TEFSİR ENFAL Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
ENFAL SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ


ENFAL Suresi 46.Ayet
ENFAL Suresi 46.Ayet
Enfal Sûresi Hakkında

Enfâl sûresi, Medine’de hicretin ikinci senesinde nâzil olmuştur. 30-36. âyetlerin Mekke’de indiği de söylenmiştir. 75 âyettir. Mushaf tertibine göre 8, iniş sırasına göre tahmînen 88. sûredir. İsmini, birinci âyette geçen ve “ganimetler” mânasına gelen اَلأنْفَالُ (Enfâl) kelimesinden almıştır.

Enfal Sûresi Konusu

Sûrede ağırlıklı olarak Bedir savaşından bahsedilmektedir. Buna bağlı olarak savaşın hedefi, barış, savaşta elde edilen esirler ve ganimetle alakalı hükümler açıklanmaktadır. Bununla birlikte özetle şu hususlara da yer verilmiştir:

Allah katında makbul bir mü’minin sahip olması gereken itikat, ahlâk ve ibâdetle ilgili temel vasıflar,
Allah yolunda her türlü imkânlarını seferber ederek savaşanlara gelen ilâhî yardımlar, bunun sebep ve sonuçları,
Allah’a ve Resûlüne kayıtsız şartsız itaatin gerekliliği ve itaatsizliğin hazin neticeleri,
Allah’ın emniyet, mal, evlat gibi nimetlerine şükretmenin ve hakkı bâtıldan en ince ayrıntılarına kadar ayırarak yüksek bir takvâ hayatı yaşamanın tavsiye edilmesi,
Küfrün psikolojisi ve ondan kurtulmanın çareleri,
Şeytanın desiseleri ve ona aldananların dünyada, ölüm esnasında ve âhirette karşılaşacakları korkunç manzaralar,
Allah’ın lutuf, nimet ve cezasının, kulların kendilerini değiştirme ve iyileştirme çabalarıyla irtibatı,
Maddî ve manevî değerleri koruyabilmek ve meşrû savunmayı gerçekleştirebilmek için gerekli olan bütün savaş hazırlıklarının yapılması,
Gerçek imanın müslümana kazandıracağı izzet ve kuvvet, bununla beraber müminler arasındaki birlik, beraberlik ve dayanışmanın oluşması, kuvvetlenmesi ve devam etmesi için gereken şartlar ve bunların hakkiyle îfa edilmesi.

Enfal Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada sekizinci, iniş sırasına göre seksen sekizinci sûredir. Bakara sûresinden sonra, Âl-i İmrân’dan önce inmiştir. Sûrenin 30-36. âyetleri dışında kalan kısmının Medine’de indiğinde ittifak vardır. Bu yedi âyet ise bazı müfessirlere göre Mekke’de nâzil olmuştur. Sûre Medine’de, Bakara’dan sonra ikinci sırada gelmeye başlamış, fakat araya başka sûrelerin bazı âyetlerinin nüzûlü de girmiştir. Hicretin üzerinden bir buçuk yıl geçip ramazan ayı gelince müslümanlar Medine yakınlarındaki Bedir mevkiinde, Mekkeli müşriklerle ilk önemli savaşlarını yapmışlardı. Savaş müslümanların zaferiyle sonuçlanmış, düşmandan ganimet de elde edilmişti. Ganimetlerin paylaşımı konusunda daha önceden uygulanarak sabit olmuş İslâmî bir kural bulunmadığı için, doğrudan çarpışmaya katılanlarla cephe gerisinde hizmet verenler, gençlerle yaşlılar, teşvik vb. maksatlarla kendilerine ödül vaad edilmiş kimselerle buna razı olmayanlar arasında ihtilâf çıkmıştı. Ayrıca bu savaşta kardeşini şehid vermiş olan Sa‘d b. Ebû Vakkås da müşriklerden Saîd b. Âsî’yi katletmiş, maktulün kılıcını alarak Resûlullah’a gelmiş, bunun kendisine verilmesini istemişti. İşte bu olaylar ve talepler üzerine daha Bedir’den ayrılmadan ve ganimetler paylaştırılmadan sûrenin ilk âyeti nâzil olmuştur. Bazı müfessirlere göre Hz. Peygamber’i ve müminleri savaşa teşvik eden, iman cephesinin bire karşı on kişiyle savaşsalar bile galip geleceklerini bildiren 64-65. âyetler savaştan önce gelmiştir. Şu halde sûrenin Medine’de, Bedir Savaşı sırasında gelmeye başladığı kesinlik kazanmakta, tamamlanmasının ise daha sonraki zamanlarda olduğu anlaşılmaktadır (İbn Kesîr, III, 545; İbn Âşûr, IX, 245-246).

ENFAL SURESİNİN TEFSİRİ


1. Rasûlüm! Sana ganimetlerden soruyorlar. De ki: “Ganimetler Allah’a ve Rasûlü’ne aittir. Öyleyse gerçekten mü’min iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızda anlaşmazlığa yol açan hususları düzeltin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin!”

اَلأنْفَالُ (enfâl), “nefel” kelimesinin çoğuludur. “Nefel”, aslın üzerine ziyâde olan şey demektir. Namaz, oruç ve zekâtta farz olan miktarın üzerine ilâve edilen kısma “nâfile” dendiği gibi, savaşta da asıl karşılık olan âhiret mükâfâtı üzerine ziyâde dünyevî bir menfaat olan ganimete de bu mânada “nefel” denmiştir.
Ganimetler önceki ümmetlere helâl değildi. Allah Teâlâ, bunu ilk defa Peygamberimiz’e ve ümmetine helâl kıldı. müslümanlar ilk olarak Bedir savaşı sonrasında ganimet elde ettiler. Ancak ganimetlerin bölüşülmesiyle ilgili aralarında bir kısım tartışmalar yaşandı. Sonunda gelip bunun hükmünü Peygamber Efendimiz’e sordular. Âyetin de inişine sebep olan bu tartışmalardan biri şöyle vuku bulmuştur:

Bedir günü Sa‘d b. Ebî Vakkâs ve Ensâr’dan birisi ganimet toplamaya çıkmışlardı. Yerde atılmış durumda bir kılıç gördüler ve ikisi birden onu almak için koştular. Sa‘d: “O benimdir, onu ben alacağım” dedi. Ensâr’dan olan kişi de: “Hayır, o benimdir, Allah’ın Rasûlü’ne gidip onun hükmünü soruncaya kadar bu kılıcı sana teslim etmeyeceğim” dedi. Gelip Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e sordular da Allah’ın Rasûlü: “Ey Sa‘d, bu kılıç ne senin ne de onundur. Fakat o, benimdir” buyurdu. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, IX, 162)

Ganimetlerin taksimiyle alakalı hükümleri açıklayan bilgiler, bu sûrenin 41. âyetinde gelecektir. Dolayısıyla burada verilen cevapta hâdisenin daha çok ahlâkî cephesine ehemmiyet verilmiş ve mü’minler dünya menfaatine karşı ikaz edilerek, İslâm kardeşliğinin her şeyden daha kıymetli olduğuna işaret edilmiştir. Buna göre:

Ganimetler Allah ve Rasûlü’ne aittir. Bunların mülkiyeti Allah’ındır ve taksimatı konusunda hüküm vermek de O’nun elindedir. Allah’ın verdiği hükmü tebliğ ve icra edecek olan ise Peygamber (s.a.s.)’dir. O halde mü’minlere yaraşan, imanlarının bir gereği olarak, Allah’tan korkmak, O’nun gazabını çekecek davranışlardan sakınmak, aralarını ıslah etmek, basit menfaatler peşinde koşarak kardeşlik hukukunu ihlal etmemek, her durumda Allah ve Rasûlü’nün emrine itaat etmektir. Vasıfları aşağıdaki âyetlerde sayılan kâmil bir mü’min olmanın cehd ve gayreti içinde olmaktır:

2. Gerçek mü’minler ancak o kimselerdir ki, yanlarında Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman bu onların imanını artırır ve bütün işlerinde sadece Rablerine dayanıp güvenirler.

3. Onlar namazlarını dosdoğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz nimetlerden Allah yolunda harcarlar.

4. İşte onlar gerçek mü’minlerdir. Onlar için Rableri yanında yüksek dereceler, bağışlanma, güzel ve tükenmez bir rızık vardır.


Bu âyetlerde bahsedilenler, îmanlarını kemâle erdirmiş mü’minlerdir. Onların belli başlı vasıfları sayılmakta ve bunların karşılığında onlara verilecek mükâfatlar bildirilmektedir:

Allah anıldığı zaman O’nun azametini, kudret ve kuvvetinin büyüklüğünü düşünerek onların yürekleri titrer, ürperir. Allah zikrini duyar duymaz kalpleri harekete geçer, hisleri coşar ve heyecanları artar.

Zira onların kalplerinde Allah muhabbeti ve korkusu her şeyden daha fazla yerleşip kök salmıştır. Sahip oldukları imanın nûru, onları nefsin kir ve karanlıklarından temizleyerek kalplerine letâfet kazandırmıştır. Böylece bu kalpler, kasvet ve katılıktan kurtularak Allah’ı zikre yumuşamışlardır. Âyetin bu kısmı Allah’ı zikrin mü’min kalbe başlangıçta yaptığı tesiri; “Haberiniz olsun ki, kalpler ancak Allah’ı hatırlayıp anmakla doygunluk ve huzura erer” (Ra‘d 13/28) âyeti ise zikirle gelinen nihâî itmi’nân ve huzur halini beyân eder. Nitekim Hz. Ebubekir (r.a.)’ın yaptığı şu tespit bu açıdan pek mânidardır: İslâm’a henüz yeni girmiş bir grup insan geldi. Kur’ân-ı Kerîm tilâvetini duyduklarında ağlıyor ve ah, vah ediyorlardı. Hz. Ebubekir onlara: “Biz de İslâm’a ilk girdiğimizde böyle idik, sonra kalplerimiz katılaştı” demiştir. O, bu sözüyle, huzur ve itmi’nân hâlinin son mertebesinde olduğuna işaret etmektedir.

Kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman onların imanlarını artırır. İnen her sûre, her âyet yeni mevzulardan bahsedip yeni deliller getirdiğinden, onlara inanan mü’minlerin de imanlarını artırmaktadır.

Nitekim başka bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Bir sûre indirildiği zaman münafıklardan bazıları alaylı alaylı: «Bu sûre hanginizin imanını artırdı?» diye sorar. İman edenlere gelince, inen her sûre onların imanlarını kuvvetlendirir ve onlar, âyetlerde yer alan müjdelerle sevinirler.” (Tevbe 9/12

Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. İşlerini sadece O’na havale eder, yalnızca O’ndan korkar ve yalnızca O’ndan yardım beklerler. Gönüllerini fâni olan mal, evlat, makam ve şöhrete değil bâkî olan Allah’a bağlarlar. O’nun dilediğinin vukua geldiğini, dilemediğinin ise olma ihtimalinin bulunmadığını çok iyi bilirler.
Diğer taraftan onlar, iman nûruyla Hakk’ın cemâl ve celâl tecellilerini müşâhede ettiklerinden, O’nu müşâhedenin engin deryasına dalar, Hak’tan başkasını görmeye ve onunla meşgul olmaya fırsat bulamazlar. Bütün varlıkları Allah Teâlâ’nın celâl tecellileri altında yokluğa mahkum olarak gördüklerinden, tevekkül ve güven duygularını başka bir şeye değil sadece Rablerine tahsis ederler.
Onlar iç ve dış temizliği, farzları, vacipleri, sünnetleri ve edepleriyle namazı dosdoğru kılarlar.
Onlar, Allah’ın kendilerine ikram buyurduğu maddi manevî imkânlardan, muhtaç olanlara yardımda bulunurlar.
Bu vasıflara sahip kişiler gerçek mü’minler olup onlara âhirette şu mükâfatların verileceği müjdelenmektedir:
Mü’minlere, amellerine göre cennette yüksek dereceler verilecek ve Allah’a yakınlıkları artırılacaktır.

Bununla ilgili olarak Allah Resûlü (s.a.s.) bir defasında:

“Cennet ehli, üstlerinde bulunan köşklerde yaşayanları, aralarında bulunan derece farkı sebebiyle, sizin gökyüzünün doğu veya batı ufkunda kayan parlak bir yıldızı gördüğünüz gibi görürler” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm:

“- Bunlar herhalde peygamberlerin makamlarıdır; onlardan başkası buraya erişemez, değil mi?” diye sorduklarında, Peygamberimiz:
“- Hayır! Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin olsun ki, bunlar, Allah’a inanan ve peygamberleri tasdik eden kimselerdir” buyurdu. (Buhârî, Bed’u’l-Halk 8; Müslim, Cennet 10, 11)
Onların günahları bağışlanacaktır; Allah’ın sonsuz af ve mağfireti sayesinde her türlü hata ve kusurlardan arınacak, tertemiz hale geleceklerdir.
Onlara, cömertçe ikram edilen, bitmek tükenmek bilmeyen, hesap korkusu olmayan bol, değerli ve kaliteli rızıklar ihsan edilecektir.

Unutulmamalıdır ki, anlatılan bu güzel vasıflara sahip olup müjdelenen bu mükâfatlara erişebilmek çok da kolay değildir. Bunun bir bedeli vardır:

5. Hani Rabbin seni, gerçekleşmesini çoktan irade buyurmuş olduğu Hak dâva uğrunda savaşmak üzere evinden çıkarmıştı. Bununla birlikte mü’minlerden bir kısmı düşmanla karşılaşmaktan kesinlikle hoşlanmıyordu.

6. Gerçek apaçık ortaya çıktıktan sonra onlar, sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi, hâlâ savaş konusunda seninle münâkaşa edip duruyorlardı.

7. O zaman Allah size o iki gruptan; kervan veya yaklaşmakta olan müşrik ordusundan birinin mutlaka sizin olacağını va‘dediyordu. Siz ise bunlardan kuvveti ve silahı olmayanın elinize düşmesini arzuluyordunuz. Oysa Allah, bu emir ve icraatlarıyla hakkı gerçekleştirip üstün kılmak ve kâfirlerin kökünü kesmek istiyordu.

8. Allah, inkârcı suçlular kahrından çatlasalar da hakkı gerçekleştirip üstün kılmak ve bâtılı ortadan kaldırmak için böyle yapıyordu.


Mü’minlerin savaştan sonra ganimet paylaşımındaki hoşnutsuzlukları, savaş öncesinde de söz konusu olmuştu. Şöyle ki:

Hicretin ikinci senesinde Kureyş’in büyük bir ticâret kervanı, Şam’ın Gazze pazarına gönderilmişti. Müşrikler, müslümanların hac yapmalarına mânî oldukları için, müslümanların da buna bir nevî misilleme olarak Mekkeli müşriklerin Şam ticâret yolunu kesmek isteyeceklerini biliyorlardı. Nitekim, bu sebeple Şam’dan korku içinde yola çıktılar. Ebû Süfyân, kervanda bulunan Damdam b. Amr’ı Tebük’ten çok acele olarak Mekke’ye gönderdi. (İbn Hişâm, es-Sîre, II, 244) Kureyşliler alelacele hazırlandılar. Hazırlıklarını iki veya üç günde bitirdiler. Sefere bütün erkekler katıldı, katılamayanlar da yerlerine adam tutup gönderdi.

Müşriklerin sayısı dokuz yüz elli veya bin idi. Yüz veya iki yüzü atlı, yedi yüzü develiydi. Çoğu zırhlıydı. Kureyş’in bütün önde gelenleri orduya katılıp gelmişlerdi. (Vâkıdî, I, el-Meğâzî, 31-39; Buhârî, Menâkıb 25)

Hicretin ikinci yılı, Ramazan ayının on ikisinde Allah Resûlü (s.a.s.), Abdullah b. Ümmi Mektûm’u namazları kıldırmak üzere Medine’de vekil bırakarak 313 kişilik ordusuyla şehirden çıktı. (Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 23-24; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 250-251)

Ebû Süfyân, müslümanların Bedr’e yöneldiklerini anlayınca kervanın yönünü çevirdi. Bedr’i solunda bırakarak sahile doğru hızla ilerledi. Ticâret kervanını kurtardığında da Kureyş ordusuna adam gönderdi ve geri dönmelerini istedi. Fakat Ebu Cehil, Kureyş ordusunun geri dönmesine mani oldu ve savaşı tercih etti.

Allah Resûlü (s.a.s.), gelişen siyâsî seyri adım adım tâkip ettiğinden, artık kaçınılmaz bir ölüm-kalım savaşıyla karşı karşıya olduklarını anladı ve ashâb-ı güzîni toplayıp sordu:

“–Sizce kervanı tâkip etmek mi, yoksa Kureyş ordusunu karşılamak mı daha uygundur?”

İşte bu soru karşısında, âyetlerde de ifade buyrulduğu üzere bir kısım müslümanlar, savaşı hoş karşılamayarak: “Bizce düşmanı karşılamaktansa kervanı takip etmek daha iyi” dediler. Allah Resûlü’nün mübârek yüzlerinde bir burukluk hâsıl oldu ve: “Kervan geçip gitti, Ebu Cehil ise bize doğru geliyor” buyurdu. Bunun üzerine sahâbe-i kirâm, Efendimiz’in tercihinin düşmanla vuruşmak olduğunu hemen anladılar. Muhâcirler adına Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer ayağa kalkıp Kureyş ordusunu karşılamaya hazır olduklarını söylediler.

Efendimiz (s.a.s.), Ensâr’ın da fikrini öğrenmek istedi. O zaman Ensâr’dan Mikdâd b. Esved (r.a.) ayağa kalkarak şu konuşmayı yaptı:

“–Ey Allah’ın Resûlü! Bizler, yahudilerin Hz. Mûsâ’ya dediği gibi «Haydi, sen ve Rabbin birlikte gidip savaşın!» (Mâide 5/24) demeyiz. Bizler, sana Akabe’de verdiğimiz söze sâdık kalarak senin sağında, solunda, önünde ve ardında düşman ile sonuna kadar çarpışmaya her an hazırız!..” (Buhârî, Meğâzî 4; Tefsir 5/4)
Hz. Mikdâd’ın ardından Sa‘d bin Muâz (r.a.) ayağa kalktı:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Bizler sana inandık. Getirdiğin Kur’ân’ın hak olduğuna şehâdet ettik. Nasıl dilersen öyle yap! Şâyet denize dalsan, bizler de seninle beraber dalarız. Ensâr’dan bir tek kişi bile geri dönmez!”

Bu sadâkat ve teslîmiyet dolu sözler üzerine Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’in mübârek sîmâları tebessümle doldu, hayır dua ederek şöyle buyurdu:

“–Öyleyse, haydi Allah’ın bereketiyle yürüyün! Size müjdeler olsun ki Allah iki gruptan birinin sizin olacağını va‘detti. Vallahi ben, sanki Kureyşlilerin savaş meydanında yıkılacakları yerleri görüyor gibiyim...” (Müslim, Cihâd 83; Vâkıdî, el-Meğâzî, I, 48-49; İbn Hişâm, es-Sîre, II, 253-254)

7. âyette de işaret edildiği üzere va‘dedilen bu iki gruptan biri Kureyş’in bizzat kendisi, yâni onların mağlûb edilip esir alınması, diğeri de Kureyş’in Şam’dan gelen büyük kervanıdır. Fakat Cenâb-ı Hak, müslümanların kâfirlerle savaşmasını, böylece kâfirlerin kökünün kesilmesini, hakkın gâlip gelip bâtılın yok olup gitmesini istiyordu. Zaten Allah’ın yardımıyla netice de öyle tahakkuk etti:

9. Siz o demde Rabbinize dua edip yardım istiyordunuz. O da: “Birbiri ardından gelecek bin melekle size yardım edeceğim” diyerek duanızı kabul etmişti.

10. Allah, sadece kazanacağınız zafere bir müjde olsun ve o sayede bütün endişeleriniz silinip kalpleriniz huzura ersin diye sizi meleklerle destekledi. Yoksa yardım ve zafer ancak Allah tarafındandır. Şüphesiz ki Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü sağlam ve hikmetli olandır.


Âyetlerin iniş sebebi şöyledir:

Bedir günü Resûlullah (s.a.s.) müşriklere baktı; onlar bin kişiydiler, ashâbı ise üçyüz on küsür kişiden ibaretti. Bunun üzerine kıbleye döndü, ellerini yukarı kaldırdı ve Rabbine şöyle dua etmeye başladı:

“Rabbim! Bana olan va‘dini yerine getir. Rabbim, bana va‘dettiğini ver. Rabbim, bu küçücük müslüman topluluğu helâk olursa yeryüzünde sana ibâdet eden hiç kimse kalmayacak!”

Ellerini göğe uzatmış, kıbleye dönmüş halde o kadar dua etti ki ridâsı omuzlarından düştü. O sırada Ebubekir (r.a.) yanına geldi, ridâsını aldı, omuzlarına koydu, onu kucakladı ve:

“Ey Allah’ın Rasûlü! Anam babam sana feda olsun! Rabbine niyâzın, yakarman artık yeter. Hiç şüphen olmasın, O sana vâdini mutlaka yerine getirecektir” dedi ve bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeleri indirdi. (Tirmizî, Tefsir 8, 3/3081; Müslim, Cihâd 58; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 30)

İlâhî yardımlar, gözleri saran tatlı bir uyku ve ruhları serinleten güzel bir yağmur halinde inmeye başladı:
 
Son düzenleme:

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. En kritik anda Allah, bütün endişelerinizi unutturacak bir emniyet sebebi olarak sizi hafif ve tatlı bir uykuya daldırıyordu. Sizi maddeten ve mânen temizlemek, şeytanın içinize attığı bütün kötü duyguları gidermek, kalplerinizi kuvvetlendirmek ve ayaklarınızın yere sağlam basmasını sağlamak için üzerinize gökten su indiriyordu.

Müslümanların Bedir’deki karargâhları kumluktu, bu sebeple kolaylıkla yürünemiyordu. Ayrıca mevcut su azaldığından, su sıkıntısı da baş göstermişti. Abdest ve gusül için yeterli su bulmakta güçlük çekiliyordu. Şeytan da gerek bu sıkıntılarla gerekse müşriklerin çok ve kuvvetli olması ile mü’min yüreklere korku salmaya çalışıyordu. O gece Allah Teâlâ yağmur yağdırdı. Vâdiden seller aktı. müslümanlar kaplarını doldurdular, abdest aldılar, guslettiler ve hayvanlarını suladılar. Yağan yağmur, aynı zamanda tozları yatıştırdı ve zemini sağlamlaştırdı. Kureyş müşrikleri ise yağmur sebebiyle yerlerinden ayrılamadılar, hareketsiz kaldılar. Ayrıca Allah Teâlâ müslümanlara sükûnet verici, dinlendirici bir uyku hâli bahşetti. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IX, 256 vd.)

Âyet-i kerîmede o gece yağmurun yağdırılmasının dört hikmetinden bahsedilir:

Müslümanların kirlerini temizlemelerini, hadesten ve necâsetten tahâret almalarını sağlamak; böylece gönüllerini huzura kavuşturmak.
Kalplerine arız olan şeytanî vesvese ve düşünceleri temizlemek. Düşman ordusu, Bedir suyunu tuttuklarından, şeytan müslümanları susuzluktan kırılmakla korkutuyordu. Eğer doğru yol üzere bulunsalardı böyle bir sıkıntıya maruz kalmayacaklarını fitliyordu.
Yağmur vesilesiyle, Allah’ın kendilerine olan yardımının devam ettiğini görerek mü’minlerin kalplerinin kuvvet bulması; Allah’a olan tevekkül ve teslimiyetlerinin artması ve birbirlerine olan bağlarının da kuvvetlenmesi.
Yağmurun kumları ıslatıp pekiştirmesi sebebiyle ayakların kumlara batmamasını, gömülüp kaymamasını sağlamak. Böylece düşman karşısında da sapasağlam durmalarına yardımcı olmak.

İlâhî yardımın bir diğer şekli, meleklerin yardıma inmesi ve kafirlerin kalplerine korku salması şeklinde tecelli ediyordu:

12. Rabbin bir taraftan da meleklere şunları vahyediyordu: “Ben elbette sizinle beraberim; siz de mü’minlerin sarsılmamalarını sağlayın! Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım, siz de onların boyunlarının üzerine vurun; onların yay ve kılıç tutan bütün parmak uçlarını doğrayın!”

13. Bu ceza, onların Allah ve Rasûlü’ne baş kaldırmaları sebebiyledir. Kim Allah ve Rasûlü’ne baş kaldırırsa şunu bilsin ki, Allah’ın cezalandırması çok şiddetlidir.

14. İşte zâlimlerin dünyadaki cezası budur. Ey müşrikler, şimdilik tadın onu bakalım! Kâfirler için bir de cehennem azâbı olduğunu unutmayın!


Allah Teâlâ’nın kâfirlerin kalplerine korku salması, müslümanlara olan en büyük manevî destektir. Buna göre savaşın en önemli hedeflerinden biri, düşmanı korkutmak, moralini bozmak ve gözünü yıldırmaktır.

Meleklere verilen “Vurun!” emri, onların Bedir de fiilî olarak savaşa katıldıklarını haber verir. Bununla alakalı sahih rivayetlerden bazıları şöyledir:

Resûlullah (s.a.s.) Bedir günü:

“İşte Cebrâil! Atının başından tutmuş, üzerinde de savaş teçhizâtıyla yardımınıza gelmiş durumda!” buyurdular. (Buhârî, Meğâzî 11)

Huvaytıb b. Abdüluzza der ki:

“Ben Bedir’de müşriklerle birlikte bulunmuş, ibret verici şeyler müşâhede etmiş ve melekleri görmüştüm. Onlar gökle yer arasında Kureyşlileri öldürüyor, esir ediyorlardı. O zaman kendi kendime: «Peygamber olduğu söylenen bu zat, muhakkak Allah tarafından korunuyor!» dedim. Gördüğüm şeylerden hiç kimseye bahsetmedim.” (Hâkim, III, 562/6084)
Ebû Dâvûd el-Mâzinî de şöyle der:

“Bedir gününde, müşriklerden bir adamı vurup öldüreyim diye tâkip ettim. Kılıcım daha ona dokunmadan başının yere düştüğünü gördüm! Anladım ki onu benden başkası, yâni bir melek öldürdü!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 450)
Kâfirlerin böyle bir cezaya uğramaları; Allah ve Rasûlü’ne karşı çıkmaları, onlarla savaşa cüret etmeleridir. Fakat bu, sadece dünyadaki cezalarıdır. Âhirette ise cehenneme gireceklerdir.

O halde mü’minler, göremedikleri âlemde cereyan eden bu ilâhî gerçeklerin farkında olarak korkmadan ve geri kaçmadan savaşa devam etmelidirler:

15. Ey mü’minler! Ordular hâlinde kâfirlerle savaşmak üzere karşılaştığınız zaman sakın onlara arkanızı dönüp kaçmayın!

16. Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya başka bir birliğe katılma gibi taktik gereği maksatlar dışında her kim o günde düşmana arkasını dönüp kaçarsa, hiç şüphesiz Allah’ın çok şiddetli bir cezasını üzerine çekmiş olur. Onun nihâî varacağı yer cehennemdir. Cehennem ise ne kötü bir varış yeridir!


Savaşta düşman korkusuyla dönüp kaçmak büyük günahlardan biridir. Resûlullah (s.a.s.):

“–İnsanı helâke sürükleyen yedi şeyden sakınınız” buyurmuştu. Sahâbîler:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, onlar nelerdir?” diye sordular. Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) şöyle cevap verdi:

“–Allah’a şirk koşmak, sihir ve büyü yapmak, dînî bir ceza ile kanunlara göre öldürülen müstesna Allah’ın öldürülmesini haram kıldığı bir insanı katletmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana hücum sırasında savaştan kaçmak, hiçbir şeyden haberi olmayan iffetli müslüman kadınlara zinâ isnad etmek.” (Buhârî, Vesâyâ 23; Hudûd 44; Müslim, İman 145)

Savaştan kaçmak, aynı zamanda müslüman için bir ardır. Bu sebeple âyette “arkanızı dönmeyin” buyrulmuştur. Bu ifade savaştan kaçmayı kötülemekte ve düşman karşısında bozguna uğramanın ne kadar âdî bir davranış olduğunu göstermektedir. Ayrıca bu, sadece utanç vermekle kalmayıp, sahibini Allah’ın gazabına uğratan ve neticede onu cehenneme mahkum eden pek çirkin bir davranıştır.

Ancak şu iki durumda düşman karşısından ayrılmak mümkündür:

Taktik icabı, yeniden dönüp çarpışmak; düşmanı yanıltıp daha iyi vurmak,
Başka bir müslüman birliğe katılıp orada mevzilenmek.

Müslüman, Allah yolunda bütün gücüyle savaşmalı fakat elde ettiği başarıyı kendinden değil Rabbinden bilmelidir. Bu hususta mü’minleri ikaz sadedinde buyruluyor ki:

17. Onları savaşta siz kendi kuvvetinizle öldürmediniz; onları Allah öldürdü. Rasûlüm! Düşmana bir avuç toprak attığın zaman da sen atmadın; Allah attı. Allah, mü’minleri böylece neticesi güzel bitecek bir imtihana tâbi tuttu. Şüphesiz ki Allah, hakkiyle işiten, kemâliyle bilendir.

Bu âyetlerin iniş sebebiyle alakalı rivayetlerin iki tanesi şöyledir:

Allah Resûlü (s.a.s.) Bedir savaşı günü eline bir avuç kum alıp müş‏riklere doğru attı ve: “Yüzler çirkinle‏şsin!” buyurdu. Atılan kum taneleri orada bulunan bütün müş‏riklerin gözlerine doldu. Nitekim müşriklerden hadiseyi bizzat yaşayan Hakîm b. Hizâm ‏şöyle anlatıyor: “Bedir günü gökten yere doğru gelen bir ses iş‏ittik. Sanki bir taşa çarpan kum sesiydi. Meğer Allah Resûlü o kumu atmış‏ ve biz bozguna uğramıştık. İş‏te “Düşmana bir avuç toprak attığın zaman da sen atmadın; Allah attı” (Enfâl 8/17) âyeti bundan bahseder. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 237)

Bedir savaşı dönüşü ashâb-ı kirâm, bu savaşta yaptıklarını anlatıp: “Ben filân filânı öldürdüm, ben şöyle şöyle yaptım” gibi konuşmalarla birbirlerine karşı övünmeye başladılar. Bu sebeple, öldürenin de, her şeyi takdir edenin de Allah Teâlâ olduğunu, kulun ise bu işlere yalnız kastı ve kesbi ile katıldığını bildirmek üzere bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, VII, 384)

Bedir savaşında tecellî eden zafer, ganimet ve Hakk’ın delillerini görmek gibi durumlar, Allah Teâlâ’nın mü’minlere hususi ikramları olmuştur. Âdetâ savaşın bütün ilâhî planları, mü’minleri en külfetsiz yoldan zafere eriştirmek, kâfirlerin tuzaklarını zayıflatıp, hilelerini boşa çıkarmak üzere yapılmıştır. Bu sebeple müşriklere hitaben buyuluyor ki:

18. İşte Allah, mü’min olduğunuz için size böyle davranıyor. Hiç şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzak ve tedbirlerini işlemez hale getirir.

Bu âyetlerin iniş sebebiyle alakalı rivayetlerin iki tanesi şöyledir:

Allah Resûlü (s.a.s.) Bedir savaşı günü eline bir avuç kum alıp müş‏riklere doğru attı ve: “Yüzler çirkinle‏şsin!” buyurdu. Atılan kum taneleri orada bulunan bütün müş‏riklerin gözlerine doldu. Nitekim müşriklerden hadiseyi bizzat yaşayan Hakîm b. Hizâm ‏şöyle anlatıyor: “Bedir günü gökten yere doğru gelen bir ses iş‏ittik. Sanki bir taşa çarpan kum sesiydi. Meğer Allah Resûlü o kumu atmış‏ ve biz bozguna uğramıştık. İş‏te “Düşmana bir avuç toprak attığın zaman da sen atmadın; Allah attı” (Enfâl 8/17) âyeti bundan bahseder. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 237)

Bedir savaşı dönüşü ashâb-ı kirâm, bu savaşta yaptıklarını anlatıp: “Ben filân filânı öldürdüm, ben şöyle şöyle yaptım” gibi konuşmalarla birbirlerine karşı övünmeye başladılar. Bu sebeple, öldürenin de, her şeyi takdir edenin de Allah Teâlâ olduğunu, kulun ise bu işlere yalnız kastı ve kesbi ile katıldığını bildirmek üzere bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Kurtubî, el-Câmi‘, VII, 384)

Bedir savaşında tecellî eden zafer, ganimet ve Hakk’ın delillerini görmek gibi durumlar, Allah Teâlâ’nın mü’minlere hususi ikramları olmuştur. Âdetâ savaşın bütün ilâhî planları, mü’minleri en külfetsiz yoldan zafere eriştirmek, kâfirlerin tuzaklarını zayıflatıp, hilelerini boşa çıkarmak üzere yapılmıştır. Bu sebeple müşriklere hitaben buyuluyor ki:

19. Ey müşrikler! Siz zafer mi umuyordunuz; işte zaferi (!) gördünüz! Eğer küfürden ve Peygamber’e düşmanlıktan vazgeçerseniz, bu sizin için daha hayırlı olur. Yok, yeniden savaşmaya ve düşmanlığa kalkışırsanız, biz mü’minlere yine yardım ederiz. Bilin ki, sayıca ne kadar çok olursanız olun, büyük bir topluluk hâlinde bulunmanızın size vereceği hiçbir fayda yoktur. Çünkü Allah, mü’minlerle beraberdir.

Burada müşriklere alayvari bir hitapta bulunulur. Çünkü onlar kesin bir zafer elde etmek üzere Bedir’e gelmişlerdi. Gelirken de Kâbe’nin örtüsüne sarılıp: “Allahım, iki ordudan daha üstün olanına, iki topluluktan daha doğru yolda bulunanına, iki gruptan daha iyisine ve din bakımından daha faziletli olanına yardım et!” diye dua etmişlerdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IX, 275) Zafer gerçekleşti; fakat hiç de onların istediği gibi olmadı. Savaş, müslümanların galibiyeti ile neticelendi. Bu vesileyle müşriklere, başlarına gelen musibetten ders alıp, Allah ve Rasûlü ile savaşmaktan vazgeçmeleri, bunun kendileri için daha hayırlı olacağı tavsiye edilir. Bu tavsiyeyi tutmadıkları takdirde başlarına gelecekler şöyle ihtar edilir:

Tekrar saldırdıkları takdirde Allah mü’minlere yine yardım edecek ve kâfirler yine mağlup olacaklar.

Sayıca ne kadar çok ve ne kadar zengin olurlarsa olsunlar toplulukları kendilerine bir fayda sağlamayacak.

Her durumda Allah, mü’minlerin yanında, kâfirlerin karşısında yer alacaktır.

Ancak mü’minler de Allah’ın kendileriyle beraber oluşunu kayıtsız şartsız sanmamalı, bu beraberliğin devamı için gelen âyetlerde beyân buyrulan tâlimatlara sımsıkı sarılmalıdırlar:

20. Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Söylediklerini işitip durduğunuz halde ondan yüz çevirmeyin!
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
21. Bir de kulaklarından kalplerine hiçbir şey girmediği halde, “İşittik!” diyen kimseler gibi olmayın!

Mü’minlere hususi olarak hitap edilmesi, onların şan ve şereflerini yüceltmek içindir. Bu lutufkâr hitapla Allah onlardan, kendisine ve Rasûlü’ne itaat emrini yeniler ve onları gerçeklere yüz çevirmekten sakındırır.
İşitmedikleri halde “İşittik!” diyenler, Allah ve Rasûlü’ne iman ve itaat kastiyle kulak vermeyen, dinleseler de bozuk niyetlerle dinleyen, işittikleri şeyler üzerinde akl-i selîm ile düşünmeyen yahudiler, münafıklar veya müşriklerdir. Böyleleri hiç işitmemiş ve haktan yüz çevirmiş kimse konumundadır.

Buna göre “işittik ve itaat ettik” diyen mü’minler, bu sözlerinin gereği neyse onu yerine getirmelidirler. Eğer emirleri yerine getirmede kusurlu davranıp bunları edâ etmez, buna karşılık bir kısım yasakları yapmaya da yönelirse, buna “işitme ve itaat etme” denmez. Böyle biri ancak, iman ettiğini söylediği halde içten içe küfrünü gizleyen münafıktan başkası olamaz. Bu gibilerin gerçek durumlarını ve iç dünyalarını haber vermek üzere buyruluyor ki:

22. Şüphesiz ki, Allah katında canlıların en şerlisi, ilâhî gerçekleri düşünüp anlamayan o sağırlar ve dilsizlerdir.

23. Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, elbette onlara duyururdu. Fakat duyuracak bile olsa, onlar yine haktan yüz çevirir, dönüp giderler.


Hayvanlar insanlara göre daha düşük seviyede bulunan canlılardır. Fakat insanlar arasından, Allah’ın kendilerine ihsan ettiği hakikati akletme, kavrama, onu işitip söyleme gibi melekelerini dumura uğratıp çalıştıramayanlar, hayvanlardan daha aşağı seviyeye düşerler. Bu mânada âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“…Onların kalpleri var, fakat bununla gerçeği anlamazlar; gözleri var onunla görmezler; kulakları var onunla işitmezler. Hâsılı bunlar hayvanlar gibidir, hatta onlardan daha şaşkındırlar. İşte asıl gafil olanlar da bunlardır.” (A‘râf 7/179)

“Sonra o insanı aşağıların en aşağısına indirdik.” (Tîn 95/5)

Bunlar, kendilerinde hayır olarak hiçbir şey bulunmayan, bütünüyle şerli kimselerdir. Nitekim âyet-i kerîmede: “Allah katında canlı varlıkların en şerlisi, inkâra saplanıp da bir türlü iman etmeyen o nankör ve inatçı kâfirlerdir” (Enfâl 9/55) buyrulur. Eğer onlarda bir nebze hayır olsaydı, hidâyet ışığından bu derece nasipsiz kalmazlar; hak sözü işitme ve ona tâbi olma imkânı bulurlardı. Fakat böyle olmadı, hak sözü işitemediler. İşitselerdi de yine yapacakları, ondan yüz çevirmekten başka bir şey olmayacaktı. O halde mü’minlerin, Allah ve Rasûlü’ne gerçek itaatin nasıl olması gerektiğini gösterme vazifeleri vardır:

24. Ey iman edenler! Allah ve Rasûlü sizi, size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman onlara uyun. Şunu bilin ki Allah kişiyle kalbinin arasına girer. Sonra hiç şüphesiz, hepiniz O’nun huzurunda toplanacaksınız.

Allah Teâlâ dinini Peygamber (s.a.s.)’e vahyetmiş, Peygamber (s.a.s.) de insanları ona davet etmiştir. Dolayısıyla her ikisinin daveti de aynı davettir. Peygamberin davetine icâbet eden Allah’ın davetine icâbet etmiş olacaktır. Peygamber’e itaat ve isyan da yine aynı bapta değerlendirilmelidir. Yani Peygamber’e itaat eden Allah’a itaat etmiş, Peygamber’e isyan eden de Allah’a isyan etmiş olur. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Peygamber’e itâat eden, Allah’a itaat etmiş olur. Kim de itaatten yüz çevirirse aldırma! Çünkü biz seni, onların üzerine bekçi olarak göndermedik.” (Nisâ 4/80)

“Resûlullah’ın emrine aykırı hareket edenler, artık başlarına büyük bir belânın gelmesinden veya pek elemli bir azâbın tepelerine inmesinden korkup çekinsinler.” (Nûr 24/63)

Allah ve Rasûlü’nün davet ettiği hususlar, bizi ihyâ edecek, diriltecek ve bize hayat bahşedecek şeylerdir. Bunlar, bizi bitki ve hayvan seviyesinden çıkarıp insanlık seviyesine yükseltecek, Allah’a kullukla süslenmiş hür ve huzurlu bir hayata kavuşturacak, bu hedefe ulaştıracak ilim ve ameli tahsile yönlendirecek ve bize ebedî saadeti bahşedecek hayatî kâidelerdir. İşte Peygamber insanlığa bu hayat prensiplerini öğretmek için gönderilmiştir.

Âyetin “Allah kişiyle kalbinin arasına girer” (Enfâl 8/24) kısmına şu mânalar verilmiştir:

Bu ifade Allah’ın kula ne kadar yakın olduğunu temsîlî olarak anlatır. Buna göre Allah kulun kalbine kendisinden daha yakındır. Çünkü seninle başka bir şey arasında bulunan kişinin, o şeye senden daha yakın olduğu açıktır.
Bu ifade, sahipleri gâfil olsa da Allah’ın kalplerin bütün gizliliklerine müttali olduğuna dikkat çeker. Nitekim Hz. Ali: “Allahım, hakkımda bildiklerine göre beni bağışla!” diye dua ederdi.
Bu ifade, Allah’ın ölüm ve diğer âfetlerle kişi ile kalbi arasına girmeden önce kalplerin kötü duygulardan arındırılıp temizlenmesi için gayretli olmaya teşvik etmektedir. Sanki şöyle buyrulmaktadır: “Fırsat elden gitmeden gaybı bilen Allah tarafından gönderilmiş Peygamber’e icâbetle kalplerin tasfiyesine ve nefisleri kemâle erdirmeye çalışın. Çünkü Allah bir takım sebepler yaratır da bunlar yüzünden kul arzu ettiği gibi durumunu düzeltme konusunda kalbini yönlendirme imkânı bulamaz. Allah ve Rasûlüne icâbet edemeden ölür gider.”
Müslümanlar, Bedir günü düşmanların çokluğundan korkuya kapılmışlardı. Şanı yüce Allah, kişi ile kalbi arasına girdiğini ve bunu da onların korkularını güvenliğe değiştirmek suretiyle buna karşılık düşmanlarının güvenlik duygusunu da korkuya dönüştürmek suretiyle gerçekleştirdiğini onlara haber vermiştir.
Şanı yüce Allah’ın, kulların kalplerine onlardan daha çok hâkim olduğunu ve dilediği takdirde kendileri ile kalpleri arasına girerek, yine kendi dilemesi müstesna insanın hiçbir şey idrâk etmesine imkân vermeyeceğini haber vermektedir. Bu, insana açık bir ikazdır.
Bu ifadeyle Allah’ın kulun kalbine sahip olup azmini kırması, niyet ve maksatlarını değiştirmesi ve ona düşüncelerini istediği şekilde yerine getirmesine imkân vermemesi şeklinde de anlaşılabilir. Buna göre Allah kulun saadetini isterse onunla küfür arasına; şekavetine hükmederse onunla îman arasına girebilir. Bu sebeple Resûlullah (s.a.s.) dâima:

“Ey kalpleri ve basîretleri evirip çeviren Allahım, benim kalbimi dinin üzere sabit kıl” diye dua ederdi. (Tirmizî, Kader 7)

Zira Allah’ın korumasından çıkan kulun, hem kendini hem de içinde yaşadığı toplumu zarara uğratacak bir fitneye düşmesinden korkulur:

25. Hem öyle bir fitneden sakının ki, geldiği zaman içinizden sadece zulmedenlere dokunmaz, herkesi kuşatır. Yine bilin ki Allah’ın cezalandırması çok şiddetlidir.

Fitne, toplumda dinî inancın zayıflaması; günahların yaygınlaşması; anarşi, kargaşa ve hukuksuzluğun hâkim olması ve Allah’a kulluk yapmanın neredeyse imkânsız hale gelmesidir. Yüce Allah mü’minlere, toplumda günahların işlenmesine ve yaygınlaşmasına engel olmalarını emretmektedir. Değilse onların hepsini kuşatacak bir azap göndereceği ikazında bulunur.

Zeynep bint-i Cahş (r.a.) Resûlullah (s.a.s.)a: “Ey Allah’ın Rasûlü, sâlih kimseler aramızda bulunduğu halde helak edilir miyiz?” diye sorunca Efendimiz: “Evet, kötülük yaygınlaşacak olursa” diye cevap vermiştir. (Buhârî, Fiten 4, 28; Müslim, Fiten 1-2)

Yine Efendimiz: “İnsanlar, zalimi görüp de onun elini zulümden engellemeyecek olurlarsa, aradan fazla zaman geçmeden, Allah onların hepsini kendi tarafından göndereceği bir azaba uğratır” buyurmuştur. (Tirmizî, Fiten 8)

Fitnenin ve ona bağlı olarak vuku bulacak musibetin iyi-kötü herkesi kuşatmasını Resûl-i Ekrem (s.a.s.) bir gemi misaliyle şöyle anlatır:

“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak orada duranlarla bu sınırları aşıp ihlâl edenler, bir gemiye binmek üzere kur‘a çeken topluluğa benzerler. Onlardan bir kısmı geminin üst katına, bir kısmı da alt katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar:

«–Hissemize düşen yerden bir delik açsak, üst katımızda oturanlara eziyet vermemiş oluruz» dediler.

Şayet üstte oturanlar, bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa, hepsi birlikte batar, helâk olurlar. Eğer ellerinden tutarak bunu önlerlerse, hem kendileri kurtulur, hem de diğerleri kurtulmuş olur.”
(Buhârî, Şirket 6; Şehâdât 30; Tirmizî, Fiten 12)

Bu hadis-i şerif, bazı kimselerin günahları yüzünden herkesin azaba uğrayabileceğini; iyiliği emredip kötülüğü yasaklamanın terk edilmesi durumunda da bir kısım musibetlerin gelebileceğini haber verir. Dolayısıyla bir bakıma gelebilecek musibetlerden korunmak, diğer yönden de geleceğe ümit ve güven içinde bakabilmek için şu ilâhî uyarıya kulak vermek gerekir:

26. Hatırlayın ki, bir zamanlar siz yeryüzünde zayıf ve hor görülen azınlık bir gruptunuz; insanların sizi her an yakalayıvermesinden korkuyordunuz da Allah size sığınacağınız bir yurt nasip etti, sizi bizzat yardımıyla destekleyip güçlendirdi ve sizi temiz ve hoş rızıklarla rızıklandırdı. Umulur ki şükredersiniz.

Bedirde zafer ve ganimet elde eden müslümanlara önceki zayıf ve çaresiz durumları hatırlatılır ve Allah’ın kendilerine olan muazzam ikramları beyân edilerek şükretmeleri istenir.

Müslümanlar önce:

Azınlık idiler.
Mekke müşrikleri tarafından zayıf görülüyor, horlanıyor ve eziyete uğruyorlardı.
Kendilerine kin ve öfke ile bakan kimselerin saldırılarına karşı onları koruyacak kimse yoktu ve her an böyle yok olma korkusu içinde yaşıyorlardı.

Allah Teâlâ onlara şu ihsanlarda bulundu:

Onları müşriklerin elinden kurtararak Medine’ye yerleştirdi, orada onlara emniyet ve asayiş verdi.
İlâhî yardımıyla onları kuvvetlendirdi. Ensâr-ı kirâmı onlara yardımcı yaptı. Bedir’de melekleri yardıma göndererek onları muzaffer kıldı.
Onlara temiz, hoş ve güzel rızıklar ikram etti, ganimetler ihsan etti. Onları ezilmiş, aşağılanmış bir durumdan böyle şanlı şerefli bir mevkiye getirdi. Bu nimetlerin devamı için şükretmek lazımdır. Çünkü nimetler şükürle artar, nankörlükle elden gider.

Cüneyd (k.s.) der ki: “Yedi yaşında bir çocukken bir gün dayım Seriyyi Sakatî’nin yanındaydım. Yanında bir topluluk şükür hakkında konuşuyorlardı. Seriy bana: «Ey çocuk, şükür nedir?» diye sordu. Ben de: «Şükür, Allah’ın nimetiyle ona isyan etmemendir» dedim. Bunun üzerine: «Öyle anlaşılıyor ki Allah’ın sana en büyük nimeti lisânın olacak» dedi. Onun bu sözünü hatırladıkça hâlâ ağlarım.”

Şu misaller, Allah’ın nimetlerine karşı derin bir şükür hissiyâtı içinde olmanın önemini ne güzel anlatır:
Târık b. Ziyâd’ın beş bin kişilik ordusu, doksan bin kişilik İspanya ordusunu perişan etti. Târık, kralın hazineleri üzerine ayağını koymuş, kendi kendine şöyle diyordu:

“Târık! Dün boynu tasmalı bir köle idin; gün geldi Allah seni hürriyetine kavuşturdu. Sonra bir kumandan oldun! Bugün, Endülüs’ü fethettin ve kralın sarayında bulunuyorsun. Şunu iyi bil ve hiçbir zaman unutma ki, yarın da Allah’ın huzûrunda olacaksın!”

Şükreden bir kul olmaya bir diğer örnek de şöyledir:

Ayaz isimli bir köle vardı. Gün geldi Sultan Mahmud tarafından satın alındı. Sultan, onu taşıdığı asil karakteri sebebiyle çok sevdi. Sultan’ın öylesine îtimâdını kazandı ki devletin haznedârı tayin edildi ve en kıymetli zarif mücevherler ona emanet edilir oldu. Saraydakiler, hasetleri yüzünden bu durumu hazmedemediler. Asil ruhlu kölenin îtibârını zedelemek için ellerinden geleni yaptılar. Bir gün Sultan’ın huzûrunda birinin diğerine şöyle dediği duyuldu; “Köle Ayaz’ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Her gün gidiyor; hatta izinli günlerinde bile gidip orada saatlerce kalıyor. Mücevherlerimizi çaldığından eminim.” Bunu duyan Sultan kulaklarına inanamadı. “İşin aslını kendi gözlerimle görmeliyim” dedi. Duvara küçük bir delik yaptırıp hazînede olanları tâkibe başladı. Ayaz sessizce içeri girdi, kapıyı kapattı ve sandığa gitti. Sandığın önünde diz çökerek kapağı usulca kaldırdı ve içinden bir şey çıkardı. Bu, orada sakladığı küçük bir bohçaydı. Bohçayı öptü alnına koydu ve sonra da onu açtı. İçinden çıkan köleyken giydiği yırtık pırtık bir elbiseydi! Ayaz, saray giysilerini çıkarıp bunu giydi ve aynanın karşısına geçerek kendi kendine:

“– Daha önceleri, bu elbiseyi giydiğin zamanlar kim olduğunu hatırlıyor musun? Bir hiçtin sen, satılacak bir köleydin. Allah, Sultânın eliyle sana rahmetinden, belki de hiç hak etmediğin nimetler lûtfetti. İşte Ayaz şimdi buradasın, ama asla nereden geldiğini unutma! Çünkü mal mülk insanı gaflete düşürür, nisyâna sürükler. Sen, nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve dâima eski hâlini hatırla!”

Sandığı kapatıp kilitledi ve sessizce kapıya doğru yürüdü. Çıkarken birden Sultanla yüz yüze geldi. Sultan gözlerini Ayaz’ın yüzüne dikmiş dururken, yanaklarından aşağı yaşlar süzülüyordu. Boğazı öyle düğümlenmişti ki konuşmakta güçlük çekiyordu:

“– Ayaz! Bugüne kadar mücevherlerimin haznedârıydın, ama şimdi... Şimdi kalbimin haznedârısın. Bana, bir hiç olduğumu ve kendi Sultanım’ın huzûrunda nasıl davranmam gerektiğini öğrettin.” (Muhyiddin Şekûr, Su Üstüne Yazı Yazmak, s. 114)

Şu halde mü’minler, sahip oldukları maddi ve manevî nimetlerin kıymetini bilip, bunlara hıyânetten uzak durmalıdırlar:

27. Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamber’e hâinlik etmeyin; yoksa bile bile size emânet edilen şeylere de hâinlik etmiş olursunuz.


Hıyânet; emânete riâyet etmemek, vazifeyi tam olarak yerine getirmemek, haksızlık yapmak, bir şeyi kötü mânada saklayıp gizlemek gibi anlamlara gelir. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.):

“Allahım! Açlıktan sana sığınırım; çünkü o kişi ile beraber oturup kalkanların en kötüsüdür. Hâinlikten de sana sığınırım; çünkü o en kötü sırdaştır” buyurur. (Ebû Dâvûd, Vitr 32)

Allah’a ve Rasûlüne hıyânet; Kur’ân-ı Kerîm’in hükümlerine ve Peygamberimiz (s.a.s.)’in sünnetine riâyet etmemek, saygısızlık yapmak, dinin emir ve yasaklarına sırf gösteriş için uymak, Allah ve Rasûlü aleyhinde düşmana gizli sırları vermek gibi durumlardır. Allah ve Rasûlü’ne hıyânet edenler, kendi aralarındaki emanetlere de hıyânet ederler. Artık birbirlerine olan güvenleri yok olur; mal, can, ırz ve namus emniyeti kalmaz. Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili rivayet bu durumu daha açık bir tarzda ortaya koymaktadır:

Resûlullah (s.a.s.), Medine’deki yahudi kabîlelerinden biri olan Kureyzaoğulları’nı yirmi bir gece süreyle kuşatma altına aldı. Onlar, kardeşleri Nadîroğulları gibi Şam taraflarında Ezreât ve Erîha’da oturan kardeşlerinin yanına gitmek üzere Resûlullah ile anlaşmak istediler. Resûlullah bu teklifi reddedip Sa‘d b. Muâz’ın haklarında vereceği karara göre hareket etmelerine müsaade edeceğini bildirdi. Onlar Sa‘d’in hakemliğini kabul etmeyip kendilerine Ebû Lübâbe b. Abdülmünzir’in gönderilmesini talep ettiler. Ebû Lübâbe’nin Kurayza oğullarıyla arası iyiydi. Çünkü çocukları ve malları onların elindeydi. Peygamberimiz Ebû Lübâbe’yi onlara gönderince onlar: “Ne dersin, Sa‘d’ın hükmüne razı olalım mı?” diye sordular. O da Sa‘d’ın onlar hakkındaki kararının boyunları vurularak öldürülmeleri olduğuna işaret etmek üzere boğazını gösterip onun hakemliğine razı olmamalarını îmâ etti. Ebu Lübâbe der ki: “Henüz ayaklarımı yerinden kıpırdatmadan Allah ve Rasûlü’ne ihânet ettiğimi anladım.” Çünkü Resûlullah (s.a.s.) onlardan Sa‘d’ın haklarında vereceği hükme razı olmalarını istemiş, o ise onları bundan vazgeçirmişti. İşte bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.

Ebû Lübâbe, kendisini mescidin direğine bağlayıp ölünceye ya da Allah tarafından affedilinceye kadar yiyip içmeyeceğine yemin etti. Yedi gün sonra bayılıp düştü. Sonra Allah tevbesini kabul etti. Kendisine tevbesinin kabul edildiği, artık bağlarını çözüp evine gidebileceği söylenince: “Hayır vallahi, Resûlullah (s.a.s.) gelip bağlarımı çözmedikçe buradan ayrılmam” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.s.) gelip bağlarını çözdü. Ebû Lübâbe: “Tevbemin tamam olması için, böyle bir günaha giriftar olduğum kavmimin bulunduğu bu memleketi terk edeceğim ve malımın tamâmını tasadduk edeceğim” deyince Resûlullah (s.a.v.): “Malının üçte birini tasadduk etmen yeter” buyurdu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 238-239)

Görüldüğü üzere bu gibi durumlarda insanın ayaklarının kaymasına sebep olan en büyük tehlike mal ve evlattır. Bunun için buyruluyor ki:

28. İyi bilin ki, mallarınız ve evlatlarınız sizin için ancak birer imtihan sebebidir. Büyük mükâfatın ise yalnız Allah’ın yanında olduğunu unutmayın.

Önceki âyetin nüzûl sebebinde de temas edildiği gibi, bazan mal ve evlat endişesiyle insan bu nevi yanlışlara düşebilir. İşte âyet-i kerîme bu noktaya hususiyle dikkatleri çekmekte, müslümanları mal ve evlat fitnesine karşı uyanıklığa çağırmaktadır. Diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Ey iman edenler, mallarınız ve çocuklarınız Allah’ı anmaktan sizi alıkoymasın. Böyle yapanlar, en büyük zarara uğrayanların tâ kendisidir.” (Münafıkûn 63/9)

“Ey iman edenler! Eşlerinizden ve evlatlarınızdan size düşman olanlar çıkabilir; onlara karşı dikkatli olun!” (Teğâbün 64/14)

“Fitne”, bazan “belâ” bazan de “imtihan” anlamında kullanılır. Birinciye göre âyet: “Mallarınız ve çocuklarınız, dünyada günah işlemek, bunun sonucu olarak âhirette de azaba maruz kalmak gibi bir belâya uğramanıza sebep olabilir. Dikkatli olun!” mesajını verir. İkinciye göre ise: “Mal ve çocuklar, Allah’ın kullarını imtihan ettiği malzemelerdir. Bunlar vasıtasıyle Allah, nefsinin arzularına uyanla Mevlâsının rızâsını tercih edeni birbirinden ayırır” mânası anlaşılır. Bu vesileyle kulluk imtihanında başarılı olabilmek için takvâya sarılmanın önemine dikkat çekmek üzere şöyle buyruluyor:

29. Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız size hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan ayıracak şaşmaz bir ölçü verir, günahlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah, pek büyük lutuf ve ihsân sahibidir.

Bu âyette takvânın, sahibine sağladığı üç mühim fayda haber verilir:

Birincisi; Allah, kendinden korkan, buyruklarına karşı gelmekten sakınan böyle kullarına hakkı bâtıldan, iyiyi kötüden, hayrı şerden ve doğruyu yanlıştan ayırabilecek şaşmaz bir ölçü ve derin bir anlayış kuvveti ihsan eder.

Nitekim mânevîyat ve hâl sahibi kadınlardan Rabia b. İsmâil şöyle demektedir:

“Kul Allah’a ibâdet ederse, Cebbâr olan Allah da ona yaptığı hataları bilmeyi nasip eder. Dolayısıyla o kul yanlış hareketlerini düzeltmeye başlar. Halkı bırakır, kendi ayıplarıyla meşgul olur.” (Velîler Ansiklopedisi, I, 217)

Câfer b. Sâdık, Ebû Hanife’ye şunu sormuştu:

“- Akıllı kimdir?”
“- İyilik ile kötülüğün arasını ayıran.”
“- Hayvanlar da ikisinin arasını ayırabiliyorlar, kendilerini dövenle ot vereni birbirinden ayırt edebiliyorlar.”
“- Şu hâlde sana göre akıllı kimdir?”
“−İki iyilik ile iki kötülüğün arasını ayırıp, iki iyiden daha iyisini, iki kötülükten daha ehven olanını tercih eden!” (Tezkiretü’l-Evliyâ, I, 54)

İkincisi; onların daha önce işlemiş oldukları günahlarını örter; görmezden gelir.

Üçüncüsü; âhirette de onların kalan bütün günahlarını bağışlar. Çünkü Allah, çok büyük ihsan, ikram ve lutuf sahibidir.

Ancak Allah’ın bu geniş lütfundan istifade yerine O’nun Rasûlü’nü ortadan kaldırmak için türlü türlü planların peşinde koşanlar da vardır:

30. Hani bir zamanlar kâfirler ya seni tutuklayıp hapsetmek veya öldürmek ya da yurdundan zorla çıkarmak için bir takım tuzaklar kuruyorlardı. Onlar böyle tuzaklar hazırlayadursunlar, ama Allah da onların tuzaklarına karşılık verecektir. Çünkü Allah, tuzak kuranlara en güzel karşılığı verendir.

Mü’minler bir bir Mekke’yi terk edip Medine’ye hicret ettiler. Ensâr-ı kirâmın yardım ve himayeleriyle orada bir birlik ve bütünlük oluşmaya başladı. Allah Resûlü (s.a.s.) de Medine’ye hicret ettiği takdirde bu oluşumun başına geçecek ve kısa zamanda hatırı sayılır bir güç haline geleceklerdi. Durumun nezaketini kavramakta gecikmeyen Mekke müşrikleri Dâru’n-Nedve’de toplanarak Peygamberimiz (s.a.s.)’le alakalı problemi nasıl çözeceklerine dair istişâre ettiler. Âyet bu istişâre neticesinde alınan kararları haber vermektedir. Buna göre müşrikler üç ihtimal üzerinde durmuşlardır:

· Tebliğ faaliyetlerini engellemek maksadıyla elini kolunu bağlayıp zindana atmak; yiyecek ve içeceğini kısmak suretiyle ölüp gitmesini sağlamak.
· Mekke’den çıkarıp, zararından kurtulmak için uzak bir yere sürgüne göndermek.
· Kimin öldürdüğü belli olmasın, Hâşimoğulları da savaşı göze alamayıp diyete razı olsun diye her kabileden bir genç seçip, topluca onu öldürmelerini sağlamak.

Müşrikler, şeytanın da desteğiyle bu son madde üzerinde anlaştılar. Cebrâil (a.s.) durumu Efendimiz’e haber verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz, Hz. Ali’yi yatağına yatırarak gizlice Medine’ye doğru hicret yolculuğuna başladı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IX, 300)

Peygamberimiz (s.a.s.)’e düşmanlıklarını bu şekilde sergileyen müşriklerin Kur’an karşısındaki durumları da şöyle haber verilir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman: “Duyduk, duyduk! İstesek elbette biz de bunun gibi şeyler söyleyebiliriz. Çünkü bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değil!” diye tepki gösterirler.

Âyetin iniş sebebi şöyledir: Müşriklerden Nadr b. Hâris tüccar olarak İran’a gider gelirdi. Bu yolculukları esnâsında rastladığı keşişlerden Kelile ve Dimne masallarını, Kİsrâ ve Kayser hikâyelerini duyup öğrenmişti. Allah Resûlü (s.a.s.), Kur’an’dan geçmiş kavimlerle alakalı kıssaları okuyunca, Nadr da: “İstesem ben de bunun gibi söylerim” demiş ve bu hâdise üzerine bu âyet-i kerîme inmiştir. (Kurtubî, el-Câmi‘, VII, 397)

Onlar böyle söylediler; fakat senelerce uğraştıkları halde bir türlü o Kur’an-ı Azîmüşşân’ın bir benzerini söyleyemediler. Bunu başaramadıkları için de türlü türlü hilelere, tuzaklara baş vurdular. Bu da yetmedi savaşmak mecburiyetinde kaldılar. Zaman zaman da inkârlarını daha farklı usluplarla dile getirmekten geri durmadılar:

Esâtîr” kelimesinin izahı için bk. En‘âm 6/25.

32. Bir zaman da: “Rabbim! Eğer bu Kur’an, senin katından gelen gerçek bir kitap ise, hiç durma hemen üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem verici bir azap gönder” demişlerdi.

33. Halbuki Rasûlüm, sen onların arasında bulunduğun sürece Allah onlara azap edecek değildir. Bir de yaptıklarına pişmanlık duyup günahlarının bağışlanmasını diledikleri sürece de Allah onlara azap etmeyecektir.


Enes b. Mâlik (r.a.)’ın haber verdiğine göre Ebu Cehil: “Allahım, eğer Muhammed ve getirdiği Kur’an senin gönderdiğin bir gerçek ise gökten baş‏ımıza taş‏ yağdır veya bizi elîm bir azâba uğrat” dedi. Bunun üzerine: Rasûlüm, sen onların arasında bulunduğun sürece Allah onlara azap edecek değildir…” (Enfâl 8/33) âyetleri nâzil oldu. (Buhârî, Tefsir 8/3; Müslim, Münâfikîn, 37)

33. âyet, müşriklerin ve diğer günahkar toplumların toplu helakten, ilâhî azap ve intikam tecellilerinden uzak kalabilmelerinin iki mühim sebebi üzerinde durur:

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü (s.a.s.)’in Mekke’de aralarında bulunuyor olması. Habibi hürmetine Allah onlara mühlet vermekte ve azap taleplerini hemen yerine getirmemektedir. İbn Abbas (r.a.): “Allah Teâlâ’nın, hiçbir bölge halkını, peygamberleri oradan çıkıp, emrolundukları yere ulaşmadıkça azaba uğratmadığını” söyler. (Kurtubî, el-Câmi‘, VII, 399)

Âyette Peygamber (s.a.s.)’e tâzim ve hürmet göstermeye teşvik vardır. Zira Allah onu âlemlere rahmet olarak göndermiştir. Rahmet ile azab birbirine zıttır; iki zıt ise bir arada bulunmaz. Allah Resûlü (s.a.s.) yaşadığı müddetçe en büyük emân olduğu gibi, sünneti yaşandığı müddetçe de yine en büyük emân olarak devam edecektir. Bu âyet, Efendimiz’in Allah yanındaki şeref ve kıymetini haber veren açık bir delildir. Çünkü onu kullarının güvende olmasına ve azabın inmemesine vesile kılmıştır. Burada, aynı zamanda, salah ve takvâ sahibi kimselere yakın olan toplumlardan Allah Teâlâ’nın azabı kaldıracağına dair bir işaret görmek mümkündür.

Hepsi tevbekâr olup istiğfar etmeleri veya aralarında Allah’a istiğfar eden ve edecek olan kimselerin bulunması. İyiler içinden kötüler ortaya çıkıp zulümde aşırı gitmeye başladıkları ve buna engel olunmadığı zaman, bu sebeple meydana gelecek fitnenin zararı iyilere de dokunduğu gibi, kötüler içinde fevkalade iyiler zuhur etmeye başladığı zamanlarda az da olsa o iyilerin hürmetine, kötülerin hak ettikleri ceza tamamen affa veya en azından tehire uğrayabilir. Çünkü kötüler azabı celbettiği gibi iyiler de rahmeti celbeder.

Hz. Ali: “Yeryüzünde iki emân vardı. Biri gitti, diğeri kaldı. Giden Resûlullah (s.a.v.), kalan ise istiğfardır” buyurduktan sonra bu âyeti okumuştur.

Sonsuz merhamet sahibi olan Rabbimiz, kullarını azaptan korumak için bir takım vesileler var eder. Ama insanlar bu vesileleri değerlendirmezlerse, kendi elleriyle kendilerini azaba müstahak hâle getirirler:

34. Onlar Mescid-i Harâm’ın yönetimine lâyık olmadıkları halde, insanların orada ibâdet etmesini engelleyip dururken Allah onlara niye azap etmesin ki? Mescid-i Harâm’ın hizmet ve yönetimine lâyık olanlar, ancak Allah’a karşı gelmekten sakınan ve içleri O’na karşı saygıyla dopdolu olarak buyruklarını titizlikle yerine getiren mü’minlerdir. Fakat onların çoğu bunu bilmez.

Aralarında Allah Resûlü (s.a.s.) bulunmasa ve içlerinden iman şerefine erecek tâlihli kullar olmasa idi, müşriklerin ilâhî azaba uğramamaları için hiçbir neden yoktu. Çünkü onlar, azabı gerektirecek pek çok günah ve çirkin işler yapmaktaydılar. Meselâ, müslümanları ve diğer bazı insanları Mescid-i Haram’a girmekten men ediyorlar; “Biz Kâbe’nin ve Harem’in sahipleriyiz; dilediğimizin oraya girmesine izin verir, dilediğimizi oradan geri çeviririz” diyorlardı. Halbuki Allah Teâlâ, böyle müşrik halleriyle onların Mescid-i Harâm’ın hizmet ve idaresini üstlenmeye liyakatli olmadıklarını; buna liyakatli olanların takvâ sahibi müslümanların olduğunu beyân etmiştir.

Müşriklerin bu işe liyakatsizliğinin gerekçesini de şöyle haber vermektedir:

35. Onların Kâbe’deki ibâdetleri, ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. Öyleyse inkâr etmenizden dolayı tadın azabı!

Cahiliye halkı Beytullâh’ı tavaf ederken alkış‏ tutar, ıslık çalar ve yanaklarını yere koyarlardı. İşte müş‏riklerin tavaftaki bu davranış‏larının asılsızlığını göstermek üzere bu âyet inmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 240) Bir diğer rivayete göre onların tavaf sırasındaki bu davranışları, Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ve mü’minlerin Mescid-i Harâm’daki ibâdetlerini engellemek ve huzursuzluk çıkarmak gayesi taşımaktaydı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, IX, 318) Nitekim Mukatil (r.h.), müşriklerin bu engellemelerini şöyle tarif eder: “Allah Resûlü (s.a.s.), Mescid-i Harâm’da namaza durduğunda Abduddâr oğullarından iki kişi hemen kalkıp sağına geçer ve ıslık çalmaya; diğer iki kişi de kalkıp soluna geçer ve alkış tutmaya başlarlardı. Allah Tealâ bunları Bedir günü mü’minlerin elleriyle öldürmüştür.” (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-mesîr, III, 353-354)

Bundan böyle de inkârcılar, İslâm’a düşmanlığa devam edecek, Allah da onların cezalarını verecektir:

36. İnkâra saplananlar, mallarını insanları Allah yolundan çevirmek için harcarlar. Onu böylece harcamaya devam edeceler. Ama harcanan bu mal onlara bir pişmanlık sebebi olacak. Çünkü hedeflerine varamadan mağlup edilecekler. Neticede kâfirler toplanıp cehenneme sürülecekler.

37. Allah böylece murdar olanı temiz olandan ayırır, sonra murdar olanları birbiri üstüne yığıp, hepsini bir balya hâline getirir ve ardından cehenneme doldurur. İşte onlar, en büyük zarara uğrayanların tâ kendileridir.


Bu âyetler Bedir savaşı için mallarını sarf eden, bu cümleden olmak üzere her biri her gün on deve keserek müşrik askerlerini doyuran Kureyş zenginleri hakkında nâzil olmuştur. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 240) Bununla birlikte müşriklerin Uhud, Hendek gibi savaşlarda harcadıklar paraları; onlardan sonra kıyamete kadar gelecek kâfirlerin din düşmanlığı için harcadıkları ve harcayacakları paraları ve onların hazin neticelerini beyân etmektedir. Şöyle ki:

Kâfirlerin, müşriklerin, din düşmanlarının, insanları Allah yolundan saptırmak niyetiyle harcadıkları bütün paralar, mallar ve imkânlar kendileri için bir hasret, büyük bir pişmanlık ve iç yarası olacaktır. Nihâyetinde bunları boş bir dava uğruna harcadıklarını anlayacaklar ve “Eyvah!” diyeceklerdir. Sonra da mağlup olacaklardır. Dünyada yapılan savaşlarda “Biz, bu gâlibiyet ve mağlubiyet günlerini insanlar arasında döndürür dururuz” (Âl-i İmrân 3/140) kanun-i ilâhî gereğince kâh galip kâh mağlup olsalar da en sonunda kesinlikle kaybedecek taraf onlar olacaktır. Sadece mağlubiyetle kalmayacak, o kâfirlerin hepsi cehenneme sürülecek ve orada toplanacaklardır.

Bu imtihanlar, Allah Teâlâ’nın kötüleri iyiler arasından ayırıp alması içindir. Bu yolla Cenâb-ı Hak, habis ruhlu kâfirleri iyilerden ayırıp bir araya toplar, onları üst üste bindirir, murdar mallarını da sırtlarına yükler, böylece hepsini son derece sıkıntı ve zahmet verecek şekilde kat kat istifleyerek topluca cehenneme doldurur. Gerçekten hüsrana uğrayanlar, bunlar değil de, başka kim olabilir?

Ancak ilâhî rahmetin bir tecellisi olarak, en koyu inkâr çukurlarında bulunanlar için bile hidâyet kapısı daima açık tutulmaktadır:

38. Rasûlüm! Kâfirlere söyle, eğer inkâr ve düşmanlıklarından vazgeçerlerse önceki bütün günahları bağışlanacaktır. Yok, eğer yeniden düşmanlığa dönerlerse, o takdirde, önceki nesillere uygulanan ilâhî helâk kanunu bunlar için de geçerlidir.

Kâfirler, küfürden vazgeçip tevbe ettikleri takdirde önceki bütün günahları bağışlanacaktır. Nitekim, bu âyetin izahı mâhiyetinde Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Bilmez misin ki İslâm kendisinden öncekileri siler, hicret de kendisinden öncekileri siler, hac da kendisinden öncekileri siler …” (Müslim, İman 192)

Âyetteki bu rahmet üslubu, kâfirleri hidâyete teşvik bakımından büyük bir öneme sahiptir. Çünkü kâfirler, inkârlarıyla birlikte çeşitli günahlar işlemektedirler. Tevbe ettikleri takdirde bile, bu suçlardan sorgulanacak olsalardı, belki hiç tevbeye yanaşamazlar ve hiçbir şekilde mağfirete de nâil olamazlardı. Fakat nihâyetsiz af ve merhamet sahibi Rabbimiz, kâfirlere bile tevbe yollarını açmakta; İslâm’a girdikleri takdirde bol bol mağfiretini müjdelemekte ve geçmişte yaptıkları tüm kötülükleri silip yok edeceğini haber vermektedir.

Ancak, Peygamber’e karşı savaşa devam ettikleri takdirde, bu rahmetten istifade edemeyecek olmaları bir tarafa, peygamberlerine karşı gelip helak edilen önceki toplumlar gibi bunlar da helake uğrayacaklardır. Çünkü âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Allah: «Ben ve peygamberlerim mutlaka ve mutlaka galip geleceğiz» diye hükmetmiştir.”(Mücâdile 58/21)

Bu galibiyetin şartı ise yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar çok kapsamlı bir şekilde Allah yolunda savaşa devam etmektir:

39. O halde hiçbir fitne kalmayıncaya ve bütün hâkimiyet sadece Allah’ın oluncaya kadar o kâfirlerle savaşın. Şayet küfür ve isyandan vazgeçerlerse, şüphesiz Allah, onların yaptıklarını görmektedir.

40. Eğer imandan yüz çevirirlerse, artık bilin ki Allah sizin mevlânızdır. O, ne güzel mevlâ, ne güzel yardımcıdır.


Kur’ân-ı Kerîm, savaşın en önemli bir sebebi olarak fitneyi zikreder. Fitne; küfür, şirk, nifak, fısk, zulüm ve bunları doğuran, ayrıca bunların sebep olduğu ortam, kargaşa, anarşi ve kaos demektir. Cenâb-ı Hak ise daima umumi sulhü, adâleti, emniyeti, imanı ve kendine teslimiyeti ister. Bu sebeple fitne kalmayıp din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar savaşmak, müslümanların en mukaddes ve hayatî vazifeleridir. Bu vazife, kesintisiz kıyamete kadar sürecektir. Çünkü dünya durdukça iman ve küfür olacak ve bunların taraftarları arasındaki mücâdele devam edecektir. Bu savaşın hedefi, Hak dini galip kılmak; hâkimiyetin sadece Allah’ın olmasını sağlamak; Allah’ın kullarını başkalarının mahkûmu yapan bâtıl dinleri yıkmak ve insanların fitne ve eziyetle Allah’tan başkasına boyun eğmeye zorlanmasına mani olmaktır. Bu hususta müslümanların sahibi, yardımcısı ve destekçisi şüphesiz ki Allah Teâlâ’dır. (bk. Bakara 2/193)

Peki, kâfirlerle yapılan savaşlarda elde edilen ganimetlerin taksimi nasıl yapılacaktır:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
41. Şunu bilin ki, ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri Allah’a, Rasûlü’ne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Eğer Allah’a ve iki ordunun karşılaştığı, hak ile bâtılın birbirinden ayrıldığı günde kulumuza indirdiğimize inanıyorsanız bunun böyle olduğunu kabul edin. Allah her şeye hakkiyle güç yetirendir.

Ganimet, kâfirlerden savaşarak ve zor kullanılarak alınan maldır. Fey ise savaşmadan elde edilen mallara denir. Enfâl sûresi 1. âyette ganimetlerin Allah ve Rasûlü’ne ait olduğu belirtilmişti. Bu âyet ise, onun bir açıklaması mâhiyetinde Allah’a ve Rasûlü’ne ait olan kısmın miktarını ve bunun kimlere taksim edilmesi gerektiğini beyân eder. Bunun miktarı beşte birdir. Ganimet önce beşe ayrılır, sonra beşte bir tekrar beş hisseye ayrılıp âyette belirtilen yerlere verilir. Bunlar Allah ve Peygamber, Peygamber’in akrabaları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlardır. Kalan beşte dört ise savaşa katılan askerlere taksim edilir.

Burada Allah Teâlâ’nın isminin zikredilmesi, tâzim için ve söze teberrüken O’nun ismiyle başlamak içindir. Yoksa beşte birde O’nun bir payı olduğunu belirtmek için değildir. Çünkü sadece ganimetler değil, yerde ve gökte, dünya ve âhirette ne varsa hepsi O’na aittir. Peygamber Efendimiz’in vefatıyla birlikte, ganimetin beşte birinden iki hisse düşmüştür. Bunlar, Peygamberimizin hissesiyle akrabalarının hissesidir. Dolayısıyla bugün o beşte bir beşe değil üçe taksim edilir.

İki ordunun karşılaştığı o ayrışma gününde Peygamberimiz (s.a.s.)’e indirilenden maksat şunlar olabilir:

O günde inen Kur’an âyetleri,
Yardım melekleri,
İlâhî yardım ve zafer.

Ganimet taksiminin beyanından sonra Bedir savaşının tamamen ilâhî bir planın eseri olduğunu haber vermek üzere buyuruyor ki:

42. O vakit siz vâdinin Medine’ye daha yakın yamacında, müşrikler de daha uzak tarafında bulunuyordu. Kervan ise sizden daha aşağıda deniz sahilinde idi. Eğer siz savaşmak için belli bir zaman ve mekan hakkında anlaşsaydınız, sözünüzde kesinlikle bu kadar duramazdınız. Fakat Allah, olmasını istediği şeyi gerçekleştirmek için böyle yaptı. Ta ki helâk olan belli bir delile göre helâk olsun, hayatta kalan da belli bir delile göre hayatta kalsın. Şüphesiz ki Allah, hakkiyle işiten ve kemâliyle bilendir.

Müslüman ve düşman ordularının Bedir’deki yerleşimleri, önceden planlanmış bir şey değildi. Ebu Cehil liderliğindeki düşman ordusu daha önce gelip, Medine’ye uzak Mekke’ye yakın olan yeri tutmuştu. Burası hareket için daha uygun, kumsuz ve sağlam zeminli idi. Sonra gelen müslüman ordusu da Medine’ye yakın bir alana yerleşti. Burası ise kumsal olduğundan hareket imkânını zorlaştırıyordu. Kervan ise müslümanların aşağı kısmında sahil tarafında bulunuyordu. Aslında zahirî şartların hepsi kâfirlerin lehine, müslümanların aleyhine gözüküyordu. Gerek asker sayısı, gerek arazi durumu, gerekse savaş mühimmat ve levâzımı açısından görünüşte düşman güçlü müslümanlar zayıf idiler. Öyle ki, savaşma zamanı ve mekanı hakkında iki taraf arasında önceden bir anlaşma olsaydı ve iki ordu arasındaki fark önceden bilinseydi, müslümanlar savaşmaya cesaret edemez, kendi aralarında anlaşmazlığa düşer ve verdikleri sözden dönerlerdi. Zaferden ümitlerini keser, düşmana üstün gelmeyi düşünmek bir tarafa, karşılarına çıkmayı bile göze alamazlardı. Hâsılı iş görünürdeki sebeplere bağlı kalsaydı, aradaki büyük farklılıktan dolayı zaferin kazanılması mümkün olmazdı. Fakat Cenâb-ı Hak müslümanların galip gelmesini murad etmişti ve bütün şartları bu muradının gerçekleşmesi istikametinde yönlendiriyordu. Bu sebeple, helak olanın açık bir delile dayanarak helak olması, hayatta kalanın açık bir delile dayanarak hayatta kalması için, savaş öncesi ve sonrasında üst üste harikulâde hadiseler meydana gelmeye başladı. Bunlardan en kritik bir anda müslümanları ipekten bir örtü gibi saran uykuya, üzerinde bulundukları kaygan kumsalı pekiştiren yağmura ve yardım için peş peşe inen binlerce meleğe önceki âyetlerde temas edilmişti. (bk. Enfâl 8/11) Şimdi ise savaş öncesinde ve savaş esnasında yaşanan bir başka mûcize haber verilmektedir:

43. Rasûlüm! Hani Allah, savaştan önce müşrik ordusunu sana rüyânda olduklarından çok daha az gösteriyordu. Eğer onları sana çok gösterseydi mutlaka korkup çekinecek ve savaşıp şavaşmama konusunda aranızda anlaşmazlığa düşecektiniz. Fakat Allah sizi böyle bir duruma düşmekten korudu ve esenliğe çıkardı. Şüphesiz O, sînelerde saklı tutulan bütün sırları hakkiyle bilir.

44. Düşmanla karşılaştığınız zaman da onları sizin gözünüze az gösteriyor, sizi de onların gözüne az gösteriyordu; ta ki Allah, olmasını istediği şeyi gerçekleştirsin! Zâten sonunda bütün işler Allah’a dönecektir.


Yüce Rabbimiz, Peygamber Efendimiz’e savaştan önce bir rüya gösterdi. O rüyada Habibi’nin gözüne düşmanları olduklarından çok daha az olarak gösterdi. Efendimiz de bunu ashâb-ı kirâma haber verip onları savaşa cesaretlendirdi. Fakat bu bir aldanma ve aldatma değildi; büyük bir hikmete binaendi. Eğer Allah Teâlâ, onları oldukları gibi çok gösterseydi, müslümanlar mutlaka korkup çekinecek, yılgınlık gösterecek, savaşıp savaşmama konusunda aralarında anlaşmazlığa düşecek ve bir türlü anlaşamayacaklardı. Fakat Cenâb-ı Hak, düşmanın zahiri kuvvetinden ziyade iç yüzlerindeki zaafiyeti göstermek suretiyle onları sükûnet ve selâmete erdirdi.

Bu mûcizenin uzantısı savaş esnâsında da devam etti. Fakat bu kez iki yönlü bir az gösterme vuku buldu. Cenâb-ı Hak, korkmasınlar, gözleri yılmasın, moralleri bozulmasın diye müslümanların gözüne kâfirleri az gösteriyordu. Hatta İbn Mesud (r.a.) yanındakine: “Düşmanlar yetmiş kişi varlar mı?” diye sorunca o kişi “yüz kişi kadar varlar” demişti. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 19)

Kâfir cephesine gelince Rabbimiz onlar için iki türlü bir plan tatbik etti. Savaşa başlamadan önce, müslümanları ciddiye almasınlar, gurur ve saygısızlık içinde düzensiz bir halde savaşa girsinler diye müslümanları onların gözüne az gösterdi. Öyle ki Ebu Cehil, “Muhammed ve ashâbı, bir deve yiyimi, bir lokmacık” demişti. Savaşa başladıktan sonra ise gözlerinde mü’minleri birden bire büyütüp çoğaltıverdi. Âyetin beyânıyla: “O kâfirler, karşılarındaki mü’minleri baş gözleriyle kendilerinin iki katı görüyorlardı..” (Âl-i İmran 3/13) Yani 313 kişi olan müslümanları tam 2000 kişi olarak görüyor, kalplerini korku sarıyor ve ödleri kopuyordu. Bu da yine Allah Teâlâ’nın müslümanların lehine takdir buyurduğu zaferin gerçekleşmesi için tatbik ettiği hususi bir tecelli idi.

Şimdi de Yüce Rabbimiz, müslümanların savaşta başarılı olmaları için mutlaka tutmaları gereken çok önemli kaideleri öğretmektedir:

45. Ey iman edenler! Düşman ordusuyla karşılaştığınız zaman sebât edin, dayanın ve Allah’ı çok çok zikredin ki başarıya erebilesiniz.


Savaşta zafere erişmenin iki mühim düstûru şudur:

Düşmanla çarpışma esnasında sebât edip mukavemet göstermek; sırt çevirip savaştan kaçmamak. (bk. Enfâl 8/15-16)
Allah Teâlâ’yı çok çok zikretmek. Çünkü kalplerin korkuya kapıldığı bir hengâmede Allah’ı zikretmek, kalbe kuvvet verir ve sebat etmeye yardımcı olur. Demek ki, savaşta kalp yakîn üzere, dil ise zikir üzere sebât etmeli ve yine dillerden, Tâlût’un ordusunun yaptığı şu dua dökülmelidir:

“Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlamlaştır ve kâfirler gürûhuna karşı bize yardım et!” (Bakara 2/250)

Fakat savaşta bu manevî hali yaşamak ve bunu devam ettirebilmek, ancak mârifetullahın kalpte tam olarak yer etmesine ve keskin bir basîrete sahip olmaya bağlıdır. Bunun da yolu Allah’a ve Resûlü’ne itaatten geçer:

46. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin; yoksa korkuya kapılırsınız ve kuvvetiniz elden gider. O halde zorluklara sabredin; çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.

Her türlü başarının sırrı, Allah ve Rasûlü’ne kayıtsız şartsız itaattir. Bunun ardından çekişmemek, didişmemek, anlaşmazlığa düşmemek ve münakaşa etmemek gelir. Çünkü mü’minlerin bir vücudun azaları gibi yekvücut olmaları ve kalpleri toplu halde vurması gerekirken, birbirleriyle ihtilafa düşüp didişirlerse korkuya kapılırlar, yılgınlaşırlar; kuvvet, kudret ve devletlerini ellerinden kaçırırlar. Allah Resûlü’nün yaptığı savaşlarda mûcizevî olarak tecelli eden, arkalarındaki ilâhî yardım rüzgârını kaybederler. O halde hiçbir zaman sabrı elden bırakmadan Allah ve Rasûlü’ne itaat etmeli; Allah yolunda hizmet ve cihada devam etmelidirler. Savaşlarda özellikle şu menfi durumlardan ve kalbî hastalıklardan uzak durmalıdırlar:

47. Savaş için çalım satarak ve halka gösteriş yaparak yurtlarından çıkan ve insanları Allah yolundan alıkoyanlar gibi olmayın. Allah, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.

Burada müşriklerin savaşa çıkarken sergiledikleri üç mezmûm davranış şekli söz konusu edilip mü’minler bunlardan sakındırılır:

Onlar yurtlarından çalım satarak, kibirli ve gururlu bir şekilde çıkmışlardı. “Çalım satmak” diye ifade ettiğimiz اَلْبَطَرُ (batar) kelimesi aslında, “Kişinin, Allah’ın nimetleri sayesinde sahip olduğu gücü ve ihsan etmiş olduğu afiyeti, masiyetleri işlemeye güç kazanmak için kullanması” demektir.
Yine onlar yurtlarından halka gösteriş yaparak çıkmışlardı.
İnsanları Allah’ın dinine girmekten menediyorlardı. İslâm’a ve imana gelmek isteyenlere mâni oldukları gibi, müminlerin Kâbe’yi ziyaret ve tavaf etmelerine de engel oluyorlardı.

İşte müşrikler Mekke’den âyetin haber verdiği halde çıkmışlardı. Cuhfe’ye vardıkları zaman Ebu Süfyan’ın gönderdiği adam gelip: “Geri dönünüz, artık kervan tehlikede değil, selamette” dediyse de Ebu Cehil: “Hayır, vallahi ta Bedir’e kadar varıp şaraplar içmeyince, cariyelerle saz çalıp eğlenmeyince ve oradaki Araplara ziyafetler çekip yemekler yedirmeyince kesinlikle dönmeyeceğiz” dedi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 22) Gerçekten de onlar ta Bedir’e kadar geldiler. Ancak yedikleri kılıç darbeleri, içtikleri ölüm şerbeti, sazları feryâd u figân, kucakladıkları da azab ve hüsran oldu.

Mü’minlerin bu şekilde çalım satarak, gösteriş yaparak, gurur ve kibir duyguları içinde savaşmaları veya diğer hizmetleri yapmaları olacak şey değildir. Onların, savaş dâhil her türlü gayretlerinin hedefi, hak ve adâletin hâkim olması, din ve vicdan hürriyetinin sağlanması olmalıdır. Bunun için de şeytanın aldatmalarına karşı uyanık bulunmalıdırlar:

48. O zaman şeytan onlara amellerini süslü göstermiş ve: “Bugün insanlardan size gâlip gelebilecek hiçbir kimse yoktur; ben de elbette sizin yanınızdayım” demişti. Ama ne zaman ki iki ordu savaş düzeninde karşı karşıya geldi, o zaman şeytan iki topuğu üzere gerisin geri dönüp kaçmaya durdu ve: “Ben sizden tamâmen uzağım; çünkü ben sizin göremeyeceğiniz şeyleri görüyorum. Hem ben Allah’tan korkarım da!” deyip sıvışıverdi. Allah, cezalandırması çok şiddetli olandır.

Şeytan, her türlü kötülüğün, düşmanlığın ve aldatıcı düşüncenin temsilcisidir. Onun düşmanlığı sadece mü’minlere veya kâfirlere değil bütün insanlaradır. Nitekim bu âyette şeytanın, dostları ve kardeşleri olan müşriklere yaptığı düşmanlık haber verilir. Kureyş ordusu hazırlıklarını yapıp savaş için çıkarken şeytan ya içlerinde oluşan aldatıcı bir vesvese, bir gurur halinde veya karşılarında temessül etmiş şeytânî bir şahsiyet halinde onlara gelerek, savaş için yaptıkları hazırlıkları, sahip oldukları kuvvet ve imkânları kendilerine süslü gösterir. Bu kadar üstünlükle beraber asla yenilmeyecekleri kuruntusunu yaldızlayıp gönüllerine bırakır, kendisinin de onların yardımcısı olduğunu tekitle belirtir. İki ordu karşılaşıp savaş başlayıncaya kadar bu aldatma devam eder. Fakat savaş başlayıp iki ordu birbirine girince; meleklerin, ilâhî ve ruhânî kuvvetlerin mü’minlerin imdadına geldiğini görünce şeytan iki ökçesi üzerine gerisin geri kaçar. Sadece kaçmakla kalmaz, son sürat giderken de yine şeytanlığını yapar. Bu kez, savaşa gelirken sarfettiği hayal ve kuruntuları coşturucu iğvalarının tam aksine azimleri kıracak, iradeleri çözecek ve umut kapılarını bütünüyle kapatacak sözler söyler:

Daha önce: “Ben mutlaka sizin yanınızdayım, sizin yardımcınızım” demişken şimdi: “Ben sizden tamamen uzağım, sizinle hiçbir alakam yoktur; başınıza geleceklere karışmam” der.

Önce “Bu gücünüzle size hiç kimsenin galip gelmesi mümkün değil” demişken şimdi “Ben sizin göremediğiniz şeyleri görüyorum; meleklerin yardımını görüyorum, sizin hazin akıbetinizi görüyorum; bu halinizle asla galip olamayacağınızı görüyorum” der. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: “Şeytan, Arefe günü kendisini küçük, hakir, kovulmuş ve öfkeli gördüğü kadar hiçbir gün görmüş değildir. Bunun sebebi, ilâhî rahmetin sağanak sağanak inişini, Allah’ın da kulların büyük günahlarını bağışladığını görmesidir. Bundan tek istisna Bedir günü gördükleridir.” “Ey Allah’ın Rasulü, Bedir günü ne gördü ki?” diye sorulunca da: “O, Cebrâil’i, melekleri savaş için düzene koyarken gördü” buyurmuştur. (Muvatta, Hac 245)

Önce Allah’ın kuvvetini ve azabını hiç hatırlara getirmemişken şimdi “Ben Allah’tan çok korkuyorum, O’nun azabı pek şiddetlidir” der. İşte bu, her zaman ve her işte kendini gösteren şeytanca tavrın ta kendisidir.

Bedir savaşı sürecinde münafıkların sergilediği tavra gelince:

49. O zaman münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar, mü’minler hakkında: “Kendilerini bir şey zanneden şu basit adamları dinleri ne fenâ aldatmış!” diyorlardı. Halbuki kim Allah’a güvenip dayanırsa Allah onu üstün kılar. Çünkü Allah kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.

“Münafıklar”dan maksat, Medineli Evs ve Hazrec kabilesinden olan; dilleriyle iman ettiklerini söyledikleri halde küfürlerini kalplerinde gizleyenlerdir. “Kalplerinde hastalık olanlar” ise Mekkelilerden inanmaya temâyül etmiş fakat henüz iman edememiş ve müşriklerin zoruyla savaşa getirilmiş kimselerdir. Her iki grup da müslümanları, sayı ve kuvvet itibariyle kendilerinden kat kat fazla olan bir orduya karşı savaşa çıkmaları sebebiyle kınayarak: “Bunları dinleri fenâ aldatmış!” (Enfâl 8/49) demişlerdir. Cenâb-ı Hak, mü’minlerin morallerini yüksek tutmak maksadıyla, onların bu fikirlerinin yanlış olduğunu; kendisine güvenip bel bağlayanları, sayıca az ve güçsüz de olsalar, zafere eriştireceğini, bunu yapacak kuvvete sahip olduğunu haber vermektedir.

Gelen âyetlerde, aldananların mü’minler değil de nefis ve şeytanın esiri olmuş kâfirlerle münafıkların olduğunu gösteren ölümleri sırasında gerçekleşecek bir manzara sahnelenmektedir:

50. Melekler, o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vurarak ve “Tadın bakalım şimdi cayır cayır yanmanın acısını!” diyerek canlarını alırken onların hâlini bir görsen!
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
51. Bu yakıcı azap, bizzat kendi ellerinizle işlediğiniz günahlar yüzündendir. Yoksa Allah kullarına asla zulmedici değildir.

Bu âyetlerde, ister savaşta ister savaş haricinde olsun, kâfirlerin, müşriklerin, din düşmanlarının, Allah’a isyan halinde yaşayan günahkârların canlarını verirken yaşadıkları acı, ıstırap ve perişanlıktan bir manzara arz edilir. Onlar öyle rahat rahat ölemezler. Ölüm melekleri bir taraftan yüzlerine ve arkalarına şiddetli bir şekilde vurarak, bu yetmiyormuş gibi bir de: “Tadın yangın azabını, tadın cehennem azabını! Bu sizin ellerinizle yaptığınız, bizzat işlediğiniz günahların bir cezasıdır. Bunda Allah’ın size yaptığı bir haksızlık söz konusu değildir. Çünkü Allah, kullarına asla zulmetmez” diyerek onların canlarını çıkarırlar.

Müşriklerin ve münafıkların sergiledikleri bu tavır ve bu yüzden tepelerine inen azaplar ilk olmayıp, daha önce bunun pek çok örneği yaşanmıştır. Firavun ve hanedanının hali bunlardan sadece biridir:

52. Onların hâli tıpkı Firavun hânedânı ile daha öncekilerin hâline benzer: Onlar da Allah’ın âyetlerini inkâr etmişlerdi de, Allah onları günahları yüzünden yakalayıvermişti. Çünkü Allah çok kuvvetlidir, cezalandırması da pek şiddetlidir.

Allah’ın âyetlerini inkâr etmek ve buna karşılık Allah’ın inkâr edenleri helak etmesi sadece müşriklere has bir durum değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de tekrar tekrar misâl verilen Firavun hânedânı ve onlardan önce yaşamış bulunan Nûh, Âd ve Semûd kavimleri (bk. Mü’min 40/31) de Allah’ın âyetlerini inkâr etmişler, peygamberlerine karşı gelmişler ve bu yüzden ilâhî azap, intikam ve kahır tecellilerine uğramışlardır:

53. Bu cezalandırmanın sebebi şudur: Bir toplum, kendisinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe Allah da onlara verdiği nimetleri değiştirmez. Hiç şüphe yok ki Allah hakkiyle işiten ve kemâliyle bilendir.

Bu âyet, fert ve toplum hayatında özellikle menfi istikâmette meydana gelen değişmenin, bozulmanın ve düşüşün mühim bir sebebini açıklar. Şöyle ki: Allah Teâlâ onlara, takdir buyurduğu nispet ve keyfiyette nimetler ihsan eder; bolluk verir, sağlık verir, emniyet verir, maddî-manevî imkânlar bahşeder. Aslına bakılırsa bu nimetlerle onları imtihan eder. Eğer nimetlerin kıymetini bilir ve şükrünü ifâ ederlerse, Cenâb-ı Hak onlara olan nimetlerini artırarak devam ettirir. Fakat onlar bu nimetlerin kıymetini bilmez, bunları yerli yerince kullanmaz, aksine sahip oldukları imkânları Allah’a isyan ve kullarına haksızlık yolunda kullanırlarsa, Allah Teâlâ bu nimetleri ellerinden alır; yerine darlık, sıkıntı, hastalık, huzursuzluk, maddî-manevî mahrumiyetler verir. Çünkü Allah, her şeyi işitmekte, bilmekte ve bunlara göre takdirde bulunmaktadır. O’ndan hiçbir şeyi gizli tutmak mümkün değildir.

Kendilerine ihsan edilen nimetlerin kıymetini bilememek de yine sadece müşriklere mahsus bir durum değildir:

54. Kâfirlerin hâli tıpkı Firavun hânedânının ve onlardan öncekilerin hâli gibidir: Onlar da Rablerinin âyetlerini yalanlamışlardı, biz de günahları yüzünden onları helâk etmiştik. Firavun hânedânını da suda boğmuştuk. Çünkü onların hepsi zâlim idiler.

Firavun hânedânı ve onlardan önce yaşamış bulunan Nûh, Âd ve Semûd kavimleri de aynı şekilde nimetlerin kıymetini bilememişler; özellikle bu nimetlerin başında gelen Allah’ın âyetlerini yalanlamışlar ve bu yüzden helak edilmişlerdir. Meselâ Firavun hânedânını Cenâb-ı Hak suda boğmuştur. Bunların hepsinin ortak bir vasfı vardı: Hepsi zâlim idiler; iman yerine küfrü, kulluk yerine isyanı, şükür yerine nankörlüğü koymuş, böylece kendi helaklerini hazırlamış, netice itibariyle kendilerine zulmetmiş kimseler idiler. Yaratıkların en şerlileri de, iman nimetinden mahrum bu gibi kâfirlerdir:

55. Allah katında canlı varlıkların en şerlisi, inkâra saplanıp da bir türlü iman etmeyen o nankör ve inatçı kâfirlerdir.

56. Onlar, ne zaman kendileriyle bir anlaşma yapsan, Allah’tan korkmadan ve hiç çekinmeden her defasında anlaşmalarını bozarlar.

57. Eğer onları savaşta kıstırıp ele geçirecek olursan, onları öyle bir cezalandır ki, arkadan gelip aynı şekilde davranacak diğer düşmanlara ibret olsun; belki akıllarını başlarına alırlar da bir daha böyle yanlışlık yapmazlar.


Resûl-i Ekrem (s.a.s.), Benî Kurayza yahudileri ile bir sözleşme yapmıştı. Buna göre müslümanların aleyhinde bir davranışta bulunmayacak, hiç kimseye yardım etmeyecek ve destek vermeyeceklerdi. Böyle iken Bedir savaşında müşriklere silah yardımında bulundular; sonradan da unuttuklarını, hata ettiklerini söylediler. Sonra yeniden bir sözleşme daha yapıldı, onu da Hendek Savaşı’nda bozdular. Reisleri olan Kâ‘b b. Eşref, Mekke’ye gitti, orada müşriklerle bir ittifak antlaşması yaptı. İşte bu âyetler bu ve benzeri hadiseler üzerine nâzil olmuştur. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, X, 33-34; Kurtubî, el-Câmi‘, VIII, 30)
Bunlar gibi imana gelmez, anlaşma tanımaz, Allah’tan korkmaz grupları, savaş durumu olup da ele geçirince, öyle cezalandırmak, öyle dağıtıp perişan etmek gerekir ki, arkalarında bunlar gibi anlaşmalarını bozacak olanlara ibret olsun, akıllarını başlarına alsınlar da böyle tehlikeli bir davranıştan vazgeçsinler. İbret alsınlar da, başkalarına ibret olmasınlar.

Anlaşmalarda dikkat edilecek bir başka husus da şudur:

58. Eğer anlaşma yaptığın bir topluluğun hâinlik yapmasından gerçekten endişe edersen, aynı şekilde sen de artık anlaşmanın geçersiz olduğunu resmen kendilerine bildir ki iki taraf da durumdan tam haberdâr olsun. Doğrusu Allah hâinleri sevmez.

59. İnkâr edenler, yaptıklarının yanlarına kalıp, kendilerini yakalayamayacağımızı ve böylece cezamızdan kaçıp kurtulacaklarını sanmasınlar. Çünkü onlar, bizim elimizden asla kurtulamazlar.


58. âyette geçen اَلنَّبْذُ (nebz) kelimesi dinî bir terim olarak, “Bir devletin anlaşma yaptığı başka bir devletle ilişkilerini kestiğini resmen haber verip ilan etmesidir.” Dolayısıyla bu ayet, İslâm’ın uluslar arası ilişkilerde çok mühim bir kaidesini bildirmektedir. Buna göre herhangi bir tarafla antlaşma yapan kimse, süre bitinceye kadar antlaşmaya bağlı kalacaktır. Fakat karşı tarafın tutum ve davranışlarından ciddi endişe verici ve ahdi bozmayı gerektirici bir takım işaretler, alametler ve sebepler ortaya çıkarsa antlaşmayı bozabilir. Ancak bunu tek taraflı bir kararla yapması hukuka aykırıdır; mutlaka karşı tarafa haber vermesi gerekir. Bu sebeple ayet, bir taraftan müslümanların anlaşmalı oldukları kimselere, sanki aralarında hiç anlaşma yokmuş gibi davranmalarını yasaklamakta, diğer taraftan da yine müslümanlara henüz karşı bir müdâhalede bulunmadan önce anlaşmanın bittiğinden diğer tarafı haberdar etmelerini emretmektedir. Böyle yapılmadığı takdirde, karşı taraf anlaşmanın hala yürürlükte olduğunu sanıp haksız bir muameleye tabi tutulabilir. Bu ise doğru değildir. Çünkü Allah, kim yaparsa yapsın, hıyânet edenleri sevmez.

İslâm hak ve adâlet dinidir. Herkesin hak ve adâlete uygun davranmasını, hak ve adâlete teslim olmasını ister. Bu bakımdan yapılan antlaşmalara riâyet hususunda, karşı tarafın kâfir olup olmadığına bakılmaksızın, müslümanlara bağlayıcı talimatlar verir. Bu talimatların, İslâm’ın bekâsı ve hidâyete muhtaç kişilerin İslâmla buluşması açısından çok büyük bir ehemmiyeti vardır. Ancak İslâm düşmanları olan kâfirler, müslümanları da bağlayan bu hususi hükümlerden hareketle fırsat bulup öne geçeceklerini, kaçıp kurtulacaklarını, galip olacaklarını sanmamalıdırlar. Çünkü Allah’ı aciz bırakmaları mümkün değildir. Allah onları, bu gün olmasa yarın, er geç yakalayacak ve cezalarını verecektir. Ancak Rabbimiz bu cezalandırmayı mü’min kulları aracılığı ile yapacağı için, onların her yönüyle savaşa hazır halde bulunmaları gerekmektedir:

60. Ey mü’minler! Düşmanlarınıza karşı bütün imkânlarınızı seferber ederek kuvvet hazırlayın ve beslenmiş, eğitilmiş savaş atları yetiştirin. Böylece, Allah’ın düşmanlarını, sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında sizin bilmediğiniz fakat Allah’ın bildiği diğer düşmanları korkutun. Allah yolunda ne harcarsanız karşılığı size tastamam ödenir ve hiçbir haksızlığa uğramazsınız.

Müslümanlar, Allah ve Peygamber düşmanlarıyla savaşabilmek, onları korkutup şerlerinden emin olabilmek için yeterli, donanımlı bir askeri güce sahip olmalıdırlar. Dünyada ayakta kalabilmenin ve Allah’ın rızâsına uygun davranan bir fert, bir toplum, bir devlet ve bir ümmet olabilmenin en mühim şartlarından biri budur.

Şâir ne güzel söyler:

“Bu mesel ile bulur cümle düvel fevz ü felâh
Hâzır ol cenge eğer ister isen sulh ü salâh.”
(Abdülhak Molla)

“Bütün devletler, şu atasözünü kendilerine düstûr edinirlerse kurtuluşun yolunu bulurlar: Eğer sükûn içinde ve rahat yaşamak istiyorsan dâimâ savaşa hazır bulunmalısın.”

Bu bakımdan âyetteki “kuvvet” kelimesi, muhteva ve şumûl bakımından son derece geniş bırakılmıştır. Allah Resûlü (s.a.s.) kuvveti, “atmak” olarak tefsir etmiştir. (Müslim, İmâre 167; Ebû Dâvûd, Cihad 23) Maksat, düşmana karşı üstünlük vesilesi olacak her türlü hazırlıktır. Savaş için gerekli silahlar, diğer araç ve gereçler, askerî eğitim, savunma ve savaş stratejisi gibi müdafaa ve galibiyet için lazım olan her türlü askeri güç ve imkânlardır. Ancak âyet-i kerîmede, Kur’ân-ı Kerîm’in indiği zamanda en mühim savaş vasıtalarından olan “at yetiştirme” misal olarak verilmektedir.

İslâm’da aslolan savaş değil barıştır. Bu bakımdan barışı sağlayacak yolları aramak ve bu yönde doğacak fırsatları iyi değerlendirmek gerekir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
61. Her şeye rağmen o düşmanlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güvenip dayan. Hiç şüphesiz Allah hakkiyle işiten, kemâliyle bilendir.

62. Eğer hile yapıp seni oyuna getirmek isterlerse bile hiç endişe etme, Allah sana yeter! Kendi yardımıyla ve mü’minlerle seni destekleyen yalnız O’dur.

63. Mü’minlerin gönüllerini ısındırıp birbirine bağlayan da O’dur. Öyle ki Rasûlüm, eğer sen yeryüzünde bulunan her şeyi bu maksatla harcasaydın yine de onların gönüllerini birleştiremezdin. Fakat Allah onları kardeş yaparak birbiriyle kaynaştırdı. Şüphesiz ki O, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.


61. âyet-i kerîme, düşman taraf barışa meyil gösterdiği takdirde, müslümanların da bunu fırsat bilip derhal barışa yanaşmasını emreder. Ancak bunu yaparken “Acaba bir hile mi yapıyorlar?” diye korkmamak, cesaretli olmak gerekir. Yapılacak barışın müslümanlara bir zarar getirmemesi ve her iki tarafa da faydalı olması için de Allah’a tevekkül edilmelidir. Çünkü Allah, her şeyi işiten ve bilen olduğundan, takdirâta ona göre yön verecektir. Meselâ düşman taraf, barış isteklerini ortaya koydukları halde arkadan bir oyun çevirmeye kalkıştıkları takdirde, onlara karşı müslümanlara yetecek ve yardım edecek olan Allah’tır. Çünkü Allah, daha önce hainleri sevmediğini beyân etmişti. (bk. Enfâl 8/58) Allah’ın yardımına da kesin olarak inanmak ve güvenmek lazımdır. Zira O, Peygamberini daha önce de yardımıyla desteklemiş, melekleri imdadına göndermiş ve kalplerini iyice ısındırıp birbirine bağladığı mü’minlerle de O’nu teyid etmişti. Bu tecrübe edilen ve bilinen bir hakikatti. O halde Allah bundan böyle de Peygamberine ve mü’minlere yardıma devam edecektir. Her türlü hainlik karşısında onlara destek verecektir.

63. âyetteki, “Mü’minlerin gönüllerini ısındırıp birbirine bağlayan da O’dur” ifadesiyle, daha önceden aralarında yüzyıllardan beri süregelen düşmanlıklar bulunan çeşitli Arap kabilelerinin gönüllerini birbirine bağlayan ve güçlü bir topluluk oluşturacak şekilde onları kaynaştıran İslâm’ın lutuf ve nimetleri kastedilir. Allah’ın bu lütfu, özellikle Medineli Evs ve Hazreç kabileleri arasındaki kaynaşmada daha açık görülür. Bu iki kabile birbirlerine düşmandılar ve kanlı Bu‘as savaşı, bundan sadece iki sene önce meydana gelmişti. Asırlarca devam eden bu nevi köklü düşmanlıkların, Allah Resûlü (s.a.s.)’in yaşadığı dönemde İslâm toplumunun şâhit olduğu birlik ve beraberliğe dönüşmesi gerçekten büyük bir mûcizedir. Böyle bir hâdisenin hiç bir beşeri kuvvet ve imkânla başarılamayacağı açıktır. Dolayısıyla bunlar hep âyetin de beyân buyurdu gibi Allah Teâlâ’nın lütfu ile olmuştur; bundan sonra da ne başarılacaksa, yine O’nun lütfu ile başarılacaktır. Ancak Peygamber ve mü’minlerin de kendilerine düşen sorumluluğu yerine getirme vazifeleri vardır:

64. Ey Peygamber! Allah sana da, sana tâbi olan mü’minlere de yeter!

Bu âyet-i kerîmeye iki şekilde mâna vermek mümkündür:
Rasûlüm! Sana Allah ve sana tabi olan mü’minler yeter: 62. âyetteki “Seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyen O’dur” beyânı, bu mânaya işaret eder.
Rasûlüm! Allah sana da sana tabi olan mü’minlere de yeter: Buna göre; 62. âyette Allah’ın Peygamberimize olan hususi yardımı, bu âyette ise hem Peygamberimize hem de bütün mü’minlere umûmî yardımı haber verilir.

Her iki mânaya göre de âyet, Peygamberimiz ve onun yolunu takip eden mü’minlere Allah’ın yardımını, zaferini müjdelemekte ve onların morallerini yükseltmektedir. Ancak bu, Peygamber’e ve mü’minlere düşen sorumluluğu kaldırmadığı gibi mevcut sorumluluğu daha da artırmaktadır:

65. Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa hazırlayıp teşvik et. Eğer sizden gerçekten sabırlı yirmi kişi olursa, onlardan iki yüz kişiye gâlip gelir. Eğer sizden aynı şekilde yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiye gâlip gelir. Çünkü onlar, ne için savaştığını düşünmeyen beyinsiz bir gürûhtur.

65. âyette yer alan اَلتَّحْر۪يضُ (tahrîd) kelimesi, enerjik kabiliyetli insanların başkalarını bir şeyi yapmaya teşvik etmesi, cesâretlendirmesi ve yönlendirmesidir. Bu kelimede eğitmek, öğretmek ve hazırlamak mânası da vardır. Bir insan, ancak kendi yaptığı bir işe başkalarını da teşvik edebilir. Bizzat içinde bulunmadığı bir şeye teşvik etmesi zordur. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Rasûlüm! Allah yolunda savaş! Sen ancak kendinden sorumlusun. Müminleri de savaşa teşvik et.” (Nisâ 4/84)

Bu sebeple, savaş kızıştığı zaman Peygamberimiz (s.a.s.) düşmana daha çok yaklaşırdı. Hz. Ali şöyle der: “İki topluluk birbiriyle karşılaşıp savaş kızıştığı anlarda Allah Resûlü (s.a.s.)’e sığınır, onun kanatları altında korunurduk. Düşmana ondan daha yakın kimse olmazdı.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 86)

Allah Teâlâ mü’minleri başlangıçta bire on ile sorumlu tuttu. Yani müslümanların, bir mü’mine on kâfir düşecek bir nispetle karşılaştıkları zaman bile savaşmalarını farz kıldı. Bu nispete kadar düşman karşısında sabır ve sebat göstermelerini, savaştan vazgeçmemelerini istedi. Bu ilâhî emir, aslında müslümanlara yüksek bir güven duygusu ve moral vermelidir. Çünkü bir anlamda Rabbimiz, iman cevherinin, bir mü’mini kâfir karşısında on kat daha güçlü kılan bir kuvvet olduğunu bildirmektedir. Fakat bu nispet, kalplere arız olan zayıflık sebebiyle müslümanlara ağır gelince Cenâb-ı Hak bunu, katından bir rahmet ve lutuf tecellisi olarak bire iki nispetine kadar indirdi. Şu halde bir mü’minin asgari iki kâfire karşı savaşması ve dayanması farzdır. Buna göre iki kişi karşısında dayanamayıp kaçan savaştan kaçmış ve büyük günah işlemiş olur. Fakat üç kişiyle karşılaşıp da kaçan savaştan kaçmış sayılmaz.

Hâsılı bu âyetler, mü’minlerin kâfirlerle yaptıkları savaşlarda, mü’minin sabır, sebat ve dayanma gücünün azami ve asgari limitlerini belirlemektedir. Bir mü’min kendisinde, ihlas ve sabrı ölçüsünde on kâfirle savaşacak ve onları yenebilecek bir ilâhî kuvvet bulabilir. Duruma göre bu nispet bire dokuz, bire sekiz… şeklinde azabilir. Fakat kesinlikle bire ikinin altına düşmez. İman etmiş olma vasfı buna manidir.

Savaş dendiğinde esirler ve ganimetler akla gelir. Şimdi bunların hükmü ile ilgili buyruluyor ki:

66. Ama şimdi Allah, sizde bir zayıflık olduğunu bildi de şu andan itibaren yükünüzü hafifletti. Buna göre sizden gerçekten sabırlı yüz kişi olursa, bunlar iki yüz kişiye; sizden aynı şekilde bin kişi olursa iki bin kişiye Allah’ın izniyle gâlip gelir. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.

65. âyette yer alan اَلتَّحْر۪يضُ (tahrîd) kelimesi, enerjik kabiliyetli insanların başkalarını bir şeyi yapmaya teşvik etmesi, cesâretlendirmesi ve yönlendirmesidir. Bu kelimede eğitmek, öğretmek ve hazırlamak mânası da vardır. Bir insan, ancak kendi yaptığı bir işe başkalarını da teşvik edebilir. Bizzat içinde bulunmadığı bir şeye teşvik etmesi zordur. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Rasûlüm! Allah yolunda savaş! Sen ancak kendinden sorumlusun. Müminleri de savaşa teşvik et.” (Nisâ 4/84)

Bu sebeple, savaş kızıştığı zaman Peygamberimiz (s.a.s.) düşmana daha çok yaklaşırdı. Hz. Ali şöyle der: “İki topluluk birbiriyle karşılaşıp savaş kızıştığı anlarda Allah Resûlü (s.a.s.)’e sığınır, onun kanatları altında korunurduk. Düşmana ondan daha yakın kimse olmazdı.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 86)

Allah Teâlâ mü’minleri başlangıçta bire on ile sorumlu tuttu. Yani müslümanların, bir mü’mine on kâfir düşecek bir nispetle karşılaştıkları zaman bile savaşmalarını farz kıldı. Bu nispete kadar düşman karşısında sabır ve sebat göstermelerini, savaştan vazgeçmemelerini istedi. Bu ilâhî emir, aslında müslümanlara yüksek bir güven duygusu ve moral vermelidir. Çünkü bir anlamda Rabbimiz, iman cevherinin, bir mü’mini kâfir karşısında on kat daha güçlü kılan bir kuvvet olduğunu bildirmektedir. Fakat bu nispet, kalplere arız olan zayıflık sebebiyle müslümanlara ağır gelince Cenâb-ı Hak bunu, katından bir rahmet ve lutuf tecellisi olarak bire iki nispetine kadar indirdi. Şu halde bir mü’minin asgari iki kâfire karşı savaşması ve dayanması farzdır. Buna göre iki kişi karşısında dayanamayıp kaçan savaştan kaçmış ve büyük günah işlemiş olur. Fakat üç kişiyle karşılaşıp da kaçan savaştan kaçmış sayılmaz.

Hâsılı bu âyetler, mü’minlerin kâfirlerle yaptıkları savaşlarda, mü’minin sabır, sebat ve dayanma gücünün azami ve asgari limitlerini belirlemektedir. Bir mü’min kendisinde, ihlas ve sabrı ölçüsünde on kâfirle savaşacak ve onları yenebilecek bir ilâhî kuvvet bulabilir. Duruma göre bu nispet bire dokuz, bire sekiz… şeklinde azabilir. Fakat kesinlikle bire ikinin altına düşmez. İman etmiş olma vasfı buna manidir.

Savaş dendiğinde esirler ve ganimetler akla gelir. Şimdi bunların hükmü ile ilgili buyruluyor ki:

67. Hiçbir peygambere, düşmanın belini kırıp yeryüzünde hâkimiyetini iyice perçinleyinceye ve dînini insanlar arasında yerleştirinceye kadar esirleri olması uygun değildir. Siz, dünyanın geçici menfaatini istiyorsunuz, halbuki Allah âhireti kazanmanızı diliyor. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.

68. Eğer affedileceğinize dair önceden Allah tarafından verilmiş bir hüküm olmasaydı, esirlere bedel olarak aldığınız fidyeden dolayı elbette size büyük bir azap dokunacaktı.

69. Ama artık elde ettiğiniz ganimetlerden helâl ve temiz olarak yiyin ve Allah’a karşı gelmekten sakının. Hiç şüphesiz Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.


Bedir savaşı müslümanların zaferiyle neticelenmiş, yetmiş kadar müşrik öldürülmüş, yetmiş kadarı da esir alınmıştı. Allah Resûlü (s.a.s.) esirlere yapılacak muamele hususunda ashâbıyla istişare etti. Hz. Ebûbekir: “Bunlar amca ve akraba çocuklarıdır, onlardan fidye almanı uygun görüyorum. Böylece fidye kâfirlere karşı bize güç olur, belki Allah’ın hidâyetiyle ileride müslüman da olurlar” dedi. Hz. Ömer ise: “Ben Ebûbekir gibi düşünmüyorum. Bana göre, kellelerini uçurmamız için bize izin vermelisin; Ali, Akil’in, ben de filan yakınımın kafasını keselim, çünkü bunlar kâfirlerin öncüleri ve ileri gelenleridir” dedi. Hz. Ömer hâdisenin bundan sonrasını şöyle anlatır: “Resûlullah, benim değil de Ebûbekir’in görüşünü tercih etti. Ertesi gün yanlarına geldiğimde ikisini de oturmuş ağlar halde buldum. Niçin ağladıklarını sorduğumda Allah Resûlü (s.a.s.): «Arkadaşlarının, fidye alarak başıma getirdikleri yüzünden!'» dedi ve yakındaki bir ağacı göstererek: “Cezayı kendilerine şu ağaç kadar yaklaşmış gördüm” buyurdu. (Müslim, Cihâd 58)

Alınan esirlerin, fidye karşılığı serbest bırakılmaksızın tümüyle öldürülmesi hükmü, sadece Bedir savaşıyla alakalıdır. Çünkü o zaman müslümanlar sayıca az idiler ve Allah’ın hususi yardımlarıyla zafer elde etmişlerdi. Henüz düşman ordusu üzerinde tam bir hâkimiyet kurulamamıştı. İslâm’ın güç ve kuvveti bütün satvetiyle ağır basmış değildi. Dolayısıyla esirleri serbest bıraktıkları takdirde bunların ileride dönüp tekrar başlarına bela olma ihtimali yüksekti. Nitekim Uhud harbinde yaşanan sıkıntılarda Bedir’deki esirlerin serbest bırakılmasının tesirini yok saymak mümkün değildir. Ancak müslümanlar sayı ve kuvvet bakımından artınca, Allah Teâlâ, bundan sonraki esirlere yapılacak muamele hakkında şöyle buyurmuştur:

“Ey mü’minler, kâfirlerle savaşta karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun. Onlara karşı kesin bir üstünlük elde edince onları esir alın ve aldığınız esirleri sımsıkı bağlayın. Sonra o esirleri ya lütfedip karşılıksız salar veya fidye alarak serbest bırakırsınız. Savaş sona erip silahlar bırakılıncaya kadar gevşemeden böyle yapın…” (Muhammed 47/4)
68. âyetteki “önceden Allah tarafından verilmiş bir hüküm”den maksat şu ihtimaller olabilir:

Ganimetlerin helâl kılınacağına dair geçmiş hüküm. Çünkü ganimetler bizden öncekilere haram kılınmıştı. (bk. Tirmizî, Tefsir 8/7) Fakat Bedir gününde, savaşa katılanlar ganimet toplamakta acele davrandılar. Bunun için ikaz edildiler. Sonra bu husustaki ilâhî hüküm beyân olunarak ganimetlerden helâl ve temiz olarak yemelerine müsaade edildi.

Yüce Allah’ın, Bedir savaşına katılanların geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamış olması.
Allah Teâlâ’ın, Hz. Muhammed (s.a.s.) aralarında bulunduğu sürece onlara azap etmeyeceği hükmü. (bk. Enfâl 8/33)
Kasıtlı olarak işlemediği müddetçe bir kimsenin bilmeksizin işlediği bir günah dolayısıyla azaba uğramaması.
Yüce Allah’ın, büyük günahlardan sakınıldığı takdirde küçük günahları sileceğine dair hükmüdür.
Ganimetlerin helâl kılınma hükmü tercih edilmekle beraber bu ihtimallerin hepsi ayetin mânasına uygun düşmektedir.

Bedir savaşı sonrası alınan esirlere nasıl davranılacağına gelince:

70. Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: “Eğer Allah sizin kalbinizde iman etmeye bir yatkınlık görürse, sizden alınandan daha iyisini size verir ve günahlarınızı bağışlar. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
71. Eğer onlar sana hâinlik etmek isterlerse, bunda da şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü onlar daha önce de Allah’a hâinlik etmeye kalkışmışlardı da, Allah da onlara karşı sana güç ve imkân vermişti. Çünkü Allah, hakkiyle bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.

70. âyetteki hitapta, esirlere iyi davranılmasına, gönüllerinin alınmasına ve böylece İslâm’a ısındırılmalarına teşvik vardır. Ayrım yapmaksızın bütün esirlere böyle davranılmalıdır. Ancak âyetin iniş sebebi Bedir esirleri arasında bulunan Efendimiz’in amcası Abbas’la alakalıdır. Şöyle ki:

Abbas, Bedir günü esir alınmıştı. Kervanı korumak için Mekke’den sefere çıkan ordunun yiyeceğini üstlenen on kişiden birisiydi. Bunun için Mekke’den çıkarken yanına sekiz yüz dirhem altın alarak çıkmıştı. Fakat yemek yedirme nöbeti kendisine gelmeden savaş başlamış ve kendisi de esir olmuştu. Paraları da henüz harcamadığı için harp esnasında kendisinden alınmıştı. Alınan bu paranın kendi fidyesinin sekiz yüz dirhemi sayılmasını Efendimiz’den istedi. Fakat Peygamberimiz bunu kabul etmedi ve: “Aleyhimize olmak üzere yanına alıp çıktığın bir şeyi sana veremem” buyurdu. Akrabalık bağlarını hiçe saydığı için onu kendisi için diğerlerinden fazla olarak dört bin dirhem vermekle mükellef tuttu. Ayrıca kardeşlerinin oğulları olan yeğenleri Akîl b. Ebî Talib ve Nevfel b. Hâris’in de kurtulmaları için her biri için bin altı yüz dirhem vermesini istedi. Bunun üzerine Abbas: “Ey Muhammed, beni yaşadığım müddetçe Kureyş’den dilenecek hale getirdin” dedi. “müslümanlar malımı ganimet olarak aldılar. Kendimi ve yeğenlerimi kurtaracak fidyeye mâlik değilim” demek istiyordu.

Allah Resûlü (s.a.v.): “Mekke’den çıkarken hanımın Ümmü’l-Fadl’a teslim ettiğin ve: «Başıma ne geleceğini bilmiyorum. Bana bir şey olursa bu senin, oğullarım Abdullah, Fadl ve Kasem’indir» dediğin altınlar nerede?” buyurdu. Abbas: “Sen bunları nereden biliyorsun?” diye sordu. Efendimiz (s.a.s.): “Rabbim haber verdi” diye cevap verdi. Bunun üzerine Abbas: “Şehâdet ederim ki sen sâdıksın, doğrusun ve Allah’tan başka ilâh yoktur. Sen de Allah’ın Rasûlü’sün. Allah’a yemin olsun ki buna Allah’tan başka kimse muttali olmamıştı. Ben onu kendisine gece karanlığında teslim etmiştim. Ben senin hakkında şüphe ediyordum. Şimdi mademki bunu haber verdin artık şüphem kalmadı” dedi. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 245)

Hz. Abbas der ki: “Allah benden alınanın yerine daha hayırlısını verdi. Şimdi yirmi kölem var. En aşağısı yirmi bin dirhemle ticâret yapıyor. Hem bana hacılara zemzem sunma hizmetini de verdi. Karşılığında Mekke halkının bütün malları bana verilse benim için daha sevgili olmazdı. Âyette belirtilen iki va‘dinden birini benim için gerçekleştirdi. İkinci va‘dini de yerine getireceğini ümid ediyorum. Yani Rabb’imin mağfiretini bekliyorum. Çünkü Kerîm olan vâdinden dönmez.” (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 245)

Şimdi de mü’minleri imanda sebata, hicret ve cihada teşvik etmek ve hem barışta hem de savaşta mü’minler arasındaki dostluk ve yardımlaşma münâsebetlerini düzenlemek üzere şöyle buyruluyor:

72. İman edip Allah yolunda hicret eden, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihâd edenlerle onları barındıran ve onlara yardım edenler, işte onlar, birbirlerinin dost ve yardımcılarıdırlar. İman etmiş olmakla birlikte henüz hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar sizin onlarla hiçbir dostluğunuz ve yardımlaşmanız olamaz. Buna rağmen eğer onlar dinlerini korumak için sizden yardım isterlerse, aranızda barış anlaşması bulunan bir topluluk aleyhine olmamak şartıyla, onlara yardım etmeniz lâzımdır. Allah bütün yaptıklarınızı görmektedir.

Resûlullah (s.a.s.) döneminde imanları uğruna yurtlarını terk edip Medine’ye hicret eden muhacirlerle, onlara kucak açan ve her türlü yardımı seve seve yapan Ensar birbirlerinin dost ve yardımcısı olduğu gibi, asr-ı saadetten itibaren kıyamete kadar muhacir ve ensar mevkiinde olan ve bir “Dârü’l-İslâm” yani İslâm’ın yaşandığı bölge tesis etmiş mü’minler de birbirlerinin dost ve yardımcılarıdırlar. Bunların birbirleri üzerinde velâyet hakları vardır. Yani:

Birbirlerini savaş, saldırı ve benzeri her türlü tehlikelere karşı korurlar,
Haklarını savunurlar,
Eksik kalan, aksayan taraflarını tamamlarlar,
Birbirlerinin işlerini düzene koymaya yardımcı olurlar.

Ancak iman ettiği halde henüz hicret etmemiş bulunan kimselerin “Dârü’l-İslâm”da yaşayan mü’minler üzerinde bir velâyet hakları yoktur. Yani mü’minler, onları korumak ve kollamaktan mesul değildirler. Daha açık bir ifadeyle, sadece Darü’l-İslâm’da yaşayanlar ve oraya hicret edenler, birbirlerine velayet ilişkisi ile bağlıdırlar. İslâm devletinin sınırları dışında yaşayan müslümanlar için ise sadece İslâm kardeşliği bağı var olacak, fakat onlarla velayet ilişkisi içinde olunamayacaktır. Bununla beraber eğer bulundukları yerde azınlık olan o kimseler, dinlerini yaşama veya kendilerine yapılan dini baskıları kaldırma maksadıyla yardım isteyecek olurlarsa, mü’minlerin onlara yardım etme mecburiyetleri vardır. Onları yardımsız bırakmaları asla doğru değildir. Ancak onlar, Dârü’l-İslâm’daki mü’minlerle kendileri arasında antlaşma bulunan kâfir bir kavim aleyhine yardım isteyecek olurlarsa, o kâfirlere karşı onlara yardımcı olmamak ve süresi bitinceye kadar da antlaşmayı bozmamak gerekir.

Fakat yardım isteyen mü’minler esir, zayıf ve çaresiz kimselerse, şüphesiz ki onların velâyet hakkı bâkîdir ve onlara yardımcı olmak vaciptir. Eğer kuvvet ve imkân varsa onları kurtarmak maksadıyla maddi-manevî bütün imkânları seferber ederek onları esaretten kurtarmak için harekete geçip onlara yardımcı olmak gerekir. Bugün -maalesef- ellerinde hazinelerle servet bulunmakla, ihtiyaç fazlası malları, savaşma güç ve kudretleri olmakla birlikte, kardeşlerini düşmanlarının esaretinde bırakan ve mü’min diye geçinen insanların mesuliyetini ve hesaplarının zorluğunu tahayyül etmek lazımdır.

Kâfirlere gelince:

73. Kâfirler de birbirlerinin dost ve yardımcılarıdırlar. Eğer siz aynı şekilde birbirinize arka çıkmaz ve destek olmazsanız, yeryüzünde ne götürüp ne getireceğini kestiremeyeceğiniz büyük bir fitne, kargaşa ve büyük bir bozgunculuk patlak verir.


Bu âyet-i kerîmenin “Eğer siz aynı şekilde birbirinize arka çıkmaz ve destek olmazsanız, yeryüzünde ne götürüp ne getireceğini kestiremeyeceğiniz büyük bir fitne, kargaşa ve büyük bir bozgunculuk patlak verir” kısmından şu mânaları anlamak mümkündür:

Birincisi; bu ifade, ayetin başındaki “Kâfirler de birbirlerinin dost ve yardımcılarıdırlar” cümlesi ile bağlantılı olarak ele alındığında: “Ey mü’minler, eğer siz kâfirlerin birbirlerine yardım ettikleri gibi birbirinize yardım etmezseniz, yeryüzünde büyük bir fitne ve bozgunculuk ortaya çıkacaktır.”

İkincisi; 72. ayette bahsedilen “velâyet hakkı”yla alakalı olarak ele alınırsa şu anlama gelir:

Eğer Darü’l-İslâm’da yaşayanlar, birbirlerinin dost ve yardımcıları olmazlarsa,
Darü’l-İslâm’a hicret etmeyen ve Darü’l-Küfür’de yaşayan müslümanları siyasî yönden korumaları dışında kabul etmezlerse,
Darü’l-İslâm sınırları dışında yaşayan ve zulüm gören müslümanlar yardım istediklerinde onlara yardım etmezlerse,
Yardım ederken de, “Darü’l-İslâm’da yaşayan müslümanlar anlaşma yaptıkları Darü’l-Küfür’de yaşayan müslümanlara yardım etmezler” kaidesine dikkat etmezlerse,
Kâfirlerle tüm dostâne münâsebetleri kesmezlerse, işte o zaman yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk çıkacaktır.

Sûre sona ererken gerçek mü’min olmanın ölçüleri yeniden hatırlatılmakta ve müslümanların bu ölçülere uygun davranmaları istenmektedir:

74. İman edip hicret eden ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihâd edenlerle, onlara kucak açıp yardım edenler, işte onlar gerçek mü’minlerdir. Onlar için bir bağışlanma ve kesintisi olmayan güzel ve bol bir rızık vardır.

75. Sonradan iman edip hicret eden ve sizinle beraber cihâd edenler de sizdendirler. Ama aralarında akrabalık bağı bulunanlar, Allah’ın hükmüne göre birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz ki Allah, her şeyi hakkiyle bilendir.


Cenab-ı Hakk’ın hakiki mü’min olduklarını beyân buyurduğu kişilerin şu mühim vasıfları dikkat çekmektedir:
İman etmek,
İmanının gereğini yerine getirebilmek için ihtiyaç olduğunda vatanını, malını ve mülkünü bırakarak bir başka ülkeye hicret etmek,
Orada müslümanların safına katılarak malıyla canıyla cihad etmek,
Muhacir veya değil, ihtiyaçlı bütün kardeşlerini bağrına basmak, her şeyini onlarla paylaşmak, bütün gücüyle mü’minlere yardımcı olmak.
Sonradan iman şerefine erişip, gerektiğinde hicret eden ve müslümanlarla beraber cihad edenler de bu “hakiki mü’min” kervanına dâhildirler. Gafûr olan Allah Teâlâ hepsinin günahlarını bağışlayacak ve onlara kesintisi olmayan bol rızıklar, ebedî nimetler ihsan edecektir.

75. âyetin “Aralarında akrabalık bağı bulunanlar, Allah’ın hükmüne göre birbirlerine daha yakındırlar” kısmı, müslümanların birbirlerine vâris olmaları için sadece iman bağının yeterli olmadığını; iman bağıyla birlikte bir de akrabalık bağının olması gerektiğini hükme bağlamıştır.

Şimdi Enfâl sûresinde özetle yer verilen savaş, barış ve münafıkların gizli hallerini son derece dikkat çekici misalleriyle derinlemesine açıklamak üzere Tevbe sûresi geliyor:
 
Üst Alt