HAC SURESİ OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Hac Sûresi Hakkında
Hac sûresinin büyük bir bölümü Mekke’de, 19-24. âyetleri ise Medine’de nâzil olmuştur. Dolayısıyla onda hem Mekkî hem de Medenî sûrelerin özellikleri vardır. 78 ayettir. Bu sûrede hac ibâdetinin İbrâhim (a.s.) tarafından başlatılıp Hz. Muhammed (s.a.s.) tarafından devam ettirildiği anlatılır. Ayrıca 27. âyette “hac”dan açık olarak bahsedilir. Bu sebeple ona “Hac” ismi verildiği anlaşılmaktadır. 18. âyeti secde âyetidir. Fakihlerin ittifakıyla bu âyet okunduğu ve işitildiği zaman tilâvet secdesi yapılmalıdır. Mushaf tertibine göre 22, nüzûl sırasına göre 88. sûredir.
Hac Sûresi Konusu
Sûre kıyâmetin ödleri patlatan, yürekleri boğaza getiren ve insanların akıllarını başlarından alan dehşetli sarsıntısıyla başlar. Bunun mutlaka vuku bulacağı ise insanın topraktan başlayıp ana rahmindeki safhalardan geçerek doğup büyüyüp kemâle ermesi ve yaşlanıp ömrün en rezil devresine dönerek âhiret yolcusu olması, mü’min-münkir hiç kimsenin bu mecburi istikâmetten ayrılamaması; buna ilâveten ölü haldeki yeryüzünün her bahar yeniden hayat bularak her renkten, her koku ve tattan binlerce bitki bitirmesi delilleriyle te’yîd edilir. Sonra eserden müessire geçilerek Allah’ın birliği, sonsuz kudreti, bu vesileyle kabirlerdeki ölüleri diriltip hesaba çekeceği hatırlatılır. Fakat bu açık hakikat karşısında insanların aldığı pozisyonlar farklıdır. Kimi elinde hiçbir haklı delil olmaksızın Allah ile mücâdeleye kalkışır, kimi münafık tabiatıyla menfaati icabı kulluk gösterisinde bulunur, kimi de Allah’ın istediği bir kulluk yaparak rahmet-i Rahmân’a erer.
Bu vesileyle mü’min, yahudi, hıristiyan, mecûsi ve müşrik inanç gruplarına temas edilip, bunların âhiretteki durumlarıyla alakalı olarak cehennemden son derece korkutucu, cennetten ise cezbedici birer manzara sunulur. Hac ibâdetinin Hz. İbrâhim ile başlayan ve kıyamete kadar imkânı yerinde bütün müslümanlara farz bir ibâdet olduğundan ve menâsikinden söz edilir. On beş yıla yakın bir süredir müşriklerin baskıları karşısında iyice daralan mü’minlere artık şavaşmaları için izin verilir. Önceki peygamberlerin ve kavimlerinin durumuna kısaca değinilerek Efendimiz ve mü’minler teselli edilir. Kur’ân-ı Kerîm’in Allah’tan gelen hak kelam olduğu, gerçek ilim sahiplerinin bu konuda hiçbir tereddütlerinin olmadığı belirtilir. Hepsi de insanın yerini yurdunu terk ederek uzaklara gitmesini, çeşitli zahmetlere katlanmasını ve aynı inancı taşıyanlarla kader birliği yapmasını gerektiren hac ve cihattan sonra, aynı doğrultuda Allah yolunda hicret teşvik edilir. Allah Teâlâ’nın kâinatta tecelli eden varlık delilleri ve kudret akışlarına temas edilerek, insanlar gerçek bir tevhid inancıyla O’na kulluğa çağrılır. Hiçbir işe yaramaz bâtıl inanç ve hiçbir şeye hatta en küçük bir sivrisineği bile yaratmaya güç yetiremeyen sahte ilâhlardan uzaklaşmaları tavsiye edilir. Son olarak mü’minlere hitap edilerek namaz, zekât ve her türlü hayırlı amellerle Allah’a kul olmaları, Allah’ın kendilerine olan hususi ikramlarına karşılık O’nun yolunda hakkıyla cihad etmeleri, örnek yaşayışlarıyla İslâm’ı temsil ederek tebliğ etmeleri ve bu hususta en güzel yardımcı olan Allah’a güvenmeleri telkin edilir.
Hac Sûresi Nuzül
Mushaftaki sıralamada yirmi ikinci, iniş sırasına göre yüz üçüncü sûredir. Nûr sûresinden sonra, Münâfikun sûresinden önce inmiştir. Sûrenin üslûbu ve içeriği, bir kısmının Mekke, bir kısmının da Medine döneminde indiğini düşündürmektedir. Özellikle baş taraftaki âyetlerin Mekke döneminde inmiş olması ihtimali güçlü olduğundan, genellikle Mekkî olarak nitelenir ve bütününün iniş sırası itibariyle 103. sûre olduğu kabul edilir (bu konudaki rivayet ve görüşlerin değerlendirilmesi için bk. İbn Âşûr, XVII, 180-183; Derveze, VII, 73-74; Esed, II, 666; Emin Işık, “Hac Sûresi”, DİA, XIV, 420; Ateş, nüzûl sırası bakımından seksen sekizinci sûre olduğu kanaatindedir, bk. VI, 5).
HAC SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1. Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Çünkü kıyâmetin sarsıntısı gerçekten çok korkunç bir şeydir.
2. Onu göreceğiniz gün, dehşetten her emzikli anne emzirdiği yavrusunu unutup terk eder, her hâmile dişi de karnındakini düşürür. İnsanları sarhoş görürsün, halbuki onlar şarap içip sarhoş olmuş değillerdir, lâkin Allah’ın azabı pek şiddetlidir.
Sûre mü’min-kâfir bütün insanlara hitap ederek, her şeyi yoktan var eden, onlara kendi varlığından varlık veren, insanları da yaratıp onlara lütfettiği akıl ve irade melekelerine binâen kendilerini sorumlu tutan Allah Teâlâ’ya karşı takvâ sahibi olmaya; O’nun emirlerini tutup yasaklarından sakınmaya davet ederek başlar. Hayatı ilâhî murâkabe karşısında korku ve ümit dengesi ölçüsünde, İslâm’ı incitmeyecek ve ilâhî muhabbetin kula akışını zedelemeyecek bir kalbî hassasiyet içerisinde değerlendirmeyi emrederek söze girer. İnsanlar için bu çok mühim ve vazgeçilmez bir mesajdır. Çünkü onları çok dehşetli bir kıyamet günü beklemektedir. Büyüklüğüne ve yüceliğine sınır olmayan Allah Teâlâ’nın beyânıyla onun sarsıntısı “gerçekten korkunç, pek büyük ve çok şiddetlidir.” Bu sarsıntıdan maksat, İsrâfil (a.s.) ilk defa sûra üflediğinde yeri ve göğüyle bütün kâinatın yıkıldığı, her şeyin parçalanıp unufak ve darmadağın edildiği sarsıntıdır. Onun şiddetinin büyüklüğünü ise 2. âyette yer alan şu açık misallerle daha iyi anlamak mümkün olacaktır:
❂ İster insan ister başka canlılardan olsun, yavrusunu emzirmekte olan her anne, bebeğine olan onca şefkati, merhameti ve cömertliğine rağmen, tam onu emzirdiği, memesini ağzına verdiği sırada, o günün dehşetinden dolayı yavrusunu unutur, göremez olur, bırakır gider. Âyette kullanılan مُرْضِعَةٌ (murdi‘atun) kelimesi, “o anda bilfiil memesini ağzına koyup yavrusunu emziren anne” mânasındadır.
❂ Hamile olan her anne yine o günün dehşetinden şoka girip sarsılarak rahmindekini düşürür.
❂ İnsanlar normalde içki içip sarhoş olmadıkları halde o günün dehşet ve korkusundan sarhoş hale gelirler. Gören onları sarhoş sanır. Onları bu hale getiren Allah’ın şiddetli azabından başka bir şey değildir. Hem bu sırada yaşananlar henüz ilâhî azap ve kahır tecellilerinin başlangıcıdır. Kâfirler için bunu takip edecek safhalar olan mahşer ve cehennemde daha ne şiddetli azaplar olacaktır.
Bu âyet-i kerîmeler Benî Müstalik gazvesi sırasında geceleyin nâzil oldu. Resûlullah (s.a.s.) bunları ashâbına okuyunca orada bulunan herkes hüngür hüngür ağlamaya başladı. Efendimiz (s.a.s.), ashâbının o geceden daha fazla ağladıklarını görmemişti. Sabah olunca onlar binitlerine eğer vuramadılar, çadır kuramadılar ve yemek pişiremediler. Onlardan kimisi ağlıyor; kimi de oturmuş hazin hazin düşünüyordu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIII, 4)
Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Ben sizin görmediklerinizi görüyorum. Gökyüzü gıcırdadı. Gıcırdamakta da haklıdır. Çünkü dört parmak kadar bir yer yok ki, orada bir melek alnını yere koyup Allah’a secde etmiş olmasın. Allah’a yemin ediyorum ki, benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız. Yataklarınızda hanımlarınızdan zevk almazdınız. Allah’a yalvarıp yakarmak için yollara düşerdiniz.” (Tirmizî, Zühd 9; İbn Mâce, Zühd 19)
Kıyâmetin dehşeti ve göremediğimiz âlemlerin durumu böyleyken bazı insanlar hâla gaflet içinde yüzmektedir:
3. İnsanlardan öylesi var ki, hiçbir gerçek bilgiye dayanmaksızın Allah hakkında tartışır durur ve işi gücü bozgunculuk olan her azgın şeytanın ardına düşer.
4. Oysa şeytan hakkında şu hüküm yazılmıştır: “Kim onu dost edinip kendisini onun yönlendirmesine bırakırsa, hiç şüphesiz o böylelerini yoldan saptırır ve doğruca alevli ateşin azabına sürükler.
Bir kısım insanların, hiçbir doğru bir bilgiye dayanmaksızın Allah hakkında; O’nun isimleri, fiilleri, tek ilâh ve tek rab oluşu, peygamber göndermesi, kitap indirmesi, öte dünyada insanları yeniden diriltecek olması gibi konularda tartıştıkları görülür. Bu aslında o kişileri kuşatan imansızlık ve cehâletin bir göstergesidir. Nitekim müşrikler de böyle haksız tartışmaların içine giriyor, peygamberin davetini anlamsız buluyor, Kur’an’ı öncekilerin masalı diye tahfif ediyor ve çürüyüp toprak olduktan sonra yeniden dirilişi imkânsız görüyorlardı. Bu durum, Allah’a baş kaldırmış azgın ve hayâsız şeytanın peşine düşmekten başka bir şey değildir. Şeytanın varlık hikmeti ise, peşine düşenleri, kendini dost sanıp gönül verenleri doğru yoldan saptırmak ve sonunda cehennemin çılgın alevlerine gömmektir. Akrebin ısırması, yılanın sokup zehirlemesi, aslanın parçalaması gibi, şeytanın yapacağı da bundan başka bir şey değildir. O halde akla uygun olan, azgın şeytanın ateşe sürükleyen sapıklık yolunu terk edip, nihâyetsiz merhamet sahibi Rahman’ın cennete götüren doğru yolunu tutmaktır. Bunun da en mühim sâiki öldükten sonra yeniden dirileceğimize kesinlikle inanmaktır. Bu hususta herhangi bir şüphesi olanlar şu gerçeğe kulak verip üzerinde düşünsünler:
5. Ey insanlar! Öldükten sonra dirilme konusunda en küçük bir şüpheniz varsa, şunu bilin ki, biz sizi başlangıçta topraktan, sonra bir nutfeden, sonra rahim cidârına yapışan bir hücreden, sonra esas unsurlarıyla yaratılışı tamamlanmış ama bütün azalarıyla henüz tamamlanmamış bir çiğnem et görünümünde bir ceninden yarattık ki, size kudretimizi gösterelim. Dilediğimizi rahimlerde belli bir süreye kadar bekletir, sonra sizi bir bebek olarak dünyaya çıkarırız. Sonra güçlü kuvvetli çağınıza ulaşmanız için sizi besleyip büyütürüz. İçinizden kimi erkenden, hatta çocuk yaşta ölür. Kimi de ömrün en düşkün çağına kadar yaşatılır da, daha önce bazı şeyler öğrenmişken artık hiçbir şey bilmez hâle gelir. Ayrıca yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat biz üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır, her türden göz alıcı, gönül açıcı bitkiyi erkekli-dişili bitirir.
Yüce Rabbimiz, öldükten sonra dirilişin mümkün olduğuna delil olarak insanın bizzat kendi yaratılışını göstermektedir. Selim bir akılla kendi yaratılış mûcizesi üzerinde tefekkür eden kişi, Allah Teâlâ’nın ne kadar büyük bir ilim, irade ve kudrete sahip olduğunu, dolayısıyla böyle bir Yüce Zat için ölüleri diriltmenin hiç de zor olmayacağını kolaylıkla anlayabilir.
Âyet-i kerîmede insanın yaratılış safhaları ve doğumundan ölümüne kadar geçen hayat serüveni esas noktaları itibariyle şöyle beyân edilir:
Birincisi; اَلتُّرَابُ(toprak) safhası: Allah Teâlâ insanlığın babası Âdem’i, bir kısım âyet-i kerîmelerin de işaret ettiği gibi, içine katılan suyla beraber toprağı çamur, yapışkan çamur, bekletilmiş kokuşmuş balçık çamur, süzülmüş çamur, ateşte kurutulmuş çamur gibi çeşitli safhalardan geçirerek yaratmış; ona ruhundan üfleyerek tastamam insan haline getirmiştir. Ondan eşi Havva’yı, o ikisinden de kademe kademe diğer insanları var etmiştir. (bk. Nisâ 4/1) Normal şartlarda insan anne ve babanın evliliğinden meydana gelse de, insanın tohumu mesabesinde olan “nutfe”nin oluşumuna değin geçen safha, Âdem’in topraktan yaratıldığı safha ile aynilik arzetmektedir. Dolayısıyla her insanın yaratılışı, aynı Âdem gibi topraktan başlamakta, sonra nutfe olarak anne rahmine düştükten sonra oradaki yaratılış safhaları devreye girmektedir.
İkincisi; اَلنُّطْفَةُ (nutfe) safhası: İnsanın anne rahminde yaratılmaya başlamasının ilk maddesi “nutfe”dir. Erkeğin vücudunda oluşan bu madde, cinsî münâsebet yoluyla annenin yumurtasıyla birleşir. Döllenmeden sonra da rahimde gelişmeye, tavırdan tavıra geçerek büyümeye başlar. Yukarıda da temas ettiğimiz üzere “nutfe” denilen bu maddenin de oluşmasının bir alt yapısı vardır. Bunun, topraktan yetişip insan vücüduna giren besinler sonucu ortaya çıktığı bilinmektedir.
Üçüncüsü; اَلْعَلَقَةُ (‘alaka) safhası: “Alaka” sözlükte ilişmek, yapışıp tutunmak, bağlı olmak anlamlarına gelir. Bu safha, döllenmiş yumurtanın rahim çeperlerine asıldığı ve orada takılı kaldığı safhadır. Beslenmesi için etrafı kan havuzcuğu ile çevrildiği ve bu sebeple görünümü kan pıhtısına benzediği için, ona “kan pıhtısı” mânası da verilmiştir. Bu safhada pürtüklü bir özelliğe sahip olan yumurta, toprağa yerleşen kökler gibi, gerekli gelişimini sağlamak maksadıyla, ihtiyacı olan gıdaları almak üzere rahim çeperinin derinliklerine doğru dalar. Bu durum, yumurtayı kelimenin tam mânasıyla döl yatağına yapıştırır.
Dördüncüsü; اَلْمُضْغَةُ (mudğa) safhası: ‘Alaka safhasının tedrici olarak gelişmesi ve değişmesi sonucu ceninin mudğa safhası başlar. “Mudğa”, çiğnem büyüklüğündeki et parçası demektir. Fakat bu, bildiğimiz normal etten başka bir ettir. Çünkü Araplar normal taze et için “lahm” kelimesini kullanırlar. Dolayısıyla mudğa normal bir et olmayıp, kendine özgü özellikleri bulunan bir et parçasıdır. Bunun kısmen kemik özelliği taşıyan bir et parçası olma ihtimali vardır. Çünkü bu safhanın sonunda cenin, tamamen veya kısmen kemiğe dönüşüp iskeletin kütlesini teşekkül ettirmektedir. Günümüzde ceninin çekilen fotoğrafları incelendiğinde mudğa safhası gerçekten çiğnenmiş ve üzerinde diş izleri bulunan bir görünüm arzetmektedir. Dolayısıyla Kur’an’ın bu safhayı ifade etmek üzere özellikle “mudğa” kelimesini seçmesi gayet yerinde ve oldukça dikkat çekicidir. Burada dikkat çeken bir husus da “mudğa”nın مُخَلَّقَةٌ (muhallaka) ve وَغَيْرُ مُخَلَّقَةٍ (ğayr-i muhallaka) olarak ikiye ayrılmasıdır. “Muhallaka”, esas itibariyle yaratılışın kısmen belirmiş ve uzuvları ortaya çıkmış; “gayr-i muhallaka” ise sınırları ve şekilleri nihâî durumlarıyla tam olarak belirlenmemiş bir et parçası mânasına gelebilir. “Muhallak”ın yaratılan, kemik ve diğer safhaları tamamlanarak sağlam olarak doğanlara; “gayr-i muhallak”ın ise mudğa halindeyken düşen, tamamlanmayan ceninlere işaret etmesi de mümkündür.
İşte çıplak gözle göremediğimiz, ancak günümüzde bir kısım teknik imkânlarla kısmen âşina olabildiğimiz bir âlemde insanın geçirdiği bu safhalar, Allah’ın sonsuz kudretinin birer delilidir. Bundan sonraki safhaları takip edip inceleyebilme imkânı biraz daha fazladır. Cenâb-ı Hak, her bir insanı gelişimini tamamlayıncaya kadar ana rahminde dilediği bir müddet saklamakta, sonra onu bebek olarak dünyaya getirmektedir. Sonra onu büyütüp güç kuvvet sahibi kılmaktadır. Her zaman tecrübe etme imkânı bulduğumuz gibi insanların bir kısmı henüz bebek iken veya çocuk ya da genç yaşta iken vefat etmektedir. İlâhî kudretin onlar için takdir buyurduğu ömür bu kadardır. Ölme vakti gelmiş bir canlının ölümüne mâni olabilecek hiçbir güç tasavvur etmek mümkün değildir. Bu da ne müthiş bir kudretullah tecellisidir. Allah Teâlâ buyurur:
“Hele can boğaza gelip dayandığında, o vakit can çekişenin yanında bulunan sizler, elinizden bir şey gelmez, sadece çaresizlik içinde seyredersiniz. Biz ona sizden daha yakınızdır, fakat siz göremezsiniz. Eğer siz yeniden diriltilip hesaba çekilmeyecek, ceza görmeyecekseniz; lütfen çıkmakta olan o canı geri çeviriniz; eğer iddianızda tutarlı ve doğru iseniz!” (Vâkıa 56/83-87)
İnsanların bir kısmı ise uzun yaşamakta, yaşlanmakta, hem maddi hem ruhi olarak güç ve kuvvetten kesilerek ömrün en rezil, en düşkün devresine düşmektedirler. İlâhî takdir bu sahada da hükmünü icrâ etmektedir. Buna da kimsenin mâni olması mümkün değildir. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Kime uzun ömür verirsek onu yaratılışta baş aşağı çeviririz. Hiç akıl erdirmiyorlar mı ki gidiş nereye?” (Yâsîn 36/68)
Âhiretin bir diğer mühim delili de ölü halde bulunan toprağın hususiyle bahar mevsiminde üzerine yağan yağmurlarla harekete geçmesi, kabarması; zahiren kara bir toprak olarak gözüken o sır yumağının, göz ve gönül alıcı muhtelif şekil, renk, koku ve tatta binlerce bitki, meyve ve sebze bitirmesidir. Bütün bunları yapan da şüphesiz sonsuz ilim ve kudret sahibi Rabbimizdir.
Peki Allah Teâlâ bu muazzam varlıkları ve olayları nasıl yaratabiliyor? İşte bu âyetler bu sualin cevabını vermektedir:
6. Bütün bunlar gösteriyor ki, Allah hakkın ta kendisidir; hiç şüphesiz ölüleri O diriltecektir ve O her şeye hakkiyle güç yetirendir.
7. Yine bunlardan şunu anlayın ki, kıyâmet hiç şüphesiz kopacak ve Allah kabirlerde yatan ölüleri kesinlikle diriltecektir.
Buna göre:
› Allah hakkın ta kendisidir. O’nun varlığı bir zan değil, bilakis apaçık gerçektir. O sadece her şeyin var olma sebebi değil, aynı zamanda hepsi üzerinde yegane hâkimiyet ve tasarruf sahibi olan en yüce Zat’tır. Dolayısıyla O, bütün kâinatı kendi iradesi, ilim ve hikmetine göre idare etmektedir. O’nun yaptığı her fiil hakkın, doğrunun ve hikmetin ta kendisidir.
› Ölüleri diriltecek olan şüphesiz ki O’dur. Azıcık düşünülecek olunursa O’nun her an ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkardığını; O’nun “Muhyî: Dirilten” ve “Mümît: Öldüren” sıfatlarının her an milyarlarca tecelliyle câri olduğu kolaylıkla görülür.
› Her şeye güç ve kuvveti yeten de elbette ki yine O’dur.
› Durum bu minvalde olunca, madem ki O, kıyametin kopacağını söylüyor, o mutlaka kopacaktır ve bunda zerre kadar bir şüpheye düşmek anlamsızdır. Madem ki O, kabirlerde olanları dirilteceğini söylüyor, onları mutlaka diriltecektir. Bu konuda da herhangi bir şüphe taşımak gereksizdir, boşunadır.
O halde aklını kullanabilen insana düşen, bu açık delilleri anlayıp üzerinde tefekkür ederek gerçeğin ta kendisi olan o sonsuz kudret sahibi Allah’a teslim olmaktır. Ancak bir kısım insanların bu teslimiyeti gösteremeyip inatla mücâdele yolunu tuttukları da bir gerçektir:
8. İnsanlardan öylesi var ki, ne doğru bir bilgisi, ne bir yol göstericisi, ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır durur.
9. İnsanları Allah’ın yolundan saptırmak için böbürlenip haktan yüz çevirerek tartışmasını sürdürür. Böylesinin hakkı dünyada rezillik olduğu gibi, kıyâmet günü de ona yakıcı cehennem azâbını tattıracağız.
10. Kendisine: “İşte bu azap, dünyadayken bizzat yapıp buraya gönderdiğin günahların cezasıdır” denilecek. Yoksa Allah, kullarına asla zulmetmez.
11. İnsanlardan öylesi var ki, Allah’a dünyevî bir çıkar beklentisi içinde kıyısından kenarından kulluk eder. Öyle ki; eğer beklentisi gerçekleşir de bir iyilik görürse gönlü onunla huzura kavuşur, dininde sebât eder. Fakat başına bir felâket gelirse hemen gerisin geri dönüp Allah’a kulluğu terk eder. Böyleleri dünyasını da, âhiretini de kaybetmiştir. İşte apaçık hüsrân budur!
Bu sûrenin üçüncü âyetinde şeytana uyup sadece kendileri sapık yollara düşen kimselerden bahsedilmişti. Bu âyetlerde ise yalnız kendileri doğru yoldan sapmakla kalmayıp, başkalarını da saptırmaya çalışan kimselerden bahsedilmektedir. Bunlar gururlu, kibirli, kendini beğenmiş, inatçı, mağrur ve hak söze kulak asmayan kimselerdir.
Halbuki onlar:
› Gözlem, deney ve tecrübe sonucu elde edilen doğru bir bilgiye sahip değillerdir.
› Ne önlerinde kendilerine doğru yolu gösteren bir rehberleri, ne de ellerinde kendisiyle istidlâl edecekleri bir senetleri vardır.
› İlâhî vahye dayanan bir bilgi kaynağına, yollarını aydınlatıcı bir kitaba da sahip değildirler.
Bir tartışmada doğru ve tutarlı olabilmek için bunların ya hepsine veya bir kısmına sahip olmak gerekir. Bunlardan herhangi biri olmadan yapılan tartışma düpedüz yalan ve şamatadan öteye geçemez. Hele hakkında tartışma yaptığı zat, bütün doğruluğun, hak ve hakikatin yegâne sahibi Allah ise durumun vehâmeti daha da artar. Artık, yaptığı kötülüklere karşılık böyle birini bekleyen acı sonuç, dünyada rezil rüsvâ olmak, âhirette de pek yakıcı cehennem azabını boylamaktır.
Bir kısım insanlar var ki, onlar da imanla küfrün sınırında dolaşır dururlar:
12. Allah’ı bırakır da, kendisine zararı da faydası da olmayacak şeylere yalvarır durur. İşte bu, içinden çıkılmaz derin sapıklığın ta kendisidir.
Bu tip insanlar, nefsânî arzulardan kurtulamadığı için, gönülden gelerek değil, belli bir maksat için gâfilâne bir şekilde kulluk yaparlar. Eğer kendisine bir iyilik gelirse sevinir, bir belâ geldiğinde ise kulluktan yüz çevirir. Doğrusu ise, insanın Rabbine dayanıp güvenmesi, iyiliklere teşekkür, hoşa gitmeyen şeylere ise sabretmesidir.
Âyetlerin iniş sebebi olarak nakledilen şu hâdiseler, nurada resmedilen insan tipinin daha açık ve net anlaşılmasına yardımcı olacaktır:
❂ Medine halkından olmayan birisi, Medine-i Münevvere’ye gelip müslüman olurdu. Eğer karısı erkek çocuk dünyaya getirir, atı da güzel bir tay doğurursa İslâm hakkında: “Bu doğru ve güzel bir din imiş” derdi. Yok karısı doğurmaz, kısrağı da yavrulamazsa: “Bu ne kötü bir din imiş” derdi. (Buhârî, Tefsir 22/2)
❂ Bedevilerden bazı kimseler Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelip müslüman olurlardı. Memleketlerine döndükleri zaman yağmur yağar, bolluk olur ve hayvanları güzel güzel yavrularsa “Şu bizim dinimiz ne kadar güzel bir din” derler ve ona sımsıkı sarılırlardı. Yok eğer kıtlık kuraklık olur, hayvanları istedikleri şekilde yavrulamazsa “Bizim şu dinimizde hiç bir hayır yok” derlerdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVII, 161-162)
❂ Bu âyet-i kerîme müellefe-i kulûb hakkında nâzil olmuştur. Bunlar birbirlerine: “Muhammed’in dinine girelim. Bakalım; eğer bir hayır elde edersek onun hak olduğunu anlamış oluruz. Eğer hayır bulmazsak bâtıl olduğunu anlamış oluruz” diyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIII,13)
❂ Bir yahudi müslüman olmuştu. Fakat müslüman olduktan sonra gözü kör oldu, malı gitti ve çocuğu öldü. İslâm’da bir uğursuzluk olduğunu sanarak Peygamberimiz (s.a.s.)’e geldi ve: “Benim müslümanlığımı feshet” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.): “İslâm fesholunmaz” buyurdu. O: “Bu dini girdikten sonra hiç bir hayır elde etmedim; gözümü kör etti, malımı ve çocuğumu elimden aldı” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.): “Ey yahudi! İslâm, ateşin demir, gümüş ve altının kirini giderdiği gibi insanların kirlerini giderir” buyurdu ve bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 317)
Âyetlerin tasvir ettiği yapıdaki insan tipini, hemen hemen her devirde ve her yerde görmek mümkündür. Bunlar, Allah’a ve âhirete tam bir iman kıvamına ulaşamamış, bir kısım içtimâî saikler ve dünyevî beklentilerle Allah’a kulluk etmeyi deneyen, fakat O’nu şahsî arzularını yerine getiren bir mabud olarak göremediğinden tekrar şirke yönelen, böylece hem dünya hem de âhiret mutluluğunu kaybeden bozuk karakterli insanlardır. Allah’tan yüz çeviren bu tür insanlar yine de birilerine kulluk etme ve yakarma ihtiyacı duyarlar. Fakat bu sefer ya hiçbir zarar veya faydası olmayan cansız nesnelere gönül bağlarlar ki bu, çölde yolunu iyice şaşırmış bir yolcunun içine düştüğü şaşkınlık gibi derin bir şaşkınlık ve son derece uzak bir sapıklıktır. Veya faydasından çok zararının dokunma ihtimali daha yüksek olan kişilere, mesela istikâmetleri bozuk olan liderlere yönelirler ki, Allah’a asi olarak hak yoldan sapmış, hem kendilerini hem de kendilerine tâbi olanları uçuruma doğru sürükleyen bu liderlerin ne kötü efendi ve ne fenâ arkadaş olduklarında şüphe yoktur.
Bu bakımdan cennete girmek isteyenler, Allah’a kulluğa aykırı tüm inanç ve davranışlardan uzaklaşarak iman ve sâlih amel yolunu tutmalıdır:
Müellefe-i kulûb: Henüz müslüman olmayıp kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseler.
13. Hatta o bazan zararı faydasından daha çok olan şeylere yalvarıp yakarır. Oysa, yalvardığı o varlık, gerçekte ne kötü bir efendi, ne fenâ bir arkadaştır!
Bu tip insanlar, nefsânî arzulardan kurtulamadığı için, gönülden gelerek değil, belli bir maksat için gâfilâne bir şekilde kulluk yaparlar. Eğer kendisine bir iyilik gelirse sevinir, bir belâ geldiğinde ise kulluktan yüz çevirir. Doğrusu ise, insanın Rabbine dayanıp güvenmesi, iyiliklere teşekkür, hoşa gitmeyen şeylere ise sabretmesidir.
Âyetlerin iniş sebebi olarak nakledilen şu hâdiseler, nurada resmedilen insan tipinin daha açık ve net anlaşılmasına yardımcı olacaktır:
❂ Medine halkından olmayan birisi, Medine-i Münevvere’ye gelip müslüman olurdu. Eğer karısı erkek çocuk dünyaya getirir, atı da güzel bir tay doğurursa İslâm hakkında: “Bu doğru ve güzel bir din imiş” derdi. Yok karısı doğurmaz, kısrağı da yavrulamazsa: “Bu ne kötü bir din imiş” derdi. (Buhârî, Tefsir 22/2)
❂ Bedevilerden bazı kimseler Peygamberimiz (s.a.s.)’e gelip müslüman olurlardı. Memleketlerine döndükleri zaman yağmur yağar, bolluk olur ve hayvanları güzel güzel yavrularsa “Şu bizim dinimiz ne kadar güzel bir din” derler ve ona sımsıkı sarılırlardı. Yok eğer kıtlık kuraklık olur, hayvanları istedikleri şekilde yavrulamazsa “Bizim şu dinimizde hiç bir hayır yok” derlerdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVII, 161-162)
❂ Bu âyet-i kerîme müellefe-i kulûb[1] hakkında nâzil olmuştur. Bunlar birbirlerine: “Muhammed’in dinine girelim. Bakalım; eğer bir hayır elde edersek onun hak olduğunu anlamış oluruz. Eğer hayır bulmazsak bâtıl olduğunu anlamış oluruz” diyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXIII,13)
❂ Bir yahudi müslüman olmuştu. Fakat müslüman olduktan sonra gözü kör oldu, malı gitti ve çocuğu öldü. İslâm’da bir uğursuzluk olduğunu sanarak Peygamberimiz (s.a.s.)’e geldi ve: “Benim müslümanlığımı feshet” dedi. Allah Resûlü (s.a.s.): “İslâm fesholunmaz” buyurdu. O: “Bu dini girdikten sonra hiç bir hayır elde etmedim; gözümü kör etti, malımı ve çocuğumu elimden aldı” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.): “Ey yahudi! İslâm, ateşin demir, gümüş ve altının kirini giderdiği gibi insanların kirlerini giderir” buyurdu ve bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 317)
Âyetlerin tasvir ettiği yapıdaki insan tipini, hemen hemen her devirde ve her yerde görmek mümkündür. Bunlar, Allah’a ve âhirete tam bir iman kıvamına ulaşamamış, bir kısım içtimâî saikler ve dünyevî beklentilerle Allah’a kulluk etmeyi deneyen, fakat O’nu şahsî arzularını yerine getiren bir mabud olarak göremediğinden tekrar şirke yönelen, böylece hem dünya hem de âhiret mutluluğunu kaybeden bozuk karakterli insanlardır. Allah’tan yüz çeviren bu tür insanlar yine de birilerine kulluk etme ve yakarma ihtiyacı duyarlar. Fakat bu sefer ya hiçbir zarar veya faydası olmayan cansız nesnelere gönül bağlarlar ki bu, çölde yolunu iyice şaşırmış bir yolcunun içine düştüğü şaşkınlık gibi derin bir şaşkınlık ve son derece uzak bir sapıklıktır. Veya faydasından çok zararının dokunma ihtimali daha yüksek olan kişilere, mesela istikâmetleri bozuk olan liderlere yönelirler ki, Allah’a asi olarak hak yoldan sapmış, hem kendilerini hem de kendilerine tâbi olanları uçuruma doğru sürükleyen bu liderlerin ne kötü efendi ve ne fenâ arkadaş olduklarında şüphe yoktur.
Bu bakımdan cennete girmek isteyenler, Allah’a kulluğa aykırı tüm inanç ve davranışlardan uzaklaşarak iman ve sâlih amel yolunu tutmalıdır:
Müellefe-i kulûb: Henüz müslüman olmayıp kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseler.
14. Şüphesiz Allah, iman edip sâlih ameller işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. Allah, elbette dilediğini yapar.
Müşriklerin taptıkları sahte tanrılar onları cehenneme sürükledikleri halde, mü’minlerin iman ettikleri ve rızâsını kazanmak için güzel güzel ameller işledikleri Allah Teâlâ, onları altlarından ırmaklar akan cennetlere yerleştirecektir. İşte gerçek İlâh ile sahte tanrıların arasındaki fark budur.
İmanın dış yönü, iman edilmesi gereken hususları tasdîk etmek, iç yönü ise hakikate ermektir. Kul bu ikisine de ancak Allah’ın hususi yardımıyla nâil olabilir. Sâlih amel, kabule ve sevap kazanmaya elverişli amel demektir. Bu da ancak amellerin, imanın gerektirdiği şekilde olmasıyla gerçekleşir.
Mü’minlerin gireceği cennetler, peşin ve bilâhere olmak üzere iki kademelidir. Peşin olan cennet, kabule şayân haller ve manevî yakınlıklardır. Bilâhere olan ise sevap ve tevbedir. Nitekim: “Rabbinin huzuruna çıkıp hesap vermekten korkan kimseye iki cennet vardır” (Rahmân 55/46) buyruğu buna işaret eder.,
Bununla birlikte:
15. Kim, Allah’ın dünya ve âhirette Peygamberi’ne yardım etmeyeceğini sanıyorsa, gökyüzüne bir merdiven dayasın, oraya çıksın, sonra da oradan gelecek yardımı kessin. Baksın bakalım, kurduğu tuzaklar bir işe yarayacak, bulduğu çâre İslâm’a karşı yüreğinde hissettiği öfkesini dindirmeye yetecek mi?