Hasret ruzgari
Aktif Üyemiz
İslâm, ırk, dil, renk gibi fıtrî ayrımlara dayanan üstünlük anlayışını reddeder. Hiç kimse yaratılışın kendisine sunduğu farklılıklardan dolayı üstün, düşük ya da suçlu olamaz. Böyle bir anlayış İslâm’ın açık hükümleriyle ve ruhuyla doğrudan çelişir.
Kutuplaşma, ayrışma, çatışma...
Bu kelimelerin hiçbiri bizden değil. Hiçbiri inancımızın, kültürümüzün izlerini taşımıyor. Buna rağmen dönem dönem bilinçli veya bilinçsiz olarak bu tür akıntılara kürek çektiğimizi inkâr edemeyiz.
Öyle zaman oluyor ki asırlar boyu aynı topraklarda dil, ırk ve renk farkı gözetmeksizin kardeşçe yaşayan biz değilmişiz gibi, hiç yere düşman kesilebiliyoruz birbirimize. Birlikte yiyip içtiğimiz, birlikte sevinip ağladığımız, birlikte aynı camide omuz omuza saf tuttuğumuz günleri, alçak ellerin alevlendirdiği fitne ateşinde yakabiliyoruz. Her ne kadar “bir kahvenin kırk yıl hatırı var” desek de, hatırı çabucak unutuveriyoruz.
Düşünelim. Biz müslümanlar olarak hangi dava uğruna birbirimize sırt çevirir olduk? Hangi gaye uğruna bizden olanı ötekiymiş gibi görmeye başladık? Hangi gerekçeyle mescitte dahi ayrı saflarda durmayı tercih edecek kadar ileri gidebiliyoruz? Bu nasıl bir akıl ve vicdan tutulmasıdır?
Bizler İslâm ümmetinin tek millet olduğunu, müminlerin topyekün kardeş olduklarını İslâm’dan öğrenmedik mi? O halde ilkel cahiliye adetlerini ısrarla hortlatmak isteyişimizin nedeni ne?
Kimse ırkından dolayı yadırganamaz
İslâm, ırk, dil, renk gibi fıtrî ayrımlara dayanan bir üstünlüğü reddeder. Hiç kimse yaratılışın kendisine sunduğu farklılıklardan dolayı suçlu olamaz. Hadis-i şerifte; “Elbette ki Allah kıyamet günü sizi, bedenlerinizden ve soyunuzdan dolayı sorguya çekmeyecektir.” (Câmiu’l-Ehâdis) buyrularak bu noktaya dikkat çekilmiştir.
Böyle bir ayrımcılık aklen, vicdanen, fıtraten doğru değildir. Çünkü bütün insanlar aynı ortak atadan gelmeleri sebebiyle eşittirler. Hal böyleyken onları “sen falan ırktansın, sen filan ırktansın, sen siyahsın sen beyazsın” diye bir ayrıma tabi tutmak saçmalıktır. Bu tarz bir ayrımcılık toplumu kutuplaştırıp çatıştırmaktan öteye gitmez.
Tarihimize baktığımızda alimlerimizin, mezhep imamlarımızın, mutasavvıflarımızın farklı ırk ve kültürden geldiklerini görürüz. Eğer üstün ırk diye bir görüş doğru olsaydı, fazilet kabilinden sayılan bu tarz şeyler üstün görülen ırkın mensuplarına has olurdu. Fakat öyle olmamıştır. Yeri geldiğinde insanların hakir gördüğü bir gruptan bir zat çıkar, ilmiyle, ameliyle, hizmetiyle yıldızlaşır. Herhangi bir evliya ansiklopedisine, alim ve bilginleri anlatan kitaba bakın, kim hangi kavimdenmiş, bunun bir önemi varmıymış, derhal anlaşılır.
İslâm kişinin etnik kökenine, diline, rengine veya kültürüne bakmaz. İslâm’da sadece kalpler ve niyetler önemlidir. Allah Tealâ, insanların düşük gördükleri kavimden imanlı birini, üstün saydıkları imansız birinden kat be kat önde tutar. Bu itibarla Sevgili Peygamberimiz s.a.v. amel yönünden geri olan kimseyi nesebinin ileri götüremeyeceğini beyan etmiştir. (Ebu Davud)
Anlatıldığına göre bir gün Kureyşli bir grup, aslen İranlı olan Selman-ı Farisî r.a. hazretlerinin yanında asaletleriyle övünmeye başlarlar. Selman-ı Farisî onları dinledikten sonra der ki:
– Benim övünecek bir tarafım yok. Çünkü bir damla sudan yaratıldım. Yine bir cesede dönüşeceğim. Sonra kıyamet günü terazi karşısına gideceğim; eğer sevabım ağır gelirse iyi ve üstün bir insanım, yok hafif gelirse düşük bir insanım.” (Gazalî, İhyâ)
İslâm kutuplaşmayı reddeder
Bu şuur, Bilal-i Habeşî r.a. gibi siyahî bir köleyle, Hz. Ebubekir r.a. gibi mevki ve otorite sahibi birini aynı mecliste oturtmuş, aynı sofradan yedirtmiş, eşit haklara sahip tutmuş, kimseyi de bundan gocundurtmamıştır. İşte müslümanlık budur.
Eğer bugün hâlâ birbirimize selam verebiliyorsak, hâlâ seviç ve üzüntümüzü paylaşabiliyorsak ve hâlâ dili, rengi bizden farklı olan komşumuza bir tas sıcak çorba ikram edebiliyorsak, inanın bu İslâm’ın bize kazandırdığı yüksek ahlâkın bir neticesidir. Çünkü İslâm bireyselleşmenin, ayrışmanın, dağılıp parçalanmanın her zaman karşısında olmuştur. İslâm çekişmeyi, zıtlaşmayı, marjinalleşmeyi reddetmiştir. Ve yine İslâm, birlik olmamızı, derlenip toparlanmamızı, tek temel müştereğimiz olan din ekseninde kenetlenip cemaatleşmemizi emretmiştir. Çünkü “Allah’ın yardımı cemaatle beraberdir.” (Tirmizî)
Biz, Kur’an ve Sünnet’in gösterdiği yolda bir araya geldiğimiz zaman, gereksiz toplumsal korkularımızdan da arınmış olacağız. Birlik olmanın önemini farkedeceğiz. Peygamber Efemiz s.a.v. bu gerçeğe işaretle şöyle buyurur:
“İki birden, üç ikiden, dört de üçten üstündür. Öyleyse cemaat üzere olun. Çünkü Allah Tealâ ümmetimi ancak hidayet üzere toplamıştır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Kur’an-ı Kerim, bunu başarabilmemiz için tek ilaçlık bir reçete koyar önümüze: Hep birlikte Allah’ın ipine, yani İslâm’a sımsıkı sarılmak. Bundan başka da seçeneğimiz yoktur. Âl-i İmrân suresinin 103. ayeti bunu şöyle açıklar: “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.”
Birlik olma vakti
Ayrışma, İslâm toplumunu dinamitleyen önde gelen sebeplerdendir. Bunu tetikleyen sebeplerin başında da etnik ve kültürel ayrımcılık gelir.
Ayrımcılık, toplumun birbirine olan sevgi, saygı gibi manevi değerlerini yok eder. İnsanların kendi kabuğuna çekilmelerine, bencilleşmelerine, körleşip duyarsızlaşmalarına sebep olur. Sadece bununla da kalmaz. Kimi zaman büyük bir infiali de beraberinde getirir. Çünkü devletlerin parçalanmasının, milletlerin iç savaşlara sürüklenmesinin, kurumların alt üst olmasının temelinde her zaman ayrışma ve kavga unsuru yatar.
Netice itibariyle toplum olarak bizi biz eden değerlerden uzaklaştıkça birbirimizden kopuyor, dağılıp parçalanıyoruz. Siyasi, ideolojik ve etnik gruplaşmalar bize zarardan başka bir şey kazandırmıyor.
Artık uyanıp birlik olmanın, aramızda selamı yaymanın, kardeşçe kucaklaşmanın vaktidir. Bölünerek din düşmanlarının ekmeğine yağ sürdüğümüzün farkına varmanın zamanı geldi de geçiyor bile.
semerkand dergisi
Kutuplaşma, ayrışma, çatışma...
Bu kelimelerin hiçbiri bizden değil. Hiçbiri inancımızın, kültürümüzün izlerini taşımıyor. Buna rağmen dönem dönem bilinçli veya bilinçsiz olarak bu tür akıntılara kürek çektiğimizi inkâr edemeyiz.
Öyle zaman oluyor ki asırlar boyu aynı topraklarda dil, ırk ve renk farkı gözetmeksizin kardeşçe yaşayan biz değilmişiz gibi, hiç yere düşman kesilebiliyoruz birbirimize. Birlikte yiyip içtiğimiz, birlikte sevinip ağladığımız, birlikte aynı camide omuz omuza saf tuttuğumuz günleri, alçak ellerin alevlendirdiği fitne ateşinde yakabiliyoruz. Her ne kadar “bir kahvenin kırk yıl hatırı var” desek de, hatırı çabucak unutuveriyoruz.
Düşünelim. Biz müslümanlar olarak hangi dava uğruna birbirimize sırt çevirir olduk? Hangi gaye uğruna bizden olanı ötekiymiş gibi görmeye başladık? Hangi gerekçeyle mescitte dahi ayrı saflarda durmayı tercih edecek kadar ileri gidebiliyoruz? Bu nasıl bir akıl ve vicdan tutulmasıdır?
Bizler İslâm ümmetinin tek millet olduğunu, müminlerin topyekün kardeş olduklarını İslâm’dan öğrenmedik mi? O halde ilkel cahiliye adetlerini ısrarla hortlatmak isteyişimizin nedeni ne?
Kimse ırkından dolayı yadırganamaz
İslâm, ırk, dil, renk gibi fıtrî ayrımlara dayanan bir üstünlüğü reddeder. Hiç kimse yaratılışın kendisine sunduğu farklılıklardan dolayı suçlu olamaz. Hadis-i şerifte; “Elbette ki Allah kıyamet günü sizi, bedenlerinizden ve soyunuzdan dolayı sorguya çekmeyecektir.” (Câmiu’l-Ehâdis) buyrularak bu noktaya dikkat çekilmiştir.
Böyle bir ayrımcılık aklen, vicdanen, fıtraten doğru değildir. Çünkü bütün insanlar aynı ortak atadan gelmeleri sebebiyle eşittirler. Hal böyleyken onları “sen falan ırktansın, sen filan ırktansın, sen siyahsın sen beyazsın” diye bir ayrıma tabi tutmak saçmalıktır. Bu tarz bir ayrımcılık toplumu kutuplaştırıp çatıştırmaktan öteye gitmez.
Tarihimize baktığımızda alimlerimizin, mezhep imamlarımızın, mutasavvıflarımızın farklı ırk ve kültürden geldiklerini görürüz. Eğer üstün ırk diye bir görüş doğru olsaydı, fazilet kabilinden sayılan bu tarz şeyler üstün görülen ırkın mensuplarına has olurdu. Fakat öyle olmamıştır. Yeri geldiğinde insanların hakir gördüğü bir gruptan bir zat çıkar, ilmiyle, ameliyle, hizmetiyle yıldızlaşır. Herhangi bir evliya ansiklopedisine, alim ve bilginleri anlatan kitaba bakın, kim hangi kavimdenmiş, bunun bir önemi varmıymış, derhal anlaşılır.
İslâm kişinin etnik kökenine, diline, rengine veya kültürüne bakmaz. İslâm’da sadece kalpler ve niyetler önemlidir. Allah Tealâ, insanların düşük gördükleri kavimden imanlı birini, üstün saydıkları imansız birinden kat be kat önde tutar. Bu itibarla Sevgili Peygamberimiz s.a.v. amel yönünden geri olan kimseyi nesebinin ileri götüremeyeceğini beyan etmiştir. (Ebu Davud)
Anlatıldığına göre bir gün Kureyşli bir grup, aslen İranlı olan Selman-ı Farisî r.a. hazretlerinin yanında asaletleriyle övünmeye başlarlar. Selman-ı Farisî onları dinledikten sonra der ki:
– Benim övünecek bir tarafım yok. Çünkü bir damla sudan yaratıldım. Yine bir cesede dönüşeceğim. Sonra kıyamet günü terazi karşısına gideceğim; eğer sevabım ağır gelirse iyi ve üstün bir insanım, yok hafif gelirse düşük bir insanım.” (Gazalî, İhyâ)
İslâm kutuplaşmayı reddeder
Bu şuur, Bilal-i Habeşî r.a. gibi siyahî bir köleyle, Hz. Ebubekir r.a. gibi mevki ve otorite sahibi birini aynı mecliste oturtmuş, aynı sofradan yedirtmiş, eşit haklara sahip tutmuş, kimseyi de bundan gocundurtmamıştır. İşte müslümanlık budur.
Eğer bugün hâlâ birbirimize selam verebiliyorsak, hâlâ seviç ve üzüntümüzü paylaşabiliyorsak ve hâlâ dili, rengi bizden farklı olan komşumuza bir tas sıcak çorba ikram edebiliyorsak, inanın bu İslâm’ın bize kazandırdığı yüksek ahlâkın bir neticesidir. Çünkü İslâm bireyselleşmenin, ayrışmanın, dağılıp parçalanmanın her zaman karşısında olmuştur. İslâm çekişmeyi, zıtlaşmayı, marjinalleşmeyi reddetmiştir. Ve yine İslâm, birlik olmamızı, derlenip toparlanmamızı, tek temel müştereğimiz olan din ekseninde kenetlenip cemaatleşmemizi emretmiştir. Çünkü “Allah’ın yardımı cemaatle beraberdir.” (Tirmizî)
Biz, Kur’an ve Sünnet’in gösterdiği yolda bir araya geldiğimiz zaman, gereksiz toplumsal korkularımızdan da arınmış olacağız. Birlik olmanın önemini farkedeceğiz. Peygamber Efemiz s.a.v. bu gerçeğe işaretle şöyle buyurur:
“İki birden, üç ikiden, dört de üçten üstündür. Öyleyse cemaat üzere olun. Çünkü Allah Tealâ ümmetimi ancak hidayet üzere toplamıştır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Kur’an-ı Kerim, bunu başarabilmemiz için tek ilaçlık bir reçete koyar önümüze: Hep birlikte Allah’ın ipine, yani İslâm’a sımsıkı sarılmak. Bundan başka da seçeneğimiz yoktur. Âl-i İmrân suresinin 103. ayeti bunu şöyle açıklar: “Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.”
Birlik olma vakti
Ayrışma, İslâm toplumunu dinamitleyen önde gelen sebeplerdendir. Bunu tetikleyen sebeplerin başında da etnik ve kültürel ayrımcılık gelir.
Ayrımcılık, toplumun birbirine olan sevgi, saygı gibi manevi değerlerini yok eder. İnsanların kendi kabuğuna çekilmelerine, bencilleşmelerine, körleşip duyarsızlaşmalarına sebep olur. Sadece bununla da kalmaz. Kimi zaman büyük bir infiali de beraberinde getirir. Çünkü devletlerin parçalanmasının, milletlerin iç savaşlara sürüklenmesinin, kurumların alt üst olmasının temelinde her zaman ayrışma ve kavga unsuru yatar.
Netice itibariyle toplum olarak bizi biz eden değerlerden uzaklaştıkça birbirimizden kopuyor, dağılıp parçalanıyoruz. Siyasi, ideolojik ve etnik gruplaşmalar bize zarardan başka bir şey kazandırmıyor.
Artık uyanıp birlik olmanın, aramızda selamı yaymanın, kardeşçe kucaklaşmanın vaktidir. Bölünerek din düşmanlarının ekmeğine yağ sürdüğümüzün farkına varmanın zamanı geldi de geçiyor bile.
semerkand dergisi