Erzincanlı
Member
HOLLYWOOD'DA ERZİNCANLI HASAN EFENDİ: HİKMET FERİDUN ES'İN KALEMİNDEN AMERİKA'DAKİ İLK TÜRKLER
Dr. Işıl Acehan
Gittiği uzak diyarlara okuyucularını da alıp götüren gazeteci Hikmet Feridun Es, 1926′da Vakit gazetesinde meslek yaşamına atılmıştı. Akşam, Hürriyet gazeteleriyle Yedigün ve Hayat dergilerinde çalışan Es, iki yıl süreyle (1946-1948) bulunduğu ABD’de hem gazetecilik yapmış, hem de öğrenim görmüştü.
Gazeteci olarak dünyanın hemen her yerini dolaşmış, bu gezilerinde yaptığı dizi röportajlarla ün kazanmıştı. 1948′de yayımlanmaya başlayan Hürriyet gazetesinin Türkiye’nin en çok satan gazetesi olmasında, özellikle yaptığı Afrika röportajlarıyla etkin rol oynamıştı. Türkiye’nin ilk kadın savaş muhabiri olan eşi Semiha Feridun Es ile birlikte Kore, Vietnam savaşlarıyla Kongo iç savaşını da gazeteci olarak izlemişlerdi.
Hikmet Feridun Es’in Hürriyet gazetesinde “Amerika’da Türkler” başlığıyla 1950’de tefrika ettiği yazıları, 1900’lerin başlında ABD’ye göç eden Türkler, Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerin ilginç hikâyelerini anlatıyordu. Bu yazılar, özellikle Amerika’ya Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelen ve yerleşenlerin neler yaşadıklarını, nasıl hayatlar kurduklarını, memleketine bir daha hiç gitmemiş Türklerin özlemlerini, yeniden kurulan ülkelerinde merak ettiklerini, Osmanlı’dan gelen farklı etnik gurupların ilişkilerini, Amerika’da beş kuruşsuz gelip servet yapanları, başarısız olup “Amerikan rüyası”nı gerçekleştiremeyenleri, pek çok farklı insan hikâyesi barındırıyor.
Es, Amerika’daki Türkler yazılarının ilkinde şunları yazar:
“Amerika’daki Tükler! Bugün orada bir şehri dolduracak kadar bizden insan var. Fakat kendilerine ait bir satır yazı, bir ciddi tetkik yoktur. Amerika’da Yunanlılar hakkında Yunan edebiyatında ciltler bulabilirsiniz. Nazi Almanya’sı bile Amerika’daki Almanlar hakkında kütüphaneler dolusu kitap yazdı. Bize gelince Amerika’da bizden insanı, Türk’ü, bir Eskimo kadar neden tanımayız?”
Hikmet Feridun Es’in serzenişi oldukça haklıydı. Bugün bile Elazığ, Tunceli, Malatya, Muş, Bitlis, Erzincan, Erzurum, Bingöl, Diyarbakırlı pek çok aileden babalarının, dedelerinin, büyük amcalarının Amerika’ya gidişlerini, yıllar sonra dönüşlerini, bazen gidip dönmeyenleri anlatırlar. İlerleyen yıllarda iletişimleri kesilen, Amerika’daki akrabalarını halen arayanlar vardır. Ancak son 15 yıla kadar da bu konuda neredeyse hiç çalışma olmamıştır. Es’in bu anlamda yaptığı katkı oldukça önemlidir. Şu anda hiçbiri hayatta olmayan, hikâyeleri de çok bilinmeyen ABD’deki ilk Türklerden Erzincanlı Hasan Efendi’yi tanıyalım…
Erzincanlı Hasan Efendi
Hikmet Feridun Es’in ilk görüştüğü Türklerden birisi Erzincanlı Hasan Efendi’ydi. Ömrünün 50 yılını pek sevdiği Palandöken dağlarından uzakta geçirmiş, New York, Kansas, Colorado, Arizona’da çalıştıktan sonra en son California’da Hollywood’a yerleşmişti. Es, “bu gurbetteki yaşlı adamı bir kere de istemeyerek ağlattım” diye yazmıştır.
Hasan Efendi’ye “Erzincan’da bir kuş var” şarkısını bilip bilmediğini sormuş, Hasan Efendi’nin önce gözlerinden iki damla yaş süzülmüş, “Nasıl bilmem? Yıllar önce Brastikli Aziz Ağa'nın Palanga'da vurduğu İbiş Ağa için yakılan türküdür. Kanadı gümüşlü kuş aklımdan çıkmadı ki” demiş, sonra tuttuğu gözyaşlarına yol vermiştir.
Tanburi Cemil Bey’in söylediği Hüseyni Erzincan havası türkünün sözleri şöyledir:
Erzincan’da bir kuş var
Kanadında gümüş var
Gitti İbiş gelmedi
Elbet bunda bir iş var
Hasan Efendi kendisine benzetmişti belki de o kanadı gümüşlü kuşu. Es, onu ağlattığı için kendisinden af dilemiştir.
Hasan Efendi’nin Amerika’ya gelişi
Hasan Efendi, Erzincan’dan gelişinin öyküsünü şöyle anlatmıştı:
Bizim köyde Ermeni komşular vardı. Evvela Amerika’ya onlar gittiler. Baktık biraz sonra, meselâ bir buçuk sene önce Amerika’ya giden Artin, babasına 6 Napolyon (halk dilinde Fransız altını) göndermiş. Ondan sonra Kirkor gitti. Anasına bir tarla parası yolladı. Sonra bizim amcaoğulları gitti. Para gelmedi ama iyi mektuplar geldi. Biraz sonra para da yolladılar.
“Biz ne duruyoruz?” dedik. Amerika’yı gözümüzde bir altın memleketi gibi gördük. Evvelâ İstanbul’a yollandım. Orada epeyce çalıştım. Birkaç kuruşum da vardı. Zaten babam yine para gönderdi. Marsilya tarikiyle (yoluyla) ve küçük Atlanta vapuruyla tam 49 sene önce 16 yaşında New York’a ayak bastım. Bir tek İngilizce bilmiyorum ha… Benden önce Amerika’ya gelen eniştem beni karşılayacak, gelip muhacirlik yerinden alacaktı.
“New York, Erzincan’a hiç benzemiyor!”
Muhacirlerin toplandığı Ellis Island’da bekliyordum. Koyduysan enişteyi bul! Akşam oldu, sular karardı, herkes çıktı, gelmedi. Uzakta koca şehirde ışıklar yandı. Muhacirlik memurları sorarlar “Hani senin enişten?” Ben söz anlamam… Başımda fes, sırtımda dikişli bir pamuk hırka, bacağımda şalvar, ayağımda yemeniler (altı kösele, üstü yumuşak deri, el yapımı bir tür ayakkabı) hala duruyor, sırtımda torba şeklinde koyduğum eski yorganım. Gemide ambar yolcusu olduğum için bu aynı zamanda yatağım da. Amerika’ya gelişe bakınız…
Ertesi günü oldu. Bizim enişte yine meydanda yok? Zaten onu Amerika’da hiç görmedim ya! Nihayet halime acıyıp beni muhacirlik dairesinden bıraktılar. O zaman Amerika’da yalnız bir kafa kağıdına bakarlardı. Eski harflerle yazılmış nüfus kâğıdından da bir şey anlamazlardı ya. Pasaport filan soran asla yoktu. Nitekim ben de pasaportsuz gelmiştim.
New York’a çıktım ki aman Allah! Erzincan’a hiç benzemiyor. Hele o kalabalık! Nereye gidecektim? Hangi istikamete?… Ne yapacaktım?… Meramımı nasıl anlatacaktım? Bir tek kelime İngilizce bilmem. Etraftan fesime dik dik bakarlar. O zamanlar daha Türk’ün adını duyan yok. Neredeyse arkama takılan çıkacak. Baktım ki olacak gibi değil, fesimi yavaşça aldım. Cebime sokarken yanımda bir adam belirdi.
“Türkiye’den mi geliyorsun?” diye Türkçe sormaz mı? Hay ağzını seveyim! Adamın boynuna atıldım. Nereli olduğumu sordu. Erzincanlı olduğumu söyledim.
Erzincanlıların evi yok, Erzurumluların evi var
Erzincanlı Hasan Efendi’ye “Burada Erzincanlıların evi yok ama Erzurumluların evi var. Seni oraya götüreyim?” der.
ABD’ye ilk gelen Türkler ilk yıllarında, aynı diğer göçmenler gibi, “boarding house” denilen, yurt tarzı evlerde kalıyorlardı. Buralarda kalmak hem çalışıp en az harcamayla para biriktirmek, hem de birbirlerine destek olmaları açısından önemliydi. Bu evlerde 30-40 bazen sayıları 100’e kadar çıkan sayıda göçmen bulunabiliyordu. Peabody, Massachusetts’de “the house of 100 Turks” (100 Türk’ün evi) olarak adlandırılan böyle ahşap, birkaç katlı bir ev vardı.
Harputluların evi, Bitlislilerin evi, Muşluların evi, Diyarbakırlıların evi gibi, her vilayetten gelen kendi hemşehrisinin yanına yerleşiyordu.
Hasan Efendi, her yeni gelen Türk göçmen gibi böyle bir evde göçmen hayatına başlayacaktı. Yeni gelen her göçmen gibi, biraz dil öğrenip, biraz etrafı tanıyıncaya kadar 62 Türk’ün yaşadığı Erzurumluların, “yanaşma aşçısı” olmuştu.
Hasan Efendi şöyle anlatıyordu o günlerini:
Bazen kendi kendime, “Amerika’ya bunun için mi geldim? Her gün 62 kişinin yemeğini pişir, 62 kişinin işini gör, akşam olunca da azar işit” diyordum. Hele akşamları biri “bu yemeğin tuzu çok” öbürü “pişmemiş” diye çıkışmazlar mı?
O kadar pişman olmuştum ki sormayınız. Bu yanaşma aşçılık yolundan hemen hemen Amerika’ya gelen her Türk muhaciri geçmiştir. Bunun içindir ki Amerika’da bulunan Türklerin hepsi çok iyi yemek pişirirler. Birinci sınıf aşçılardır. En güzel, en çok pişirdikleri şey de bulgur pilavıdır.
İki kilo öpücük
Yanaşmalıkta çok kalmayan Hasan Efendi’yi Erzurumlular Türkiye’den gelmiş bir Rum aşçının yanına yerleştirirler. Ancak hala dil bilmemektedir. Amerika’ya giden Türklerin çoğunun okuma-yazma bilmediğinden, İngilizce öğrenmekte de büyük sorun yaşadıklarını anlatmıştır. Rum aşçının yanında çalışmaya başladığı ilk zamanlar İngilizce bilmemesi, başından oldukça ilginç iki olay geçmesine, New York polisine kadar düşmesine neden olmuştur.
Rum ustası, Hasan Efendi’den bir gün börek için 4 pound peynir almasını ister. Hasan Efendi, kendi eğlenceli anlatımıyla yaşadıklarını şöyle aktarmıştır:
Git dört pavund (iki kilo) peynir al… Peynir’in İngilizcesi “cheese” dir. ‘For pavund çiyz’ de bakayım…” Dediği gibi söyledim. “Aferin… Unutma ama… Yolda giderken hep içinden tekrarla…” dedi.
Ben de yolda dua okur gibi “For pavund çiyz! For pavund çiyz!” “Çiyz diye okunur” diye sürekli tekrarlıyorum. Lakin dükkânın önüne gelince unuttum! Amerika’da bakkalların çoğunda, hele peynir kısmında muhakkak kadınlar, genç kızlar çalışır. O dükkânda da, hiç unutmam, kırmızı saçlı güzel bir kızın önüne geldim.
Aksi şeytan, “cheese” kelimesi aklıma “kiss” (öpücük) diye gelmez mi! Birbirine de pek uygun. Gel gelelim, “kiss” sözünün öpücük, buse olduğunu o zaman bilmiyordum. Zaten bu kelimeyi de hiç duymamıştım. Peynirci kıza: “Bana 4 pavund kiss” dedim.
Kız elinde bıçakla salata kesiyordu. Bir doğruldu, kendisinden 2 kilo buse isteyen adama dik dik bakarak,
-Ne dedin? diye haykırdı.
Tekrarladım
-4 pound kiss!
Kıyametler koptu. Kız, ustasıyla polisi çağırdı. Bereket polis makul adam. Karşıdan bir Ermeni’yi tercüman olarak çağırdı. Beni gösterdi. “Böyle kilo ile öpücük isteyen adam hiç görmedim. Hem ciddi bir insana benziyor. Sor bakalım, 4 pavund kiss ile ne yapacakmış” dedi.
Ben gayet tabii bir tarzda “börek yapacağım” der demez kahkahalar koptu. Peyniri gösterdiler. İş anlaşıldı. Kız da o günden sonra bize hep iltimas eder oldu. Hatta bazen soruyordu: “Peynire benzeyen şeyden ister misin?”
Kabahat bende mi? İngilizce’de peynirle buse birbirine bu kadar benzemeseydi, ne yapayım…
“İki kilo buse” hikayesi, Amerika’daki Türkler arasında daha sonra çok meşhur olmuş.
“Hayatta bir kerecik tavuk olmanın, bütün ömür boyunca insan olmaktan ziyade faydasını gördüm”
Bir keresinde de ustası New York’ta başka bir bakkala yumurta almaya göndermiş, Hasan Efendi yumurtayı ne kadar tarif etse de anlamamışlardır. Tarif ettiğine benzer ürünleri çıkarıp veren, ama halen yumurta istediğini anlamayan bakkalda Hasan Efendi sonunda yere yuvarlak bir cisim koyup, üzerine çömelip: “Gıd gıd gıdak! Gıd gıd gıdak!” diye haykırmaya başlar.
Önce şaşıran bakkal sahibi, Hasan Efendi’nin delirdiğinden korkar. Sonra işi anlayınca korku, yerini kahkahalara bırakır. Üstelik yumurta için de para almazlar.
“Tavuk oldun, sen yumurtladın onları” derler.
Hasan Efendi bu olayı “hayatta bir kerecik tavuk olmanın, bütün ömür boyunca insan olmaktan ziyade faydasını gördüm” diye aktarmıştır Hikmet Feridun Es’e.
Birkaç şehir değiştirdikten sonra en son Amerikalı, Kora adında bir hanımla evlenip Hollywood’a yerleşen Hasan Efendi, 1900 yılında geldiği Amerika’da kalarak burada hayatına devam eden Türklerdendir. Amerika’da unutulmuş bu insanlarımızın hayatlarını, başlarından geçenleri, özlemlerini, başarıları öykülerini, hayal kırıklıklarını, Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelip geride bıraktıkları ülkelerinin değişimini nasıl karşıladıklarını, bizlerin de kendimizden çok şey bulacağımız hikâyelerini aktarmaya devam edeceğim…