ENFAL SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Enfal Sûresi Hakkında
Enfâl sûresi, Medine’de hicretin ikinci senesinde nâzil olmuştur. 30-36. âyetlerin Mekke’de indiği de söylenmiştir. 75 âyettir. Mushaf tertibine göre 8, iniş sırasına göre tahmînen 88. sûredir. İsmini, birinci âyette geçen ve “ganimetler” mânasına gelen اَلأنْفَالُ (Enfâl) kelimesinden almıştır.
Enfal Sûresi Konusu
Sûrede ağırlıklı olarak Bedir savaşından bahsedilmektedir. Buna bağlı olarak savaşın hedefi, barış, savaşta elde edilen esirler ve ganimetle alakalı hükümler açıklanmaktadır. Bununla birlikte özetle şu hususlara da yer verilmiştir:
› Allah katında makbul bir mü’minin sahip olması gereken itikat, ahlâk ve ibâdetle ilgili temel vasıflar,
› Allah yolunda her türlü imkânlarını seferber ederek savaşanlara gelen ilâhî yardımlar, bunun sebep ve sonuçları,
› Allah’a ve Resûlüne kayıtsız şartsız itaatin gerekliliği ve itaatsizliğin hazin neticeleri,
› Allah’ın emniyet, mal, evlat gibi nimetlerine şükretmenin ve hakkı bâtıldan en ince ayrıntılarına kadar ayırarak yüksek bir takvâ hayatı yaşamanın tavsiye edilmesi,
› Küfrün psikolojisi ve ondan kurtulmanın çareleri,
› Şeytanın desiseleri ve ona aldananların dünyada, ölüm esnasında ve âhirette karşılaşacakları korkunç manzaralar,
› Allah’ın lutuf, nimet ve cezasının, kulların kendilerini değiştirme ve iyileştirme çabalarıyla irtibatı,
› Maddî ve manevî değerleri koruyabilmek ve meşrû savunmayı gerçekleştirebilmek için gerekli olan bütün savaş hazırlıklarının yapılması,
› Gerçek imanın müslümana kazandıracağı izzet ve kuvvet, bununla beraber müminler arasındaki birlik, beraberlik ve dayanışmanın oluşması, kuvvetlenmesi ve devam etmesi için gereken şartlar ve bunların hakkiyle îfa edilmesi.
Enfal Sûresi Nuzül
Mushaftaki sıralamada sekizinci, iniş sırasına göre seksen sekizinci sûredir. Bakara sûresinden sonra, Âl-i İmrân’dan önce inmiştir. Sûrenin 30-36. âyetleri dışında kalan kısmının Medine’de indiğinde ittifak vardır. Bu yedi âyet ise bazı müfessirlere göre Mekke’de nâzil olmuştur. Sûre Medine’de, Bakara’dan sonra ikinci sırada gelmeye başlamış, fakat araya başka sûrelerin bazı âyetlerinin nüzûlü de girmiştir. Hicretin üzerinden bir buçuk yıl geçip ramazan ayı gelince müslümanlar Medine yakınlarındaki Bedir mevkiinde, Mekkeli müşriklerle ilk önemli savaşlarını yapmışlardı. Savaş müslümanların zaferiyle sonuçlanmış, düşmandan ganimet de elde edilmişti. Ganimetlerin paylaşımı konusunda daha önceden uygulanarak sabit olmuş İslâmî bir kural bulunmadığı için, doğrudan çarpışmaya katılanlarla cephe gerisinde hizmet verenler, gençlerle yaşlılar, teşvik vb. maksatlarla kendilerine ödül vaad edilmiş kimselerle buna razı olmayanlar arasında ihtilâf çıkmıştı. Ayrıca bu savaşta kardeşini şehid vermiş olan Sa‘d b. Ebû Vakkås da müşriklerden Saîd b. Âsî’yi katletmiş, maktulün kılıcını alarak Resûlullah’a gelmiş, bunun kendisine verilmesini istemişti. İşte bu olaylar ve talepler üzerine daha Bedir’den ayrılmadan ve ganimetler paylaştırılmadan sûrenin ilk âyeti nâzil olmuştur. Bazı müfessirlere göre Hz. Peygamber’i ve müminleri savaşa teşvik eden, iman cephesinin bire karşı on kişiyle savaşsalar bile galip geleceklerini bildiren 64-65. âyetler savaştan önce gelmiştir. Şu halde sûrenin Medine’de, Bedir Savaşı sırasında gelmeye başladığı kesinlik kazanmakta, tamamlanmasının ise daha sonraki zamanlarda olduğu anlaşılmaktadır (İbn Kesîr, III, 545; İbn Âşûr, IX, 245-246).
ENFAL SURESİNİN TEFSİRİ
1. Rasûlüm! Sana ganimetlerden soruyorlar. De ki: “Ganimetler Allah’a ve Rasûlü’ne aittir. Öyleyse gerçekten mü’min iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızda anlaşmazlığa yol açan hususları düzeltin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin!”
اَلأنْفَالُ (enfâl), “nefel” kelimesinin çoğuludur. “Nefel”, aslın üzerine ziyâde olan şey demektir. Namaz, oruç ve zekâtta farz olan miktarın üzerine ilâve edilen kısma “nâfile” dendiği gibi, savaşta da asıl karşılık olan âhiret mükâfâtı üzerine ziyâde dünyevî bir menfaat olan ganimete de bu mânada “nefel” denmiştir.
Ganimetler önceki ümmetlere helâl değildi. Allah Teâlâ, bunu ilk defa Peygamberimiz’e ve ümmetine helâl kıldı. müslümanlar ilk olarak Bedir savaşı sonrasında ganimet elde ettiler. Ancak ganimetlerin bölüşülmesiyle ilgili aralarında bir kısım tartışmalar yaşandı. Sonunda gelip bunun hükmünü Peygamber Efendimiz’e sordular. Âyetin de inişine sebep olan bu tartışmalardan biri şöyle vuku bulmuştur:
Bedir günü Sa‘d b. Ebî Vakkâs ve Ensâr’dan birisi ganimet toplamaya çıkmışlardı. Yerde atılmış durumda bir kılıç gördüler ve ikisi birden onu almak için koştular. Sa‘d: “O benimdir, onu ben alacağım” dedi. Ensâr’dan olan kişi de: “Hayır, o benimdir, Allah’ın Rasûlü’ne gidip onun hükmünü soruncaya kadar bu kılıcı sana teslim etmeyeceğim” dedi. Gelip Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e sordular da Allah’ın Rasûlü: “Ey Sa‘d, bu kılıç ne senin ne de onundur. Fakat o, benimdir” buyurdu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, IX, 162)
Ganimetlerin taksimiyle alakalı hükümleri açıklayan bilgiler, bu sûrenin 41. âyetinde gelecektir. Dolayısıyla burada verilen cevapta hâdisenin daha çok ahlâkî cephesine ehemmiyet verilmiş ve mü’minler dünya menfaatine karşı ikaz edilerek, İslâm kardeşliğinin her şeyden daha kıymetli olduğuna işaret edilmiştir. Buna göre:
Ganimetler Allah ve Rasûlü’ne aittir. Bunların mülkiyeti Allah’ındır ve taksimatı konusunda hüküm vermek de O’nun elindedir. Allah’ın verdiği hükmü tebliğ ve icra edecek olan ise Peygamber (s.a.s.)’dir. O halde mü’minlere yaraşan, imanlarının bir gereği olarak, Allah’tan korkmak, O’nun gazabını çekecek davranışlardan sakınmak, aralarını ıslah etmek, basit menfaatler peşinde koşarak kardeşlik hukukunu ihlal etmemek, her durumda Allah ve Rasûlü’nün emrine itaat etmektir. Vasıfları aşağıdaki âyetlerde sayılan kâmil bir mü’min olmanın cehd ve gayreti içinde olmaktır:
2. Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki, yanlarında Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanını artırır ve bütün işlerinde sadece Rablerine dayanıp güvenirler.
3. Onlar namazlarını dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz nimetlerden Allah yolunda harcarlar.
4. İşte onlar gerçek mü’minlerdir. Onlar için Rableri yanında yüksek dereceler, bağışlanma, güzel ve tükenmez bir rızık vardır.
Bu âyetlerde bahsedilenler, îmanlarını kemâle erdirmiş mü’minlerdir. Onların belli başlı vasıfları sayılmakta ve bunların karşılığında onlara verilecek mükâfatlar bildirilmektedir:
› Allah anıldığı zaman O’nun azametini, kudret ve kuvvetinin büyüklüğünü düşünerek onların yürekleri titrer, ürperir. Allah zikrini duyar duymaz kalpleri harekete geçer, hisleri coşar ve heyecanları artar.
Zira onların kalplerinde Allah muhabbeti ve korkusu her şeyden daha fazla yerleşip kök salmıştır. Sahip oldukları imanın nûru, onları nefsin kir ve karanlıklarından temizleyerek kalplerine letâfet kazandırmıştır. Böylece bu kalpler, kasvet ve katılıktan kurtularak Allah’ı zikre yumuşamışlardır. Âyetin bu kısmı Allah’ı zikrin mü’min kalbe başlangıçta yaptığı tesiri; “Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluk ve huzura erer” (Ra‘d 13/28) âyeti ise zikirle gelinen nihâî itmi’nân ve huzur halini beyân eder. Nitekim Hz. Ebubekir (r.a.)’ın yaptığı şu tespit bu açıdan pek mânidardır: İslâm’a henüz yeni girmiş bir grup insan geldi. Kur’ân-ı Kerîm tilâvetini duyduklarında ağlıyor ve ah, vah ediyorlardı. Hz. Ebubekir onlara: “Biz de İslâm’a ilk girdiğimizde böyle idik, sonra kalplerimiz katılaştı” demiştir. O, bu sözüyle, huzur ve itmi’nân hâlinin son mertebesinde olduğuna işaret etmektedir.
› Kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman onların imanlarını artırır. İnen her sûre, her âyet yeni mevzulardan bahsedip yeni deliller getirdiğinden, onlara inanan mü’minlerin de imanlarını artırmaktadır.
Nitekim başka bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Bir sûre indirildiği zaman münafıklardan bazıları alaylı alaylı: «Bu sûre hanginizin imanını artırdı?» diye sorar. İman edenlere gelince, inen her sûre onların imanlarını kuvvetlendirir ve onlar, âyetlerde yer alan müjdelerle sevinirler.” (Tevbe 9/12
› Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. İşlerini sadece O’na havale eder, yalnızca O’ndan korkar ve yalnızca O’ndan yardım beklerler. Gönüllerini fâni olan mal, evlat, makam ve şöhrete değil bâkî olan Allah’a bağlarlar. O’nun dilediğinin vukua geldiğini, dilemediğinin ise olma ihtimalinin bulunmadığını çok iyi bilirler.
› Diğer taraftan onlar, iman nûruyla Hakk’ın cemâl ve celâl tecellilerini müşâhede ettiklerinden, O’nu müşâhedenin engin deryasına dalar, Hak’tan başkasını görmeye ve onunla meşgul olmaya fırsat bulamazlar. Bütün varlıkları Allah Teâlâ’nın celâl tecellileri altında yokluğa mahkum olarak gördüklerinden, tevekkül ve güven duygularını başka bir şeye değil sadece Rablerine tahsis ederler.
› Onlar iç ve dış temizliği, farzları, vacipleri, sünnetleri ve edepleriyle namazı dosdoğru kılarlar.
› Onlar, Allah’ın kendilerine ikram buyurduğu maddi manevî imkânlardan, muhtaç olanlara yardımda bulunurlar.
Bu vasıflara sahip kişiler gerçek mü’minler olup onlara âhirette şu mükâfatların verileceği müjdelenmektedir:
› Mü’minlere, amellerine göre cennette yüksek dereceler verilecek ve Allah’a yakınlıkları artırılacaktır.
Bununla ilgili olarak Allah Resûlü (s.a.s.) bir defasında:
“Cennet ehli, üstlerinde bulunan köşklerde yaşayanları, aralarında bulunan derece farkı sebebiyle, sizin gökyüzünün doğu veya batı ufkunda kayan parlak bir yıldızı gördüğünüz gibi görürler” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:
“- Bunlar herhalde peygamberlerin makamlarıdır; onlardan başkası buraya erişemez, değil mi?” diye sorduklarında, Peygamberimiz:
“- Hayır! Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin olsun ki, bunlar, Allah’a inanan ve peygamberleri tasdik eden kimselerdir” buyurdu. (Buhârî, Bed’u’l-Halk 8; Müslim, Cennet 10, 11)
› Onların günahları bağışlanacaktır; Allah’ın sonsuz af ve mağfireti sayesinde her türlü hata ve kusurlardan arınacak, tertemiz hale geleceklerdir.
› Onlara, cömertçe ikram edilen, bitmek tükenmek bilmeyen, hesap korkusu olmayan bol, değerli ve kaliteli rızıklar ihsan edilecektir.
Unutulmamalıdır ki, anlatılan bu güzel vasıflara sahip olup müjdelenen bu mükâfatlara erişebilmek çok da kolay değildir. Bunun bir bedeli vardır:
5. Hani Rabbin seni, gerçekleşmesini çoktan irade buyurmuş olduğu Hak dâva uğrunda savaşmak üzere evinden çıkarmıştı. Bununla birlikte mü’minlerden bir kısmı düşmanla karşılaşmaktan kesinlikle hoşlanmıyordu.
6. Gerçek apaçık ortaya çıktıktan sonra onlar, sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi, hâlâ savaş konusunda seninle münâkaşa edip duruyorlardı.
7. O zaman Allah size o iki gruptan; kervan veya yaklaşmakta olan müşrik ordusundan birinin mutlaka sizin olacağını va‘dediyordu. Siz ise bunlardan kuvveti ve silahı olmayanın elinize düşmesini arzuluyordunuz. Oysa Allah, bu emir ve icraatlarıyla hakkı gerçekleştirip üstün kılmak ve kâfirlerin kökünü kesmek istiyordu.
8. Allah, inkârcı suçlular kahrından çatlasalar da hakkı gerçekleştirip üstün kılmak ve bâtılı ortadan kaldırmak için böyle yapıyordu.
Mü’minlerin savaştan sonra ganimet paylaşımındaki hoşnutsuzlukları, savaş öncesinde de söz konusu olmuştu. Şöyle ki:
Hicretin ikinci senesinde Kureyş’in büyük bir ticâret kervanı, Şam’ın Gazze pazarına gönderilmişti. Müşrikler, müslümanların hac yapmalarına mânî oldukları için, müslümanların da buna bir nevî misilleme olarak Mekkeli müşriklerin Şam ticâret yolunu kesmek isteyeceklerini biliyorlardı. Nitekim, bu sebeple Şam’dan korku içinde yola çıktılar. Ebû Süfyân, kervanda bulunan Damdam b. Amr’ı Tebük’ten çok acele olarak Mekke’ye gönderdi. (İbn Hişâm, es-Sîre, II, 244) Kureyşliler alelacele hazırlandılar. Hazırlıklarını iki veya üç günde bitirdiler. Sefere bütün erkekler katıldı, katılamayanlar da yerlerine adam tutup gönderdi.
Müşriklerin sayısı dokuz yüz elli veya bin idi. Yüz veya iki yüzü atlı, yedi yüzü develiydi. Çoğu zırhlıydı. Kureyş’in bütün önde gelenleri orduya katılıp gelmişlerdi. (Vâkıdî, I, el-Meğâzî, 31-39; Buhârî, Menâkıb 25)
Hicretin ikinci yılı, Ramazan ayının on ikisinde Allah Resûlü (s.a.s.), Abdullah b. Ümmi Mektûm’u namazları kıldırmak üzere Medine’de vekil bırakarak 313 kişilik ordusuyla şehirden çıktı. (Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 23-24; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 250-251)
Ebû Süfyân, müslümanların Bedr’e yöneldiklerini anlayınca kervanın yönünü çevirdi. Bedr’i solunda bırakarak sahile doğru hızla ilerledi. Ticâret kervanını kurtardığında da Kureyş ordusuna adam gönderdi ve geri dönmelerini istedi. Fakat Ebu Cehil, Kureyş ordusunun geri dönmesine mani oldu ve savaşı tercih etti.
Allah Resûlü (s.a.s.), gelişen siyâsî seyri adım adım tâkip ettiğinden, artık kaçınılmaz bir ölüm-kalım savaşıyla karşı karşıya olduklarını anladı ve ashâb-ı güzîni toplayıp sordu:
“–Sizce kervanı tâkip etmek mi, yoksa Kureyş ordusunu karşılamak mı daha uygundur?”
İşte bu soru karşısında, âyetlerde de ifade buyrulduğu üzere bir kısım müslümanlar, savaşı hoş karşılamayarak: “Bizce düşmanı karşılamaktansa kervanı takip etmek daha iyi” dediler. Allah Resûlü’nün mübârek yüzlerinde bir burukluk hâsıl oldu ve: “Kervan geçip gitti, Ebu Cehil ise bize doğru geliyor” buyurdu. Bunun üzerine sahâbe-i kirâm, Efendimiz’in tercihinin düşmanla vuruşmak olduğunu hemen anladılar. Muhâcirler adına Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer ayağa kalkıp Kureyş ordusunu karşılamaya hazır olduklarını söylediler.
Efendimiz (s.a.s.), Ensâr’ın da fikrini öğrenmek istedi. O zaman Ensâr’dan Mikdâd b. Esved (r.a.) ayağa kalkarak şu konuşmayı yaptı:
“–Ey Allah’ın Resûlü! Bizler, yahudilerin Hz. Mûsâ’ya dediği gibi «Haydi, sen ve Rabbin birlikte gidip savaşın!» (Mâide 5/24) demeyiz. Bizler, sana Akabe’de verdiğimiz söze sâdık kalarak senin sağında, solunda, önünde ve ardında düşman ile sonuna kadar çarpışmaya her an hazırız!..” (Buhârî, Meğâzî 4; Tefsir 5/4)
Hz. Mikdâd’ın ardından Sa‘d bin Muâz (r.a.) ayağa kalktı:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Bizler sana inandık. Getirdiğin Kur’ân’ın hak olduğuna şehâdet ettik. Nasıl dilersen öyle yap! Şâyet denize dalsan, bizler de seninle beraber dalarız. Ensâr’dan bir tek kişi bile geri dönmez!”
Bu sadâkat ve teslîmiyet dolu sözler üzerine Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in mübârek sîmâları tebessümle doldu, hayır dua ederek şöyle buyurdu:
“–Öyleyse, haydi Allah’ın bereketiyle yürüyün! Size müjdeler olsun ki Allah iki gruptan birinin sizin olacağını va‘detti. Vallahi ben, sanki Kureyşlilerin savaş meydanında yıkılacakları yerleri görüyor gibiyim...” (Müslim, Cihâd 83; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 48-49; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 253-254)
7. âyette de işaret edildiği üzere va‘dedilen bu iki gruptan biri Kureyş’in bizzat kendisi, yâni onların mağlûb edilip esir alınması, diğeri de Kureyş’in Şam’dan gelen büyük kervanıdır. Fakat Cenâb-ı Hak, müslümanların kâfirlerle savaşmasını, böylece kâfirlerin kökünün kesilmesini, hakkın gâlip gelip bâtılın yok olup gitmesini istiyordu. Zaten Allah’ın yardımıyla netice de öyle tahakkuk etti:
9. Siz o demde Rabbinize dua edip yardım istiyordunuz. O da: “Birbiri ardından gelecek bin melekle size yardım edeceğim” diyerek duanızı kabul etmişti.
10. Allah, sadece kazanacağınız zafere bir müjde olsun ve o sayede bütün endişeleriniz silinip kalpleriniz huzura ersin diye sizi meleklerle destekledi. Yoksa yardım ve zafer ancak Allah tarafındandır. Şüphesiz ki Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü sağlam ve hikmetli olandır.
Âyetlerin iniş sebebi şöyledir:
Bedir günü Resûlullah (s.a.s.) müşriklere baktı; onlar bin kişiydiler, ashâbı ise üçyüz on küsür kişiden ibaretti. Bunun üzerine kıbleye döndü, ellerini yukarı kaldırdı ve Rabbine şöyle dua etmeye başladı:
“Rabbim! Bana olan va‘dini yerine getir. Rabbim, bana va‘dettiğini ver. Rabbim, bu küçücük müslüman topluluğu helâk olursa yeryüzünde sana ibâdet eden hiç kimse kalmayacak!”
Ellerini göğe uzatmış, kıbleye dönmüş halde o kadar dua etti ki ridâsı omuzlarından düştü. O sırada Ebubekir (r.a.) yanına geldi, ridâsını aldı, omuzlarına koydu, onu kucakladı ve:
“Ey Allah’ın Rasûlü! Anam babam sana feda olsun! Rabbine niyâzın, yakarman artık yeter. Hiç şüphen olmasın, O sana vâdini mutlaka yerine getirecektir” dedi ve bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeleri indirdi. (Tirmizî, Tefsir 8, 3/3081; Müslim, Cihâd 58; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 30)
İlâhî yardımlar, gözleri saran tatlı bir uyku ve ruhları serinleten güzel bir yağmur halinde inmeye başladı:
Son düzenleme: