ceylannur
Yeni Üyemiz
Hangi Gençlerden Olsunlar
İnsan bu dünyaya kendi iradesiyle gelmemiştir, gönderilmiştir. Yaratılanların en şereflisi olması itibariyle, elbette başı boş olamaz, serâzâd hareket edemez. Misafir olduğu bu dünyada şerefi kadar mes’uliyeti de vardır.
ALLAH (celle celâluhu) akla kapıyı açıp iradesini elinden almadığı kulunu, hem nimetleriyle “Bakalım şımaracak baş kaldıracak mı?” diye hem de musibetlerle “Sabredip şükredecek mi?” diye imtihan eder.
“Hanginizin daha güzel iş ortaya koyacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O Azîz’dir. Gafûr’dur (üstün kudret sahibidir, affı ve mağfireti boldur) (Mülk sûresi, 2).
İnsan “Biz insanı en güzel, en mükemmel sûrette yarattık” (Tın sûresi, 4) ilahî beyanına uygun bir şekilde hayatını tanzim etmek zorundadır.
Başta peygamberler, hususiyle Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) olmak üzere mânâ âleminin zirvelerini temsil eden gönül mimarlarının bir projektör gibi dünya ve âhiret hayatımızı aydınlatmalarıyla, engellere takılıp kalmamıza engel olduklarını, bizi bizden daha iyi düşündüklerini, şefkatli bir anne gibi elimizden tutup her türlü tuzaklara karşı siper olduklarını, bu yolda canları dahil her şeylerini bizler için seve seve verme heyecanı içinde yaşadıklarını bilmekteyiz.
Onlar, ölümsüz, ebedî bir hayatın bizlere kazandırılması yolunda, “beşîr ve nezîr” olarak tavzîf edilmişlerdir. Konum ve donanımları itibariyle, mükellef kılındıkları vazifeleri; insanı küfür ve dalâletten kurtarmak, hidayete giden yolu göstermek, İslam’ın nuruyla gönülleri tenvîr etmektir.
On dört küsur asırdır aynı ruhu temsil eden, çile, sancı ve ızdırap içinde kıvranan milyonlarca ehl-i iman ve mânâ âleminin temsilcisi bu yolda canlarını vermiş, hayatın her türlü sıkıntılarına katlanmışlardır.
Evet, “Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmet, ön ciheti ise azaptır.” Mü’minler için kabir cennet bahçelerinden bir bahçe, ehl-i küfür için cehennem çukurlarından bir çukurdur.
Nice insanlar vardır ki; başta peygamberler, velîler, ALLAH’ın sâlih kulları arkada bıraktıkları hayrü’l-halefleri tarafından hayırla yâd edilmektedirler. Niceleri de vardır ki, nefretle, bedduayla anılmaktadırlar.
Bu mânâ âleminin temsilcilerinden birisi; ömrü hapishanelerde, çilehanelerde, sürgünlerde, hakaretlerle, iftiralarla perişan edilen merhum Bediüzzaman Hazretleri ki bu gün milyonlarca talebeleri tarafından hayırla yâd edilmektedir. Elli yıl evvel böyle bir mart ayının son günlerinde dünya misafirliği ve vazifesi bitmiş, ebedî âleme davet edilmiştir.
Aynı yolun yolcularından 13 Mart 1997 günü ilahî davete muhatap olmuş Hacı Kemal ağabey, ömrünü eğitim ve talebe yetiştirme hizmetine vermiş, dert, sancı ve ızdırapla iki büklüm hale gelmişti. Bir gün, kendini ilme, eğitime ve ALLAH’ın rızasına adamış Hocamıza gelip “Efendim! Eğitime kendilerini adamış, hicret etmiş, çiçeği burnunda bulunan eğitim gönüllülerine özeniyorum. Ölmeden evvel, hicret şerefine ermek istiyorum. Ben de hizmete gitmek istiyorum. Böyle bir hicret için duanızı almaya geldim.” deyip Tacikistan’a gitmişti. Orada bulunan eğitim gönüllüleriyle birlikte, kısa zamanda beş-altı adet kolej açmaya muvaffak olmuşlardı.
Bir münasebetle bir araya gelmiştik Hacı Kemal ağabeyle.. Ayrılırken, “tekrar görüşmek üzere” deyip helalleşip ayrıldık. Bir hafta sonra komaya girip ebedî âleme, dostlar diyarına yola çıktığına dair haberini üzüntüyle aldık. Cenazenin teçhiz ve tekfinini yapıp Fatih câmiinin musalla taşına koyduğumuzda, sevenleri, dostları yollarda gözyaşlarıyla geledursunlar, bir grup yirmi beş-otuz yaşlarında genç ise, cenazenin üzerine başlarını koyup hıçkırarak hem ağlıyorlar, hem de “Keşke anne-babalarımız ölseydi de sen ölmeseydin Hacıbaba! Şimdi bizim burslarımızı kim verecek? Kitaplarımızı kim alacak? Önümüze diz çöküp dizlerimize ellerini koyarak gözyaşlarıyla Rabbimizi bizlere kim anlatacak?” diyorlardı.
Kimdi bu gençler? Çocukları, akrabaları değildi. Bu gençlerin Tacik-Türk kolejinden mezun olmuş, İstanbul Üniversitesinde okumak üzere gelen talebeler olduğunu öğrendik. Neydi Hacıbabayı anne-babalarına tercih ettiren, “Anne-babamız ölseydi de sen ölmeseydin!” dedirten?
Bunun sebebi şüphesiz hiçbir karşılık beklemeden Hacı Kemal ağabeyin, gelecek neslin yetişmesine kendini adamış olmasıydı. Onun gençleri kendi evlatları gibi şefkatle bağrına basıp sahiplenmesiydi, sevgisiydi. Maddî-mânevî dertlerine ortak olmasıydı. Kafalarının ilimle aydınlanmasına, kalplerinin iman ve ahlâkla donatılmasına destek vermesiydi.
Hep beraber şu ibret levhasına da bir bakalım: Askerliğimi yaptığım bir dönemde personel subaylığında çalışıyordum. Şehrin mezarlığı kışlanın içindeydi. Bir gün sabah erkenden çalışmak üzere büroya geldim. Henüz güneş doğmamıştı. Camdan dışarıya baktığımda bir gencin bir mezarın üzerine oturmuş saz çalarak şarap içtiğini gördüm. Hayret ettim. Bu genç saz çalacak, içki içecek mezardan başka bir yer bulamamış mıydı, hem de bu saatte!
Sonra öğrendik ki, o mezar babasının mezarıymış. Babaları vefat etmiş, miras taksiminde kardeşleriyle takışmışlar, biraz hırpalanınca öfke ile soluğu mezarda almış. Saz çalıyor, şarap içiyor ve babasına göndermelerde bulunuyor, böylece sıkıntısını atmaya çalışıyordu.
Kur’ân-ı Kerim; anne-baba hakkında ne diyor bakalım: “Rabbin şöyle buyurdu: ALLAH’tan başkasına ibadet etmeyin! Anneye ve babaya güzel muamele edin! Şayet onlardan her ikisi veya birisi yaşlanmış olarak senin yanında bulunursa, sakın onlara hizmetten yüksünme! “Öff!” bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve gönül alıcı sözler söyle” (İsrâ sûresi, 23).
“Şefkatla, tevazu ile onlara kol kanat ger ve şöyle dua et: “Ya Rabbi, onlar küçüklüğümde nasıl beni ihtimamla yetiştirdilerse, onlara mükafat olarak Sen de onlara merhamet buyur! Rabbiniz, ruhlarınızdaki duyguları pek iyi bilir” (İsra sûresi, 24).
“Eğer siz iyi kimseler iseniz şunu bilin ki ALLAH kötülüklerden, (özellikle anne-babasına yaptığı kötü muamelelerden) tevbe edenlere karşı günahları çok affedicidir.” (İsra sûresi, 25).
Kur’an-ı Mu’cizu’l-Beyân’ın şu gerçeklerinden mahrum bırakılmış gencin/gençlerin hali ile Tacik talebelerin Hacı Kemal ağabeyin cenazesinin ardından söylediklerini vicdan terazisiyle tartıp yerimizi, mesuliyetimizi tayin etmeye çalışalım.
Maddi-manevî değerlerimizi, hayatlarını adayarak bize emanet eden ecdâdımızla ilahî huzurda hesaplaşacağımızı, gelecek neslin de yakamızdan tutup “Bu gerçekleri neden bize duyurmadınız, öğretmediniz!” diyeceklerini, böylesine kazanma kuşağında kaybetme riski ile karşı karşıya olduğumuz gerçeğini unutmamalı, mutlaka karşımıza çıkacak o günün muhasebesini burada yapmalıyız.
Hangi anne-baba, Fatiha beklediği çocuklarının mezarı başında içki içmesini, saz çalmasını arzu eder? Bu vesileyle Hz. Bediüzzaman ve Hacı Kemal ağabey gibi Hak yolcularına binler selam ve hayır dualar…
Mehmet Ali Şengül