döneminde vahyolunan bu ayet, Resulüllah’ı islâm davetini gerçekleştirme yöntemiyle ilgili olarak bilgilendiren ayetlerden birisi ve belki de en önemlisi olmuştur. Ayet şöyledir: ‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel tarzda mücadele et’ [184] Ayet, üç temel özelliğe değiniyor ve İslâm davetinin bu özelliklere dayanması gerektiğini bildiriyordu. Bunlar ‘Mkmet güzel öğü ve ‘en güzel tarzda mücadele’ idi. Bunları bilmeden davet görevini uygun şekilde yerine getirmenin mümkün olmadığı açıklanıyordu.
Hikmete Dayanan Bir Davet
Hikmet, yirmi farklı ayette geçen ve kullanılış yerine, gayesine göre kısmen farklı anlamlara gelebilen, Kur’an’m önemli ve davet sürecinin işlerlikli bir terimidir. Geniş bir anlam yelpazesine sahip olan [185] hikmetin sahip olduğu bütün anlamları iki noktada toplamak mümkündür:
1- Bir şeyi yerli yerine koymak,
2- İnançta, sözde ve yaşantıda olması gereken bütünlüğü gerçekleştirmek. Ancak dikkat edilirse bu iki anlamın da birbiriyle büyük oranda örtüştüğü, örtüşebilecekleri anlaşılmaktadır. Zaten bir şeyi yerli yerine koymadan inançta, sözde ve yaşantıda olması gereken bütünlüğü gerçekleştirmek mümkün değildir. Bu itibarla hikmetin en temel anlamının ‘bir şeyi yerli yerine koymak’1 olduğu söylenebilir. Bu ise söz, düşünce, inanç, iş, davranış, tavır ve tutum gibi insanî her alanda olabilir. Fakat burada şöyle bir ayrım noktası vardır. En azından Kur’an buna dikkat çekmiş ve hikmetin ayrılmaz özelliği olarak bunu ifade etmiştir: Hikmetin ifade ettiği ‘bir şeyi yerli yerine koymak’ özelliği kişilere, toplumlara ve zamana göre değişebilen göreceli (izafî) bir özellik değil, mutlak anlamda doğru ve dolayısıyla değişmeyen bir özelliktir. Eğer ‘bir şeyi yerli yerine koymak’la kastedilen, insanların kendiliklerinden oluşturdukları ve gerek toplumlara ve gerekse zamana göre sürekli değişen esaslar olsaydı, insanların hiçbir zaman mutlak anlamda doğruya ulaşamayacakları muhakkaktı. Bu nedenle lütfü sonsuz olan Allah, Resulleri ile insanlar için ‘bir şeyi yerli yerine koymanın’ şartlarını bildirmiş ve bunlara göre inanılmasını ve yaşanmasını istemiştir. Emredilen bu şeyler daha mükemmeli olamayacak kadar mutlak hakikatle uyumlu ve mutlak anlamda yerli yerindedir, işte bu hikmettir, Kur’an’dır, islâm’dır, hidayettir, esenliktir…
Konunun İslâm davetini ilgilendiren tarafına gelince, Allah, hikmeti emretmek suretiyle, öncelikie Resulüne ve O’nun şahsında bütün müminlere, diğer insanları İslâm’a davet ederken hakka uygun, dikkatli, titiz, sebep-sonuç ilişkisini göz önünde bulunduran, amaçlanan faydayı gözeten, ortamın gereklerini dikkate alan bir tavır ve tutum içerisinde bulunulması gerektiğini bildirdi. Böylelikle muhatabın, içinde bulunulan şartların ve zamanın özelliklerim göz önünde bulunduran, akleden, akletmeyi sağlamayı gözeten, düşünen ve düşündüren, duyguların esiri olmaktan kaçman fakat duygulara da hitap eden, doğruyu hiçbir şekilde gizlemeyen ve değiştirmeyen bir islâm davetinin gerçekleşmesi gerektiğini ifade etti. Bu yapılırken ne aceleci olunacak, ne de çok ağır ve ihmalkâr davranılacaktı. Söz ve davranışlar, tutum ve tavırlar, soru ve cevaplar, ilgi ve tepkiler, sevgi ve nefretler… hepsi yerli yerinde olmalıydı. Eğer böyle yapılmaz ise davetin başarılı olacağını söylemek güçtü, hatta imkânsızdı. Şu hadisler ise, vahiyle öğretilip eğitilen Resulüllah’ın ulaştığı hikmet düzeyinin gereğine uygun açıklamalardan bazılarıdır:
İnsanların idrak seviyelerine göre konuşmakla emrolundum.[186]
İnsanlara durumlarına göre hitap edin. [187]
Kolaylaştırın zorlaştırmaym, müjdeleyin nefret ettirmeyin. [188]
Bir şeyi doğru tarzda sunmak davet açısından çok önemlidir. Bir şeyi doğru tarzda sunmak o kadar önemlidir ki, ‘yanlış’ şeyler doğru bir tarzda sunuldukları için insanlar tarafından kabul görebilmekte, fakat buna karşılık doğru tarzda sunulmayan ‘doğru’lar ise kolaylıkla reddedilmektedir. Küfrün ve şirkin yaygınlık sebeplerinden birisi de budur. O halde hiçbir mümin ‘Benim dinim doğru, diğerleri ise yanlıştır. Bu nedenle islâm’ı insanlara istediğim gibi sunarım, kabul ederlerse etsinler, eğer reddederlerse kendilerinin bileceği iş’ deme hakkına sahip değildir. ‘Hakkı ayakta tutan şahitler olma [189] sorumluluğu bu anlayışı reddetmektedir, insanlara hakkı sunmak, onları her türlü batıl şeyden uzaklaştırmak belirli ve doğru yöntemlerle yapılmalıdır. Bunun en temel şartı ise, her şeyi yerli yerinde söylemek ve yapmaktır. Bu nedenle Resulüllah, müminleri muhtemel yanlışlıklardan sürekli sakındırmış, davetin bu önemli özelliğine dikkat çekmiştir. Örneğin, ‘Bir kavme, akıllarının almayacağı şeylerden bahsetmek doğru değildir. Eğer böyle yaparsanız bazıları için fitneye sebep olursunuz [190] demiştir.
Davetin olmazsa-olmaz şartlarından ‘hikmet’in emredilmesiyle anlaşıldı ki, islâm daveti hiçbir zaman tekdüze, sadece biçimi dikkate alan, olay ve şartların arka planlarım, sebep sonuç ilişkilerini göz önünde bulundurmayan bir anlayışla gerçekleştirilmemelidir. Kişilerin idrak durumları, düşünme kabiliyetleri, becerileri, işleri, problemleri, içinde bulundukları şartlar ve diğer Özellikler sürekli göz önünde bulundurulmalı ve İslâm bütün bunların dahilinde yanlış, eksik anlamalardan uzak bir şekilde sunulmalıdır. Yoksa yapılan çalışmaların, sahip olunan gayretlerin bir yararı olmayacaktır. Ayrıca, hikmetin baskın ikinci anlamı gereği, bir işin gerçek anlamda hikmetli olabilmesi için, inançta, sözde ve yaşantıda açığa çıkan bir bütünlüğe sahip olunması gereklidir, inancın, sözün ve yaşantının uyumsuz veya birbirlerinden farklı olduğu yerde hikmetten bahsedilemez.[191] Zaten üçü arasında bütünlük olmadan, hikmetin birinci özelliği olan ‘bir şeyi yerli yerine koymak’tan da bahsetmek mümkün değildir. Mümin, insanları kabule davet ettiği şeyi önce kendi kabul eden ve yine yaşanmaya davet ettiği şeyi önce kendisi yaşayan kişi olmak zorundadır.
Önemli olan da yaşamaktır. Yaşamak, doğru olduğu belirtilen şeyin doğruluğunun en önemli delili, davetteki samimiyetin en belirgin işareti ve başkalarının iyiliğini düşünmenin en açık göstergesidir. Eğer Müslüman, insanları davet ettiği şeye kendisi sahip değilse, yaşantısında göstermiyorsa, davet edilenlerin bu davete olumlu cevap vermesini beklemek boşuna bir beklentiden ibaret olur. Bu aşamada Hz. Şuayb kıssası ile Resulüllah’a yapılan dolaylı bir hatırlatma son derece önemlidir. Hz. Şuayb ‘Ey kavmim! Yalnızca Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka gerçek ilâhınız yok! Rabbinizden apaçık bir duyurugd-di size. Öyleyse bütün işlerinizde ölçüyü, tartıyı tam olarak gözetin.
İnsanların eşyasında haksızlık edip, onları mahrum etmeyin. Yeryüzünde düzen sağlanmışken, bozgunculuk etmeyin.
Eğer inanıyorsanız, bütün bunlar sizin iyiliğiniz içindir. Allah’a iman edenleri tehdit ederek ve Allah’ın yolundan alıkoyarak ve onu eğri göstermeye çalışarak doğruya götüren her yolun kıyısında pusuya yatmayın. Düşünün ki, vaktiyle siz pek az idiniz de Allah sizi çoğalttı ve bakın ki, bozgunculuk çıkaranların sonu nasıl oldu [192] diyerek kavmini islâm’a davet edince, kavminin sert tepkisiyle karşılaştı. Kavminin ileri gelenleri işittikleri şeyler gelenekleriyle çatıştığı, inanç ve hayat tarzlarını değiştirmeye aday olduğu için öfkeyle ağır sözler söyleyip, tehdit ettiler;: ‘Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize döneceksiniz [193] ‘Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf (âciz) görüyoruz. Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin.[194] Bu tehditlerin amacı, Şuayb’ı kendi inanç ve hayat tarzlarına çekmekti. İstiyorlardı ki, Şuayb’da kendileriyle birlikte olsun, kendilerinin kanaat, düşünce ve hayat tarzını paylaşsın. Bunu ise tehditlerinin arkasından yumuşak bir ifadeyle dile getirdiler: ‘Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!.[195] Ancak bu tehdit ve tekliflerin amacını kavramakta zorlanmayan Hz. Şuayb yapabileceği veya yapamayacağı şeyi açıkça ifade etti: durunu hiçbir gerekçeyle gizlemedi, gerçeği olduğundan farklı göstermeye çalışmadı: ‘Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz [196] Ben sizi men ettiğim şeyleri kendim yaparak size (bildirdiklerime) aykırı davranmak istemiyorum. Sadece gücümün yettiğince sizi düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na yönelirim. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum.[197]
O halde hikmetli bir davet, bizzat daveti yapanın davet ettiği şeyleri pratiğe aktarması, kendi uygulamasında göstermesiyle mümkün olabilir. Bu nedenledir ki ‘Hikmet, hakkı bilmek, onu söylemek ve onunla amel etmek [198] olarak da tanımlanmıştır. Hikmet’e ağırlıklı olarak verilen bu anlam ise, kuşku yok ki ayetlerde üstlendiği fonksiyondan kaynaklanmaktadır. Çünkü hikmet terimi hemen her zaman, emir ve yasakları konu edinen ayetleri takiben geçmiş ve bu emir ve yasakların ilâhî hikmetin eseri olarak gönderilmiş olduğuna işaret edilmiştir.[199]
Davet yönteminin ikinci şartı olan ‘öğüt’e gelince; öğüt de, aynen hikmette oldu-0u üzere, Kur’an’da sıklıkla geçen önemli kavramlardan birisidir. Kur’an terminolojisinde ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu, çok sayıdaki ayette geçmesinden ve daha da önemlisi bizzat Kur’an’m ismi olmasından anlaşılmaktadır.[200]
Kur’an öğüttür,[201]
Resulüllah’ın görevi de öğüttür. [202] Resulüllah’ın veya bir başka Müslümanın, hiç kimseyi zorlamaya, zorla Müslüman yapmaya hakkı ve yetkisi yoktur. Yapılması gereken güzel bir öğütle mutlak doğruları sunan ilâhî bilgiyi aktarmak ve ondan sonra insanları akılları ve vicdanlarıyla baş başa bırakmaktır. ‘Öğüt’ün nasıl güzel olacağını tespit edebilmek için hikmetin anlamını tekrar dikkate almak gerekiyor. ‘İlim’, ‘hilm ve ‘teenni’ hikmetin özelliklerindendir. Buna göre, bir söz veya davranışın hikmetli olabilmesi için ilme, fakat gerçek ilme yani mutlak ilim olan vahye dayanıyor olması gerekir. Sadece ilim ise çok fazla bir şey ifade etmez. Önemli olan onu pratiği de aktarmaktır. Pratiğe aktarmak ise, mutlak hakikatin muhalifi olan bütün iç ve dış güçlere karşı sabretmeyi gerektirir.
Sabrın acelecilikle bağdaşmayacağı, ancak ağırbaşlılıkla birlikte olabileceği ise unutulmamalıdır. Mutlak ilme sabır ve ağırbaşlılıkla sahip olmak ve gereklerini yerine getirmek ise hunidir. Hiîmİn karşıtı taşkınlık olup, bir Müslümanın her zaman uzak olması gereken bir özelliktir. Ve elbette ki bütün bunların gerçekleşmesi için ne gibi tedbir (teenni) gerekiyorsa muhakkak alınmalıdır. Tedbir, davetin neden olabileceği muhtemel tepkilere karşı alınabileceği gibi; davetin daha iyi gerçekleşmesi için gayret sarf etme biçiminde de olabilir. Bütün bunlar ise cehalet, taşkınlık ve acelecilikten uzak olmayı gerektirmektedir. Çünkü ilim, hilm ve teenni bunlara zıttır. ‘Güzel öğüt ise bütün bu özellikleri kendisinde bulunduran öğüttür. ‘Güzel Öğüt’ ilmi ifade eder, hilmin gerektirdiği sabır ve ağırbaşlılığa sahip olmayı gerektirir, arzulanan sonucun gerçekleşmesi için her türlü tedbirin alınmasını zorunlu kılar. Bu özelliklerin ayrıntıları ise şu şekilde oluşur: Bir öğütün güzel olması ifade olarak hoşa gider nitelikte olmasıyla doğrudan ilgilidir.
Teenninin gerektirdiği bu özellik nedeniyle kalplere hitap edip, kalpleri kuşatma özelliğine sahip olur. Davetlerine ‘güzel öğüt’ niteliği kazandırmak zorunda olan davelçiler, yumuşak ve güzel bir tarzda hitap etmeli, muhatabın kalbi davetin muhatabı kılınmalı, güzel duygular hiçbir şekilde incitilmemelidir. Kabalık, azarlama, sertlik, zorlama gerek ilimle, gerek hilmle ve gerekse teenniyle çatışan, dolayısıyla “güzel öğüt’e ters düşen durumlardır. Hakkın davetçisi, davetine hiçbir şekilde bu olumsuz özellikleri yaklaştırmamalıdtr. Kötü niyet sonucu olmayan ve bilgisizlikten kaynaklanan hatalar yüze vurulmamak, bu hatalar gerektiği şekilde belirtilip, hatırlatılmalı ve sona ermesi sağlanmaya çalışılmalıdır. Fakat bunlar yapılırken, muhatap alman kimse kesinlikle incitilmemelidir. Akla hitap ederek hatanın nasıl bir hata olduğu vurgulanırken, kalbe hitap ederek de o hatadan uzaklaşmanın şartları hazırlanmalıdır. Ayrıca kötü şeyleri, yanlışlıkları, olmaması gerekenleri belirtmek muhataba sıkıntı verebilir. Bunları doğrudan ifade edip, muhatabın yüzüne vurmak yerine; güzel, olması gereken, iyi ve doğru olan şeyler ifade edilerek muhatabın yanlışlıklarını, onurunu incitmeden, aşağılamadan düşünmesini sağlamak gerekir. Aynı zamanda muhataba, kendisinin iyiliği, yararı düşünüldüğü mesajı da verilmelidir.[203] Bunun şartı ise samimi olmak, yapmacık söz ve tavırlardan, öğünme ifade eden durumlardan tamamıyla kaçınmakla mümkün olabilir. Zaten davetçinin davetinin karşılığını isteyeceği ve bekleyeceği yegâne makam Allah’tır. O halde kendisine davet ulaştırılanlardan hiçbir şekilde menfaat ve karşılık beklentisi olamaz, olmamalıdır. Elbette ki bütün bu önemli ayrıntılar, ‘yerli yerinde gerçekleştirilmelidir.
Davetçi, davet ettiklerini öncelikle kendi üzerinde göstermeli, onları uygulamaya aktarmalıdır. Bunlar bir öğütün güzel ve başarılı olmasının zorunlu şartlarıdır. Ve aynı zamanda hikmetin de gerekleridir. Dolayısıyla ‘güzel bir öğüt’ hikmetle birliktedir. Hikmetten uzak bir öğüt güzel olamayacağı gibi, güzel olmayan bir öğüt de hikmetli değildir.
En Güzel Mücadeleyle Sürdürülen Bir Davet
Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel tarzda mücadele et [204] ayetinde belirtildiği üzere, İslâm’a davet yönteminin önemli özelliklerinden bir diğeri de, ‘en güzel tarzda mücadele etmek1 tir. Ayette geçen ‘mücadele’ terimi ilk planda karşılıklı çatışma, çekişme, kavga gibi olumsuz durum ve özellikleri çağrıştırıyorsa da, ayette ifade olunan mücadelenin bu özelliklerle bir ilgisi yoktur. Konu, fiziksel bir gücün gerektirdiği mücadele değildir. Konu, islâm’ı bilmeyen veya yanlış ve eksik bilene islâm’ı doğru ve tam anlatmak çabasıyla ilgilidir. Muhatabı, mutlak hakikat olan islâm’ı kabul eden ve yaşayan birisi kılmak yönünde gayret sarf etmeyi ifade etmektedir. Bu ise muhatabı aklen ve kalben ikna etmekle mümkün olabilir. Bu ikisi gerçekleşince sonuç Allah’a havale edilir ve yeryüzünde Hakkı temsil ediyor olmanın sorumluluğu yerine getirilmiş olur.
Davetçi açısından muhatabın soruları cevaplanırken iki değişik hareket noktası söz konusu olabilir:
1- Doğru ve anlaşılır delillerden hareket ederek konuyu doğru ve tam olarak anlatmak,
2- Yanlış ve çelişik delillerden hareketle tartışmadan üstün çıkma gayreti taşımak.
İslâm davetinde uygun olan şey birinci gruba mensup olmaktır. İkinci gruba mensup olmaktan uzak durulmalıdır. Eğer bu başarılırsa muhatap en azından, karşısındaki kişinin kişisel bir çıkar peşinde koşmadığını, arzu ve düşüncesinin gerçekten tamamıyla kendi iyiliği ve saadetiyle ilgili olduğuna inanacaktır. İtiraf etmese dahi kalbinin bir köşesinde olumlu kıvılcımlar parlayacaktır. İşte istenilen mücadele budur. Fakat dikkat edilirse istenilen herhangi bir ‘mücadele’ değil ‘en güzel mücadeledir. Davetçinin karşısındaki muhatap her kim olursa olsun, Firavun’dan daha şerli olacak değildir. Halbuki Allah, Hz. Musa’ya azmış olan Firavun’a gidip hakkı tebliğ etmesini isterken şu talimatı vermişti ‘O’nunla yumuşak hir dille konuşun, o zaman belki aklını başına toplar, yahut da olur ki korkar.[205]
Elbette ki davet sırasında karşıdan sorular gelecek veya itirazlar yükselecektir. İşte bu sorulara en uygun ve doğru cevaplar verilmeli, itirazlar karşısında öfkelen-memeli, sabredilmeli, anlayış gösterilmeli ve şüpheleri giderecek, yanlışları yok edecek önlemler alınmaya çalışılmalıdır. Bu ise, davet sırasında açığa çıkacak tartışmalarda, kişisel bir üstünlük gayretinde olmaktan özenle kaçınarak, dinin doğru ve tam olarak anlatılması gerektiğinin önemli olduğunu bilerek ve buna uygun davranarak gerçekleşir. Eğer tartışmadan üstün çıkma arzusu taşınırsa, konu daha başlangıçta rotasından sapar ve İslâm davetiyle olan ilişkisi kopar. Artık dava kişisel üstünlük davasına dönüşmüş demektir.
Olması gereken şey bu değildir. Elden geldiğince tartışmadan uzaklaşmaya çalışılmalı, muhatap tartışma, çekişme arzusu taşısa dahi bu yanlışa gelinmemen’, sakin, bilinçli, aklı selim sahibi birisi olarak sorular cevaplandırılmalı ve bu arada da muhatabın yanlışlarını açığa çıkaracak sorular ‘hikmet’ ve ‘güzel öğüt’ ilkelerine uygun şekilde sorulmalıdır. Ancak bütün bunlar kolay değildir. Hem de hiç kolay değildir. Nasıl Müslüman olmak basit ve ciddiyetten uzak bir durum değilse, İslâm daveti de sıradan ve ciddiyetten uzak yöntemlerle gerçekleşmez. Müslüman olmak birçok olumsuz etkilere karşı koymakla, birçok olumsuz arzu ve isteklere engel olmakla ve tamamıyla olumlu, yani Allah’ın bildirdiği esaslara (Hududullah) göre inanmak ve yaşamakla mümkündür.
O halde Müslüman olmanın gereklerinden olan İslâm daveti de rastgele ve sıradan bir iş değildir, olmamalıdır. Öncelikle bazı zorluklara katlanmak gerekmektedir; zira Müslümanlık sorumluluk temeli üzerinde yükselir Sorumluluk esası üzerinde yükseldiği içindir ki, müşriklerin sözleri ve sataşmaları karşısında sabredemeyip, kendisinden izin isteyen sahabelere Resulüllah’m vabı sabır olmuştur: Mekke döneminin ilk yıllarından birisinde, Müşriklerin müminleri aşağıladığı, sataştığı, baskı ve işkencelere uğrattığı bir zamanda Abdurrahman b. Avf ile birlikte birkaç Müslüman Resulüllah’a gelerek; ‘Ey Allah’ın Resulü’ Biz müşrikken izzetli ve saygı gören kimselerdik. Mümin olduktan sonra zelil duruma düştük. Müsaade et karşılık verelim. İzzetimizi koruyalım’ dediler. Henüz savaşa izin verilmeyen bu dönemde Resulüllah’m cevabı; ‘Ben afla emrolundum. Vuruşmaya kalkmayın’ oldu.[206] Henüz İslâm kendisine doğru ve tam olarak ulaşmamış birçok insanın bulunduğu o dönemde ilâhî yönteme dayanan sorumluluğun gereği buydu.
[155] Nahl sûresi, 16:125
[156] Enbiya, 21:107
[157] Ah-zab, 33:21
[158] Yusuf, 12:108
[159] Hac, 22:49
[160] Müminûn, 23:96
[161] Müzzemmil, 73:10
[162] Hicr, 15:85
[163] Zuhruf, 43:89
[164] İnşirah, 94:7,8
[165] En’am, 6:90
[166] Ahkaf, 46:35
[167] Sad, 38:17
[168] Kalem, 68:44
[169] Kasas, 28:86
[170] Fussilat, 41:36
[171] En’am, 6:153
[172] Kehf, 18:28
[173] En’am, 6:68
[174] Hİcr, 15:88
[175] Kehf, 18:28
[176] Sâd, 38:86
[177] En’am, 6:52
[178] Rûm, 30:60
[179] Hicr, 15:88
[180] Araf, 7:199
[181] Duhâ, 93:10
[182] Zariyat, 51:55
[183] Kaf, 50:45
[184] Nahl, 16:125
[185] Hikmet’, geçtiği ayetlere göre, ‘sefihtik, fesat ve cehaletten men etmek’, “söz, davranış ve anlayışta isabetli olmak’, ‘ilme uygun olmak’, ‘akıllı olmak’, ‘doğru, isabetli karar vermek’, ‘ifrat ve tefritten uzak olmak’, ‘gerçeği kavrama gücü’ gibi anlamlara gelmektedir. Hikmetle aynı anlam dairesine dahil olan diğer bazı kavramlar ise şunlardır: Hükm, adalet, basiret, nüha, hıcr, fıkıh, fehm, furkan, kevser, marifet, hayr, tedebbür, şuur, takva, firaset. Şunlar ise bu kavramların karşısında yer alan anlam dairesinin bazı önemli kavramlarım oluşturmaktadırlar: sefeh, zulüm, cehalet, gaflet, zann, lağv, ifrat, bağy, israf, tebzir, buhl, fahşa. Kur’an’da ‘hikmet’in karşıtını temsil eden kavram ‘sefeh’tir. Sefeh, beyinsizlik, akılsızlık, hafiflik, ahmaklık, cahillik, dangalaklık gibi anlamalara gelen bir terimdir. Sefih kişi, sevinç veya öfke nedeniyle doğru düşüne-meyen ve doğru davranamayan, hâl ve hareketlerinde dengeyi tutturamayan, görüşlerinde isabetli olamayan, budalaca davranan kişidir.
[186] Buharı, ilim 49.
[187] Ebû Davud, Edeb 22, 23.
[188] Buharı, film, 12; Müslim, Eşbiye 70,71.
[189] Ey insanlar! Allah için Allah için adaletle şahitlik yapın. Bir topluluğa olan.kininiz, sizi adaletten uzaklaştırmasın.’ (Maide, 5:8)
[190] Müslim, Mukaddime 5.
[191] Fahreddin Razi’nin, Lokman sûresinin 12. ayetinde geçen hikmet terimi için yaptığı şu açıklama, dikkate alınması gereken önemli bir açıklamadır: ‘Biz Lokman’a…hikmet verdik’ (Lokman, 31:12) ifadesi, amelin ilme uygunluğundan ibarettir. Binâenaleyh kendisine, amel-ilim uygunluğu nasip edilen kimseye, hikmet verilmiş demektir. Binâenaleyh o hikmeti, kendisine Allah’ın hikmetinin dahil olduğu konularda tarif etmek istersek, ‘Hikmet, amelin (işin, fiilin), maİum olana (yani Allah’ça bilinenlere) uygun olarak gerçekleşmesi, yapılmasıdır’ deriz. Bu tarife şu da delâlet etmektedir: Bir kimse bir şeyi öğrenir, ama onun faydalı ve faydasız yönlerini bilmezse, o kimseye hakim [hikmet sahibi] denilmez. Bu kimse olsa olsa, şanslı olmuş olur. Baksana, bir kimse kendisini yüksek bir yerden atsa, bir yere düşüp batsa ve kendisini bir şey olmaksızın, karşısına orada bir hazine çıksa, her ne kadar kendini aşağı atması neticesi bir menfaat elde etmiş olması, ölmesi gibi bir neticeden kurtulmuş olsa bile, o bunu baştan hesap etmediği için, ona hakim [hikmet sahibi] denilmez. Oraya kişinin kendisini atmasının ölümüne sebep olacağını bile bile oradan atlasa, böylece bir tarafı kırılsa, o, bu hareketi neticesinde olacakları hesap etmiş olmasına rağmen, buna da hakim denmez’ (Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir XVIII/152).
[192] Araj, 7:85,86
[193] Araf, 7:88
[194] Hûd, 11:91
[195] Hûd, 11:89
[196] Araf,7:89
[197] Hûd, 11:88
[198] Zemahserî, d-Keşşâ/,1/152; Isfehanî,, el-Müjreâât, 127.
[199] Bu konuda en önemli örnek Isra süresindeki bir grup ayettir: Allah’la beraber başka sahte ilâh tanıma, sonra kınanmış bir halde ve tek başına, yardımdan mahrum olarak çöker kalırsın. Çünkü Rabbin, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi ve anaya-babaya iyilik etmenizi buyurmuştur. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağma ererse, onlara ‘öf bile deme, azarlama onları ve onlara güzel ve iyi söz söyle, ikisine karşı da merhametle kol kanat ger, mütevazı ol ve Ya Rabbi! Onlar çocukluğumda beni nasıl büyütüp yetiştirdilerse, sen de onlara öylece merhamet et’ de. içinizde olanı en iyi Rabbiniz bilmektedir. Eğer düzgün ve temiz kişiler olursanız, şüphe yok ki O, tevbe edip, hakka dönenlerin suçlarını örter. Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver ve israfta ileri giderek boş yere, haksız yere malım saçıp savurma. Gerçekten de, malını boş yere saçıp savuranlar, şeytanlarla kardeş olurlar ve şeytan da Rabbine karşı çok büyük nankördür. Eğer elin dar olduğu için, Rabbinden umduğun bir rahmeti bekleyerek, o hak sahiplerinden yüz çevirecek, onlara birşey veremeyecek olursan, güzel sözler söyle onlara, gönüllerini al. Ve ne elini boynuna bağlayıp cimri ol ve ne de sonuna kadar açıp, varını yoğunu ortaya döküp savurgan ol. Eğer cimri veya savurgan olursan, kınanan ve yapayalnız bir durumda ve hiçbir şeye gücün yetmez, pişman bir halde çöker kalırsın. Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine bolca verendir ve dilediğine de ölçülü verendir.
Kullarının durumunu, bütün açıklığıyla görerek haberdar olan da O’dur. Öyleyse artık, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de doyurup rızıklandiran biziz. Şüphe yok ki, onları öldürmek pek büyük bir suçtur. Ve sakın zinaya da yaklaşmayın; çünkü bu son derece yüz kızartıcı, azgınca bir davranış ve çok kötü bir yoldur. Ve yine sakın haklı bir gerekçeye dayanmaksızın, Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın. Bu konuda haksız yere öldürülen kimsenin velisine, adil bir karşılıkta bulunma yetkisi tanımışızdır, böylelikle o öldürülenin hakkını arar.
Ancak o da öldürmede aşırı gitmesin, katil yerine, katilin akrabalarını veya onunla birlikte bir başkalarının ölümünü de istemesin. Çünkü o, kendisine bir yetki verilmekle, zaten yardım görmüştür. Yetimin malına, kendisi ergenlik çağına varıncaya kadar, onu değerlendirmek amacı dışında, sakın yaklaşmayın. Verdiğiniz her sözü yerine getirin; çünkü verdiğiniz her sözden, hesap gününde mutlaka sorguya çekileceksiniz. Ve ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun, tartıyı da doğru terazi ile yapın. Böylesi sizin için iyi, yararlı ve sonuç olarak da güzel olacaktır. Bilmediğin şeyin üstüne durup ısrar etme; çünkü kulak, göz ve kaip hepsi yaptıklarından sorumludur. Kıyamette yaptıklarından sorguya çekilecektir. Yeryüzünde kibirlenerek yürüme; çünkü ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin. Bunların hepsi de kötüdür ve Rabbinin katında hoşa gitmeyen şeylerdir, işte tüm bu söylenenler, doğru ile eğrinin ne olduğuna dair Rabbinin sana vahyettiği şeylerdir. Öyleyse ey insanoğlu! Allah’la beraber, sakın başka bir ilâh edinme, yoksa kınanmış ve kovulmuş vaziyette cehenneme atılırsın, (lsra, 17:22-39)
[200] O, bütün alemlere öğüttür. Aranızdan doğru hareket etmek isteyenler için.’ (Tekvir,81:27, 28) Bu Kur’an bir hatırlatmadır. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.’ (Abese, 80:11, 12) Hayır (iyi bilsinler ki) o (Kur’an) bir ikazdır. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.’ (Müdde-sir, 74:54, 55) O (Kur’an) korunanlar için bir öğüttür.’ (Gaşiye, 69:58)
[201] O, bütün alemlere öğüttür. Aranızdan doğru hareket etmek isteyenler için.’ (Tekvir, 81:27, 28) ‘Bu Kur’an bir hatırlatmadır. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.’ (Abese, 80:11, 12) ‘Hayır (iyi bilsinler ki) o (Kur’an) bir ikazdır. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.’ (Müd-desir, 74:54, 55) ‘O (Kur’an) korunanlar için bir öğüttür.’ (Gaşiye, 69:58)
[202] Ey peygamber! Onlara öğüt ver, senin görevin yalnızca öğüt vermektir. Sen onian inanmaya zorlayıp zorla imana getirebilecek değilsin. Artık kim haktan yüz çevirip inkâra saparsa, Allah da onu dünya ve ahirette en büyük azapla azaplandırır. Şüphe yok ki, onların dönüşleri bizedir. Sonra onların hesabını görmekte bize düşer.’ (Gaşiye, 88: 21-26)
[203] Ey peygamber! Onlara öğüt ver, senin görevin yalnızca Öğüt vermektir. Sen onları inanmaya zorlayıp zorla imana getirebilecek değilsin. Artık kim haktan yüz çevirip inkâra saparsa, Allah da onu dünya ve ahirette en büyük azapla azaplandırır. Şüphe yok ki, onların dönüşleri bizedir. Sonra onların hesabım görmekte bize düşer.’ (Gaşiye, 88: 21-26)
[204] Nahl, 16:125
[205] Taka, 20:44
[206] Taberî, Câmiu’l-Beyân jî Tefsîri’l-Kur’an V/234; Cassâs, Ahkâmü’l-Kur’an, 1/257.
Rabb’inin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. [155]
Resulüllah bir ümmi idi; okuma-yazması yoktu; o günün felsefelerinden, bilimlerinden habersizdi. Seçilip de ilâhî görevle sorumlu kılındığı zaman ne görevinin gereklerini ve ne de kendisine verilen ilâhî bilgiyi insanlara nasıl, hangi yöntemle sunacağım biliyordu. Fakat ilâhî irade bunu özellikle tercih etmiş ve kendisine o toplumun ölçüleri dahilinde ahlâkının güzelliği dışında, entelektüel birikimleri olmayan birisini seçmişti. Zira O’nu risâlet sürecinde aşama aşama yetiştirip, insanlığın zirvesi yapacaktı, ilahî bilgi, değiştirici, dönüştürücü gücünü, hedeflediği insan tipini önce elçisi üzerinde gerçekleştirecek ve örnek olarak gösterecekti. Her vahyolunan ayetle de bu gerçekleştirildi. Vahyolunan her bir ayet Resulüllah’ı hem bilgilendirdi, hem de yetiştirip, geliştirdi; öğretti, eğitti. O’nu ‘alemlere rahmet [156] bir şahsiyet, insanlık için ‘en güzel örnek [157] kıldı.
Resulûllah’in insanlara neyi sunacağı ne kadar önemliyse, nasıl sunacağı da en az o kadar önemliydi. Zira tecrübeyle sabittir ki, doğrular sırf doğru oldukları için kabul edilmezler. Doğruların kabul edilmesi için aynı zamanda doğru tarzda sunulmaları gerekir. Sunuştaki yöntem o kadar önemlidir ki, doğru yöntemle sunulan şey yanlış olsa bile kabul edilebilir ama, yanlış yöntemle sunulan şey doğru olsa bile kolaylıkla reddedilebilir. Bu nedenle ‘İşte bu, benim yolumdur. Ben Allah’a Çağırıyorum [158] ‘Ey insanlar! Ben sizler için apaçık uyanayım [159] demesi ve ‘kötülüğü en güzel bir tutumla savması [160] istenen Resulüllah, risâlet sürecinin ilk günlerinden itibaren islâm davetinin yöntemi konusunda titizlikle bilgilendirilip, yetiştirildi. Özellikle de ilk ayetlerde, yönteme ilişkin bilgi ve açıklamalar hiç eksik olmadı. Şunlar, risâlet sürecinin ilk zamanlarında vahyolunan ayetlerden, davetin yöntemini konu edinenler arasından rastgele seçilmiş sadece bazı örneklerdir:
Müşriklerin sözlerine katlan, onlardan güzellikle ayrıl. [161]
Sen onlara aldırış bile etme, güzel bir bağışlama ile bağışla. [162]
Şimdi sen, onlardan yüz çevir ve ‘size selâm olsun’ de. [163]
Boş kaldın mı hemen başka bir işe koyul! Yalnız Rabbine yönelip, güven. [164]
‘Ben, peygamberlik görevime karşılık sizden bir ücret istemiyorum’ de. [165]
Kalpleri azim ve kararlılıkla doldurulmuş olan bütün peygamberler gibi, her türlü sıkıntı ve zorluklara karşı sabırlı ve dirençli ol. Zorluklara katlan; onlar için azabın çarçabuk getirilmesini isteme. [166]
Sen onların söyledikleri her şeye, sabırla katlanıp vazifene devam et. [167]
Kur’an’ı yalan sayanı bana bırak. Kendini üzme. [168]
Sakın kafirlere arka çıkma. [169]
Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. [170]
Bir görüş belirttiğinizde, yakın akrabanıza karşı olsa da, adaletli olun. [171]
Kötü arzularına uymuş, işi gücü aşırılık olan kimseye boyun eğme. [172]
O zalimler topluluğu ile oturma. [173]
Müminlere karşı alçak gönüllü ol. [174]
Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam dua edenlerle birlikte candan sebat et! Dünya hayatının süsünü isteyerek, yüzünü onlardan çevirme. [175]
De ki: ‘Ben olduğundan başka görünenlerden değilim! [176]
Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam ona yalvaranları huzurundan kovma!… Onları kovup, zalimlerden olma! [177]
Bil ki Allah’ın vaadi gerçektir. Buna inanmayanlar sakın seni gevşekliğe sevk etmesin. [178]
Dünya malına göz dikme. [179]
Resulüm sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir. [180]
Muhtaç olanı, el açıp isteyeni sakm azarlama. [181]
Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir. [182]
Kur’an’la öğüt ver. [183]
Bütün bunlar davetin seyrini belirleyen, karşılaşılan zorlukları aşmanın, daveti ileri bir aşamaya taşımanın yol ve yöntemini bildiren ayetlerdi. Benzerleri çokça bulunabilecek bu ayetler içerisinde özellikle bir tanesi vardı ki, bunun davet sürecinde özel bir yeri olmuştur. Davetin erken bir döneminde vahyolunan bu ayet, Resulüllah’ı islâm davetini gerçekleştirme yöntemiyle ilgili olarak bilgilendiren ayetlerden birisi ve belki de en önemlisi olmuştur. Ayet şöyledir: ‘Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel tarzda mücadele et’ [184] Ayet, üç temel özelliğe değiniyor ve İslâm davetinin bu özelliklere dayanması gerektiğini bildiriyordu. Bunlar ‘Mkmet güzel öğü ve ‘en güzel tarzda mücadele’ idi. Bunları bilmeden davet görevini uygun şekilde yerine getirmenin mümkün olmadığı açıklanıyordu.
Hikmete Dayanan Bir Davet
Hikmet, yirmi farklı ayette geçen ve kullanılış yerine, gayesine göre kısmen farklı anlamlara gelebilen, Kur’an’m önemli ve davet sürecinin işlerlikli bir terimidir. Geniş bir anlam yelpazesine sahip olan [185] hikmetin sahip olduğu bütün anlamları iki noktada toplamak mümkündür:
1- Bir şeyi yerli yerine koymak,
2- İnançta, sözde ve yaşantıda olması gereken bütünlüğü gerçekleştirmek. Ancak dikkat edilirse bu iki anlamın da birbiriyle büyük oranda örtüştüğü, örtüşebilecekleri anlaşılmaktadır. Zaten bir şeyi yerli yerine koymadan inançta, sözde ve yaşantıda olması gereken bütünlüğü gerçekleştirmek mümkün değildir. Bu itibarla hikmetin en temel anlamının ‘bir şeyi yerli yerine koymak’1 olduğu söylenebilir. Bu ise söz, düşünce, inanç, iş, davranış, tavır ve tutum gibi insanî her alanda olabilir. Fakat burada şöyle bir ayrım noktası vardır. En azından Kur’an buna dikkat çekmiş ve hikmetin ayrılmaz özelliği olarak bunu ifade etmiştir: Hikmetin ifade ettiği ‘bir şeyi yerli yerine koymak’ özelliği kişilere, toplumlara ve zamana göre değişebilen göreceli (izafî) bir özellik değil, mutlak anlamda doğru ve dolayısıyla değişmeyen bir özelliktir. Eğer ‘bir şeyi yerli yerine koymak’la kastedilen, insanların kendiliklerinden oluşturdukları ve gerek toplumlara ve gerekse zamana göre sürekli değişen esaslar olsaydı, insanların hiçbir zaman mutlak anlamda doğruya ulaşamayacakları muhakkaktı. Bu nedenle lütfü sonsuz olan Allah, Resulleri ile insanlar için ‘bir şeyi yerli yerine koymanın’ şartlarını bildirmiş ve bunlara göre inanılmasını ve yaşanmasını istemiştir. Emredilen bu şeyler daha mükemmeli olamayacak kadar mutlak hakikatle uyumlu ve mutlak anlamda yerli yerindedir, işte bu hikmettir, Kur’an’dır, islâm’dır, hidayettir, esenliktir…
Konunun İslâm davetini ilgilendiren tarafına gelince, Allah, hikmeti emretmek suretiyle, öncelikie Resulüne ve O’nun şahsında bütün müminlere, diğer insanları İslâm’a davet ederken hakka uygun, dikkatli, titiz, sebep-sonuç ilişkisini göz önünde bulunduran, amaçlanan faydayı gözeten, ortamın gereklerini dikkate alan bir tavır ve tutum içerisinde bulunulması gerektiğini bildirdi. Böylelikle muhatabın, içinde bulunulan şartların ve zamanın özelliklerim göz önünde bulunduran, akleden, akletmeyi sağlamayı gözeten, düşünen ve düşündüren, duyguların esiri olmaktan kaçman fakat duygulara da hitap eden, doğruyu hiçbir şekilde gizlemeyen ve değiştirmeyen bir islâm davetinin gerçekleşmesi gerektiğini ifade etti. Bu yapılırken ne aceleci olunacak, ne de çok ağır ve ihmalkâr davranılacaktı. Söz ve davranışlar, tutum ve tavırlar, soru ve cevaplar, ilgi ve tepkiler, sevgi ve nefretler… hepsi yerli yerinde olmalıydı. Eğer böyle yapılmaz ise davetin başarılı olacağını söylemek güçtü, hatta imkânsızdı. Şu hadisler ise, vahiyle öğretilip eğitilen Resulüllah’ın ulaştığı hikmet düzeyinin gereğine uygun açıklamalardan bazılarıdır:
İnsanların idrak seviyelerine göre konuşmakla emrolundum.[186]
İnsanlara durumlarına göre hitap edin. [187]
Kolaylaştırın zorlaştırmaym, müjdeleyin nefret ettirmeyin. [188]
Bir şeyi doğru tarzda sunmak davet açısından çok önemlidir. Bir şeyi doğru tarzda sunmak o kadar önemlidir ki, ‘yanlış’ şeyler doğru bir tarzda sunuldukları için insanlar tarafından kabul görebilmekte, fakat buna karşılık doğru tarzda sunulmayan ‘doğru’lar ise kolaylıkla reddedilmektedir. Küfrün ve şirkin yaygınlık sebeplerinden birisi de budur. O halde hiçbir mümin ‘Benim dinim doğru, diğerleri ise yanlıştır. Bu nedenle islâm’ı insanlara istediğim gibi sunarım, kabul ederlerse etsinler, eğer reddederlerse kendilerinin bileceği iş’ deme hakkına sahip değildir. ‘Hakkı ayakta tutan şahitler olma [189] sorumluluğu bu anlayışı reddetmektedir, insanlara hakkı sunmak, onları her türlü batıl şeyden uzaklaştırmak belirli ve doğru yöntemlerle yapılmalıdır. Bunun en temel şartı ise, her şeyi yerli yerinde söylemek ve yapmaktır. Bu nedenle Resulüllah, müminleri muhtemel yanlışlıklardan sürekli sakındırmış, davetin bu önemli özelliğine dikkat çekmiştir. Örneğin, ‘Bir kavme, akıllarının almayacağı şeylerden bahsetmek doğru değildir. Eğer böyle yaparsanız bazıları için fitneye sebep olursunuz [190] demiştir.
Davetin olmazsa-olmaz şartlarından ‘hikmet’in emredilmesiyle anlaşıldı ki, islâm daveti hiçbir zaman tekdüze, sadece biçimi dikkate alan, olay ve şartların arka planlarım, sebep sonuç ilişkilerini göz önünde bulundurmayan bir anlayışla gerçekleştirilmemelidir. Kişilerin idrak durumları, düşünme kabiliyetleri, becerileri, işleri, problemleri, içinde bulundukları şartlar ve diğer Özellikler sürekli göz önünde bulundurulmalı ve İslâm bütün bunların dahilinde yanlış, eksik anlamalardan uzak bir şekilde sunulmalıdır. Yoksa yapılan çalışmaların, sahip olunan gayretlerin bir yararı olmayacaktır. Ayrıca, hikmetin baskın ikinci anlamı gereği, bir işin gerçek anlamda hikmetli olabilmesi için, inançta, sözde ve yaşantıda açığa çıkan bir bütünlüğe sahip olunması gereklidir, inancın, sözün ve yaşantının uyumsuz veya birbirlerinden farklı olduğu yerde hikmetten bahsedilemez.[191] Zaten üçü arasında bütünlük olmadan, hikmetin birinci özelliği olan ‘bir şeyi yerli yerine koymak’tan da bahsetmek mümkün değildir. Mümin, insanları kabule davet ettiği şeyi önce kendi kabul eden ve yine yaşanmaya davet ettiği şeyi önce kendisi yaşayan kişi olmak zorundadır.
Önemli olan da yaşamaktır. Yaşamak, doğru olduğu belirtilen şeyin doğruluğunun en önemli delili, davetteki samimiyetin en belirgin işareti ve başkalarının iyiliğini düşünmenin en açık göstergesidir. Eğer Müslüman, insanları davet ettiği şeye kendisi sahip değilse, yaşantısında göstermiyorsa, davet edilenlerin bu davete olumlu cevap vermesini beklemek boşuna bir beklentiden ibaret olur. Bu aşamada Hz. Şuayb kıssası ile Resulüllah’a yapılan dolaylı bir hatırlatma son derece önemlidir. Hz. Şuayb ‘Ey kavmim! Yalnızca Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka gerçek ilâhınız yok! Rabbinizden apaçık bir duyurugd-di size. Öyleyse bütün işlerinizde ölçüyü, tartıyı tam olarak gözetin.
İnsanların eşyasında haksızlık edip, onları mahrum etmeyin. Yeryüzünde düzen sağlanmışken, bozgunculuk etmeyin.
Eğer inanıyorsanız, bütün bunlar sizin iyiliğiniz içindir. Allah’a iman edenleri tehdit ederek ve Allah’ın yolundan alıkoyarak ve onu eğri göstermeye çalışarak doğruya götüren her yolun kıyısında pusuya yatmayın. Düşünün ki, vaktiyle siz pek az idiniz de Allah sizi çoğalttı ve bakın ki, bozgunculuk çıkaranların sonu nasıl oldu [192] diyerek kavmini islâm’a davet edince, kavminin sert tepkisiyle karşılaştı. Kavminin ileri gelenleri işittikleri şeyler gelenekleriyle çatıştığı, inanç ve hayat tarzlarını değiştirmeye aday olduğu için öfkeyle ağır sözler söyleyip, tehdit ettiler;: ‘Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize döneceksiniz [193] ‘Ey Şuayb! Söylediklerinin çoğunu anlamıyoruz ve içimizde seni cidden zayıf (âciz) görüyoruz. Eğer kabilen olmasa, seni mutlaka taşlayarak öldürürüz. Sen bizden üstün değilsin.[194] Bu tehditlerin amacı, Şuayb’ı kendi inanç ve hayat tarzlarına çekmekti. İstiyorlardı ki, Şuayb’da kendileriyle birlikte olsun, kendilerinin kanaat, düşünce ve hayat tarzını paylaşsın. Bunu ise tehditlerinin arkasından yumuşak bir ifadeyle dile getirdiler: ‘Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın!.[195] Ancak bu tehdit ve tekliflerin amacını kavramakta zorlanmayan Hz. Şuayb yapabileceği veya yapamayacağı şeyi açıkça ifade etti: durunu hiçbir gerekçeyle gizlemedi, gerçeği olduğundan farklı göstermeye çalışmadı: ‘Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz [196] Ben sizi men ettiğim şeyleri kendim yaparak size (bildirdiklerime) aykırı davranmak istemiyorum. Sadece gücümün yettiğince sizi düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Allah’ın yardımı iledir. Yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na yönelirim. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum.[197]
O halde hikmetli bir davet, bizzat daveti yapanın davet ettiği şeyleri pratiğe aktarması, kendi uygulamasında göstermesiyle mümkün olabilir. Bu nedenledir ki ‘Hikmet, hakkı bilmek, onu söylemek ve onunla amel etmek [198] olarak da tanımlanmıştır. Hikmet’e ağırlıklı olarak verilen bu anlam ise, kuşku yok ki ayetlerde üstlendiği fonksiyondan kaynaklanmaktadır. Çünkü hikmet terimi hemen her zaman, emir ve yasakları konu edinen ayetleri takiben geçmiş ve bu emir ve yasakların ilâhî hikmetin eseri olarak gönderilmiş olduğuna işaret edilmiştir.[199]
Davet yönteminin ikinci şartı olan ‘öğüt’e gelince; öğüt de, aynen hikmette oldu-0u üzere, Kur’an’da sıklıkla geçen önemli kavramlardan birisidir. Kur’an terminolojisinde ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu, çok sayıdaki ayette geçmesinden ve daha da önemlisi bizzat Kur’an’m ismi olmasından anlaşılmaktadır.[200]
Kur’an öğüttür,[201]
Resulüllah’ın görevi de öğüttür. [202] Resulüllah’ın veya bir başka Müslümanın, hiç kimseyi zorlamaya, zorla Müslüman yapmaya hakkı ve yetkisi yoktur. Yapılması gereken güzel bir öğütle mutlak doğruları sunan ilâhî bilgiyi aktarmak ve ondan sonra insanları akılları ve vicdanlarıyla baş başa bırakmaktır. ‘Öğüt’ün nasıl güzel olacağını tespit edebilmek için hikmetin anlamını tekrar dikkate almak gerekiyor. ‘İlim’, ‘hilm ve ‘teenni’ hikmetin özelliklerindendir. Buna göre, bir söz veya davranışın hikmetli olabilmesi için ilme, fakat gerçek ilme yani mutlak ilim olan vahye dayanıyor olması gerekir. Sadece ilim ise çok fazla bir şey ifade etmez. Önemli olan onu pratiği de aktarmaktır. Pratiğe aktarmak ise, mutlak hakikatin muhalifi olan bütün iç ve dış güçlere karşı sabretmeyi gerektirir.
Sabrın acelecilikle bağdaşmayacağı, ancak ağırbaşlılıkla birlikte olabileceği ise unutulmamalıdır. Mutlak ilme sabır ve ağırbaşlılıkla sahip olmak ve gereklerini yerine getirmek ise hunidir. Hiîmİn karşıtı taşkınlık olup, bir Müslümanın her zaman uzak olması gereken bir özelliktir. Ve elbette ki bütün bunların gerçekleşmesi için ne gibi tedbir (teenni) gerekiyorsa muhakkak alınmalıdır. Tedbir, davetin neden olabileceği muhtemel tepkilere karşı alınabileceği gibi; davetin daha iyi gerçekleşmesi için gayret sarf etme biçiminde de olabilir. Bütün bunlar ise cehalet, taşkınlık ve acelecilikten uzak olmayı gerektirmektedir. Çünkü ilim, hilm ve teenni bunlara zıttır. ‘Güzel öğüt ise bütün bu özellikleri kendisinde bulunduran öğüttür. ‘Güzel Öğüt’ ilmi ifade eder, hilmin gerektirdiği sabır ve ağırbaşlılığa sahip olmayı gerektirir, arzulanan sonucun gerçekleşmesi için her türlü tedbirin alınmasını zorunlu kılar. Bu özelliklerin ayrıntıları ise şu şekilde oluşur: Bir öğütün güzel olması ifade olarak hoşa gider nitelikte olmasıyla doğrudan ilgilidir.
Teenninin gerektirdiği bu özellik nedeniyle kalplere hitap edip, kalpleri kuşatma özelliğine sahip olur. Davetlerine ‘güzel öğüt’ niteliği kazandırmak zorunda olan davelçiler, yumuşak ve güzel bir tarzda hitap etmeli, muhatabın kalbi davetin muhatabı kılınmalı, güzel duygular hiçbir şekilde incitilmemelidir. Kabalık, azarlama, sertlik, zorlama gerek ilimle, gerek hilmle ve gerekse teenniyle çatışan, dolayısıyla “güzel öğüt’e ters düşen durumlardır. Hakkın davetçisi, davetine hiçbir şekilde bu olumsuz özellikleri yaklaştırmamalıdtr. Kötü niyet sonucu olmayan ve bilgisizlikten kaynaklanan hatalar yüze vurulmamak, bu hatalar gerektiği şekilde belirtilip, hatırlatılmalı ve sona ermesi sağlanmaya çalışılmalıdır. Fakat bunlar yapılırken, muhatap alman kimse kesinlikle incitilmemelidir. Akla hitap ederek hatanın nasıl bir hata olduğu vurgulanırken, kalbe hitap ederek de o hatadan uzaklaşmanın şartları hazırlanmalıdır. Ayrıca kötü şeyleri, yanlışlıkları, olmaması gerekenleri belirtmek muhataba sıkıntı verebilir. Bunları doğrudan ifade edip, muhatabın yüzüne vurmak yerine; güzel, olması gereken, iyi ve doğru olan şeyler ifade edilerek muhatabın yanlışlıklarını, onurunu incitmeden, aşağılamadan düşünmesini sağlamak gerekir. Aynı zamanda muhataba, kendisinin iyiliği, yararı düşünüldüğü mesajı da verilmelidir.[203] Bunun şartı ise samimi olmak, yapmacık söz ve tavırlardan, öğünme ifade eden durumlardan tamamıyla kaçınmakla mümkün olabilir. Zaten davetçinin davetinin karşılığını isteyeceği ve bekleyeceği yegâne makam Allah’tır. O halde kendisine davet ulaştırılanlardan hiçbir şekilde menfaat ve karşılık beklentisi olamaz, olmamalıdır. Elbette ki bütün bu önemli ayrıntılar, ‘yerli yerinde gerçekleştirilmelidir.
Davetçi, davet ettiklerini öncelikle kendi üzerinde göstermeli, onları uygulamaya aktarmalıdır. Bunlar bir öğütün güzel ve başarılı olmasının zorunlu şartlarıdır. Ve aynı zamanda hikmetin de gerekleridir. Dolayısıyla ‘güzel bir öğüt’ hikmetle birliktedir. Hikmetten uzak bir öğüt güzel olamayacağı gibi, güzel olmayan bir öğüt de hikmetli değildir.
En Güzel Mücadeleyle Sürdürülen Bir Davet
Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel tarzda mücadele et [204] ayetinde belirtildiği üzere, İslâm’a davet yönteminin önemli özelliklerinden bir diğeri de, ‘en güzel tarzda mücadele etmek1 tir. Ayette geçen ‘mücadele’ terimi ilk planda karşılıklı çatışma, çekişme, kavga gibi olumsuz durum ve özellikleri çağrıştırıyorsa da, ayette ifade olunan mücadelenin bu özelliklerle bir ilgisi yoktur. Konu, fiziksel bir gücün gerektirdiği mücadele değildir. Konu, islâm’ı bilmeyen veya yanlış ve eksik bilene islâm’ı doğru ve tam anlatmak çabasıyla ilgilidir. Muhatabı, mutlak hakikat olan islâm’ı kabul eden ve yaşayan birisi kılmak yönünde gayret sarf etmeyi ifade etmektedir. Bu ise muhatabı aklen ve kalben ikna etmekle mümkün olabilir. Bu ikisi gerçekleşince sonuç Allah’a havale edilir ve yeryüzünde Hakkı temsil ediyor olmanın sorumluluğu yerine getirilmiş olur.
Davetçi açısından muhatabın soruları cevaplanırken iki değişik hareket noktası söz konusu olabilir:
1- Doğru ve anlaşılır delillerden hareket ederek konuyu doğru ve tam olarak anlatmak,
2- Yanlış ve çelişik delillerden hareketle tartışmadan üstün çıkma gayreti taşımak.
İslâm davetinde uygun olan şey birinci gruba mensup olmaktır. İkinci gruba mensup olmaktan uzak durulmalıdır. Eğer bu başarılırsa muhatap en azından, karşısındaki kişinin kişisel bir çıkar peşinde koşmadığını, arzu ve düşüncesinin gerçekten tamamıyla kendi iyiliği ve saadetiyle ilgili olduğuna inanacaktır. İtiraf etmese dahi kalbinin bir köşesinde olumlu kıvılcımlar parlayacaktır. İşte istenilen mücadele budur. Fakat dikkat edilirse istenilen herhangi bir ‘mücadele’ değil ‘en güzel mücadeledir. Davetçinin karşısındaki muhatap her kim olursa olsun, Firavun’dan daha şerli olacak değildir. Halbuki Allah, Hz. Musa’ya azmış olan Firavun’a gidip hakkı tebliğ etmesini isterken şu talimatı vermişti ‘O’nunla yumuşak hir dille konuşun, o zaman belki aklını başına toplar, yahut da olur ki korkar.[205]
Elbette ki davet sırasında karşıdan sorular gelecek veya itirazlar yükselecektir. İşte bu sorulara en uygun ve doğru cevaplar verilmeli, itirazlar karşısında öfkelen-memeli, sabredilmeli, anlayış gösterilmeli ve şüpheleri giderecek, yanlışları yok edecek önlemler alınmaya çalışılmalıdır. Bu ise, davet sırasında açığa çıkacak tartışmalarda, kişisel bir üstünlük gayretinde olmaktan özenle kaçınarak, dinin doğru ve tam olarak anlatılması gerektiğinin önemli olduğunu bilerek ve buna uygun davranarak gerçekleşir. Eğer tartışmadan üstün çıkma arzusu taşınırsa, konu daha başlangıçta rotasından sapar ve İslâm davetiyle olan ilişkisi kopar. Artık dava kişisel üstünlük davasına dönüşmüş demektir.
Olması gereken şey bu değildir. Elden geldiğince tartışmadan uzaklaşmaya çalışılmalı, muhatap tartışma, çekişme arzusu taşısa dahi bu yanlışa gelinmemen’, sakin, bilinçli, aklı selim sahibi birisi olarak sorular cevaplandırılmalı ve bu arada da muhatabın yanlışlarını açığa çıkaracak sorular ‘hikmet’ ve ‘güzel öğüt’ ilkelerine uygun şekilde sorulmalıdır. Ancak bütün bunlar kolay değildir. Hem de hiç kolay değildir. Nasıl Müslüman olmak basit ve ciddiyetten uzak bir durum değilse, İslâm daveti de sıradan ve ciddiyetten uzak yöntemlerle gerçekleşmez. Müslüman olmak birçok olumsuz etkilere karşı koymakla, birçok olumsuz arzu ve isteklere engel olmakla ve tamamıyla olumlu, yani Allah’ın bildirdiği esaslara (Hududullah) göre inanmak ve yaşamakla mümkündür.
O halde Müslüman olmanın gereklerinden olan İslâm daveti de rastgele ve sıradan bir iş değildir, olmamalıdır. Öncelikle bazı zorluklara katlanmak gerekmektedir; zira Müslümanlık sorumluluk temeli üzerinde yükselir Sorumluluk esası üzerinde yükseldiği içindir ki, müşriklerin sözleri ve sataşmaları karşısında sabredemeyip, kendisinden izin isteyen sahabelere Resulüllah’m vabı sabır olmuştur: Mekke döneminin ilk yıllarından birisinde, Müşriklerin müminleri aşağıladığı, sataştığı, baskı ve işkencelere uğrattığı bir zamanda Abdurrahman b. Avf ile birlikte birkaç Müslüman Resulüllah’a gelerek; ‘Ey Allah’ın Resulü’ Biz müşrikken izzetli ve saygı gören kimselerdik. Mümin olduktan sonra zelil duruma düştük. Müsaade et karşılık verelim. İzzetimizi koruyalım’ dediler. Henüz savaşa izin verilmeyen bu dönemde Resulüllah’m cevabı; ‘Ben afla emrolundum. Vuruşmaya kalkmayın’ oldu.[206] Henüz İslâm kendisine doğru ve tam olarak ulaşmamış birçok insanın bulunduğu o dönemde ilâhî yönteme dayanan sorumluluğun gereği buydu.
[155] Nahl sûresi, 16:125
[156] Enbiya, 21:107
[157] Ah-zab, 33:21
[158] Yusuf, 12:108
[159] Hac, 22:49
[160] Müminûn, 23:96
[161] Müzzemmil, 73:10
[162] Hicr, 15:85
[163] Zuhruf, 43:89
[164] İnşirah, 94:7,8
[165] En’am, 6:90
[166] Ahkaf, 46:35
[167] Sad, 38:17
[168] Kalem, 68:44
[169] Kasas, 28:86
[170] Fussilat, 41:36
[171] En’am, 6:153
[172] Kehf, 18:28
[173] En’am, 6:68
[174] Hİcr, 15:88
[175] Kehf, 18:28
[176] Sâd, 38:86
[177] En’am, 6:52
[178] Rûm, 30:60
[179] Hicr, 15:88
[180] Araf, 7:199
[181] Duhâ, 93:10
[182] Zariyat, 51:55
[183] Kaf, 50:45
[184] Nahl, 16:125
[185] Hikmet’, geçtiği ayetlere göre, ‘sefihtik, fesat ve cehaletten men etmek’, “söz, davranış ve anlayışta isabetli olmak’, ‘ilme uygun olmak’, ‘akıllı olmak’, ‘doğru, isabetli karar vermek’, ‘ifrat ve tefritten uzak olmak’, ‘gerçeği kavrama gücü’ gibi anlamlara gelmektedir. Hikmetle aynı anlam dairesine dahil olan diğer bazı kavramlar ise şunlardır: Hükm, adalet, basiret, nüha, hıcr, fıkıh, fehm, furkan, kevser, marifet, hayr, tedebbür, şuur, takva, firaset. Şunlar ise bu kavramların karşısında yer alan anlam dairesinin bazı önemli kavramlarım oluşturmaktadırlar: sefeh, zulüm, cehalet, gaflet, zann, lağv, ifrat, bağy, israf, tebzir, buhl, fahşa. Kur’an’da ‘hikmet’in karşıtını temsil eden kavram ‘sefeh’tir. Sefeh, beyinsizlik, akılsızlık, hafiflik, ahmaklık, cahillik, dangalaklık gibi anlamalara gelen bir terimdir. Sefih kişi, sevinç veya öfke nedeniyle doğru düşüne-meyen ve doğru davranamayan, hâl ve hareketlerinde dengeyi tutturamayan, görüşlerinde isabetli olamayan, budalaca davranan kişidir.
[186] Buharı, ilim 49.
[187] Ebû Davud, Edeb 22, 23.
[188] Buharı, film, 12; Müslim, Eşbiye 70,71.
[189] Ey insanlar! Allah için Allah için adaletle şahitlik yapın. Bir topluluğa olan.kininiz, sizi adaletten uzaklaştırmasın.’ (Maide, 5:8)
[190] Müslim, Mukaddime 5.
[191] Fahreddin Razi’nin, Lokman sûresinin 12. ayetinde geçen hikmet terimi için yaptığı şu açıklama, dikkate alınması gereken önemli bir açıklamadır: ‘Biz Lokman’a…hikmet verdik’ (Lokman, 31:12) ifadesi, amelin ilme uygunluğundan ibarettir. Binâenaleyh kendisine, amel-ilim uygunluğu nasip edilen kimseye, hikmet verilmiş demektir. Binâenaleyh o hikmeti, kendisine Allah’ın hikmetinin dahil olduğu konularda tarif etmek istersek, ‘Hikmet, amelin (işin, fiilin), maİum olana (yani Allah’ça bilinenlere) uygun olarak gerçekleşmesi, yapılmasıdır’ deriz. Bu tarife şu da delâlet etmektedir: Bir kimse bir şeyi öğrenir, ama onun faydalı ve faydasız yönlerini bilmezse, o kimseye hakim [hikmet sahibi] denilmez. Bu kimse olsa olsa, şanslı olmuş olur. Baksana, bir kimse kendisini yüksek bir yerden atsa, bir yere düşüp batsa ve kendisini bir şey olmaksızın, karşısına orada bir hazine çıksa, her ne kadar kendini aşağı atması neticesi bir menfaat elde etmiş olması, ölmesi gibi bir neticeden kurtulmuş olsa bile, o bunu baştan hesap etmediği için, ona hakim [hikmet sahibi] denilmez. Oraya kişinin kendisini atmasının ölümüne sebep olacağını bile bile oradan atlasa, böylece bir tarafı kırılsa, o, bu hareketi neticesinde olacakları hesap etmiş olmasına rağmen, buna da hakim denmez’ (Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir XVIII/152).
[192] Araj, 7:85,86
[193] Araf, 7:88
[194] Hûd, 11:91
[195] Hûd, 11:89
[196] Araf,7:89
[197] Hûd, 11:88
[198] Zemahserî, d-Keşşâ/,1/152; Isfehanî,, el-Müjreâât, 127.
[199] Bu konuda en önemli örnek Isra süresindeki bir grup ayettir: Allah’la beraber başka sahte ilâh tanıma, sonra kınanmış bir halde ve tek başına, yardımdan mahrum olarak çöker kalırsın. Çünkü Rabbin, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi ve anaya-babaya iyilik etmenizi buyurmuştur. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağma ererse, onlara ‘öf bile deme, azarlama onları ve onlara güzel ve iyi söz söyle, ikisine karşı da merhametle kol kanat ger, mütevazı ol ve Ya Rabbi! Onlar çocukluğumda beni nasıl büyütüp yetiştirdilerse, sen de onlara öylece merhamet et’ de. içinizde olanı en iyi Rabbiniz bilmektedir. Eğer düzgün ve temiz kişiler olursanız, şüphe yok ki O, tevbe edip, hakka dönenlerin suçlarını örter. Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver ve israfta ileri giderek boş yere, haksız yere malım saçıp savurma. Gerçekten de, malını boş yere saçıp savuranlar, şeytanlarla kardeş olurlar ve şeytan da Rabbine karşı çok büyük nankördür. Eğer elin dar olduğu için, Rabbinden umduğun bir rahmeti bekleyerek, o hak sahiplerinden yüz çevirecek, onlara birşey veremeyecek olursan, güzel sözler söyle onlara, gönüllerini al. Ve ne elini boynuna bağlayıp cimri ol ve ne de sonuna kadar açıp, varını yoğunu ortaya döküp savurgan ol. Eğer cimri veya savurgan olursan, kınanan ve yapayalnız bir durumda ve hiçbir şeye gücün yetmez, pişman bir halde çöker kalırsın. Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine bolca verendir ve dilediğine de ölçülü verendir.
Kullarının durumunu, bütün açıklığıyla görerek haberdar olan da O’dur. Öyleyse artık, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de doyurup rızıklandiran biziz. Şüphe yok ki, onları öldürmek pek büyük bir suçtur. Ve sakın zinaya da yaklaşmayın; çünkü bu son derece yüz kızartıcı, azgınca bir davranış ve çok kötü bir yoldur. Ve yine sakın haklı bir gerekçeye dayanmaksızın, Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın. Bu konuda haksız yere öldürülen kimsenin velisine, adil bir karşılıkta bulunma yetkisi tanımışızdır, böylelikle o öldürülenin hakkını arar.
Ancak o da öldürmede aşırı gitmesin, katil yerine, katilin akrabalarını veya onunla birlikte bir başkalarının ölümünü de istemesin. Çünkü o, kendisine bir yetki verilmekle, zaten yardım görmüştür. Yetimin malına, kendisi ergenlik çağına varıncaya kadar, onu değerlendirmek amacı dışında, sakın yaklaşmayın. Verdiğiniz her sözü yerine getirin; çünkü verdiğiniz her sözden, hesap gününde mutlaka sorguya çekileceksiniz. Ve ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun, tartıyı da doğru terazi ile yapın. Böylesi sizin için iyi, yararlı ve sonuç olarak da güzel olacaktır. Bilmediğin şeyin üstüne durup ısrar etme; çünkü kulak, göz ve kaip hepsi yaptıklarından sorumludur. Kıyamette yaptıklarından sorguya çekilecektir. Yeryüzünde kibirlenerek yürüme; çünkü ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara ulaşabilirsin. Bunların hepsi de kötüdür ve Rabbinin katında hoşa gitmeyen şeylerdir, işte tüm bu söylenenler, doğru ile eğrinin ne olduğuna dair Rabbinin sana vahyettiği şeylerdir. Öyleyse ey insanoğlu! Allah’la beraber, sakın başka bir ilâh edinme, yoksa kınanmış ve kovulmuş vaziyette cehenneme atılırsın, (lsra, 17:22-39)
[200] O, bütün alemlere öğüttür. Aranızdan doğru hareket etmek isteyenler için.’ (Tekvir,81:27, 28) Bu Kur’an bir hatırlatmadır. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.’ (Abese, 80:11, 12) Hayır (iyi bilsinler ki) o (Kur’an) bir ikazdır. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.’ (Müdde-sir, 74:54, 55) O (Kur’an) korunanlar için bir öğüttür.’ (Gaşiye, 69:58)
[201] O, bütün alemlere öğüttür. Aranızdan doğru hareket etmek isteyenler için.’ (Tekvir, 81:27, 28) ‘Bu Kur’an bir hatırlatmadır. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.’ (Abese, 80:11, 12) ‘Hayır (iyi bilsinler ki) o (Kur’an) bir ikazdır. Dileyen onu düşünüp öğüt alır.’ (Müd-desir, 74:54, 55) ‘O (Kur’an) korunanlar için bir öğüttür.’ (Gaşiye, 69:58)
[202] Ey peygamber! Onlara öğüt ver, senin görevin yalnızca öğüt vermektir. Sen onian inanmaya zorlayıp zorla imana getirebilecek değilsin. Artık kim haktan yüz çevirip inkâra saparsa, Allah da onu dünya ve ahirette en büyük azapla azaplandırır. Şüphe yok ki, onların dönüşleri bizedir. Sonra onların hesabını görmekte bize düşer.’ (Gaşiye, 88: 21-26)
[203] Ey peygamber! Onlara öğüt ver, senin görevin yalnızca Öğüt vermektir. Sen onları inanmaya zorlayıp zorla imana getirebilecek değilsin. Artık kim haktan yüz çevirip inkâra saparsa, Allah da onu dünya ve ahirette en büyük azapla azaplandırır. Şüphe yok ki, onların dönüşleri bizedir. Sonra onların hesabım görmekte bize düşer.’ (Gaşiye, 88: 21-26)
[204] Nahl, 16:125
[205] Taka, 20:44
[206] Taberî, Câmiu’l-Beyân jî Tefsîri’l-Kur’an V/234; Cassâs, Ahkâmü’l-Kur’an, 1/257.