DÜŞMANLIĞIN TOPLUMSAL NEDENLERİ
Ey insanlar! Dikkat edin; sizin Rabb’ımz da bir, babanız da bir. Şunu da iyi bilin ki, Arap’ın, Arap olmayana; Arap olmayanın, Arap olana; beyazın karaya, karanın da beyaz olana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak Allah’a karşı sorumluluk bilincindedir. (Hz, Muhammed (s) Şüphesiz Allah, sizin yüzlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar. (Hz. Muhammed (s)
Mekke eşrafının, Resulûllah’a yönelik tepkilerinin gerekçesiyle ilgili olarak sıklıkla dile getirdikleri iddialarından birisi, toplumsal birlik ve beraberliklerinin islâm daveti nedeniyle bozulmuş olduğudur. Onlar, İslâm’ı kabul edenlerin, ana-babalarına, kardeşlerine, akrabalarına, kabilelerine, Kureyş’e ve hatta tüm Araplara düşman hale geldiğini, bu durumun ise toplumda karışıklığa neden olduğunu, toplumun birlik ve beraberliğini, huzur ve saadetini tahrif ettiğini, toplumsal uyum ve istikrarı bozduğunu iddia ettiler. Bu gerekçeyle, Hac veya ticaret için Mekke’ye gelen insanları Resulüllah’ı dinlemekten alıkoymaya çalıştılar. Resulüllah’ı dinledikleri takdirde O’nun sözlerindeki büyüye kapılıp, kendi aile ve toplumlarıyla olan bütün ilişkilerini bozacakları, aile ve toplumlarında birçok problemlere neden olacakları propagandasını yaptılar. Hatta bu propagandaları öyle etkili oldu ki, Resulüllah’ın konuşmalarını duymamak için kulaklarını yünle tıkayarak Mekke’de gezenlere rastlandı.
Resulüllah’ın insanları kabule ve uygulamaya davet ettiği şeylerin toplumda karışıklığa neden olduğu iddialarının ne oranda doğru olduğunu tespit etmek için, Mekke toplumsal yapısını incelemek ve özelliklerim tespit etmek yararlı olacaktır. Esasen bu gereklidir, çünkü ancak böylelikle, Resulüllah’ın, her şeyi ile düzenli bir toplumsal yapıyı bozarak, insanları rahatsız edip etmediğini anlama imkânı elde edilebilecektir. Aynı zamanda, İslâm davetine yönelik tepkilerin, eğer varsa gizli nedenlerini de tespit etmek mümkün olabilecektir.
Müşriklerin İnsan Anlayışı
Konuyla ilgili olarak kaynaklar araştırıldığı zaman, Mekke toplumsal yapısının sınıflı ve tabakalara ayrılmış bir yapı özelliğine sahip olduğu tespit edilmektedir. Üstelik bu tabakalaşma öylesine kurallara bağlanmıştı ki, tabakalar arası geçiş mümkün değildi. Bu itibarla, Mekke toplumsal yapısını en tipik kapalı/geçişsiz tabakalaşma biçimi olan kast sistemiyle kıyaslamak mümkündür. Mekke toplumunun esas unsurları sayılabilecek başlıca tabakalar şunlardı:
Hürler
Ailesinin veya kabilenin ortak ismine sahip olan ve toplumsal hakları bulunanların teşkil ettiği bir tabakaydı. Hürlerin toplumdaki itibarları pek yüksekti. Diğer tabakalarda bulunanlara oranla kıyaslanamayacak imkân ve imtiyazlara sahiptiler. Ancak şurası da kesindir ki, hürler tabakası kendi içinde bütüncül bir karakter arz etmiyordu. Kendi içerisinde, şeref ve itibarın esas olduğu bazı sınıflara bölünmüş durumdaydı. Bu nedenle hür olanlardan bazıları, diğer hürlere göre daha şerefli ve itibarlı telakki ediliyorlardı. Bu ayrımın dayanağı da soy/kan bağıydı. Kaynakların bildirdiğine göre, Mekke’de Kureyş kabilesine, Taifte Sakif kabilesine, Medine’de Evs veya Hazreç kabilesine mensup olmak, diğer kabile mensuplarına oranla daha fazla şeref ve itibar nedeniydi. Ayrıca bu kabilelerin içerisinde de zenginler veya geleneksel bazı unvanlara sahip (kabile başkanı gibi) olan yaşlılar şeref ve itibarı elinde bulunduruyorlar, kendileri kabilenin diğer mensuplarına göre daha ayrıcalıklı bir konumda yer alıyorlardı. Bunlara ilaveten, kâhin, şair veya cesaretli ve başarılı bir savaşçı olmak da şeref ve itibarın nedenleri arasında yer alıyordu.
Hürler, sınırsız denebilecek haklara sahip olmalarına karşılık, yok denecek kadar az sorumluluğa sahiptiler. Sahip oldukları sorumluluklar ise genellikle ve hatta tamamen kendi soylarının mensuplarına karşıydı. Bu durum hürlere, diğer sınıflardan olan büyük sayılara ulaşmış bulunan kölelere karşı istedikleri gibi davranma hakkını veriyordu.
Köleler
Bunlar, hiç hakları olmamasına karşılık, sahiplerine ve diğer hürlere karşı yerine getirmeleri zorunlu olan sınırsız denebilecek sorumluluklara sahiptiler. Kölelerin sayıları oldukça çoktu. Çünkü bütün işler için köle edinmek hürler arasında yaygın bir gelenek ve uygulamaydı. Hürlerin fiilen çalışmamaları, el emeğini aşağılık bulmaları, önemli ve yaygın bir anlayıştı. Bu genel anlayışa göre, el emeği veya fiilen (bedenen) çalışmak, kölelerin yapması gereken şeylerdi. Hür olup da el emeği gerektiren işlerde çalışmak, oldukça aşağılayıcı bir durum olarak telakki ediliyordu. Bu nedenle hürlerin bir çoğunun, bir veya daha fazla kölesi vardı. Kölelerin sayısının çokluğu ise, hürün sahip olduğu maddî imkânlarla ilgili idi. Kişi ne kadar zenginse o kadar çok köleye sahip olabiliyordu. Köleler insan kabul edilmiyor, tamamıyla ticarî bir meta olarak görülüyorlardı. Alınıp satılabiliyorlar, hediye olarak verilebiliyorlardı.
Araplar arasında köle ticareti oldukça önemli bir gelir kaynağıydı. Köle ticaretiyle uğraşanlar, bu işten iyi gelir elde ediyorlardı. Köle elde etmek için komşu bölgelere ve memleketlere seferler düzenleyen köle tüccarları vardı. Resulüllah’ın davetine icabet edip İslâm’a giren bazı kölelerin kimlikleri, Arapların köle elde etmek için gerçekleştirdikleri girişimlerin ne kadar geniş alanlara yayıldığını göstermesi açısından önemlidir. Bilâl, Habeşli; Süheyl, Anadolulu; Selman, Farslıydı. Bazı şahıslar köle elde etme ve ticaretini yapma konusunda pek mahirdiler. Bunlar köle ticareti konusunda gösterdikleri üstün başarı nedeniyle çok zenginlemişlerdi. Teym kabilesinden Abdullah b. Cüd’ân bunlardan birisiydi. Bazı kabileler ise köle ticaretindeki nüfuslarıyla ün salmışlardı. Elde edilen köleler, belirli zamanlarda belirli yerlerde kurulan panayırlarda yahut sürekli faal durumda olan köle pazarlarında satılırdı. Mekke’de her zaman açık olan bir köle pazarı vardı.
Hürlerin haklarının sınırsızlığına karşılık, kölelerin hiç hakka sahip olmamaları, doğaldır ki, oldukça büyük boyutlara varan zulümlere neden olur. Bu, mevcut şartlar ve anlayışlar gereği kaçınılmaz bir durumdur. Arap toplumunda ve dolayısıyla Mekke toplumunda olan da bundan başkası değildi. Kadın köle olan cariyeler sadece iş veya cinsel ihtiyaçları tatmin eden bir araç olarak görülüyor, sık sık değiş-tokuş edilerek kullanılıyorlar veya hatta para kazanması için **** olarak pazarlanıyorlardı. Cariyelerin doğurdukları çocuklar da anneleri gibi köle kabul ediliyordu. Erkek köleler ise en ağır ve pis işleri yapmakla görevliydiler. Köle sahipleri, hiçbir masrafa sahip olmadan kölelerinden yararlanmaya çalışırlardı. Kölelerinin ancak en asgari seviyede maddî ihtiyaçlarını karşılarlardı. Bu da, eğer isterse yapacağı bir sorumluluk idi. Yoksa kölesini, açlıktan yahut keyfi olarak öldürse veya işkence yapsa dahi bir sorumluluğu yoktu. Hayvanlara oranla daha aşağı telakki edilen köleleri dövmek, elini, kulağını, burnunu kesmek, gözünü çıkarmak, işkence yapmak, öldürmek, alışılmış uygulamalardandı ve bütün bunlar sahibin kölesi üzerindeki tabiî hakkı kabul ediliyordu. Bundan dolayıdır ki müşrik sahipleri tarafından mümin kölelere yapılan işkenceler toplumda hiçbir tepkiye neden olmamıştı.
Mevali
Mevali olanlar hürler ile kölelerin oluşturduğu tabakaların arasında yer alan bir ara tabakayı oluşturuyorlardı. Sayıları oldukça azdı. Bunlar, genellikle çeşidi nedenlerden dolayı azat edilmiş kölelerdi. Bir köle, sahibi tarafından azat edilirse, o artık sahibinin mevalisi olur ve sahibinin kabilesine mensup kabul edilirdi. Hiç kuşkusuz bu durum, mevalilere, kölelere oranla bazı haklar kazandırıyordu. Ancak bunlar hürlerin irade ve kontrolü dahilinde olan bazı küçük haklardı.
Mevalilerin en önemli özellikleri, köleler gibi ticarî meta olarak görülmemeleri, yani alınıp-satılma durumlarının olmamasıydı. Ayrıca evlenme hakkına da sahiptiler. Fakat, mevali bir erkek hür bir kız veya kadınla evlenemezdi. Risâletin ilk günlerinde Müslüman olan Habbab b. Eret bir mevaliydi.
Kadınlar
Cahiliye döneminde kadın, insanî değeri olmayan bir canlı varlık konumundaydı. Hatta bu anlayış nedeniyle, kadınları, müşrik Arap toplumunda yer alan toplumsal kesimlerden veya tabakalardan birisi saymak doğru bile olmayabilir. Hürler sınıfında yer alan hür kadınların da hür erkeklere oranla bir değeri söz konusu değildi. Gerçi bedeviler arasında kadının kısmî bir değeri bulunuyor ise de bu kadının insan olmasından değil, yerine getirdiği vazifelerden, gördüğü işlerden kaynaklanıyordu. Bedevilerde, kadın erkeğin rahatlığının ve zevk ve sefasının yegâne teminatıydı. Kadın olmadığı zaman, yaşanılan zor şartlar nedeniyle birçok iş erkeğin sorumluluk alanına giriyordu. Yerleşim birimlerinde bilhassa da şehirlerde yaşama şartlarının çöldeki göçebe hayatına oranla daha kolay olması ve ayrıca kölelerin de çok olması nedeniyle kadının hiçbir değeri bulunmuyordu. Çünkü, şehirli erkekler açısından, kadının bulunmaması halinde bazı işleri yapma sorumluğu söz konusu olmuyordu. Kadının yapması gereken her işi köleler kolaylıkla yerine getiriyorlardı. Dolayısıyla şehirlerde kadının insanî hiçbir değerinin olmaması, yaşanılan şartların da etkisiyle oluşmuş bir zihniyetin gereğiydi. Kadının değeri, erkeğin bazı bedeni ihtiyaçları karşılamasında ve dolayısıyla fiziki güzelliğindeydi.
Kadın erkeğin mülkiyetine dahildi. Bir erkek öldüğü zaman, o erkeğin sahip olduğu karıları, varislerine miras olarak kalıyordu. Mirasçılardan kim erken davranır da elbisesini kadının üzerine atarsa o kadın, o mirasçının olurdu. Eğer kadın kocasının ölümünden sonra acele davranırda, hiç kimsenin kendisinin üzerine elbise atmasına fırsat vermeden ailesinin yanına kaçabilirse, mirasçılara miras olarak kalmaktan kurtulabilirdi. Kadının, ölen babasının mirası üzerinde hiçbir hakkı yoktu; miras alamazdı.
Kur’an’daki birçok ayette açıklandığı üzere, Cahiliye dönemi Araplarmda, bir baba açısından kız çocuğa sahip olmak, en büyük aşağılanma nedenlerinden birisiydi.[47] Bu nedenle kız çocuklarını diri diri toprağa gömme uygulamalarına sık olmasa da rastlanırdı. Bunu yapmadaki amaç, ileride kız nedeniyle uğranılacağı düsünülen şerefsizlik ihtimalinden kurtulmaktı. Çünkü kız köle olabilir, tecavüze uğrayabilir, kaçmlabilirdi. Kız çocuğunu toprağa gömerek öldürme işi doğumun hemen sonrasında olabileceği gibi altı yaşma kadar büyüttükten sonra da olabiliyordu.[48]
Bir erkek istediği kadar kadınla evlenebilirdi; herhangi bir sınırlama yoktu. Sayının sınırını erkeğin sahip olduğu maddî imkân belirlerdi. Zenginlik oranına bağlı olarak, evlenilen kadınların sayısı da değişiyordu. Erkek karısını boşayacak olsa dahi, kadın üzerindeki hakları devam eder; isterse boşadığı karısının evlenmesini uzun bir süre engelleyebilirdi. Veya boşadığı karısını istediği zaman tekrar alırdı. Bu süreçte kadının görüşü hiçbir şekilde dikkate alınmazdı. Zaten evliliklerde, kadının düşünce ve görüşünü dikkate almak, öğrenmek gibi bir uygulama söz konusu değildi. Baba, kendi öz kızını, himayesindeki (velisi olduğu) kızı veya kadını istediği kişiyle evlendirir ve mehirini de kendisi alır, kadına hiçbir şey vermezdi.
Kadın konusuna değinince, evlilik konusuna değinmemek eksiklik olur. Çünkü kadının değeri ile evlilik anlayışı arasında doğrudan bir ilgi söz konusudur: Cahiliye dönemi Araplarının nikah anlayışları ve uygulamaları ahlâkî erdemlerden uzak özelliklerle iç içeydi. Hatta nikah ile fuhşun karışıp, aralarında kayda değer bir farklılığın kalmadığı dahi söylenebilir. Konu hakkında ayrıntılı bilgiler veren Hz. Aişe’ye ait bir rivayet şöyledir:
Cahiliye döneminde nikah dört şekilde yapılırdı: Bunlardan bir tanesi, bu günkü insanların yaptıkları gibiydi. Yani bir kimse diğer kimsenin bir yakınını veya kızını ister, kabul ederse mehirini verir ve sonra da evlenirdi. İkinci nikah şekli de şöyleydi: Erkek, karısı aybaşı halinden temizlenince, Talan kimseye git ve onunla ilişkide bulun’ derdi. Bundan sonra o koca, ilişkide bulunduğu yabancı erkekten hamile kahp kalmadığı kesin olarak anlaşılmcaya kadar karısıyla ilişkide bulunmazdı. Bunu, daha çok doğacak çocuğun asil bir kimseden olmasını sağlamak için yaparlardı. Bu tür nikaha Hstibda nikahı’ adı verilirdi. Üçüncü nikah şekli ise şöyleydi:
On kişiden az olmak şartıyla bir grup erkek toplanır, bir kadının yanma varırlardı. Sonra erkeklerin hepsi de o kadınla ilişkide bulunurdu. Kadın hamile kalıp çocuk doğurunca, doğumun üzerinden bir kaç yıl geçtikten sonra adamlara haber gönderip, çağırırdı. Onlardan hiçbirisi gelmezlik yapmazdı. Hepsi de kadının yanında toplanınca, kadın onlara şöyle derdi; ‘Siz yaptığınız işi biliyorsunuz. Ben çocuk doğurmuş bulunuyorum. Bu çocuk senindir ey falan!’ Bu tercihi yaparken en sevdiği erkeğin adını verirdi. Çocuğu o adama verirdi ve adam almazhk edemezdi. Dördüncü tarz nikah ise şu şekildeydi: Birçok adam toplanır ve bir kadının yanma varırlardı. Bu kadın gelen hiç kimseye yok demezdi. Bunlar fahişelerdi. Onların kapılarının üzerinde bezden işaretler bulunurdu. Böylece **** oldukları herkesçe bilinirdi. Kim istese yanına varabilirdi. Bu kadınlardan biri hamile kalıp, çocuk dünyaya gelince, bütün o erkekler kadının yanında toplanırlardı. Bilirkişi (KâiO çağınlıp, çocuğun babası tespit edilmeye çalışılırdı. Çocuk uygun görülen şahsa verilirdi. Adam çocuğu almazhk yapamazdı. Çocuğu alır ve götürürdü. Çocuk artık o adamın adıyla çağırılırdı.[49]
Bu rivayette, islâm açısından meşru olan birinci tür nikahın yanında, Cahiliye dönemi Arapları arasında yaygın durumdaki diğer üç nikah biçimini daha buluyoruz. Bunlardan ikincisi Nikah-ı istibdd gibi özel isim de almıştı. Üçüncüsü ise bugün sosyal bilimlerce ‘poliandrie’ olarak isimlendirilen nikahtır. Dördüncüsü ise bugünün dünyasında bilhassa kapitalist devletlerde yasal’ olan fahişelikten çok farklı bir şey değildi. Ancak konu hakkında ayrıntılı bilgiler veren kaynaklar Araplar arasındaki diğer bazı nikah biçimlerinden de söz etmektedirler. ‘Sigar nikahı’ ismiyle anılan nikaha göre bir kişi (erkek) kızını veya velisi olduğu kızı bir başkasının kızıyla değiştirir ve böylelikle karşılıklı olarak kızlarım kullanırlardı.
Ayrıca, bir kişinin (erkeğin) ölen babasının karısı olan üvey annesiyle evlenmesini ifade eden ‘makt nikahı’, belirli bir süre için gerçekleşen mut’a nikahı’, iki erkeğin karşılıklı olarak karılarım değiştirmeleri biçiminde gerçekleştirilen ‘bedel nikahı’ bugünkü anlamıyla metres tutmayı ifade eden ‘haden nikahı’ ve ayrıca çok istisna olarak görülebilen erkek kardeşlerin bir kadınla evlenmesi biçimindeki nikah da mevcuttu. Anne, bacı, teyze, hala, yeğen, evlatlığın kızı ve boşadığı eşi ile evlenmenin yasak olmasına karşılık, iki veya daha fazla kız kardeşle aynı anda evli olmak meşru kabul ediliyordu. Üvey anne ise anne kabul edilmiyor, bir kişi ölen babasının karısı olan üvey annesiyle evlenebiliyordu. Eğer mirasçı olan erkek henüz küçük yaşta bir çocuksa büyüdüğünde evlenebilmek için üvey annesinin başkasıyla evlenmesini engelleyebilirdi. Üvey annesiyle evlenenlere ‘dayzen’ denirdi. Cahiliye dönemi Araplarmın ahlâkî sefaletlerini ve bu kapsamda olmak üzere gerek aile kurumunun, gerekse kadının düştüğü ahlâkî yozlaşmayı ifade etmesi açısından Mekke’nin eşrafından Ebû Cehil’in Kureyşîlerle anlaşma yapan Evs kabilesinden birisine karşı ifade ettiği sözler önemlidir. Ebû Cehil, anlaşmanın gerçekleştiği toplantıda bulunamadığı için anlaşmaya dahil edemediği bir isteğini şöyle ifade etmiştir: Kureyşle ittifak yapmışsınız. Ben o toplantıda bulunamadığıma üzüldüm. Eğer bulunsaydım ben de size katılır, söz verir, gerekince yardımınıza gelirdim. Kabul ederseniz anlaşmayı yeniden gözden geçirebiliriz. Kızlarımızı ve karılarımızı sizden esirgemeyelim. Cariyelerimizin çarşıda, pazarda gezip tozmalarına, erkeklerinizle oynaşmalarına müsaade edelim; sizde bu yolda hareket eder, yani kızlarınızla karılarınızla bizim de oynaşmamıza müsaade ederseniz, size yardım edelim.
Aile kurumu ile ilgili olarak nikahtan sonra, önemli olan bir diğer husus, boşanma, yani nikah akdinin sona erdirilmesidir. Cahiliye dönemi Arapları arasında boşanma oldukça yaygın ve çok sıradan sayılabilecek kadar sık gerçekleşen bir uygulamaydı. Boşanma ile ilgili önemli husus, boşama ‘hak’kmm sadece erkeğe ait olması ve kadının nikahta olduğu gibi boşanmada da hiçbir hakkının bulunmamasıydı. Bu konuda sadece küçük bir azınlığı ilgilendiren istisna bir durum vardı. ‘Hû olarak isimlendirilen bu istisna duruma göre, babası veya velisi zengin olan bir kadın, belirli bir bedel karşılığında memnun olmadığı kocasından boşanabilirdi. Ancak dikkat edileceği üzere, bu boşanmada da erkeğin rızası esastı. Erkek istediği zaman karısını boşar, boşadığı karısının başkasıyla evlenmesini uzun süre engelleyebilir ve yine isterse karısını tekrar alabilirdi. Evlenmenin sınırı olmadığı gibi, boşanmanın da sınırı yoktu.
Bütün bu bilgiler, Mekke toplumunun uyum ve istikrarı, birlik ve beraberliği konusunda önemli ipuçları vermektedir. Böylesi toplumsal tabakaların bulunduğu ve tabakalar arası geçişin söz konusu olmadığı her toplumda, eğer birileri statükonun devamı anlamında birlik ve beraberliğin öneminden bahsediyorsa, onlar muhakkak ki, sorumluluk sahibi olmayan, fakat sınırsız yetkileri ellerinde tutan, toplumsal tabaka piramidinin en üst kesimini oluşturan kişilerdir. Onlar, elbette ki bu haksız imkânlarının ve bu imkânları sağlayan toplumsal yapılaşmanın devamını isterler. İsteklerinin gerçekleşmesinin ise belirli şartlara bağlı olduğu açıktır. Bunlar öyle şartlar olmalıdır ki, toplumu teşkil eden kitleler tarafından yerine getirilmesi zorunlu görev olarak telakki edilsin, böylelikle o kitleler, toplumsal yapının devamı için gerekirse her şeylerini feda etsinler. Sonuçta da o küçük azınlığın çıkarları korunmuş olsun, işte bu süreçte, istenilen fonksiyonu yerine getiren en önemli gerekçe, birlik ve beraberlik gerekçesidir.
Kitleler genellikle durumlarını kabullendikleri ve değiştirmeye fazla eğilimli olmadıkları için, ayrıca o küçük azınlık da eğer şartlar değişirse, durumun daha da kötü olacağının propagandasını büyük bir beceriyle gerçekleştirdikleri için, gerekli ortam kolaylıkla hazırlanmış olur. Bu aşamada birileri çıkar ve bir şeylerin değişmesi gerektiğini; bir kısım insanların çok yemekten rahatsızlanmasına karşılık, toplumu oluşturan diğer çoğunluğun açlıktan kıvranmasının veya ölmesinin doğru olamadığını; bazıları en lüks şartlarda yaşarken, diğer bazılarının sefalet içerisinde olmasının kabul edilemeyeceğini ilan etmeye başlarsa; birlik, beraberlik çığırtkanlığı olanca hızı ve gücüyle devreye girer. O mutlu azınlık hemen bağırmaya ve mutsuz çoğunluğu, canları, namusları pahasına yurtlarım, düzenlerini korumaya davet ederler, idrakleri tahrip edilmiş, akletme becerilerini kaybetmiş (Müstez’af) kitleler ise, çoğu zaman bu çağrıya olumlu cevap vererek meydanlara, savaş alanlarına dökülürler.[50] Neyi, ne adına koruduklarım, ne için savaştıklarım bilmeden canlarını, ellerindeki son mallarını ve hatta namuslarını feda ederler. Üstelik savaşı kazanırlarsa, asıl kazananın ve kaybedenin kimler olacağını bilmeden yaparlar tüm bunları. Bunlar olup biterken, sınırsız denebilecek haksız menfaatlerin sağladığı en lüks şartlarda yaşayan o küçük azınlık ise, kendilerinin haksız konumlarını yok etmeye, değiştirmeye aday olanları, toplumun huzur ve saadetinin katilleri olarak-niteleyip, o en iyi ekonomik şartlara sahip olan durumlarını korumaya devam ederler. [47]
Çölde hayat zordur. Özellikle yağmacılığın büyük oranda meşru görüldüğü Cahiliye çağında daha da zordu. Her an bir saldırıya uğramak ihtimal dahiîindeydi. Bu nedenle kız çocukları aileleri için yüktü; çünkü aileyi ve sahip olunan malları yağmacılara karşı savunabilecek güce yoktur. Kız çocuğu aileye güç katkısında bulunmadığı gibi, korunmaya muhtaç olduğu İçin güç kaybıydı. Halbuki erkek çocuk öyle değildi. Erkek çocuk ailenin mevcut gücüne ilave güçtü. Bu nedenle birisine kız çocuğu olduğu bildirildiğinde bundan dolayı üzülür, rahatsız olurdu. Bu durumdan Kur’an’da şöyle bahsedilmiştir: ‘Onlardan biri, Rahmân’a isnat ettiği kız çocuğuyla müjdelenince, hiddetlenerek yüzü simsiyah kesilir’ (Zuhruf, 43:17). Ancak ne var ki, yaşanan şartların zorluğu nedeniyle gerçekleştirilen ayrım, kız ve erkek çocukların özüne de yansıtılmış ve kız çocuklarını her durumda aşağı görme anlayışı yaygın bir kabul görmüştü. Kur’an, kız-erkek çocuk ayrımının saçmalığım şöyle açıkladı: ‘Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocuktan bahşeder. Yahut onları, hem erkek hem de kız çocukları olmak üzere çift verir. Dilediğini de kısır kılar. O, her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir’ (Şura, 42:49,50). [48]
Araplar arasında, bir gün şerefini lekeleyeceği düşüncesiyle veya yoksulluk nedeniyle kızını öldürenlere rastlanırdı. Elbette ki ne kadar canileşirlerse canileşsinler, onlar için de bu âdet yerine getirilmesi son derece zor bir uygulamaydı. Ancak buna rağmen küçük kızını öldüren babalara, sık olmasa da rastlanıyordu. Bu âdet, özellikle Kureyş, Kinde ve Temim kabilesine mensup olanlar arasında görülüyordu. Bu kabilelerde öldürülmek istenmeyen bir kıza yünden örülmüş cübbe giydirilerek koyun, deve güttürülürdü.. Öldürülmek istenen kızı ise ya doğar doğmaz öldürürler, ya da cinayetlerini çocuğun altı yaşma ulaşmasına kadar ertelerlerdi. Altı yaşına gelmiş ve öldürülecek olan kızı öldürmeye götürürken yeni elbiselerini giydirir, çöie götürüp bir çukura gömerlerdi. Eğer çocuk doğar doğmaz öldürülecekse, doğum yapacak kadın çöle gider ve bir çukurun başında doğururdu. Doğan çocuk kız ise onu çukura gömer, erkek ise kucağına alıp evine gelirdi. Bu kötü âdete karşılık, öldürülmek istenen kız çocuklarını satın alıp ölümden kurtaran, onları büyütüp evlendirenler de vardı. Kays b. Asım bunlardan birisiydi. Kays, İslâm davetini duyunca kabul edip müslüman oldu.
İslâm ve İnsan
Toplumun yarısını teşkil eden kadınların insan kabul edilmediği, diğer yansının büyük bir kesimini hayvanlar kadar dahi değeri olmayan kölelerin, geriye kalanların büyük bir kısmını da, önemli bir imkânı ve statüsü olmayan hür erkeklerin oluşturduğu Mekke toplumunda, Mekke’nin müşrik ileri gelenleri, doğaldır ki Islam davetinden rahatsız oldular. Haksız menfaatleri ve bu menfaatlere meşruluk rekçeleri üreten toplumsal yapıyı temelden değiştirmeye aday olan islâm’ı, bir-1’k ve beraberliklerinin en önemli düşmanı olarak görenler, Mekke’nin bu beş-on kişilik aristokrat grubuydu. Onlar, İslâm’ın, insanlar arasındaki ırk, dil, soy, aynnılarmı ve bu ayrımların neden olduğu hak ve sorumluluk farklılıklarını reddeden mesajlarım büyük bir şaşkınlık ve kızgınlık içerisinde dinlediler. Peşpeşe vahyolunan ayetler şaşkınlık ve öfkelerini daha da artırdı. Bu ayetlerde, istisnasız bütün insanların aynı anne ve babanın çocukları olduğu, bu itibarla insanlar arasında soya dayalı üstünlüğün veya aşağılığın söz konusu olamayacağı açıkça bildiriliyordu. Cinsiyet, ırk ve toplum farklılığının, Allah’ın takdiri olduğu açıklanıyordu. Bu takdirin nedeni ise insanlar arasında üstünlük/aşağılık farklılığı oluşturmak değil, tamamen farklı kimliklerin oluşmasına imkân vermek olduğu bildiriliyordu. İslâm’a göre üstünlüğün veya aşağılığın tek bir şartı vardı; Allah’a, Allah’ın emrettiği tarzda kul olmak veya olmamak:
Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Yalnız, inanıp iyi işler yapanlar hariç. Onlar için ardı arkası kesilmeyen mükâfatlar vardır.[51]
Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere böldük. Allah yanında en üstün olanınız, (Allah’ın hükümlerine itaat konusunda titiz davranıp, isyandan) en çok korkanınızdır. Allah bilendir, haber verendir. [52]
Diğer bir grup ayette ise, müşriklerin ırk, soy, ekonomik güç ayrımı yapmalarının ne kadar yanlış olduğu, bu ayrımın ne gibi kötü sonuçlara yol açacağı oldukça etkili bir üslûpla, adeta yanlışlıkları kafalarına vurularak açıklandı:
Açgözlülük saplantısı içinde, mal mülk çokluğuyla övünmek oyaladı sizleri. Öyle ki, mezarlarınıza girinceye kadar bu oyalanmaya devam ettiniz. Ama zamanı geldiğinde bunların boş olduğunu anlayacaksınız, iş öyle değil ama zamanı geldiğinde azapla karşılaşınca daha iyi bilip anlayacaksınız. Hayır, hayır kesin bir bilgiyle yaptıklarınızın ne kazandırdığını bir bilseydiniz. Cehennemin yakıcı ateşini mutlaka dünyada görüp anlayarak bu açgözlülükten vazgeçerdiniz. Sonunda o cehennemi mutlaka göreceksiniz. O gün size verilen tüm nimetlerden sorguya çekileceksiniz. [53]
Asr’a andolsun ki, insan hüsran içindedir. Ancak, inanıp iyi işler yapanlar, birbirine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler hariç. [54]
Yeryüzü şiddetli bir depremle sarsıldığında, yeryüzü bağrındaki ağırlıkları (hazineleri, madenleri, ölüleri) dışarı çıkardığında ve insan ‘Yeryüzüne de ne oluyor?’ dediği zaman; işte o gün yeryüzü bütün haberlerini ortaya dökecek. Çünkü Rabbin ona öylece vahyetmiş ve bildirmiştir. O gün bütün insanlar geçmişteki yaptıkları tüm işleri kendilerine gösterilmesi için guruplar halinde Rablerinin huzuruna gelecekler. Artık kim zerre kadar iyilik yapmışsa, karşılığını görecek ve kim de zerre kadar kötülük yapmışsa, onun karşılığını görecek. [55]
Karanhğıyla ortalığı bürüdüğü zaman geceye, karanlığı yırtıp aydınlığıyla ortaya çıktığı zaman gündüze, erkeği ve dişiyi yaratana andolsun ki; ey insanlar! Siz çok çeşitli hedefler peşindesiniz. Sizden her kim başkaları için harcar ve yolunu Allah’ın kitabıyla bulmaya çalışırsa ve o en güzel kelime olan tevhîdi tasdik eder ve doğrularsa, artık ona yolu kolaylaştırıp o yolda başarılı kılacağız Sizden her kim de malını başkaları için harcamayıp cimrilik eder ve kendi kendine yeterli olduğunu zannedip Allah’a ibadet ve sığınma ihtiyacı duymazsa, tevhîdi yalanlarsa ona da güçlük, zorluk ve sıkıntıya giden yolu kolaylaştıracağız. Ve o kimse cehennem çukuruna düştüğünde malı ona bir fayda sağlamayacak.[56]
Ayetlerle, müşrik ileri gelenlerin kendilerini diğer bütün insanlardan farklı ve üstün görmelerinin nedeni açıklandığı gibi, bu hallerinin ne kadar kötü olduğu da tekrar tekrar açıklandı: Ayıp kusur arayan ve göz kaş işaretleriyle alay edenlerin vay haline! Vay haline o kişinin ki, servet biriktirir ve sayar durur. Mal zenginliğinin kendisini dünyada ebedî yaşatacağını sanır. İş Öyle değil; andolsun ki, o kırıp döken, silip süpüren cehenneme atılır. Bilir misin nedir o kırıp döken, silip süpüren ateş? O, Allah tarafından tutuşturulmuş bir ateştir. Öyle bir ateş ki, yüreklere işler ve kaplar. Onlar bu ateşin içine atılıp üzerleri kapatılır Uzatılmış ateşten sütunlara bağlanmış vaziyette.[57]
Hayır! Allah’a karşı yaptığınız bu kötü zannın yanı sıra, siz yetimlere karşı da cömert değilsiniz. Muhtaçları doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Size kalan mirası aç gözlülükle yiyip bitiriyorsunuz ve sınırsız bir şekilde malı mülkü alabildiğine seviyorsunuz. Hayır, iş bildiğiniz gibi değil, yeryüzü paramparça olup dağıldığı zaman, Rabbinin emri gelip çatıp da melekler saf saf dizildikleri an. İşte o gün cehennem göz önüne getirilip konacak. O gün insan yaptığı ve yapamadığı her şeyi hatırlayacak ama bu hatırlamanın ona ne faydası var. insan o gün: ‘Ah keşke gelecek hayatım İçin önceden bir hazırlık yapsaydım’ diyecek. Fakat o gün hiç kimse Allah’ın günahkârlara ettiği azap gibi azap edemez. Hiç kimse, Allah’ın bağladığı prangalar, zincirler ve kelepçelerle bağladığı gibi bağlayamaz. Ey tertemiz, korku ve kedere kapılmayan, huzura kavuşan insan! Dön Rabbine O’ndan razı olarak ve rızasını kazanmış bulunarak. Artık has kullarımın arasına katıl ve cennetime gir. [58]
Bütün bunlar ise, ayrıca bir de Resulün diliyle beyan edilip, insanlar için olması gereken ölçü gayet net bir şekilde ortaya kondu:
Ey insanlar! Dikkat edin; Rabbiniz bir. Babanız da bir. Şunu da iyi bilin ki, Arap’ın Arap olmayana; Arap olmayanın Arap olana; beyazın karaya, karanın beyaz olana bir üstünlüğü yok. Üstünlük ancak Allah’a karşı sorumluluk bilincindedir (takvadadır).[59] Şüphesiz Allah, sizin yüzlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar. [60]
Sakın biriniz bir başkasına ‘kulum’, ‘kölem’ diye hitap etmesin. Hepiniz Allah’ın kullarısınız. Köle ve kadınlara hitap ederken ‘oğlum’, ‘kızım’, ‘delikanlım’, ‘hanım kızım’ diye hitap edin. [61]
Ben kızıl ve siyah tenlilere (tüm insanlara) gönderildim. [62] Kadınlar(ın haklarına riayet) konusunda Allah’tan sakının. Zira onlar sizin hakimiyet ve himayeniz altındadır. Onları Allah’ın emaneti olarak aldınız, onlarla birlikte yaşama hakkını Allah’ın emri ve müsaadesi ile elde ettiniz. [63] Hizmetinizde kullandığınız kimseler (hizmetçileriniz, köleleriniz ve cariyeleriniz) sizin kardeşlerinizdir; Allah, onları size emanet etmiştir. Bu sebeple onlara yediğinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin. Onlara güçlerinin yetmeyeceği işleri yüklemeyin. Şayet böyle bir iş yüklemek zorunda kalırsanız, siz de onlara yardın edin. [64]
Bütün bu ve benzeri gerek ayet ve gerekse Resulüllah’ın açıklamalarından hareketle Mekke eşrafı iyice anladı ki, bu din doğru bir inanç ve bu inancın gerektirdiği doğru bir uygulamadan başka üstünlüğün gerekçesi olabilecek herhangi bir şeyi ölçü kabul etmiyordu. İnsanlar arasındaki, üstünlük vesilesi kılman her türlü ırk, soy, sop, cinsiyet ayrımını reddediyordu. Üstelik, İslâm’ın insanları ırk, soy, sop ve cinsiyetine göre ayırmadığını, teorik birer ilke olarak da değil, risâletin daha ilk günlerinden itibaren bizzat uygulamasıyla gördüler. Daha yakın zamana kadar kendilerinden birisi olan Ebû Bekir’in, en alt tabakada bulunan, bir insan olarak dahi telakki edilmeyen Bilâl, Sümeyye, Yasir, Ammar, Habbab’la birlikte olmasını şaşkınlıkla izlediler.
Bu birlikteliği akıllan almadı. Kabul edemediler. Yine aynı şekilde, Mekke’nin en saygın ailelerine mensup Sâ’d b. Ebî Vakkas, Osman b. Affan, Talha b. Ubeydullah, Mus’ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Ali b. Ebî Talib gibi gençler, kölelerle aynı safta bulunuyor, Ebû Leheb’in kız kardeşleri olan Safiyye ve Ervâ, Ebû Cehil’in kız kardeşi olan Ümm-ü Gülsüm, Ömer b. Hattab’m kız kardeşi olan Fâtıma gibi hür kadınlar ve kızlar, Sümeyye, Ümmü’l Ubeys, Zi’n-Nire, Lubeyne, ve Nehdiyye gibi cariyelerle, aralarında hiçbir değer farkı gözetmeksizin, birlikte oturupkalkıyorlardı. Onlar, bu köle kadınları, Mekke’nin diğer hür kadınlarına tercih ediyorlardı. Bu arada da Mekke’nin hürler tabakasına dahil olan bütün bu şahsiyetler, Mekke toplumunun içerisinde hiçbir hakka sahip olmayan bu köle ve cariyelerle aynı hak ve sorumluluklara sahip olduklarını ve olmaları gerektiğini, bunun ise onlara insanlık onurlarının iadesiyle mümkün olabileceğini hiç tereddüt etmeden söyleyebiliyor ve bunun da yaygınlaşması için çabalıyorlardı. Yine aynı şekilde olmak üzere, müşrikler için insanî hiçbir değer ifade etmeyen kadınlar, islâm tarafından hiç eksiksiz bir insan olarak kabul ediliyor ve insanî değer açısından kadın erkek ayrımı kesinlikle yasaklanıyordu. Hatta bunlar yetmez gibi, kız oldukları için öldürülen çocukların hesabı soruluyordu:
Güneş dürülüp ortadan kaldırıldığında ve yıldızlar kararıp yok olduğunda, dağlar yerinden oynatılıp yürütüldüğünde, doğurmak üzere olan dişi develer başı boş bırakıldığında, vahşi hayvanlar bir araya toplanıp beraber kaldıklarında, denizler ateş haline geldiğinde, ruhlar bedenleriyle bir araya getirildiğinde ve diri diri gömülen kız çocuklarına sorulduğunda hangi suçtan dolayı öldürüldükleri, insanların yapıp ettiklerinin dosyalan açıldığında, gök perdesi açılıp her şey ortaya çıktığında, cehennemin yakıcı ateşi parladığmda ve cennet gözler önüne getirilip yaklaştırıldığında; O gün her insan kendisi için ne hazırlamış olduğunu görüp bilecektir. [65]
Bütün bunlar toplumsal yapıyı her yönü ve özelliğiyle yeni baştan düzenlemekten başka bir anlama gelmiyordu. İslâm daveti, Mekke eşrafı için, bütün “üstünlükleri terk etmek veya insan telakki etmedikleri köle ve kadınları veya değer vermedikleri yoksulları, sahip olduklarını iddia ettikleri o şerefe kendileriyle aynı oranda olacak şekilde ortak etmekten başka anlama geliyordu. Eşrafın bunları kabul edemeyeceği açıktı. Dolayıyla tepkilerinde de, tepkilerinin gerekçelerinde de kendilerince tamamen haklıydılar. Onlara göre islâm statükoyu alt-üst ediyordu. Toplumsal yapıyı tahrip ediyor, bozuyordu. Toplumda karışıklığa, fitne ve fesada neden oluyordu. Ancak şurasını ifade etmiyorlardı ki, bu fitne ve fesat küçük bir mutlu azınlığın aleyhine ancak toplumun neredeyse tamamını teşkil eden mutsuz çoğunluğun lehineydi. Dolayısıyla islâm’ın fitne ve fesada neden olup olmaması bakılan yere göre değişiyordu. Onlar ise elbette ki sadece kendi bulundukları yerden görüp, değerlendiriyorlardı.
[49] Buharı, Nikah, 36; Ebû Davud, Talâk, 33.
[50] Kitlelerin, başlarındaki zorba yöneticiler tarafından sürüye dönüştürülmesi Kur’an’ın dikkat çektiği konulardan birisidir. Firavun’un toplumun sürüleştirmesi bunun örneklerinden birisini temsil eder: ‘Firavun kavmini adam hesabına koymayıp, hafife aldı, ahmaklaştırıp aldattı da, onlar da ona boyun eğer hale geldiler’ (Zuhruf, 43:54).
[51] Tîn, 95:4-6
[52] Hucurât, 49:13
[53] Tekasür, 102:1-8
[54] Asr, 103:1-3
[55] Zil zâl, 99:1-8
[56] Leyi, 92:1-11
[57] Hümeze, 104:1-9
[58] Fecr, 89:17-30
[59] Tirmizî, Tefsir, 49, Menâkıb, 73; Ebû Davud, Edeb, 111; Ahmed, Müsned V/411.
[60] Müslim, Birr 33, 34; Ibn Mâce, Zühd 9; Ahmed, Müsned IV285.
[61] Müslim, Edeb 13.
[62] Buhârî, Teyemmüm 1, Salât 56; Müslim, Mesâcid 3, 4, 5; Ebû Dâvud, Salât 24; Tirmizî, Mevâhlt 119, Siyer 5; Nesâî, Gusl 26; Ibn Mâce, Tahâre 90; Dârimî, Salât 111, Siyer 28; Ahmed, Müsned V250, 301, II, 222, 240, 250, 312.
[63] Müslim, Hac 147.
[64] Buharı, İman, 22; Müslim, Eyman, 40.
[65] Tekvir, 81:1-14
Ey insanlar! Dikkat edin; sizin Rabb’ımz da bir, babanız da bir. Şunu da iyi bilin ki, Arap’ın, Arap olmayana; Arap olmayanın, Arap olana; beyazın karaya, karanın da beyaz olana bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak Allah’a karşı sorumluluk bilincindedir. (Hz, Muhammed (s) Şüphesiz Allah, sizin yüzlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar. (Hz. Muhammed (s)
Mekke eşrafının, Resulûllah’a yönelik tepkilerinin gerekçesiyle ilgili olarak sıklıkla dile getirdikleri iddialarından birisi, toplumsal birlik ve beraberliklerinin islâm daveti nedeniyle bozulmuş olduğudur. Onlar, İslâm’ı kabul edenlerin, ana-babalarına, kardeşlerine, akrabalarına, kabilelerine, Kureyş’e ve hatta tüm Araplara düşman hale geldiğini, bu durumun ise toplumda karışıklığa neden olduğunu, toplumun birlik ve beraberliğini, huzur ve saadetini tahrif ettiğini, toplumsal uyum ve istikrarı bozduğunu iddia ettiler. Bu gerekçeyle, Hac veya ticaret için Mekke’ye gelen insanları Resulüllah’ı dinlemekten alıkoymaya çalıştılar. Resulüllah’ı dinledikleri takdirde O’nun sözlerindeki büyüye kapılıp, kendi aile ve toplumlarıyla olan bütün ilişkilerini bozacakları, aile ve toplumlarında birçok problemlere neden olacakları propagandasını yaptılar. Hatta bu propagandaları öyle etkili oldu ki, Resulüllah’ın konuşmalarını duymamak için kulaklarını yünle tıkayarak Mekke’de gezenlere rastlandı.
Resulüllah’ın insanları kabule ve uygulamaya davet ettiği şeylerin toplumda karışıklığa neden olduğu iddialarının ne oranda doğru olduğunu tespit etmek için, Mekke toplumsal yapısını incelemek ve özelliklerim tespit etmek yararlı olacaktır. Esasen bu gereklidir, çünkü ancak böylelikle, Resulüllah’ın, her şeyi ile düzenli bir toplumsal yapıyı bozarak, insanları rahatsız edip etmediğini anlama imkânı elde edilebilecektir. Aynı zamanda, İslâm davetine yönelik tepkilerin, eğer varsa gizli nedenlerini de tespit etmek mümkün olabilecektir.
Müşriklerin İnsan Anlayışı
Konuyla ilgili olarak kaynaklar araştırıldığı zaman, Mekke toplumsal yapısının sınıflı ve tabakalara ayrılmış bir yapı özelliğine sahip olduğu tespit edilmektedir. Üstelik bu tabakalaşma öylesine kurallara bağlanmıştı ki, tabakalar arası geçiş mümkün değildi. Bu itibarla, Mekke toplumsal yapısını en tipik kapalı/geçişsiz tabakalaşma biçimi olan kast sistemiyle kıyaslamak mümkündür. Mekke toplumunun esas unsurları sayılabilecek başlıca tabakalar şunlardı:
Hürler
Ailesinin veya kabilenin ortak ismine sahip olan ve toplumsal hakları bulunanların teşkil ettiği bir tabakaydı. Hürlerin toplumdaki itibarları pek yüksekti. Diğer tabakalarda bulunanlara oranla kıyaslanamayacak imkân ve imtiyazlara sahiptiler. Ancak şurası da kesindir ki, hürler tabakası kendi içinde bütüncül bir karakter arz etmiyordu. Kendi içerisinde, şeref ve itibarın esas olduğu bazı sınıflara bölünmüş durumdaydı. Bu nedenle hür olanlardan bazıları, diğer hürlere göre daha şerefli ve itibarlı telakki ediliyorlardı. Bu ayrımın dayanağı da soy/kan bağıydı. Kaynakların bildirdiğine göre, Mekke’de Kureyş kabilesine, Taifte Sakif kabilesine, Medine’de Evs veya Hazreç kabilesine mensup olmak, diğer kabile mensuplarına oranla daha fazla şeref ve itibar nedeniydi. Ayrıca bu kabilelerin içerisinde de zenginler veya geleneksel bazı unvanlara sahip (kabile başkanı gibi) olan yaşlılar şeref ve itibarı elinde bulunduruyorlar, kendileri kabilenin diğer mensuplarına göre daha ayrıcalıklı bir konumda yer alıyorlardı. Bunlara ilaveten, kâhin, şair veya cesaretli ve başarılı bir savaşçı olmak da şeref ve itibarın nedenleri arasında yer alıyordu.
Hürler, sınırsız denebilecek haklara sahip olmalarına karşılık, yok denecek kadar az sorumluluğa sahiptiler. Sahip oldukları sorumluluklar ise genellikle ve hatta tamamen kendi soylarının mensuplarına karşıydı. Bu durum hürlere, diğer sınıflardan olan büyük sayılara ulaşmış bulunan kölelere karşı istedikleri gibi davranma hakkını veriyordu.
Köleler
Bunlar, hiç hakları olmamasına karşılık, sahiplerine ve diğer hürlere karşı yerine getirmeleri zorunlu olan sınırsız denebilecek sorumluluklara sahiptiler. Kölelerin sayıları oldukça çoktu. Çünkü bütün işler için köle edinmek hürler arasında yaygın bir gelenek ve uygulamaydı. Hürlerin fiilen çalışmamaları, el emeğini aşağılık bulmaları, önemli ve yaygın bir anlayıştı. Bu genel anlayışa göre, el emeği veya fiilen (bedenen) çalışmak, kölelerin yapması gereken şeylerdi. Hür olup da el emeği gerektiren işlerde çalışmak, oldukça aşağılayıcı bir durum olarak telakki ediliyordu. Bu nedenle hürlerin bir çoğunun, bir veya daha fazla kölesi vardı. Kölelerin sayısının çokluğu ise, hürün sahip olduğu maddî imkânlarla ilgili idi. Kişi ne kadar zenginse o kadar çok köleye sahip olabiliyordu. Köleler insan kabul edilmiyor, tamamıyla ticarî bir meta olarak görülüyorlardı. Alınıp satılabiliyorlar, hediye olarak verilebiliyorlardı.
Araplar arasında köle ticareti oldukça önemli bir gelir kaynağıydı. Köle ticaretiyle uğraşanlar, bu işten iyi gelir elde ediyorlardı. Köle elde etmek için komşu bölgelere ve memleketlere seferler düzenleyen köle tüccarları vardı. Resulüllah’ın davetine icabet edip İslâm’a giren bazı kölelerin kimlikleri, Arapların köle elde etmek için gerçekleştirdikleri girişimlerin ne kadar geniş alanlara yayıldığını göstermesi açısından önemlidir. Bilâl, Habeşli; Süheyl, Anadolulu; Selman, Farslıydı. Bazı şahıslar köle elde etme ve ticaretini yapma konusunda pek mahirdiler. Bunlar köle ticareti konusunda gösterdikleri üstün başarı nedeniyle çok zenginlemişlerdi. Teym kabilesinden Abdullah b. Cüd’ân bunlardan birisiydi. Bazı kabileler ise köle ticaretindeki nüfuslarıyla ün salmışlardı. Elde edilen köleler, belirli zamanlarda belirli yerlerde kurulan panayırlarda yahut sürekli faal durumda olan köle pazarlarında satılırdı. Mekke’de her zaman açık olan bir köle pazarı vardı.
Hürlerin haklarının sınırsızlığına karşılık, kölelerin hiç hakka sahip olmamaları, doğaldır ki, oldukça büyük boyutlara varan zulümlere neden olur. Bu, mevcut şartlar ve anlayışlar gereği kaçınılmaz bir durumdur. Arap toplumunda ve dolayısıyla Mekke toplumunda olan da bundan başkası değildi. Kadın köle olan cariyeler sadece iş veya cinsel ihtiyaçları tatmin eden bir araç olarak görülüyor, sık sık değiş-tokuş edilerek kullanılıyorlar veya hatta para kazanması için **** olarak pazarlanıyorlardı. Cariyelerin doğurdukları çocuklar da anneleri gibi köle kabul ediliyordu. Erkek köleler ise en ağır ve pis işleri yapmakla görevliydiler. Köle sahipleri, hiçbir masrafa sahip olmadan kölelerinden yararlanmaya çalışırlardı. Kölelerinin ancak en asgari seviyede maddî ihtiyaçlarını karşılarlardı. Bu da, eğer isterse yapacağı bir sorumluluk idi. Yoksa kölesini, açlıktan yahut keyfi olarak öldürse veya işkence yapsa dahi bir sorumluluğu yoktu. Hayvanlara oranla daha aşağı telakki edilen köleleri dövmek, elini, kulağını, burnunu kesmek, gözünü çıkarmak, işkence yapmak, öldürmek, alışılmış uygulamalardandı ve bütün bunlar sahibin kölesi üzerindeki tabiî hakkı kabul ediliyordu. Bundan dolayıdır ki müşrik sahipleri tarafından mümin kölelere yapılan işkenceler toplumda hiçbir tepkiye neden olmamıştı.
Mevali
Mevali olanlar hürler ile kölelerin oluşturduğu tabakaların arasında yer alan bir ara tabakayı oluşturuyorlardı. Sayıları oldukça azdı. Bunlar, genellikle çeşidi nedenlerden dolayı azat edilmiş kölelerdi. Bir köle, sahibi tarafından azat edilirse, o artık sahibinin mevalisi olur ve sahibinin kabilesine mensup kabul edilirdi. Hiç kuşkusuz bu durum, mevalilere, kölelere oranla bazı haklar kazandırıyordu. Ancak bunlar hürlerin irade ve kontrolü dahilinde olan bazı küçük haklardı.
Mevalilerin en önemli özellikleri, köleler gibi ticarî meta olarak görülmemeleri, yani alınıp-satılma durumlarının olmamasıydı. Ayrıca evlenme hakkına da sahiptiler. Fakat, mevali bir erkek hür bir kız veya kadınla evlenemezdi. Risâletin ilk günlerinde Müslüman olan Habbab b. Eret bir mevaliydi.
Kadınlar
Cahiliye döneminde kadın, insanî değeri olmayan bir canlı varlık konumundaydı. Hatta bu anlayış nedeniyle, kadınları, müşrik Arap toplumunda yer alan toplumsal kesimlerden veya tabakalardan birisi saymak doğru bile olmayabilir. Hürler sınıfında yer alan hür kadınların da hür erkeklere oranla bir değeri söz konusu değildi. Gerçi bedeviler arasında kadının kısmî bir değeri bulunuyor ise de bu kadının insan olmasından değil, yerine getirdiği vazifelerden, gördüğü işlerden kaynaklanıyordu. Bedevilerde, kadın erkeğin rahatlığının ve zevk ve sefasının yegâne teminatıydı. Kadın olmadığı zaman, yaşanılan zor şartlar nedeniyle birçok iş erkeğin sorumluluk alanına giriyordu. Yerleşim birimlerinde bilhassa da şehirlerde yaşama şartlarının çöldeki göçebe hayatına oranla daha kolay olması ve ayrıca kölelerin de çok olması nedeniyle kadının hiçbir değeri bulunmuyordu. Çünkü, şehirli erkekler açısından, kadının bulunmaması halinde bazı işleri yapma sorumluğu söz konusu olmuyordu. Kadının yapması gereken her işi köleler kolaylıkla yerine getiriyorlardı. Dolayısıyla şehirlerde kadının insanî hiçbir değerinin olmaması, yaşanılan şartların da etkisiyle oluşmuş bir zihniyetin gereğiydi. Kadının değeri, erkeğin bazı bedeni ihtiyaçları karşılamasında ve dolayısıyla fiziki güzelliğindeydi.
Kadın erkeğin mülkiyetine dahildi. Bir erkek öldüğü zaman, o erkeğin sahip olduğu karıları, varislerine miras olarak kalıyordu. Mirasçılardan kim erken davranır da elbisesini kadının üzerine atarsa o kadın, o mirasçının olurdu. Eğer kadın kocasının ölümünden sonra acele davranırda, hiç kimsenin kendisinin üzerine elbise atmasına fırsat vermeden ailesinin yanına kaçabilirse, mirasçılara miras olarak kalmaktan kurtulabilirdi. Kadının, ölen babasının mirası üzerinde hiçbir hakkı yoktu; miras alamazdı.
Kur’an’daki birçok ayette açıklandığı üzere, Cahiliye dönemi Araplarmda, bir baba açısından kız çocuğa sahip olmak, en büyük aşağılanma nedenlerinden birisiydi.[47] Bu nedenle kız çocuklarını diri diri toprağa gömme uygulamalarına sık olmasa da rastlanırdı. Bunu yapmadaki amaç, ileride kız nedeniyle uğranılacağı düsünülen şerefsizlik ihtimalinden kurtulmaktı. Çünkü kız köle olabilir, tecavüze uğrayabilir, kaçmlabilirdi. Kız çocuğunu toprağa gömerek öldürme işi doğumun hemen sonrasında olabileceği gibi altı yaşma kadar büyüttükten sonra da olabiliyordu.[48]
Bir erkek istediği kadar kadınla evlenebilirdi; herhangi bir sınırlama yoktu. Sayının sınırını erkeğin sahip olduğu maddî imkân belirlerdi. Zenginlik oranına bağlı olarak, evlenilen kadınların sayısı da değişiyordu. Erkek karısını boşayacak olsa dahi, kadın üzerindeki hakları devam eder; isterse boşadığı karısının evlenmesini uzun bir süre engelleyebilirdi. Veya boşadığı karısını istediği zaman tekrar alırdı. Bu süreçte kadının görüşü hiçbir şekilde dikkate alınmazdı. Zaten evliliklerde, kadının düşünce ve görüşünü dikkate almak, öğrenmek gibi bir uygulama söz konusu değildi. Baba, kendi öz kızını, himayesindeki (velisi olduğu) kızı veya kadını istediği kişiyle evlendirir ve mehirini de kendisi alır, kadına hiçbir şey vermezdi.
Kadın konusuna değinince, evlilik konusuna değinmemek eksiklik olur. Çünkü kadının değeri ile evlilik anlayışı arasında doğrudan bir ilgi söz konusudur: Cahiliye dönemi Araplarının nikah anlayışları ve uygulamaları ahlâkî erdemlerden uzak özelliklerle iç içeydi. Hatta nikah ile fuhşun karışıp, aralarında kayda değer bir farklılığın kalmadığı dahi söylenebilir. Konu hakkında ayrıntılı bilgiler veren Hz. Aişe’ye ait bir rivayet şöyledir:
Cahiliye döneminde nikah dört şekilde yapılırdı: Bunlardan bir tanesi, bu günkü insanların yaptıkları gibiydi. Yani bir kimse diğer kimsenin bir yakınını veya kızını ister, kabul ederse mehirini verir ve sonra da evlenirdi. İkinci nikah şekli de şöyleydi: Erkek, karısı aybaşı halinden temizlenince, Talan kimseye git ve onunla ilişkide bulun’ derdi. Bundan sonra o koca, ilişkide bulunduğu yabancı erkekten hamile kahp kalmadığı kesin olarak anlaşılmcaya kadar karısıyla ilişkide bulunmazdı. Bunu, daha çok doğacak çocuğun asil bir kimseden olmasını sağlamak için yaparlardı. Bu tür nikaha Hstibda nikahı’ adı verilirdi. Üçüncü nikah şekli ise şöyleydi:
On kişiden az olmak şartıyla bir grup erkek toplanır, bir kadının yanma varırlardı. Sonra erkeklerin hepsi de o kadınla ilişkide bulunurdu. Kadın hamile kalıp çocuk doğurunca, doğumun üzerinden bir kaç yıl geçtikten sonra adamlara haber gönderip, çağırırdı. Onlardan hiçbirisi gelmezlik yapmazdı. Hepsi de kadının yanında toplanınca, kadın onlara şöyle derdi; ‘Siz yaptığınız işi biliyorsunuz. Ben çocuk doğurmuş bulunuyorum. Bu çocuk senindir ey falan!’ Bu tercihi yaparken en sevdiği erkeğin adını verirdi. Çocuğu o adama verirdi ve adam almazhk edemezdi. Dördüncü tarz nikah ise şu şekildeydi: Birçok adam toplanır ve bir kadının yanma varırlardı. Bu kadın gelen hiç kimseye yok demezdi. Bunlar fahişelerdi. Onların kapılarının üzerinde bezden işaretler bulunurdu. Böylece **** oldukları herkesçe bilinirdi. Kim istese yanına varabilirdi. Bu kadınlardan biri hamile kalıp, çocuk dünyaya gelince, bütün o erkekler kadının yanında toplanırlardı. Bilirkişi (KâiO çağınlıp, çocuğun babası tespit edilmeye çalışılırdı. Çocuk uygun görülen şahsa verilirdi. Adam çocuğu almazhk yapamazdı. Çocuğu alır ve götürürdü. Çocuk artık o adamın adıyla çağırılırdı.[49]
Bu rivayette, islâm açısından meşru olan birinci tür nikahın yanında, Cahiliye dönemi Arapları arasında yaygın durumdaki diğer üç nikah biçimini daha buluyoruz. Bunlardan ikincisi Nikah-ı istibdd gibi özel isim de almıştı. Üçüncüsü ise bugün sosyal bilimlerce ‘poliandrie’ olarak isimlendirilen nikahtır. Dördüncüsü ise bugünün dünyasında bilhassa kapitalist devletlerde yasal’ olan fahişelikten çok farklı bir şey değildi. Ancak konu hakkında ayrıntılı bilgiler veren kaynaklar Araplar arasındaki diğer bazı nikah biçimlerinden de söz etmektedirler. ‘Sigar nikahı’ ismiyle anılan nikaha göre bir kişi (erkek) kızını veya velisi olduğu kızı bir başkasının kızıyla değiştirir ve böylelikle karşılıklı olarak kızlarım kullanırlardı.
Ayrıca, bir kişinin (erkeğin) ölen babasının karısı olan üvey annesiyle evlenmesini ifade eden ‘makt nikahı’, belirli bir süre için gerçekleşen mut’a nikahı’, iki erkeğin karşılıklı olarak karılarım değiştirmeleri biçiminde gerçekleştirilen ‘bedel nikahı’ bugünkü anlamıyla metres tutmayı ifade eden ‘haden nikahı’ ve ayrıca çok istisna olarak görülebilen erkek kardeşlerin bir kadınla evlenmesi biçimindeki nikah da mevcuttu. Anne, bacı, teyze, hala, yeğen, evlatlığın kızı ve boşadığı eşi ile evlenmenin yasak olmasına karşılık, iki veya daha fazla kız kardeşle aynı anda evli olmak meşru kabul ediliyordu. Üvey anne ise anne kabul edilmiyor, bir kişi ölen babasının karısı olan üvey annesiyle evlenebiliyordu. Eğer mirasçı olan erkek henüz küçük yaşta bir çocuksa büyüdüğünde evlenebilmek için üvey annesinin başkasıyla evlenmesini engelleyebilirdi. Üvey annesiyle evlenenlere ‘dayzen’ denirdi. Cahiliye dönemi Araplarmın ahlâkî sefaletlerini ve bu kapsamda olmak üzere gerek aile kurumunun, gerekse kadının düştüğü ahlâkî yozlaşmayı ifade etmesi açısından Mekke’nin eşrafından Ebû Cehil’in Kureyşîlerle anlaşma yapan Evs kabilesinden birisine karşı ifade ettiği sözler önemlidir. Ebû Cehil, anlaşmanın gerçekleştiği toplantıda bulunamadığı için anlaşmaya dahil edemediği bir isteğini şöyle ifade etmiştir: Kureyşle ittifak yapmışsınız. Ben o toplantıda bulunamadığıma üzüldüm. Eğer bulunsaydım ben de size katılır, söz verir, gerekince yardımınıza gelirdim. Kabul ederseniz anlaşmayı yeniden gözden geçirebiliriz. Kızlarımızı ve karılarımızı sizden esirgemeyelim. Cariyelerimizin çarşıda, pazarda gezip tozmalarına, erkeklerinizle oynaşmalarına müsaade edelim; sizde bu yolda hareket eder, yani kızlarınızla karılarınızla bizim de oynaşmamıza müsaade ederseniz, size yardım edelim.
Aile kurumu ile ilgili olarak nikahtan sonra, önemli olan bir diğer husus, boşanma, yani nikah akdinin sona erdirilmesidir. Cahiliye dönemi Arapları arasında boşanma oldukça yaygın ve çok sıradan sayılabilecek kadar sık gerçekleşen bir uygulamaydı. Boşanma ile ilgili önemli husus, boşama ‘hak’kmm sadece erkeğe ait olması ve kadının nikahta olduğu gibi boşanmada da hiçbir hakkının bulunmamasıydı. Bu konuda sadece küçük bir azınlığı ilgilendiren istisna bir durum vardı. ‘Hû olarak isimlendirilen bu istisna duruma göre, babası veya velisi zengin olan bir kadın, belirli bir bedel karşılığında memnun olmadığı kocasından boşanabilirdi. Ancak dikkat edileceği üzere, bu boşanmada da erkeğin rızası esastı. Erkek istediği zaman karısını boşar, boşadığı karısının başkasıyla evlenmesini uzun süre engelleyebilir ve yine isterse karısını tekrar alabilirdi. Evlenmenin sınırı olmadığı gibi, boşanmanın da sınırı yoktu.
Bütün bu bilgiler, Mekke toplumunun uyum ve istikrarı, birlik ve beraberliği konusunda önemli ipuçları vermektedir. Böylesi toplumsal tabakaların bulunduğu ve tabakalar arası geçişin söz konusu olmadığı her toplumda, eğer birileri statükonun devamı anlamında birlik ve beraberliğin öneminden bahsediyorsa, onlar muhakkak ki, sorumluluk sahibi olmayan, fakat sınırsız yetkileri ellerinde tutan, toplumsal tabaka piramidinin en üst kesimini oluşturan kişilerdir. Onlar, elbette ki bu haksız imkânlarının ve bu imkânları sağlayan toplumsal yapılaşmanın devamını isterler. İsteklerinin gerçekleşmesinin ise belirli şartlara bağlı olduğu açıktır. Bunlar öyle şartlar olmalıdır ki, toplumu teşkil eden kitleler tarafından yerine getirilmesi zorunlu görev olarak telakki edilsin, böylelikle o kitleler, toplumsal yapının devamı için gerekirse her şeylerini feda etsinler. Sonuçta da o küçük azınlığın çıkarları korunmuş olsun, işte bu süreçte, istenilen fonksiyonu yerine getiren en önemli gerekçe, birlik ve beraberlik gerekçesidir.
Kitleler genellikle durumlarını kabullendikleri ve değiştirmeye fazla eğilimli olmadıkları için, ayrıca o küçük azınlık da eğer şartlar değişirse, durumun daha da kötü olacağının propagandasını büyük bir beceriyle gerçekleştirdikleri için, gerekli ortam kolaylıkla hazırlanmış olur. Bu aşamada birileri çıkar ve bir şeylerin değişmesi gerektiğini; bir kısım insanların çok yemekten rahatsızlanmasına karşılık, toplumu oluşturan diğer çoğunluğun açlıktan kıvranmasının veya ölmesinin doğru olamadığını; bazıları en lüks şartlarda yaşarken, diğer bazılarının sefalet içerisinde olmasının kabul edilemeyeceğini ilan etmeye başlarsa; birlik, beraberlik çığırtkanlığı olanca hızı ve gücüyle devreye girer. O mutlu azınlık hemen bağırmaya ve mutsuz çoğunluğu, canları, namusları pahasına yurtlarım, düzenlerini korumaya davet ederler, idrakleri tahrip edilmiş, akletme becerilerini kaybetmiş (Müstez’af) kitleler ise, çoğu zaman bu çağrıya olumlu cevap vererek meydanlara, savaş alanlarına dökülürler.[50] Neyi, ne adına koruduklarım, ne için savaştıklarım bilmeden canlarını, ellerindeki son mallarını ve hatta namuslarını feda ederler. Üstelik savaşı kazanırlarsa, asıl kazananın ve kaybedenin kimler olacağını bilmeden yaparlar tüm bunları. Bunlar olup biterken, sınırsız denebilecek haksız menfaatlerin sağladığı en lüks şartlarda yaşayan o küçük azınlık ise, kendilerinin haksız konumlarını yok etmeye, değiştirmeye aday olanları, toplumun huzur ve saadetinin katilleri olarak-niteleyip, o en iyi ekonomik şartlara sahip olan durumlarını korumaya devam ederler. [47]
Çölde hayat zordur. Özellikle yağmacılığın büyük oranda meşru görüldüğü Cahiliye çağında daha da zordu. Her an bir saldırıya uğramak ihtimal dahiîindeydi. Bu nedenle kız çocukları aileleri için yüktü; çünkü aileyi ve sahip olunan malları yağmacılara karşı savunabilecek güce yoktur. Kız çocuğu aileye güç katkısında bulunmadığı gibi, korunmaya muhtaç olduğu İçin güç kaybıydı. Halbuki erkek çocuk öyle değildi. Erkek çocuk ailenin mevcut gücüne ilave güçtü. Bu nedenle birisine kız çocuğu olduğu bildirildiğinde bundan dolayı üzülür, rahatsız olurdu. Bu durumdan Kur’an’da şöyle bahsedilmiştir: ‘Onlardan biri, Rahmân’a isnat ettiği kız çocuğuyla müjdelenince, hiddetlenerek yüzü simsiyah kesilir’ (Zuhruf, 43:17). Ancak ne var ki, yaşanan şartların zorluğu nedeniyle gerçekleştirilen ayrım, kız ve erkek çocukların özüne de yansıtılmış ve kız çocuklarını her durumda aşağı görme anlayışı yaygın bir kabul görmüştü. Kur’an, kız-erkek çocuk ayrımının saçmalığım şöyle açıkladı: ‘Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Dilediğini yaratır; dilediğine kız çocukları, dilediğine de erkek çocuktan bahşeder. Yahut onları, hem erkek hem de kız çocukları olmak üzere çift verir. Dilediğini de kısır kılar. O, her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir’ (Şura, 42:49,50). [48]
Araplar arasında, bir gün şerefini lekeleyeceği düşüncesiyle veya yoksulluk nedeniyle kızını öldürenlere rastlanırdı. Elbette ki ne kadar canileşirlerse canileşsinler, onlar için de bu âdet yerine getirilmesi son derece zor bir uygulamaydı. Ancak buna rağmen küçük kızını öldüren babalara, sık olmasa da rastlanıyordu. Bu âdet, özellikle Kureyş, Kinde ve Temim kabilesine mensup olanlar arasında görülüyordu. Bu kabilelerde öldürülmek istenmeyen bir kıza yünden örülmüş cübbe giydirilerek koyun, deve güttürülürdü.. Öldürülmek istenen kızı ise ya doğar doğmaz öldürürler, ya da cinayetlerini çocuğun altı yaşma ulaşmasına kadar ertelerlerdi. Altı yaşına gelmiş ve öldürülecek olan kızı öldürmeye götürürken yeni elbiselerini giydirir, çöie götürüp bir çukura gömerlerdi. Eğer çocuk doğar doğmaz öldürülecekse, doğum yapacak kadın çöle gider ve bir çukurun başında doğururdu. Doğan çocuk kız ise onu çukura gömer, erkek ise kucağına alıp evine gelirdi. Bu kötü âdete karşılık, öldürülmek istenen kız çocuklarını satın alıp ölümden kurtaran, onları büyütüp evlendirenler de vardı. Kays b. Asım bunlardan birisiydi. Kays, İslâm davetini duyunca kabul edip müslüman oldu.
İslâm ve İnsan
Toplumun yarısını teşkil eden kadınların insan kabul edilmediği, diğer yansının büyük bir kesimini hayvanlar kadar dahi değeri olmayan kölelerin, geriye kalanların büyük bir kısmını da, önemli bir imkânı ve statüsü olmayan hür erkeklerin oluşturduğu Mekke toplumunda, Mekke’nin müşrik ileri gelenleri, doğaldır ki Islam davetinden rahatsız oldular. Haksız menfaatleri ve bu menfaatlere meşruluk rekçeleri üreten toplumsal yapıyı temelden değiştirmeye aday olan islâm’ı, bir-1’k ve beraberliklerinin en önemli düşmanı olarak görenler, Mekke’nin bu beş-on kişilik aristokrat grubuydu. Onlar, İslâm’ın, insanlar arasındaki ırk, dil, soy, aynnılarmı ve bu ayrımların neden olduğu hak ve sorumluluk farklılıklarını reddeden mesajlarım büyük bir şaşkınlık ve kızgınlık içerisinde dinlediler. Peşpeşe vahyolunan ayetler şaşkınlık ve öfkelerini daha da artırdı. Bu ayetlerde, istisnasız bütün insanların aynı anne ve babanın çocukları olduğu, bu itibarla insanlar arasında soya dayalı üstünlüğün veya aşağılığın söz konusu olamayacağı açıkça bildiriliyordu. Cinsiyet, ırk ve toplum farklılığının, Allah’ın takdiri olduğu açıklanıyordu. Bu takdirin nedeni ise insanlar arasında üstünlük/aşağılık farklılığı oluşturmak değil, tamamen farklı kimliklerin oluşmasına imkân vermek olduğu bildiriliyordu. İslâm’a göre üstünlüğün veya aşağılığın tek bir şartı vardı; Allah’a, Allah’ın emrettiği tarzda kul olmak veya olmamak:
Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Yalnız, inanıp iyi işler yapanlar hariç. Onlar için ardı arkası kesilmeyen mükâfatlar vardır.[51]
Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere böldük. Allah yanında en üstün olanınız, (Allah’ın hükümlerine itaat konusunda titiz davranıp, isyandan) en çok korkanınızdır. Allah bilendir, haber verendir. [52]
Diğer bir grup ayette ise, müşriklerin ırk, soy, ekonomik güç ayrımı yapmalarının ne kadar yanlış olduğu, bu ayrımın ne gibi kötü sonuçlara yol açacağı oldukça etkili bir üslûpla, adeta yanlışlıkları kafalarına vurularak açıklandı:
Açgözlülük saplantısı içinde, mal mülk çokluğuyla övünmek oyaladı sizleri. Öyle ki, mezarlarınıza girinceye kadar bu oyalanmaya devam ettiniz. Ama zamanı geldiğinde bunların boş olduğunu anlayacaksınız, iş öyle değil ama zamanı geldiğinde azapla karşılaşınca daha iyi bilip anlayacaksınız. Hayır, hayır kesin bir bilgiyle yaptıklarınızın ne kazandırdığını bir bilseydiniz. Cehennemin yakıcı ateşini mutlaka dünyada görüp anlayarak bu açgözlülükten vazgeçerdiniz. Sonunda o cehennemi mutlaka göreceksiniz. O gün size verilen tüm nimetlerden sorguya çekileceksiniz. [53]
Asr’a andolsun ki, insan hüsran içindedir. Ancak, inanıp iyi işler yapanlar, birbirine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler hariç. [54]
Yeryüzü şiddetli bir depremle sarsıldığında, yeryüzü bağrındaki ağırlıkları (hazineleri, madenleri, ölüleri) dışarı çıkardığında ve insan ‘Yeryüzüne de ne oluyor?’ dediği zaman; işte o gün yeryüzü bütün haberlerini ortaya dökecek. Çünkü Rabbin ona öylece vahyetmiş ve bildirmiştir. O gün bütün insanlar geçmişteki yaptıkları tüm işleri kendilerine gösterilmesi için guruplar halinde Rablerinin huzuruna gelecekler. Artık kim zerre kadar iyilik yapmışsa, karşılığını görecek ve kim de zerre kadar kötülük yapmışsa, onun karşılığını görecek. [55]
Karanhğıyla ortalığı bürüdüğü zaman geceye, karanlığı yırtıp aydınlığıyla ortaya çıktığı zaman gündüze, erkeği ve dişiyi yaratana andolsun ki; ey insanlar! Siz çok çeşitli hedefler peşindesiniz. Sizden her kim başkaları için harcar ve yolunu Allah’ın kitabıyla bulmaya çalışırsa ve o en güzel kelime olan tevhîdi tasdik eder ve doğrularsa, artık ona yolu kolaylaştırıp o yolda başarılı kılacağız Sizden her kim de malını başkaları için harcamayıp cimrilik eder ve kendi kendine yeterli olduğunu zannedip Allah’a ibadet ve sığınma ihtiyacı duymazsa, tevhîdi yalanlarsa ona da güçlük, zorluk ve sıkıntıya giden yolu kolaylaştıracağız. Ve o kimse cehennem çukuruna düştüğünde malı ona bir fayda sağlamayacak.[56]
Ayetlerle, müşrik ileri gelenlerin kendilerini diğer bütün insanlardan farklı ve üstün görmelerinin nedeni açıklandığı gibi, bu hallerinin ne kadar kötü olduğu da tekrar tekrar açıklandı: Ayıp kusur arayan ve göz kaş işaretleriyle alay edenlerin vay haline! Vay haline o kişinin ki, servet biriktirir ve sayar durur. Mal zenginliğinin kendisini dünyada ebedî yaşatacağını sanır. İş Öyle değil; andolsun ki, o kırıp döken, silip süpüren cehenneme atılır. Bilir misin nedir o kırıp döken, silip süpüren ateş? O, Allah tarafından tutuşturulmuş bir ateştir. Öyle bir ateş ki, yüreklere işler ve kaplar. Onlar bu ateşin içine atılıp üzerleri kapatılır Uzatılmış ateşten sütunlara bağlanmış vaziyette.[57]
Hayır! Allah’a karşı yaptığınız bu kötü zannın yanı sıra, siz yetimlere karşı da cömert değilsiniz. Muhtaçları doyurmaya birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Size kalan mirası aç gözlülükle yiyip bitiriyorsunuz ve sınırsız bir şekilde malı mülkü alabildiğine seviyorsunuz. Hayır, iş bildiğiniz gibi değil, yeryüzü paramparça olup dağıldığı zaman, Rabbinin emri gelip çatıp da melekler saf saf dizildikleri an. İşte o gün cehennem göz önüne getirilip konacak. O gün insan yaptığı ve yapamadığı her şeyi hatırlayacak ama bu hatırlamanın ona ne faydası var. insan o gün: ‘Ah keşke gelecek hayatım İçin önceden bir hazırlık yapsaydım’ diyecek. Fakat o gün hiç kimse Allah’ın günahkârlara ettiği azap gibi azap edemez. Hiç kimse, Allah’ın bağladığı prangalar, zincirler ve kelepçelerle bağladığı gibi bağlayamaz. Ey tertemiz, korku ve kedere kapılmayan, huzura kavuşan insan! Dön Rabbine O’ndan razı olarak ve rızasını kazanmış bulunarak. Artık has kullarımın arasına katıl ve cennetime gir. [58]
Bütün bunlar ise, ayrıca bir de Resulün diliyle beyan edilip, insanlar için olması gereken ölçü gayet net bir şekilde ortaya kondu:
Ey insanlar! Dikkat edin; Rabbiniz bir. Babanız da bir. Şunu da iyi bilin ki, Arap’ın Arap olmayana; Arap olmayanın Arap olana; beyazın karaya, karanın beyaz olana bir üstünlüğü yok. Üstünlük ancak Allah’a karşı sorumluluk bilincindedir (takvadadır).[59] Şüphesiz Allah, sizin yüzlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar. [60]
Sakın biriniz bir başkasına ‘kulum’, ‘kölem’ diye hitap etmesin. Hepiniz Allah’ın kullarısınız. Köle ve kadınlara hitap ederken ‘oğlum’, ‘kızım’, ‘delikanlım’, ‘hanım kızım’ diye hitap edin. [61]
Ben kızıl ve siyah tenlilere (tüm insanlara) gönderildim. [62] Kadınlar(ın haklarına riayet) konusunda Allah’tan sakının. Zira onlar sizin hakimiyet ve himayeniz altındadır. Onları Allah’ın emaneti olarak aldınız, onlarla birlikte yaşama hakkını Allah’ın emri ve müsaadesi ile elde ettiniz. [63] Hizmetinizde kullandığınız kimseler (hizmetçileriniz, köleleriniz ve cariyeleriniz) sizin kardeşlerinizdir; Allah, onları size emanet etmiştir. Bu sebeple onlara yediğinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin. Onlara güçlerinin yetmeyeceği işleri yüklemeyin. Şayet böyle bir iş yüklemek zorunda kalırsanız, siz de onlara yardın edin. [64]
Bütün bu ve benzeri gerek ayet ve gerekse Resulüllah’ın açıklamalarından hareketle Mekke eşrafı iyice anladı ki, bu din doğru bir inanç ve bu inancın gerektirdiği doğru bir uygulamadan başka üstünlüğün gerekçesi olabilecek herhangi bir şeyi ölçü kabul etmiyordu. İnsanlar arasındaki, üstünlük vesilesi kılman her türlü ırk, soy, sop, cinsiyet ayrımını reddediyordu. Üstelik, İslâm’ın insanları ırk, soy, sop ve cinsiyetine göre ayırmadığını, teorik birer ilke olarak da değil, risâletin daha ilk günlerinden itibaren bizzat uygulamasıyla gördüler. Daha yakın zamana kadar kendilerinden birisi olan Ebû Bekir’in, en alt tabakada bulunan, bir insan olarak dahi telakki edilmeyen Bilâl, Sümeyye, Yasir, Ammar, Habbab’la birlikte olmasını şaşkınlıkla izlediler.
Bu birlikteliği akıllan almadı. Kabul edemediler. Yine aynı şekilde, Mekke’nin en saygın ailelerine mensup Sâ’d b. Ebî Vakkas, Osman b. Affan, Talha b. Ubeydullah, Mus’ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Ali b. Ebî Talib gibi gençler, kölelerle aynı safta bulunuyor, Ebû Leheb’in kız kardeşleri olan Safiyye ve Ervâ, Ebû Cehil’in kız kardeşi olan Ümm-ü Gülsüm, Ömer b. Hattab’m kız kardeşi olan Fâtıma gibi hür kadınlar ve kızlar, Sümeyye, Ümmü’l Ubeys, Zi’n-Nire, Lubeyne, ve Nehdiyye gibi cariyelerle, aralarında hiçbir değer farkı gözetmeksizin, birlikte oturupkalkıyorlardı. Onlar, bu köle kadınları, Mekke’nin diğer hür kadınlarına tercih ediyorlardı. Bu arada da Mekke’nin hürler tabakasına dahil olan bütün bu şahsiyetler, Mekke toplumunun içerisinde hiçbir hakka sahip olmayan bu köle ve cariyelerle aynı hak ve sorumluluklara sahip olduklarını ve olmaları gerektiğini, bunun ise onlara insanlık onurlarının iadesiyle mümkün olabileceğini hiç tereddüt etmeden söyleyebiliyor ve bunun da yaygınlaşması için çabalıyorlardı. Yine aynı şekilde olmak üzere, müşrikler için insanî hiçbir değer ifade etmeyen kadınlar, islâm tarafından hiç eksiksiz bir insan olarak kabul ediliyor ve insanî değer açısından kadın erkek ayrımı kesinlikle yasaklanıyordu. Hatta bunlar yetmez gibi, kız oldukları için öldürülen çocukların hesabı soruluyordu:
Güneş dürülüp ortadan kaldırıldığında ve yıldızlar kararıp yok olduğunda, dağlar yerinden oynatılıp yürütüldüğünde, doğurmak üzere olan dişi develer başı boş bırakıldığında, vahşi hayvanlar bir araya toplanıp beraber kaldıklarında, denizler ateş haline geldiğinde, ruhlar bedenleriyle bir araya getirildiğinde ve diri diri gömülen kız çocuklarına sorulduğunda hangi suçtan dolayı öldürüldükleri, insanların yapıp ettiklerinin dosyalan açıldığında, gök perdesi açılıp her şey ortaya çıktığında, cehennemin yakıcı ateşi parladığmda ve cennet gözler önüne getirilip yaklaştırıldığında; O gün her insan kendisi için ne hazırlamış olduğunu görüp bilecektir. [65]
Bütün bunlar toplumsal yapıyı her yönü ve özelliğiyle yeni baştan düzenlemekten başka bir anlama gelmiyordu. İslâm daveti, Mekke eşrafı için, bütün “üstünlükleri terk etmek veya insan telakki etmedikleri köle ve kadınları veya değer vermedikleri yoksulları, sahip olduklarını iddia ettikleri o şerefe kendileriyle aynı oranda olacak şekilde ortak etmekten başka anlama geliyordu. Eşrafın bunları kabul edemeyeceği açıktı. Dolayıyla tepkilerinde de, tepkilerinin gerekçelerinde de kendilerince tamamen haklıydılar. Onlara göre islâm statükoyu alt-üst ediyordu. Toplumsal yapıyı tahrip ediyor, bozuyordu. Toplumda karışıklığa, fitne ve fesada neden oluyordu. Ancak şurasını ifade etmiyorlardı ki, bu fitne ve fesat küçük bir mutlu azınlığın aleyhine ancak toplumun neredeyse tamamını teşkil eden mutsuz çoğunluğun lehineydi. Dolayısıyla islâm’ın fitne ve fesada neden olup olmaması bakılan yere göre değişiyordu. Onlar ise elbette ki sadece kendi bulundukları yerden görüp, değerlendiriyorlardı.
[49] Buharı, Nikah, 36; Ebû Davud, Talâk, 33.
[50] Kitlelerin, başlarındaki zorba yöneticiler tarafından sürüye dönüştürülmesi Kur’an’ın dikkat çektiği konulardan birisidir. Firavun’un toplumun sürüleştirmesi bunun örneklerinden birisini temsil eder: ‘Firavun kavmini adam hesabına koymayıp, hafife aldı, ahmaklaştırıp aldattı da, onlar da ona boyun eğer hale geldiler’ (Zuhruf, 43:54).
[51] Tîn, 95:4-6
[52] Hucurât, 49:13
[53] Tekasür, 102:1-8
[54] Asr, 103:1-3
[55] Zil zâl, 99:1-8
[56] Leyi, 92:1-11
[57] Hümeze, 104:1-9
[58] Fecr, 89:17-30
[59] Tirmizî, Tefsir, 49, Menâkıb, 73; Ebû Davud, Edeb, 111; Ahmed, Müsned V/411.
[60] Müslim, Birr 33, 34; Ibn Mâce, Zühd 9; Ahmed, Müsned IV285.
[61] Müslim, Edeb 13.
[62] Buhârî, Teyemmüm 1, Salât 56; Müslim, Mesâcid 3, 4, 5; Ebû Dâvud, Salât 24; Tirmizî, Mevâhlt 119, Siyer 5; Nesâî, Gusl 26; Ibn Mâce, Tahâre 90; Dârimî, Salât 111, Siyer 28; Ahmed, Müsned V250, 301, II, 222, 240, 250, 312.
[63] Müslim, Hac 147.
[64] Buharı, İman, 22; Müslim, Eyman, 40.
[65] Tekvir, 81:1-14