TEFSİR HUD Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
HÛD SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

HUD Suresi 56.ayet
HUD Suresi 56.ayet
Hûd Sûresi Hakkında

Hûd sûresi Mekke’de inmiştir. 123 âyettir. İsmini, 50-60. âyetler arasında kıssası anlatılan Hûd (a.s.)’dan almıştır. Mushaf tertîbine göre 11, nüzûl sırasına göre 52. sûredir.

Hûd Sûresi Konusu

Hûd sûresinde itikat konuları, özellikle Allah’ın varlığı, birliği, peygamberlik gerçeği ve bunun önceki toplumlardaki tezâhürü ele alınmaktadır. Bunu misallendirmek üzere Hz.Nûh, Hz. Hûd, Hz. Sâlih, Hz. İbrâhim, Hz. Lût, Hz. Şuayb ve Hz. Mûsâ gibi peygamberlerin kıssaları, Yûnus sûresine göre daha geniş bir çerçevede anlatılmaktadır. Bu misallerden hareketle Kur’an’ın mûcize oluşu, öldükten sonra diriliş, hesap ve âhiret hayatıyla alakalı mevzulara dikkat çekilmektedir.

Hûd Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada on birinci, iniş sırasına göre elli ikinci sûredir. Yûnus sûresinden sonra, Yûsuf sûresinden önce Mekke döneminin son bir yılı içinde nâzil olmuştur. 12, 17 ve 114. âyetlerinin Medine’de indiği yolundaki görüş müfessirlerin çoğunluğunca kabul edilmemiştir (İbn Âşûr, XI, 311; Reşîd Rızâ, XII, 2; Ateş, IV, 291).

Hûd Sûresi Fazileti

Allah Resûlü (s.a.s.), Hûd sûresinin fazileti hakkında şöyle buyurur:

“Cuma günü Hûd sûresini okuyun.” (Dârimî, Fezailü’l-Kur’an 17)

Yine Efendimiz (s.a.s.):

“Hûd sûresi ve Vâkıa, Hâkka, Mürselât, Nebe’ ve Tekvîr gibi kardeşleri beni ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsir 57/3297) beyânıyla da sûrenin muhtevasının önemine ve bildirdiği sorumlulukların ağırlığına dikkat çeker. Çünkü bu sûrelerde fevkalade tesirli bir üslûpla önceki peygamberlerin tevhid mücadelesinden kesitler sunulmakta, kalpleri derinden sarsan kıyamet sahneleri tasvir edilmektedir.

HÛD SURESİ TEFSİRİ


1. Elif. Lâm. Râ. Bu Kur’an, her şeyi yerli yerince ve doğru yönlendiren ve her şeyi mükemmel bilen Allah tarafından âyetleri kesin delillerle kuvvetlendirilmiş ve mânaları iyice açıklanmış bir kitaptır.

Burada, hakîm ve habîr olan Allah tarafından gönderilen Kur’ân-ı Kerîm’in, zikredilen iki isme uygun olarak iki mühim vasfına dikkat çekilir:

Allah’ın “hakîm” isminin tecellisi olarak Kur’an âyetleri kesin delillerle ve insanlık tarihi boyunca sayısız nesiller üzerinde tecrübe ve test edilerek sağlamlaştırılmıştır. Onlar hem lafız hem de mâna bakımından her türlü bozukluk, noksanlık ve tezattan uzaktır. Üslup, nazım ve mâna itibariyle o, benzeri getirilmesi beşer takatinin üstünde olan bir şâheserdir. Onun, önceki kitapların zıddına, kendinden sonra gelecek bir kitapla neshedilmesi, hükümlerinin değiştirilip kaldırılması da sözkonusu değildir. Aynı zamanda Kur’an hakîmdir; değişmez hüküm ve hikmetlerle dolu olup, başından sonuna kadar hikmet nizamı ile tanzîm edilmiştir.

Allah’ın “habîr” isminin tecellisi olarak da Kur’an âyetleri geniş geniş açıklanmıştır. Buna göre Kur’ân-ı Kerîm sûrelere, sûreler âyetlere, âyetler de emir, yasak, helâl, haram, sevap, günah, kıssa, mesel, va‘d, vaîd gibi mevzulara ayrılmıştır. İncelendiğinde görüleceği üzere Kur’an âyetleri insanın dünya ve âhirette muhtaç olduğu ulûhiyet, nübüvvet ve âhiret gibi itikâdî mevzuları, ibâdetle alakalı hususları ve haram ve helâllere ait konuları yer yer ana hatlarıyla, yeri gelince de tafsilatlı bir şekilde açıklamaktadır.
Kur’an’ın tafsîl edilmiş olmasının bir mânası da onun, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e yirmi üç senede parça parça inmesi gerçeğinde ortaya çıkmaktadır.

Kur’ân-ı Kerîm’in ana mesajı şudur:

2. Rasûlüm! De ki: “İşte bu kitap size sadece Allah’a kulluk edesiniz diye geldi. Şüphesiz ki ben de size O’nun gönderdiği bir uyarıcı ve bir müjdeciyim.”

3. “Artık Rabbinizden hatalarınızın örtülmesini isteyin, sonra O’na tevbe edin ki sizi belirli bir vakte kadar huzur içinde güzel bir şekilde yaşatsın ve faziletli bir hayat sürenlere bol bol lutf u ihsânda bulunsun. Eğer yüz çevirirseniz, şüphesiz ki ben, sizin büyük bir günün azâbına uğramanızdan korkarım.”

4. “Dönüşünüz yalnızca Allah’adır. O’nun her şeye gücü yeter.”


Kur’an Allah’ın doğru yol rehberi, Peygamber de bu rehber kitabı insanlara ulaştıran elçidir. Onun iki önemli vazifesi vardır:

Birincisi; müjdeleyici olması: O, Allah’a istiğfar eden, O’na tevbe eden, sıhhatli bir kul-Rab münâsebeti içinde her an kulluğunun şuurunda olan faziletli kişileri dünyada güzel ve hoş bir hayatla, âhirette de ebedî mükâfâtla müjdeler. Bu mânayı izah sadedinde bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Erkek olsun kadın olsun mü’min olarak kim sâlih amel işlerse ona dünyada elbette temiz ve güzel bir hayat yaşatırız. Âhirette de onları, yaptıkları en güzel işleri esas alarak mükâfatlandırırız.” (Nahl 16/97)

Mü’minin dünyada süreceği “güzel ve hoş hayat” şu özelliklere sahiptir:

Hırs olmaksızın yetecek kadar bir rızık,
Elde mevcut olana kanaat,
Yaratıklara el açmamak; kişinin üzerinde herhangi birinin, özellikle kınanmış birinin bir minneti olmaması,
Hak sahiplerine haklarını vermek,
İnsanların ihtiyaçlarının karşılanmasına vesile olmak,
Gençlikte bir günahla kınanmamak; Allah’tan gâfil olmakla vasfedilmemek,
Kolay veya zor, kendi üzerinde câri olan her türlü tecelliye razı olmak. (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, II, 34)
İkincisi; uyarıcı olması: O, kulluktan yüz çevirenleri gelmesi kesin olan büyük bir günün azabıyla korkutur. Çünkü insanlar sonunda Allah’a dönecekler; her şeye gücü yeten Allah, her birine ameline göre karşılık verecektir.

Buna rağmen müşriklerin, kendilerine rahmet olarak gelen Peygamber karşısında sergiledikleri şu tutum ne kadar tuhaf ve acıdır:

5. Şu hâle bakın, onlar sırf içlerindekini Peygamber’den gizlemek için yan çizer, göğüslerini eğip bükerler. Dikkat edin! Onlar örtülerine büründükleri zaman bile Allah onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir. Çünkü O, sînelerde saklı tutulan bütün gizlilikleri hakkiyle bilendir.

Âyet-i kerîmenin iniş sebebi olarak rivayet edilen hâdiselerden üçü şöyledir:

Bu âyet-i kerîme, Resûlullah (s.a.s.) ile karşılaştığında onun sevdiği şekilde davranıp kalbinde, ona karşı menfî duygular gizleyen hoş görünüşlü, tatlı sözlü Ahnes b. Şerîk hakkında nâzil olmuştur. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 271)

Yine rivayete göre bu âyet, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ile karşılaştıklarında onunla karşılaşmaktan hoşlanmadıkları için eğilip bükülerek gizlenmeye çalışan, ona arkalarını dönüp elbiseleriyle yüzlerini kapatan ve bu yaptıklarından Efendimiz (s.a.s.)’in haberi olmadığını sanan bazı kâfirler hakkında nâzil olmuştur. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 236-238; Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XI, 209)

Müşriklerden bir grup: “Muhammed’e düşmanlık üzere kapılarımızı kapatıp örtülerimizi salıversek, elbiselerimize bürünsek ve göğüslerimizi büküp gizlensek Muhammed bizim kendisine düşman olduğumuzu nereden bilecek!?” demişlerdi. Bunun üzerine Allah Tealâ, onların gizledikleri bu düşmanlıklarını haber vermek üzere bu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurdu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XVII, 148)

Zikredilen bu hâdiselerden de anlaşıldığı üzere âyet-i kerîme, müşriklerin, Resûlullah (s.a.s.)’in Rabbinden getirdiği hakikatleri kabul etmediklerini, bu ilâhî davete kulak vermediklerini, Allah ve Rasûlü’nden gizlenmeye ve kaçmaya çalıştıklarını, zaman zaman da dıştan iyi görünüp içten düşmanlık beslediklerini canlandırılmış bir sahne halinde haber verir. Aynı zamanda onların akıl ve kalplerini bâtıl inançlarla örtmüş olduklarına, bu sebeple gerçeklere karşı kapalı ve duyarsız kaldıklarına da işaret eder. Halbuki her şeyi bilen, elbiselerine büründükleri zaman bile içlerinden geçirdiklerinden haberdar olan, hatta sînelerin, kalplerin en derinlerinde yer alan bütün his ve düşüncelere âşinâ olan Allah Teâlâ’dan hiçbir şeyi gizlemek mümkün değildir.

Hatta O, insanlar bir tarafa, yeryüzünde yaşayan ne kadar canlı varsa hepsinin her türlü hallerini çok iyi bilmektedir:

Âyette yer alan ذَاتُ الصُّدُورِ (zâti’s-sudûr) tabirine “sinelere sahib olan, onları yönlendiren şeyler, kimseler, güçler” mânası da verebiliriz. Çünkü terkipte yer alan “zât” kelimesi “sahip” anlamına gelmektedir. “Sadr” ise vücudun öne çıkan kısmıdır. Bu sebepledir ki yönetimin öne çıkanına “sadrazam” deniyor. Yani sadrazam vitrinde olan kişidir. Bir de onu yönetenler, gizli güçler, klüpler vardır. İşte Allah Teâlâ, Efendimiz (s.a.s.)’e açıkça düşmanlık yapan, ondan göğsünü çeviren, ona sırt dönen kâfirleri bildiği gibi, onlara yön veren, onları idâre eden, yönlendiren, düşmanlığa teşvik eden, arkadan bütün düşmanlıkları planlayan gizli güçlerin hepsini de tüm detaylarıyla bilmektedir.


6. Yeryüzünde kımıldayan bütün canlıların rızkı yalnızca Allah’a aittir. Allah, her canlının anne karnından başlayıp devam eden hayat yolculuğunun her basamağında uğrayacağı menzili, orada kalacağı süreyi ve bu basamağın sonunda emânet bırakılacağı yeri de bilir. Bütün bunlar, apaçık ve açıklayıcı-ayrıştırıcı bir kitapta kayıtlıdır.

اَلدَّابَّةُ (dâbbe), debelenen, hareket eden her bir canlıdır. Bu, insan dâhil, rızka muhtaç küçük-büyük, erkek-dişi, sağlam-zayıf, uçan-uçmayan bütün canlıların genel ismidir. Allah Teâlâ lutuf ve keremiyle bunların her birini rızıklandırmayı üzerine almıştır. Ya bizzat kendi iradesiyle veya onların iradelerini de devreye koymak suretiyle rızıklarını kendilerine ulaştırmaktadır. Allah, kâinatı ve bunun içinde de yeryüzünü canlıların rızıklarını karşılayacak şekilde yaratmış, her canlıya da tabiatlarına uygun çeşit çeşit rızıklar var etmiştir. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Nice canlılar var ki, hayatları için gerekli olan rızkı yanlarında taşıyamaz. Onların da sizin de rızkını veren Allah’tır. O, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle bilendir.” (Ankebût 29/60)

اَلْمُسْتَقَرُّ (müstekarr), canlıların dünya üzerinde bulunduğu yer; اَلْمُسْتَوْدَعُ (müstevda‘), babanın sulbünde veya anne rahminde bulunduğu yerdir. Veya müstekar, hayatta iken bulunduğu yer; müstevda’ ise öldükten sonra konulacağı yerdir. Bu iki kelime, her canlının anne karnından başlayıp devam eden hayat yolculuğunun her basamağında uğrayacağı menzili, orada kalacağı süreyi ve bu basamağın sonunda emânet bırakılacağı yeri de içine almaktadır. (bk. En‘âm 6/98) Allah Teâlâ, bunların hepsini bilir. Çünkü bunların hepsi, çok önceden Levh-i Mahfuz’a yazılmıştır; orada kayıtlıdır.

İşte Allah’ın ilim ve kudreti böyle geniş, fazl-u keremi böyle boldur. Dolayısıyla insan rızkını Allah’tan istemeli, rızık için endişe etmemeli ve rızık için değil, Allah için çalışmalıdır.

Bu hususta şu misaller ne kadar dikkat çekicidir:

Rivayete göre Mûsâ (a.s.)’a imana davet etmek için Firavn’a gitmesi hakkında vahiy geldiği zaman kalbi ailesinin durumuna takıldı. “Ya Rabbi, ailemle kim ilgilenecek?” dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.)’a, asasını kayaya vurmasını emretti. Mûsâ (a.s.) kayaya vurunca kaya yarılıp içinden bir kaya daha çıktı. Asasını bu kayaya da vurunca kaya yarılıp üçüncü bir kaya çıktı. Asası ile bu kayaya vurduğu zaman ise kayadan bir böcek çıktı. Ağzında gıda yerine geçecek bir şey vardı. Mûsâ (a.s.)’ın kulağından perde kaldırıldı ve böceğin şöyle dediğini işitti: “Beni gören, sözümü işiten, yerimi bilen, beni hatırlayan ve unutmayanı tesbih ederim, O her tür noksanlıktan pak ve uzaktır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 129)

Sâlihlerden birine: “Sen nerden yersin?” diye sorulunca şu cevabı vermiş: “Değirmeni var eden, orada öğütülen unu da getirir. Ağızları yaratan kim ise, azıkları yaratan da O’dur.” (Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 7)

O nihayetsiz kuvvet, kudret, ilim ve hikmet sahibi Allah ki:

7. Sizi imtihan edip hanginizin daha güzel amel işleyeceğini ortaya çıkarmak için gökleri ve yeri altı günde yaratan O’dur. Arşı ise daha önce su üzerinde idi. Buna rağmen şayet: “Siz öldükten sonra kesinlikle diriltileceksiniz” diyecek olsan, inkâra saplananlar muhakkak: “Bu düpedüz bir büyüden başka bir şey değil” derler.

8. Yemin olsun ki, eğer kendilerini tehdit ettiğimiz azabı hemen göndermeyip belli bir süre ertelesek, şüphesiz onlar: “Azabın gelmesine mâni olan nedir?” derler. Bilin ki, başlarına azap geldiği gün artık ondan kurtulmaları mümkün değildir. Alay ettikleri gerçek kendilerini çepeçevre kuşatacaktır.


Allah Teâlâ, gökleri ve yeri altı günde yani sürelerini aklımızla belirlememiz mümkün olmayan altı kozmik devirde yarattı. (bk. A‘râf 7/54) Bunları yaratmaya başlamadan evvel arşı ve suyu yaratmıştı. “Arşı ise daha önce su üzerinde idi” (Hûd 11/7) ifadesi buna işaret eder. Ancak bu ikisinden hangisinin daha önce yaratıldığına dair bir bilgi yoktur. Resûlullah (s.a.s.) yaratılışın başlangıcı hakkında şöyle buyurur:

“Allah vardı, O’ndan başka hiçbir şey yoktu. Arşı da su üstünde idi. Daha sonra gökleri ve yeri yarattı ve Levh-i Mahfuz’da her şeyi yazdı.” (Buhârî, Bedü’l-Halk 1)
“Allah’ın arşınının su üzerinde olması” mes’elesi;

Zaman
Su
Arş kavramları açısından incelendiğinde, bundan farklı yorumlar çıkarılabilmektedir.

Eğer âyette kastedilen zaman kâinatın yaratılışından önce ise, o takdirde “su” kelimesinin burada bir istiareden ibaret olduğunu ve arş gibi onun da gerçek niteliğini bilemeyeceğimizi kabul etmemiz gerekir. Kâinatın ilk yaratılma aşamalarında ise, bizim dünyamızın “su” kavramına oldukça yaklaşmış oluruz. Çünkü bugün bilim dünyasının ortak kanaati haline gelmiş ve oldukça ciddi kanıtlarla desteklenen teoriler, kâinatın sıfır hacim ve sonsuz yoğunlukta, trilyonlarca derece sıcaklıkta bir kozmik çorbadan yaratılmış olduğu ve daha sonra da adım adım atom parçacıklarının inşa edildiği yönündedir. Buna göre kâinatın ilk dönemlerinde, madde bütünüyle hidrojen çekirdeklerinden ibaretti ki, hâlen de kâinattaki maddenin dörtte üçünün hidrojenden ibaret olduğu hesaplanmaktadır. Hidrojen ise suyun hammaddesidir; kelimenin kökü “su”dan gelmekte ve hidrojen adı da “suyu doğuran” anlamını taşımaktadır. Bu açıdan yaklaşıldığında, kâinatın uzun çağlar boyunca ağırlıklı olarak hidrojen üzerinde tecelli eden ilâhî irade ile şekillendiğini ve suyun hammaddesi ile göklerin ve yerin yaratılarak bugünkü hâlini aldığını söyleyebiliriz. Eğer âyetteki ibâre “yerin yaratıldığı” zamana işaret ediyorsa, bu defa, bizim bildiğimiz suya iyice yaklaşmış oluruz. Her üç halde de suyun yaratılış için taşıdığı önem âşikârdır. “Arş” kelimesine gelince, Allah’ın kudret ve hâkimiyetini ifade etmesi itibariyle bu kelimenin su ile ilişkisi de açıktır. Çünkü Allah’ın ilim, irade, kudret ve rahmetinin eserleri, bütün ihtişamıyla, hayat üzerinde kendilerini göstermektedir ve hayatta suya bağlıdır. Nitekim Enbiyâ sûresi 30. âyette buna açıkça işarette bulunulmuştur. (Kandemir ve diğerleri, s. 750-751)

Arşın, suyun, göklerin, yerin ve bunlarda bulunan her şeyin yaratılma maksadı, akılla donatılıp sorumlu kılınan insanı imtihan etmek ve bunlar içinde en güzel amel işleyenleri seçip ortaya çıkarmaktır. Efendimiz (s.a.s.)’in beyânıyla: “Hangisinin akılca en güzel, Allah’ın haram kıldığı şeylerden sakınmada en müttaki, O’nun taatine koşmada en süratli olduğunu belirlemektir.” (Suyûti, ed-Dürrü’l-Mensûr, IV, 404) Buna göre aklı, yenip içilecek rızkı değil, yaratılışın esas hikmeti olan en güzel amelin hangisi olduğunu tespit ve onun yapılması istikâmetinde kullanmak gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hak bu nimetlerin hepsini bir hikmete bağlı olarak ihsan buyurdu. İnsanlar, dünyada bunlarla imtihan olunacak, öldükten sonra dirildiğinde bu imtihanın neticesine göre bir muameleye tabi tutulacaktır. Bunun, hayat ırmağının akacağı mecburi bir mecrâ ve içine döküleceği zaruri bir son olduğunda şüphe bulunmamakla beraber, akıl ve iradelerini küfür katranıyla iyice kapatmış olanlar bu gerçeği kabul etmez ve bunun, gerçekle alakası olmayan apaçık bir düzmece olduğunu söylerler. Bu hakikatleri haber veren Kur’an’ın, cahil insanları aldatmak, onları dünya zevklerinden ve nefsânî hürriyetlerden mahrum bırakmak suretiyle üzerlerinde baskı kurmak için uydurulmuş bir hile, bir oyun ve düzmece bir söz olduğunu iddia ederler. Çünkü onların anlayışına göre ölenin bir daha dirilmesi olacak şey değildir. Bu sebeple müşrikler, zaman zaman Peygamberimiz (s.a.s.) ile alay etme niyetiyle başlarına helak edici musibetler getirmesini istiyorlar; bekledikleri musibet hemen gelmeyince de yine alayvârî bir şekilde: “Ne oluyor, niçin azap gelmiyor? Onu alıkoyan, gelmesini engelleyen nedir?” diyorlardı. Halbuki acele etmelerine gerek yoktur. Çünkü azap geldiğinde onları her yönden çepeçevre kuşatacak ve kimsenin bunu onlardan geri çevirmeye gücü yetmeyecektir.

İnsana gelince o, kendine güvendiği kadar çok güçlü ve dayanıklı bir varlık değildir. Ölüm, toplu helak, kıyâmet gibi büyük felaketler şöyle dursun karınca ısırması gibi en küçük bir sıkıntı bile onun dengesini bozmaya ve ümitsizliğe düşmesine yeter:

Âyette geçen اُمَّةٌ مَعْدُودَةٌ (ümmetün ma‘dûdetün) ifadesinde yer alan “ümmet” kelimesine pek çok müfessir “zaman, süre, vakit” mânaları vererek ibareyi “belli bir süre, belirlenmiş bir vakit” şeklinde anlamışlardır. Bu doğrudur. Bununla birlikte “ümmet” kelimesinde “nesil, cemaat; belli bir din ve gaye etrafında ve bir önderin liderliğinde bir araya gelmiş düzenli bir grup” mânaları vardır. Buna göre âyet-i kerîme bize şu mânaları hatırlatmaktadır: Bir neslin yaptığı kötülüklerin cezası hemen o kötülükleri yapanlara verilmeyip daha sonraya ertelenebilmektedir. Mesela âyeti ülkemizdeki gelişmeler ışığında ele almak gerekirse Cumhuriyet döneminde boy veren zehirler Tanzimat döneminin tohumlarıdır. Bir dönemde ekilen fitne fesat tohumlarının belâsını sonraki nesiller çekmişlerdir. Yine Cumhuriyetin başından beri atılan yanlış adımların belâsını bizler çekiyoruz. Aslında bu durum, âyetlerde yer alan: “Kimse bir başkasının suç ve günah yükünü çekmez ve onunla yargılanmaz” (Fâtır 35/18) ilkesine aykırı değildir. Örnek vermek gerekirse, sigara içen hamile annenin bebeğine zararı bulunmuyor mu?

9. Biz insana tarafımızdan bir nimet tattırır, sonra da bunu elinden çekip alıversek, bu takdirde o tamâmen ümitsizliğe kapılır, olabildiğine nankör kesilir.

10. Fakat başına gelen bir darlık, dert ve sıkıntıdan sonra kendisine bir nimet tattırsak, hiç şüphesiz bu defa: “Bütün kötülükler, dertler, belâlar bir daha gelmemek üzere beni bırakıp gitti” der. Böylesi, dengesiz bir sevinç içinde tam bir şımarıktır, böbürlenip duran mağrurun tekidir.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. Ancak her iki halde de sabredip Allah’ın razı olacağı doğru, yerinde ve güzel ameller işleyenler böyle davranmazlar. Onlar için bağışlanma ve pek büyük bir mükâfât vardır.

Bu ayetler, hidâyeti bulamamış insanın, sahip olduğu nimetleri elinden kaybedince içine düştüğü ruh halini resmetmektedir. Gerçekten insana bir nimet gelip, sonra da geri alındığında ümitsizliğe düşer ve nankörlük eder. Gelecek hakkında bütün ümidini kaybeder. Geçmişi de hemen unutur, şükretmez ve tamamen nankör biri oluverir. Daha önce verilmiş olan nimetlerin hepsini inkâr etmeye varıncaya kadar ileri gider. Halbuki elindeki o nimetler, yüce Allah’ın kendisine karşılıksız bir bağışı idi. Bunu hatırına getirmez, günaha girer fakat tevbe etmek de aklına gelmez. Dolayısıyla ayetlerin oluşturduğu tablo, dar görüşlü ve aceleci insan yapısını tasvir etmekte ve bize onu gerçek yönüyle tanıtmaktadır. Yine ona, bir sıkıntıdan sonra hoş bir nimet tattırılırsa, mesela hasta iken iyileşir, fakir iken zenginleşiverir, zayıf iken güçlenir, vazifeden azledilmiş iken yeniden önemli bir göreve atanırsa kesinlikle: “Bütün kötülükler, dertler, belâlar bir daha gelmemek üzere beni bırakıp gitti” (Hûd 11/10) der. Bir daha başına hiç sıkıntı gelmeyecek zanneder. Sevinir ve şımarır. Allah korkusu hatırına bile gelmez olur. Ferahlanır ve gururlanır. Verilen nimetin hakkını eda edecek ve şükredecek yerde, onunla insanlara üstünlük taslamaya çalışır.

Fakat ayetlerde bir grup insan, tasvir edilen bu insan tiplemesinden istisna edilmektedir. Onlar zor ve sıkıntılı günlerde sabredenlerdir. Bunlar sıkıntılı günlerde sabrettikleri gibi, nimetli günlerde de nimetin şükrünü yerine getirme hususunda sabretmişlerdir. Zira insanların çoğu sıkıntılara katlanabildiği halde, nimetli günlerde sabırlı davranarak gurura kapılmayan ve şımarmayan insanların oranı çok küçüktür. Dolayısıyla her iki durumda da iyi işler yapanları, yani zor günlerde sıkıntılara gönül hoşnutluğuyla katlanıp sabırlı davrananlar ile buna karşılık nimete eriştiklerinde şükredip başkalarına iyilik edenleri bağışlama ve büyük mükâfat beklemektedir. Şu bir gerçektir ki, insan nefsini, kâfirliğin göstergesi olan sıkıntılı günlerdeki umutsuzluktan ve fâsıklığın göstergesini oluşturan rahat günlerdeki şımarıklıktan koruyan tek müessir güç, iyi amellerle kendini gösteren ciddi bir imandır. Zira böyle bir iman, insan kalbini sıkıntılı günlerde de nimetli günlerde de aynı doğrultuda tutar, onu her iki durumda da yüce Allah’a bağlar; ne sıkıntıların darbeleri altında sarsılmasına izin verir ve ne de nimetlerin oluk oluk aktığı günlerde böbürlenip kibirlenmesine müsaade eder. (Seyyid Kutub, Fî Zılâl, IV, 1860) Her iki durum da mü’min hesabına ayrı birer hayırdır. Böyle bir durum, yani darlıkta ve bollukta çifte mutluluk sadece mü’minler için sözkonusudur. Bu gerçeği beyân sadedinde Allah Rasulü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Mü’minin durumu gıbta ve hayranlık vericidir. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik Sadece mü’minde vardır. Sevinecek bir şeye nâil olsa şükreder, bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa sabreder, bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd 64)

Her türlü şartlar altında böylesi bir sabır ve şükür halinin devamı hususunda Allah Teâlâ, Peygamberimiz (s.a.s.) şahsında bütün mü’minleri şu şekilde uyarmaktadır:

Âyette geçen اُمَّةٌ مَعْدُودَةٌ (ümmetün ma‘dûdetün) ifadesinde yer alan “ümmet” kelimesine pek çok müfessir “zaman, süre, vakit” mânaları vererek ibareyi “belli bir süre, belirlenmiş bir vakit” şeklinde anlamışlardır. Bu doğrudur. Bununla birlikte “ümmet” kelimesinde “nesil, cemaat; belli bir din ve gaye etrafında ve bir önderin liderliğinde bir araya gelmiş düzenli bir grup” mânaları vardır. Buna göre âyet-i kerîme bize şu mânaları hatırlatmaktadır: Bir neslin yaptığı kötülüklerin cezası hemen o kötülükleri yapanlara verilmeyip daha sonraya ertelenebilmektedir. Mesela âyeti ülkemizdeki gelişmeler ışığında ele almak gerekirse Cumhuriyet döneminde boy veren zehirler Tanzimat döneminin tohumlarıdır. Bir dönemde ekilen fitne fesat tohumlarının belâsını sonraki nesiller çekmişlerdir. Yine Cumhuriyetin başından beri atılan yanlış adımların belâsını bizler çekiyoruz. Aslında bu durum, âyetlerde yer alan: “Kimse bir başkasının suç ve günah yükünü çekmez ve onunla yargılanmaz” (Fâtır 35/18) ilkesine aykırı değildir. Örnek vermek gerekirse, sigara içen hamile annenin bebeğine zararı bulunmuyor mu?

12. İnanmayanların: “Ona bir hazine indirilmeli, yahut onunla beraber bir de bir melek gelmeli değil miydi?” demeleri yüzünden göğsün daralarak sana vahyedilen şeylerin bir kısmını onlara tebliğden geri duracak gibisin. Unutma ki sen ancak bir uyarıcısın. Her işi düzenleyen ve her hususta kendisine güvenilip dayanılacak olan ise Allah’tır.

Müşriklerin ileri geri konuşmaları; inanmak gayesiyle değil, sırf eziyet ve saldırı maksatlı Efendimiz (s.a.s.)’den bazı taleplerde bulunmaları şüphesiz Resûlullah (s.a.s.)’i üzmekte ve göğsünün daralmasına sebep olmaktaydı. Bunlardan biri de “Madem peygamberse, ona gökten bir hazine indirilmeli, yahut beraberinde, onun peygamberliğine şâhitlik yapacak bir melek gelmeli değil miydi?” sözleriydi. Dolayısıyla bu âyet, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in, zaman zaman müşriklerin sataşmalarından son derece bunaldığını gösterir. Buna göre Efendimiz’in, müşriklerin dillerinden kurtulmak için özellikle putları yeren bazı ayetlerin tebliğini belli bir süre ertelemeyi düşünme ihtimaline karşı, gelen vahiyler onun metânetini takviye etmekte, kalbini kuvvetlendirmekte, müşriklerin saldırılarına aldırış etmeksizin, aldığı emirleri duyurmaya devam etmesini teşvik etmektedir. Çünkü Peygamber ancak bir uyarıcıdır; vazifesi tebliğdir. Gelen vahiylerin tebliğinde şahsi bir tasarrufa yetkisi yoktur. Vazifesini yerine getirdikten sonra işin neticesini Allah’a havâle edecek ve O’na güvenip dayanacaktır. Çünkü bütün işleri düzenleyen, her şeyin dizginini elinde tutan sadece Allah olduğu gibi, her hususta kendisine güvenilip dayanılacak da yine yalnız O’dur.

Muhammed İkbâl’e âit şu temsîlî sözler, tıpkı Rasûl-i Muhterem (s.a.s.) gibi zorluklara sabır ve tahammül göstermenin faziletini ne güzel ifade eder:

“Bir ceylan, diğer bir ceylana dert yanıyordu:

«–Bundan sonra Kâbe’de, Harem’de yaşayacağım. Orada yatar kalkar, orada otlarım. Zira ovalarda avcılar pusu kurmuşlar, gece gündüz biz âhûların izinde dolaşıyorlar. Artık avcı derdinden selâmete ermek istiyorum. Gönlüm biraz da huzûra kavuşsun!..»

Bunları dinleyen diğer ceylan ise:

«–Ey akıllı dostum! Yaşamak istiyorsan tehlike içinde yaşa. Kendini dâimâ bileği taşına vur; cevheri temiz olan kılıçtan daha keskin yaşa! Tehlike; gücü, kudreti imtihân eder. Cisim ve canın nelere kâdir olduğunu bize o bildirir.» cevâbını verdi.”

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kendini tehlikelere arzedecek ve her ihtimale karşı zorluklarla mücadele edecek kişinin savunduğu davanın gerçek olması, bile bile batılda ısrar etmemesidir. Sözkonusu Kur’an olunca bunun en büyük ve en açık gerçek olduğunda şüphe yoktur:

13. Yoksa: “Kur’an’ı kendisi uydurup sonra da Allah’a mal ediyor” mu diyorlar. De ki: “Eğer iddianızda samimi iseniz, haydi onun benzeri uydurulmuş on sûre getirin de görelim. Hatta bunu yapmak için Allah’tan başka gücünüzün yettiği herkesi de yardıma çağırın!”

14. Eğer onlar âcizlik gösterip size cevap veremezlerse, bilin ki, Kur’an, Allah’ın ilmi ile indirilmiştir ve O’ndan başka ilâh yoktur. Artık teslim oluyorsunuz, değil mi?


Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı değil de, Peygamberimiz (s.a.s.)’in uydurduğu bir söz olduğunu söyleyen müşriklere bu safhada, kendi zanlarınca uydurulmuş olan Kur’an sûreleri gibi on sûre getirmeleri istenmekte; bunu başarabilmeleri için de güçlerinin yettiği herkesi yardıma çağırmalarına müsaade edilmektedir. Yûnus sûresi 38 ve Bakara sûresi 23. âyetlerde de bu miktar bir sûreye kadar düşürülmektedir. Fakat Kur’an düşmanları ne onun on sûresine ne de bir sûresine nazîre yapmaya muktedir olamamışlardır; Kur’an’ın açık beyânına göre bundan böyle de asla olamayacaklardır. (bk. Bakara 2/24) O halde tek yol kalmaktadır. O da, Kur’an’ın, iddia edildiği gibi insan sözü olmadığını, bilakis Allah’ın ilmiyle indirilmiş hak kelam olduğunu kabul ederek Allah’tan başka ilâh olmadığına inanmak, böylece Kur’an’ın tâlimatları doğrultusunda Allah’a teslim olmuş hakiki bir müslüman haline gelebilmektir. Bunu başarabilmenin birinci şartı da dünyaya ve dünyanın şatafatına aldanmamaktır:

15. Dünya hayatını, onun göz kamaştırıcı süsünü ve şatafatını arzulayanlara, bu gayeye yönelik yaptıkları çalışmaların karşılığını dünyada tastamam veririz. Onlar bu hayatta hiçbir haksızlığa uğratılmazlar.

16. Fakat onlar öyle kimselerdir ki, kendileri için âhirette ateşten başka bir şey yoktur. Dünyada yaptıkları şeyler orada tamâmen boşa gidecektir. Çünkü, iyilik nâmına yaptıkları işler, inanç ve iyi niyetten yoksun olduğu için, hiçbir değer taşımamaktadır.


Burada Kur’ân-ı Kerîm’e inanmayanların ve onu reddedenlerin, daha ziyade gönüllerini dünya muhabbeti saran, dünyaya ve dünya nimetlerine tapanlar olduğuna işaret edilir. Kur’an’ın uyarıcı açık beyânlarını kabul etmemelerinin altında yatan sebep ise, bu dünya hayatının, dünya zevk ve safâsının ötesinde hiçbir şeyin bulunmadığını düşünmeleridir. Halbuki Kur’an âhirete iman merkezli bir hayat anlayışı getirmekte, dünya hayatını da o istikamette ölçülü ve dikkatli yaşamayı öğütlemektedir.
Âhireti hesaba katmayarak bütün niyet, himmet ve gayretlerini dünyaya yönlendirenler şunu bilmelidir ki; Allah, mü’min olsun, kâfir olsun kimsenin çalışmasını karşılıksız bırakmaz; kabiliyet ve istidatları nispetinde yaptıkları işlerin karşılığını tam olarak verir. Ancak sadece dünya için çalışanlar, her ne kadar dünyanın servet ve refahına erseler de, bu gayretlerinin âhirette herhangi bir faydasını göremezler. Yaptıkları tamâmen boşa gider ve bunlar, onların cehennemden kurtulup cennete girmesine yardımcı olamaz. Şu âyet-i kerîmeler de bu mâna daha da vuzûha kavuşmaktadır:

“Kim sadece şu peşin ve geçici dünya zevkini isteyip onun ardına düşerse, biz dilediğimiz kimseye takdir ettiğimiz miktarda o zevki tattırır, sonra da cehennemi ona mekân kılarız. O da kınanmış ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş olarak cehenneme girer. Kim de âhiret hayatını ister ve bir mümin olarak bütün gücüyle onu kazanmaya çalışırsa, işte bunların çalışmaları Hak katında kabul görüp güzel karşılık bulur.” (İsrâ 17/18-19)

“Kim âhiret kazancını isterse onun kazancını artırırız. Kim de âhireti bırakıp sadece dünya kazancını isterse ona da ondan bir parça veririz; fakat onun âhirette bir nasîbi olmaz.” (Şûrâ 42/20)

Mü’min, Allah’a ve âhirete inanan bir kişi olarak, hem dünya hayatını mutlu ve müreffeh bir şekilde yaşamak için gayret gösterir, hem de ebedî âhiret saadetini elde etmeye çalışır. “Rabbimiz bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azâbından koru” (Bakara 2/201) diye dua eder. “Allah’ın sana verdiği serveti O’nun yolunda harcamak suretiyle âhiretini kazanmaya çalış. Dünyadan da nasibini unutma” (Kasas 28/77) kaidesi istikâmetinde dünya-âhiret, madde-mâna ahengini bozmadan dürüst bir hayat sürer.

Dünyayı isteyenle Allah’ı ve âhireti isteyen kimseler arasındaki farkı anlayabilmek için karşılıklı mukayese edilerek anlatılan şu iki grup insanın hâline dikkat edin:

17. Sadece dünya hayatını isteyen kimse, şu kişi gibi olabilir mi ki o, Rabbinden açık bir delil üzerinde bulunmaktadır; Allah tarafından bir şâhit Kur’an’ı kendisine okumaktadır; ondan önce de peygamberliğini tasdik edip müjdeleyen bir rehber ve bir rahmet olarak Mûsâ’nın kitabı vardır. İşte bu ikisi arasındaki farkı kavrayanlar, Kur’an’a iman ederler. Hangi zümreden her kim onu inkâr ederse, şunu bilsin ki, kendisine va‘dedilen nihâî sonuç ateştir. Öyleyse sen bu kitabın doğruluğundan en küçük bir şüphe içinde olma! Elbette o Rabbinden gelen gerçeğin ta kendisidir; ne var ki, insanların çoğu ona iman etmezler.

Rabbinden kesin bir delil üzere bulunan kişi Resûlullah (s.a.s.)’dir. Bu delil, Allah Teâlâ’dan gelen ve gerçeğin ta kendisini bildiren Kur’ân-ı Kerîm’dir. O Kur’an’ı Peygamberimiz (s.a.s.)’e, Allah tarafından bir şâhit kılınan Cibrîl (a.s.) okumaktadır. Daha önce bir rehber ve rahmet olarak gönderilen Hz. Mûsâ’nın kitabı Tevrat da, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in geleceğini müjdelemekte, ta o zamandan onun peygamberliğini doğrulayıp haber vermektedir. Dolayısıyla bu şekilde son derece sağlam üç delille kanıtlanan bu yakinî bilgi kuvvet, açıklık ve netlik bakımından, artık kendisine hiçbir ilâve yapılamayacak bir doğruluk, kesinlik ve güvenilirlik derecesine ulaşmış olmaktadır. Bu yakinî bilgi, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in tebliğ ettiği Kur’an âyetlerinin beyân buyurduğu hakîkat bilgisidir. Hem Peygamberimiz (s.a.s.) hem de ona tabi olanlar, o Kur’an’a iman ederler; hiçbir tahrif ve tebdile uğramadan Allah’tan geldiğini kabul ve tasdikle beraber onun doğruluğuna güvenir ve ondan hiçbir şüphe duymazlar. Peygamber karşısında düşmanlık yapmak üzere örgütlenmiş gruplardan, Kur’an’ı inkâr edenleri bekleyen hazin âkıbet ise cehennemdir. Bu kadar açık ve net olan bir hakikati kabul etmemenin cezası başka ne olabilir ki? Fakat yine de insanların çoğu ona inanmazlar.

Âyet, Peygamberimiz (s.a.s.)’i ve Kur’ân-ı Kerîm’i inkâr edenlerin kesinlikle cehenneme gideceğini beyân eder. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) de bu hususa şöyle açıklık getirmektedir:

“Muhammed’in nefsi kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, Kur’an’ın davetine muhatap olan bu ümmetten herhangi bir kimse; yahudi veya hıristiyan olsun, peygamberliğimi işitip de sonra benimle gönderilen Kur’an’a iman etmeksizin ölürse, hiç şüphesiz cehennemliklerden olur.” (Müslim, İman 240)

Çünkü bunlar, apaçık bir gerçeği yalan saymak gibi en büyük bir zulme giriftar olmaktadırlar:

18. Allah adına yalan uydurandan daha zâlim kim olabilir? Onlar Rablerinin huzuruna çıkarılacak; şâhitler de: “Rableri adına yalan söyleyenler işte bunlardı” diyecekler. Haberiniz olsun ki, Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerine olacaktır.

19. Onlar, insanları Allah yolundan alıkoymakta ve o yolun eğri tanınmasını ve istedikleri şekilde eğilip bükülebilmesini arzu etmektedirler. Onlar, âhireti inkâr edenlerin de ta kendileridir.


En büyük zulüm, Allah hakkında yalan uydurmaktır. Kendisine vahiy gelmediği halde “Allah bana vahyediyor” demek; her türlü ortaktan pak ve uzak olan Allah’a şirk koşmak; O’na kız veya erkek çocuk isnat etmek Allah hakkında söylenen yalanlardan bir kaçıdır. Allah’a karşı bu günahı işleyenler, sonunda Allah’ın huzuruna çıkmaktan kendilerini kurtaramayacaklardır. İstemeseler de, hesap vermek üzere, ilâhî bir sevkıyatla huzura getirileceklerdir. Günahlarını itiraf etmeleri için kendi hallerine bırakılmayacaklardır. Bilakis orada meleklerden, peygamberlerden, sâlih mü’minlerden şâhitler hazır olacak ve “Rableri adına yalan söyleyenler işte bunlardı” (Hûd 11/18) diyerek aleyhlerinde şâhitlik yapacaklar ve bunların Allah’ın lânetine uğramalarını isteyeceklerdir.

Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in haber verdiğine göre Allah Teâlâ kıyâmet gününde diğer insanlara göstermeden mü’mine günahlarını bir bir hatırlatacak, o da suçlarını itiraf edecek, artık mahvolduğunu düşündüğü sırada Cenâb-ı Mevlâ ona: “Günahlarını dünyada başkalarından gizlediğim gibi, bugün de hepsini bağışladım” buyuracak ve ona iyiliklerinin yazılı olduğu defter verilecek. Sıra kâfirlere ve münafıklara gelince, bütün insanların huzurunda onlara bu âyetlerde bahsedildiği üzere: “Rableri adına yalan söyleyenler işte bunlardı. Allah’ın lâneti zâlimlerin üzerine olsun” (Hûd 11/18) denecektir. (Buhârî, Tefsir 11/4; Müslim, Tevbe 52)

Kıyamet günü yapılacak şâhitlikle alakalı olarak diğer âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Kıyâmet günü her ümmetten bir şâhit getirip, Rasûlüm, seni de bunlar üzerine şâhit kıldığımız vakit o kâfirlerin halleri nice olacak?” (Nisâ 4/41)

“Yeryüzü Rabbinin nûruyla aydınlanır. Kitap ortaya konur. Peygamberler ve şâhitler getirilir. İnsanların arasında hak ve adâletle hüküm verilir. Kimseye zerre kadar haksızlık yapılmaz.” (Zümer 39/69)

Burada zâlimlerin üç büyük günahına daha dikkat çekilir:

Onlar, kendileri Allah yolundan saptıkları gibi, diğer insanları da ondan saptırmaya; Allah’a iman ve itaatten alıkoymaya çalışırlar.
Sahip oldukları malî, bedenî, ilmî, siyâsî her türlü imkânlarını kullanarak Kur’an’ın inkâr edilmesini sağlamak için onunla alakalı şüpheler uyandırmak, onu zaafa uğratmak ve zararlı göstermek isterler. Allah’ın dosdoğru yolunu eğri büğrü göstermeyi, onun diledikleri şekilde eğilip bükülmesini arzu ederler.
Onlar âhireti de inkâr ederler; öldükten sonra yeni bir hayatın varlığını kabul etmezler.

Ama onlar bu şekilde davranmakla kendi helaklerini hazırlamaktan başka bir şey yapmamaktadırlar:

20. Onlar, yeryüzünde Allah’ın hüküm ve iradesini uygulamasına asla engel olamazlar. Allah’tan başka, kendilerini azaptan kurtarabilecek bir dostları da yoktur. Âhirette ise azapları katlanarak artacaktır. Çünkü onlar ne kendilerine okunan âyetleri işitiyorlardı, ne de o âyetlerin işaret ettiği gerçekleri basîret gözleriyle görebiliyorlardı.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
22. Hiç şüphesiz, âhirette en çok zarara uğrayacak olanlar da kesinlikle bunlardır.

Allah onlara Kur’an âyetlerini işitmeleri için kulaklar verdi; varlığının delillerini görmeleri için de baş ve kalp gözleri verdi. Fakat onlar bu kuvvelerini hakkı dinlemek ve onu görmek yolunda kullanmadılar. Buna göre insan, kulağını ve gözünü nerede ve nasıl kullandığına; onlarla neyin izini sürdüğüne dikkat etmelidir. Çünkü manevî âlemin kapılarının açılmaya başlaması için kulağı ve gözü iyi kullanmanın ehemmiyeti büyük olduğu gibi, o kapıların kapanması ve insanın manen zarar etmesi açısından da gözü ve kulağı kötü kullanmanın rolü büyüktür. İşte âyetlerde bahsedilen bedbahtlar, bu ilâhî nimetleri yerli yerince kullanmamanın cezası olarak imandan mahrum kalmışlar ve azabı hak etmişlerdir. Onların, kaçıp bir yere sığınarak kendilerini Allah’ın azabından kurtarmaları mümkün olmadığı gibi, bu hususta onlara yardım edecek hiçbir dost da bulamayacaklardır. Herhangi bir haksızlığa uğratılmaksızın, sırf küfür ve günahlarının, başkalarını Allah yolundan saptırmalarının âdilâne cezası olarak kat kat azaba uğratılacaklardır. Bunlar, kendilerini zarara uğratan, ebedî saadet ve mutluluklarını kendi elleriyle hebâ eden zavallılardır. Hayal ve vehim mahsülü olarak uydurdukları şeyler yanlarından yok olup gidecek; değişmez gerçekle yüz yüze geleceklerdir. Görüldüğü üzere âhirette en çok zarara uğrayanlar, bu kimseler olacaktır.

Buna karşılık:

21. İşte kendilerini helâke sürükleyip ziyana uğratanlar bunlardır. İlâh diye uydurdukları şeyler de kendilerini yüzüstü bırakıp görünmez oluverdi!

Allah onlara Kur’an âyetlerini işitmeleri için kulaklar verdi; varlığının delillerini görmeleri için de baş ve kalp gözleri verdi. Fakat onlar bu kuvvelerini hakkı dinlemek ve onu görmek yolunda kullanmadılar. Buna göre insan, kulağını ve gözünü nerede ve nasıl kullandığına; onlarla neyin izini sürdüğüne dikkat etmelidir. Çünkü manevî âlemin kapılarının açılmaya başlaması için kulağı ve gözü iyi kullanmanın ehemmiyeti büyük olduğu gibi, o kapıların kapanması ve insanın manen zarar etmesi açısından da gözü ve kulağı kötü kullanmanın rolü büyüktür. İşte âyetlerde bahsedilen bedbahtlar, bu ilâhî nimetleri yerli yerince kullanmamanın cezası olarak imandan mahrum kalmışlar ve azabı hak etmişlerdir. Onların, kaçıp bir yere sığınarak kendilerini Allah’ın azabından kurtarmaları mümkün olmadığı gibi, bu hususta onlara yardım edecek hiçbir dost da bulamayacaklardır. Herhangi bir haksızlığa uğratılmaksızın, sırf küfür ve günahlarının, başkalarını Allah yolundan saptırmalarının âdilâne cezası olarak kat kat azaba uğratılacaklardır. Bunlar, kendilerini zarara uğratan, ebedî saadet ve mutluluklarını kendi elleriyle hebâ eden zavallılardır. Hayal ve vehim mahsülü olarak uydurdukları şeyler yanlarından yok olup gidecek; değişmez gerçekle yüz yüze geleceklerdir. Görüldüğü üzere âhirette en çok zarara uğrayanlar, bu kimseler olacaktır.

Buna karşılık:

23. İman edip sâlih amel işleyenler ve derin bir tevâzu ve huşûyla Rablerine gönülden boyun eğenlere gelince, onlar cennetin yârânı ve yoldaşlarıdırlar. Hem orada ebedî kalacaklardır.

İnkâr edenlerin cehenneme gitmesi mukabilinde, iman edip sâlih ameller işleyen ve Rablerine gönüllü kulluk yapan mü’minler de cennete gideceklerdir.

Âyette geçen اِخْبَاتٌ (ihbât) kelimesine şu mânalar verilir:

Taat ve tevâzu ile bağlanmak, dönmek ve yönelmek,
Alçak gönüllülükle boyun eğmek,
İhlasla itaatte bulunmak,
Kalpte sebat bulan korku ve huşu sebebiyle tevâzuyla boyun eğmek.
Hâsılı “ihbât”ın, Allah Teâlâ’ya derin bir huşu, saygı, tevâzu, itminan ve gönül huzuruyla, istikâmet üzere ihlasla kulluk yapmak olduğu anlaşılmaktadır.

Netice olarak:

24. Bu iki zümre insanın misâli, görmeyen ve duymayan biriyle gören ve duyan kişiye benzer. Hiç bunlar birbirine eşit olabilir mi? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?

Bu âyet konuyu hülâsa etmekte, kâfirlerin durumunu işitme ve görme duyularını kaybetmiş kimsenin durumuna; mü’minlerin hâlini de işitme ve görme duyuları çalışan kimsenin hâline benzetmektedir. Yani kâfirler, gerçeği işitmeme ve görmeme bakımından hem kör hem de sağır olan kişi gibidir. Mü’minler ise bu bakımdan hem gören hem de işiten kişi gibidir. Dolayısıyla bunların eşit olması mümkün değildir. Aklını çalıştırıp azıcık düşünen biri, bu misallerden hareketle, iki grup arasındaki mukayese kabul etmeyecek kadar açık olan farkı hemen anlayabilir ve kolaylıkla gerçeği bulabilir.

Nitekim buradan itibaren anlatılmaya başlanan peygamber kıssaları, bu iki zıt grup arasındaki farkı tüm ayrıntılarıyla gözler önüne serecektir. Sıra Hz. Nûh ve kavminin ibret dolu kıssasında:

25. Yemin olsun ki biz, Nûh’u kavmine peygamber gönderdik de onlara şöyle dedi: “Şüphesiz ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım.”

26. “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin. Doğrusu ben, sizin hakkınızda can yakıcı bir günün azabından korkuyorum.”


Allah Teâlâ, tebliğ ile vazifelendirdiği Rasûlü’nü, bu yolda karşılaşacağı sıkıntı ve belalara karşı hazırlamak, tesellî etmek ve sabra alıştırmak için önceki peygamberlerin kıssalarından câlib-i dikkat kesitler sunar. Bu kıssalarda, sonradan gelenlere ibret olması için, peygamberlerin tevhid uğrunda verdikleri mücâdeleleri, toplumlarının kendilerine karşı sergiledikleri tutum ve davranışları, bu arada meydana gelen hadiseleri ve bunların menfi veya müspet neticelerini haber verir. Buna da Hz. Nûh’un kıssası ile başlar.

Nûh (a.s.)’ın asıl isminin şükredici anlamında Şâkir olduğu rivayet edilir. Çok âh vâh ettiği için ona “Nûh” adı verildiği nakledilir.

Niçin çok âh vâh ettiği hususunda ise şunlar söylenir:

Kavminin küfür ve isyandaki inâdı sebebiyle Hz. Nûh Cenâb-ı Hakk’a “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!” (Nûh 71/26) diye beddua eder. Fakat Allah Teâlâ onun bu duasından hoşnut kalmaz. O da bu zellesi için ağlar, âh vâh eder.

Hz. Nûh tufan sırasında, oğluna karşı olan aşırı meyli ve muhabbeti sebebiyle “Rabbim! Şüphesiz ki oğlum benim ailemdendir” (Hûd 11/45) diyerek Rabbine yalvarır. Ancak Cenâb-ı Hak: “Ey Nûh! O kesinlikle senin ailenden değildir” (Hûd 11/46) buyurur. Bunun üzerine Hz. Nûh ya oğluna karşı şefkatinden veya kendi akıbetinden endişelendiği için âh vah etmeye başlar. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 153-154)

Hz. Nûh, kavmine gönderilmiş apaçık bir uyarıcıdır. Onları yalnızca Allah’a kulluğa davet eder ve onları can yakıcı bir günün azabından korkutur. Bu azap, dünya açısından inanmayanların boğulup helak olduğu tufan, âhiret açısından ise cehennem ateşidir. Ancak inkarda taşlaşmış kişilere bu uyarının hiçbir etkisi olmadı:

27. Buna karşılık kavminin ileri gelen inkârcıları şöyle dediler: “Biz senin de tıpkı bizim gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Yine ilk bakışta, sana inanıp peşinden gelenlerin ancak bizim bayağı görüşlü ayak takımımızdan ibaret olduğunu görüyoruz. Sizin bizden üstün bir tarafınızı da görmüyoruz. Hatta sizin yalancı olduğunuzu düşünüyoruz.”

اَلْمَلَاُ (mele’) Kur’ân-ı Kerîm’de çok kullanılan bir kelime olup, toplumun zenginlerini, ileri gelen soylu ve eşraf kesimini ifade eder. Bunların mü’mini ve kâfiri olabileceği gibi, Kur’an’da daha çok menfi mânada kullanılır. Nitekim burada da Hz. Nûh’a karşı gelenlerin kâfir elebaşılar olduğu beyân buyrulur. Bunlar Hz. Nûh’un davetini kabul etmemek için dört gerekçe ileri sürmektedirler:

Peygamber olduğunu iddia eden Nûh kendileri gibi yaşayan, yiyip içen, evlenip uyuyan bir insandır. Halbuki onların akıllarına göre peygamber böyle olmamalıdır. Ya bir melek veya başka bir yaratık olmalıdır. Nitekim müşrikler de Peygamber Efendimiz’e aynı tarzda itirazda bulunuyorlardı.

Hz. Nûh’a tâbi olanlar toplumun ayak takımı sayılabilecek fakir, çaresiz ve gariban kimseleriydi. Halbuki onlara göre, madem peygamberse, ona ilk olarak zengin, soylu soplu kimseler tâbi olmalıydı.

Âlimlerimizin beyânına göre gerçekten aşağılık ve ayak takımı olanlar, dinlerini fedâ ederek dünyalık peşinde koşan kimselerdir. Bunlardan daha aşağılık olanlar ise kendi dinlerini bozarak başkalarının dünyalarını düzeltmeye çalışanlardır.

Hz. Nûh’un, kendisine tabi olmalarını gerektirecek mal, mülk ve şeref itibariyle üstün bir tarafı da yoktu.

Onlar, Hz. Nûh’un ve ona inananların aslında yalancı olduklarını düşünüyorlardı.

Demek ki onlar zenginliğin ve ileri gelmişliğin gururuna kapılarak, bunu terk etmekte zorlanmışlar ve böylece bir başkasına boyun eğmeyi nefsâniyetlerine kabul ettirememişlerdir. Ancak fakir kimseler için bu engeller söz konusu değildir. Bu sebeple peygamberlerin daveti karşısında daha çok fakir kimseler hemen teslim olmuş, davete icâbet etmiş ve beklemeden itaate koşmuşlardır. İnsanlık tarihi boyunca her zaman ve zeminde çoğunlukla görülen manzara bu şekildedir.

Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Bizans kralı Herakliyus’u İslâm’a davet etmek üzere bir mektup gönderdiğinde, kral o günlerde Suriye’de bulunan Arap tüccarları huzuruna getirtmiş, içlerinden Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e soyca yakın olan Ebu Süfyan’ı karşısına alarak ona Allah Resûlü (s.a.s.) hakkında sorular sormaya başlamıştı. Bu arada: “Ona inananlar toplumun ileri gelenleri mi, yoksa zayıf ve güçsüzleri mi?” diye sormuştu. Zayıf ve güçsüzlerin inandığını öğrenince de: “Zâten bütün peygamberlerin davetini önce zayıf ve güçsüz olanlar kabul etmiştir” demiştir. (Buhârî, Bed’u’l-vahy 6; Müslim, Cihad 74)

Bu gerçeğin çok iyi farkında olan Hz. Nûh, kavminin alay ve hakaret dolu sözlerine gayet itidalli ve vakur bir şekilde şöyle cevap vermeye başlar:

28. Nûh dedi ki: “Ey kavmim! Düşünün bir kere; ya ben Rabbimden gelen açık bir delil üzere bulunuyorsam; ya O bana bizzat kendi katından husûsî bir rahmet vermiş de bu da sizin kör gözlerinize gizli kaldıysa? Ne yapalım, hiç hoşlanmadığınız halde şimdi biz o gerçeği size zorla mı kabul ettireceğiz?”

Peygamberler, Rablerinden gelen bir delil üzere bulunur ve bu delile dayanarak peygamber olduklarını söylerler. Bu delil, gönüllerinde karar kılan kesin, yakînî bir bilgi olabileceği gibi, gösterdikleri mûcizeler de olabilir. Nitekim Hz. Nûh da böyle bir delile sahipti. Ona verilen “rahmet” ise peygamberlik, hidâyet, iman ve İslâm nimetleridir. Ancak bu büyük nimetler, inkâr edenlerin gözlerine gizli kalmış, manevî körlükleri sebebiyle onu görememişlerdir. Bu noktada peygamberin vazifesi, sadece açık bir tebliğde bulunmaktır. Yoksa istemediği halde zorla kimseye ilâhî hidâyet ve rahmeti kabul ettirmeye çalışmak değildir. Ancak burada yapılmayacağı ifade edilen zorlama, öldürme tehdidi ve benzeri yollarla söylenen şeyi kabule icbar etme şeklindeki zorlamadır. Gerçekleri kabul etmelerini sağlamaya yönelik sözlü tebliğ ve zorlama ise zaten yapılmaktadır.

Nûh (a.s.)’ın fakir mü’minlerle beraber bulunup onları yanından kovmamasının gerekçelerine gelince:

29. “Ey kavmim! Kaldı ki, ben tebliğime karşılık sizden herhangi bir mal da istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan Allah’tır. Sonra ben o iman edenleri yanımdan kovacak da değilim. Çünkü onlar elbette Rablerine kavuşacaklardır. Fakat bir gerçek var ki ben, sizin cehâlet içinde ve hep bilgisizce davranan bir gürûh olduğunuzu görüyorum.”

30. “Ey kavmim! Eğer o mü’minleri yanımdan kovacak olursam Allah’a karşı kim bana yardım edebilir? Hiç düşünmüyor musunuz?”


Peygamberler, tebliğ vazifesini yerine getirirken yalnız Allah rızâsını kazanmak isterler ve herhangi bir şahsi çıkar peşinde koşmazlar. Tebliğlerine karşılık dünyevî anlamda hiçbir talep, istek ve beklenti içinde olmazlar. Mükâfâtlarını sadece Allah Teâlâ’dan beklerler. İster fakir, ister zengin iman ederek yanlarına kim gelirse onları korurlar. Birilerinin isteğine göre onları yanlarından uzaklaştırmazlar.

Kavminden ileri gelenler, Hz. Nûh’un meclisine devam etmek için ondan, yanındaki fakir ve zayıf mü’minleri kovmasını istemişlerdi. Aynı şekilde Kureyş müşriklerinin elebaşıları da Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’den sohbetine devam eden fakir müslümanları yanından uzaklaştırmasını talep etmişlerdi. (bk. En‘âm 6/52) Çünkü onlar, fakirlerle aynı yerde bulunmayı gurur ve enâniyetlerine yediremiyorlardı. Bu, onların, içinde bulundukları cehâletin bir neticesiydi. Hz. Nûh, kavminin bu isteklerine: “Sonra ben o iman edenleri yanımdan kovacak da değilim. Çünkü onlar elbette Rablerine kavuşacaklardır. Fakat bir gerçek var ki ben, sizin cehâlet içinde ve hep bilgisizce davranan bir gürûh olduğunuzu görüyorum” (Hûd 11/29) diye cevap vermiştir. Çünkü Yüce Allah’ın huzuruna çıkmak çok büyük ve azametli bir iştir. Eğer onlar Allah huzurunda davacı olursa bunun hesabını vermek gerçekten zordur. Zira Allah, kullarını hesaba çekecek, imanlarına mukâbil fakirleri mükâfâtlandıracak, onları hakir görüp kovanları da cezalandıracaktır. Allah’tan en çok korkan kimseler olarak peygamberlerin böyle ağır bir mesuliyet altına girmeleri mümkün müdür? Bu sebeple Nûh (a.s.): “Eğer o mü’minleri yanımdan kovacak olursam Allah’a karşı kim bana yardım edebilir? Hiç düşünmüyor musunuz?” (Hûd 11/30) diyerek bu korkusunu dile getirmiştir.

Rivayet edilir ki:

Birgün İsâ (a.s.), İsrâiloğulların’dan sâlih zannedilen bir kimseyle şehir dışına çıkmıştı. Halk arasında fâsıklıkla meşhur günahkâr bir adam da büyük bir eziklikle peşlerine takılmıştı. İstirahat için mola verildiğinde bu günahkâr kul, samîmî bir nedâmet ve mahcûbiyet içinde, gönlü kırık olarak onlardan ayrı bir yere oturdu ve merhametlilerin en merhametlisi olan Hak Teâlâ’nın yüce affına sığınarak:

“–Rabbim! Şu yüce peygamberinin hürmetine beni affet!” diye dua eyledi. Sâlih zannedilen kişi ise, onu fark edince küçümsedi, hakîr gördü ve ellerini göğe kaldırıp:

“–Allahım! Yarın kıyâmet günü beni bu adamla birlikte haşreyleme!” dedi.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. İsa’ya şöyle vahyetti:

“–Yâ İsa, kullarıma söyle; ikisinin de duasını kabul ettim. Boynu bükük mücrim kulumu affedip kendisini cennetlik kıldım. Halkın sâlih zannettiği kişiye gelince, onu da, benim affettiğim kulumla beraber olmak istemediği için cennetliklerden kılmadım!”

İlâhî lânet ve gazaba uğrayanların dışında her ne sebeple olursa olsun Allah’ın kullarını hor görmek, Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeden büyük bir kalbî hatâdır. Kimin ne olacağını ve kalplerde gizli olanı ancak Allah bilir. Bize düşen, kendi hatâlarımızla meşgul olarak tevbe ve istiğfâra sarılmaktır. Kul olarak haddimizi ve aczimizi bilip o çerçevenin dışına çıkmamaktır. Nitekim Nûh (a.s.) o çerçeveyi şöyle hülasa eder:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. “Ben size «Allah’ın hazîneleri benim yanımda» demiyorum, gaybı da bilmiyorum, «şüphesiz ben bir meleğim» de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için: «Allah onlara asla hiçbir iyilik nasip etmeyecek» de diyemem. Onların kalplerinde olan şeyleri Allah daha iyi bilir. Şâyet bunların aksini yaparsam, elbette o zaman ben de zâlimlerden biri olurum.”

İnkarcılara göre bir kişinin peygamber olması için hazinelere sahip olması, gaybı bilmesi, hatta insanlıktan çıkıp melek olması gerekir. Ancak bu şekilde o, sıradan insanların yapamadıklarını yapabilir ve bilemediklerini bilebilir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) zamanındaki müşrikler de ondan dağları altın haline getirmesini, yerden ırmaklar akıtmasını, şifasız dertlere derman olmasını, gökten melek indirerek kendileriyle konuşturmasını istemişlerdi. (bk. İsrâ 17/90-93; Hûd 11/12; En‘âm 6/50)

Münkirlerin bu tür talepleri karşısında Hz. Nûh’un verdiği cevap, peygamberin kimliği ve vazifesinin ne olduğu hakkında net bir çerçeve çizmektedir:

“Allah’ın hazineleri benim yanımda değildir.
Gaybı da bilmem,
Ben bir melek de değilim.
Ben sizin gibi bir insanım.

Fakat Allah bana vahyetmekte; ilim, iman ve amel bakımından doğru yolun ne olduğunu bana öğretmekte ve bunları size de öğretmem için bana vazife vermektedir. Şimdi benim davetimi kabul edenlerle etmeyenler aynı değildir. Siz hem benim davetimi kabul etmiyor, hem de kabul edenlerde bir hayır olmadığını söylüyorsunuz. Fakat şu bir gerçek ki, sizin onları hakir görmenizden ötürü onların ecirleri boşa çıkmaz ve sevapları eksilmez. Çünkü Allah, onların içlerinde taşıdıkları iman ve niyetlerini bilmektedir ve ona göre onlara mükâfat verecektir. Onları yanımdan kovarsam veya onlara Allah’ın iyilik vermeyeceğini söylersem zalimlerden olurum. Eğer siz yanlış yolda ve haksız bir tutum ve davranış içindeyseniz, o zaman zalim olanlar sizlersiniz.”
Bunun üzerine Hz. Nûh’la kavmi arasındaki tartışma ve mücadele daha da şiddetlendi:

32. İnkârcılar şöyle çıkıştılar: “Ey Nûh! Bizimle mücâdele edip durdun; hatta bu mücâdelende de çok fazla ileri gittin. Eğer doğru söylüyorsan, haydi bizi tehdit edip durduğun şu azabı başımıza getir de görelim!”

33. Nûh şöyle cevap verdi: “Onu size, dilerse, ancak Allah getirir. Eğer getirecek olursa, siz de O’nun elinden asla kurtulamazsınız.”

34. “Eğer taşkınlığınız yüzünden Allah sizi helâk etmeyi dilemişse, ben iyiliğinizi isteyip size ne kadar öğüt de versem, bunun size hiçbir faydası olmayacaktır. O sizin Rabbinizdir ve siz O’na dönmektesiniz.”


اَلْمَجَادَلَةُ (mücâdele), iki hasmın birbirini susturmaya, savundukları görüşten şiddetle vazgeçirmeye çalışması demektir. Dinî hususlarda mücâdele etmek teşvik edilmektedir. Bu sebeple Hz. Nûh ve diğer peygamberler, hakkın üstün gelmesi için kavimleriyle mücâdele etmişlerdir. Neticede hakkı kabul edenler başarılı olup kurtuluşa ermişler; reddedenler ise zarara uğrayanlardan olmuşlardır. Buna mukâbil bâtıl uğruna yapılan mücâdeleler ise zemmedilmiştir.

İlâhî azap, kulların talebine göre değil, Allah’ın dilemesine göre gerçekleşir. Allah dileyip azap gelince kimsenin ona mâni olması ve helâki murat edilenlerden kimsenin ondan kurtulması mümkün değildir.

اَلنُّصْحُ (nush), hayır ve iyilikle alakalı bütün söz ve davranışları ihtiva eden bir kelimedir. Gerçek mânası ise iyilik istemek ve iyi olana kılavuzluk etmektir. Ayrıca bu kelimede, insanları sakındırmak için azgınlık yollarını, izinden gidilmesi için de iyilik ve ahlâkî güzellik yollarını bildirmek mânası da vardır. Peygamberler, toplumlarına nasihat veren insanlardır. Ancak Allah, içine düştükleri günahlar sebebiyle bir fert veya toplumun azgınlığını ve helâkini dilemişse, peygamberlerin nasihatinin onlara bir fayda sağlamayacağı beyân edilmektedir. Çünkü nihâi planda hidâyet de dalâlet de Allah’ın kudret elindedir.

Kıssasının bu noktasında sözü Kur’an’ın indiği ortamla irtibatlandırıp inkar bakımından müşriklerin de Nûh kavbminden farksız olduğunu belşrtmek üzere bir ara cümle olarak buyruluyor ki:

35. Yoksa, “Kur’an’ı Muhammed kendisi uyduruyor” mu diyorlar? De ki: “Eğer onu ben uyduruyorsam günahı banadır. Ancak ben, sizin işlemekte olduğunuz günahlardan da uzağım.”

Bu âyetin muhatabı Peygamberimiz (s.a.s.)’dir. Resûlullah (s.a.s.), Hz. Nûh kıssasını insanlara okurken müşrikler: “Bu kıssayı sen uydurdun” diyerek sözünü kesmişler, Allah Teâlâ da, âyette geçen ifadelerle onlara cevap vermesini istemiştir.
Hz. Nûh kıssası şöyle devam ediyor:

36. Nûh’a şöyle vahyedildi: “Kavminden şu ana kadar iman etmiş olanlar dışında artık daha fazla inanan olmayacak. Şu halde, onların yapageldikleri kötülüklerden dolayı kederlenme!”

37. “Bizim gözetimimiz altında ve vahyettiğimiz şekilde gemiyi yap. Sakın zulmedenler hakkında, onları kurtarmam için bana bir ricâda bulunma. Çünkü onlar mutlaka boğulacaklardır!”


Hz. Nûh, uzun seneler sabırla ve metânetle tebliğe devam ettiyse de kavminden fazla iman eden olmadı. Hatta kavmi onu delilikle suçladılar (Mü’minûn 23/25), onu taşlayarak öldürmekle tehdit ettiler. (Şuarâ 26/116) Nihayetinde Hz. Nûh çaresizlik içinde: “Ben mağlup düştüm. Artık dinine yardım et, intikâmımı sen al!” (Kamer 54/10) diye yalvarmaya başladı ve: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!” (Nûh 71/26) diyerek beddua etmek mecburiyetinde kaldı.

Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî (k.s.) şöyle der: “Ahlâk sahibinin elde edeceği güzel ahlâkın başlangıcı, yaratılanlardan gelecek eziyetlere sabırla katlanarak bundan herhangi bir eziyet duymamasıdır. Bu güzel ahlâkın orta derecesi, o eziyet eden kişileri eziyet edici olarak görmemesidir. Çünkü o gerçek tevhid ehli bir kimse olup, onun yanında kendisine kötülük yapan da iyilik yapan da müsâvîdir. Bu güzel ahlâkın zirvesi ise, kötülük yapanı bile kendisine iyilik ediyormuş gibi görmesidir. Çünkü o artık her şeyin gerçek mâhiyetini bilebilmekte ve ilâhî tecellilerin ne mânaya geldiğini idrak edebilmektedir. İşte bu makam, hakikat ehli olmanın başlangıcıdır.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 162)

Rivayete göre Nûh (a.s.)’ın kavminden biri çocuğunu omzunda taşıyıp giderken, çocuk Hz. Nûh’u görünce babasına: “Bana bir taş ver” der. Babasının eline tutuşturduğu taşı Hz. Nûh’a atar ve onun bir tarafını kanatır. Bunun üzerine Yüce Allah, kavminden şu ana kadar iman edenler haricinde kimsenin inanmayacağını, artık helak edilme vakitlerinin geldiğini, dolayısıyla helak edildikleri takdirde kederlenmesine gerek olmadığını haber verir. (Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 29-30) Tufanın başlangıç işaretlerinden biri olarak da Hz. Nûh’a, ilâhî tâlimatlara uygun tarzda bir gemi yapmasını emreder. Tufan olacağını, kâfirlerin bu tufanda boğulacağını bildirir. Hz. Nûh’a da, helak esnasında merhamete gelip zalimlerin kurtuluşu için kendisine müracaatta bulunmamasını sıkı sıkıya tembih eder. Bunun üzerine geminin yapılması başlar:

38. Nûh gemiyi yapıyor, kavminden ileri gelenler de yanına her uğradıkça onunla alay ediyorlardı. Nûh da şöyle karşılık veriyordu: “Madem bizimle alay ediyorsunuz, şunu unutmayın ki, bizimle alay ettiğiniz gibi bir gün gelecek biz de sizinle alay edeceğiz.”

39. “Artık dünyada rezil ve perişan edecek bir azaba kimin uğratılacağını, âhirette devamlı bir azabın da kimin başına geleceğini yakında görüp öğreneceksiniz!”


Hz. Nûh, Allah’ın emrine uygun olarak gemiyi yapmaya başladı. Oradan geçen ileri gelenler onunla alay ediyorlardı. Öncelikle onlar geminin ne olduğunu bilmiyorlardı. Hz. Nûh’a “Böyle ne yapıyorsun?” diye soruyorlar, o da “Su üstünde yüzecek bir ev yapıyorum” diye cevap veriyor, onlar da bu cevaba şaşıp gülüyorlardı. İkinci olarak Hz. Nûh gemiyi sudan uzak bir yerde ve suyun çok az olduğu bir vakitte yapıyordu. Dolayısıyla ileri gelenler onun zahiren münâsebetsiz gibi görünen bu davranışı karşısında gülüşüyor ve: “Bakıyoruz, peygamber olduktan sonra maşallah bir de marangoz oldun” diye alay ediyorlardı. Fakat Hz. Nûh’un Allah’ın emriyle gerçekten çok mühim ve hikmetli bir iş yaptığını, kendilerinin ise işin iç yüzünden habersiz olduklarını bilmiyorlardı. Hz. Nûh, büyük bir felaketin gelmekte olduğunu haber vererek onları ikaz etse de, derin bir gaflet çukuruna gömülmüş kavmin uyanıp gerçeği duyabilecek halleri yoktu:

40. Nihâyet emrimiz gelip geminin kazanı kaynamaya başlayınca Nûh’a dedik ki: “Her canlıdan erkekli-dişili birer çifti, haklarında suda boğulacağına karar verilenler dışında aileni ve iman edenleri gemiye bindir.” Zâten onunla beraber iman eden çok az kimse vardı.

Nihâyet Allah’ın helak emri geldi, sular coşup yükseldi ve yeryüzünün her tarafını kapladı. Nitekim Kamer sûresinde hâdisenin bu kesitiyle alakalı olarak şöyle buyrulur: “Biz de nehirler gibi devamlı akan bir su ile göğün kapılarını açtık. Yeri de coşkun kaynaklar halinde fışkırttık. Nihâyet gökten boşalan ve yerden fışkıran sular, takdir edilmiş bir işin gerçekleşmesi için birleşiverdi.” (Kamer 54/11-12)

Âyette geçen فَارَ التَّنُّورُ (fâre’t-tennûr) ifadesine yukarıda arzettiğimiz gibi “suların coşup taşması” yanında “azabın şiddetlenmesi” ve azabın sabahleyin geldiğini göstermek üzere “şafak atıp sabahın gelmesi” gibi mânalar da verilir. Elmalılı, bu ifadeye “geminin kazanının kaynaması” mânasını vererek, Hz. Nûh’un yaptığı geminin, dağlar gibi dalgalar arasında o kadar yükü taşıyabilecek büyüklükte ve güçte buharlı bir gemi olduğunu söyler. (Elmalılı, Hak Dini, IV, 2780-2783)

Hz. Nûh gemiye yine Allah Teâlâ’nın emriyle her canlı varlıktan bir erkek ve bir dişi olmak üzere birer çift bindirir. Ailesinden iman edenleri ve bunların dışında kavminden iman edenleri de yanına alır. Ancak ailesinden iman etmeyenlerle kavminden kâfir olanlar gemiye binemez, dışarıda kalırlar. Âyet-i kerîme zaten iman edenlerin oldukça azınlık bir grup olduğunu haber vermektedir.

Hazırlıklar tamamlanır. Tufanın ilk işaretleri görülmeye başlar. Geminin hareket saati gelip çatar:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
41. Nûh dedi ki: “Gemiye binin! Onun akıp gitmesi de durması da Allah’ın ismiyledir. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.”

42. Sular her tarafı kapladığında, gemi yolcularıyla birlikte dağlar gibi dalgalar arasında süzülmeye başladı. Nûh, geminin dışında bir kenarda bulunan oğluna: “Evlâdım, bizimle birlikte gemiye bin de kâfirlerle beraber olma!” diye seslendi.

43. Fakat oğlu: “Ben şöyle büyük bir dağa sığınırım, o da beni sulardan korur” diye karşılık verdi. Nûh: “Bugün, merhamet edip korudukları dışında, hiçbir kimse bir başkasını Allah’ın helâk emrinden kurtaramaz” dedi. Birden aralarına dalga giriverdi de o âsi oğul boğulanlardan oldu.


Hz. Nûh, gemiye yüklenmesi emredilen yükleri ve canlıları yükledikten sonra beraberindeki mü’minlere “bismillâh” diyerek gemiye binmelerini söyledi. Geminin akıp gidişinin de, demirleyip duruşunun da Allah’ın ismiyle olduğunu haber verdi. Yani onun gitmesi de durması da ancak Allah’ın gücü, kuvveti ve izniyledir. Onu “bismillâh” diyerek çalıştırmak ve “bismillâh” diyerek durdurmak mümkün olabilir. Gemi ancak Allah’ın lutuf ve yardımı ile kurtulabilecektir. Allah’ın yardımı olmadan hiçbir geminin böylesi dağlar gibi dalgalara dayanması mümkün değildir. Nitekim rivayete göre Hz. Nûh geminin hareket etmesini istediği zaman “bismillâh” demiş, gemi hareket etmiştir. Geminin durmasını istediği zaman da yine “bismillâh” demiş ve gemi durmuştur. Cenâb-ı Hak Hz. Nûh ve ona iman edenleri, rahmet ve mağfiret edici sıfatlarının bir tecellisi olarak kurtarmıştır. Burada Allah Teâlâ’nın bu iki sıfatının zikredilmesi, mü’minlerin kurtulmayı hak ettiklerinden dolayı değil de, sırf Cenâb-ı Hakk’ın lutfu, bağışlaması ve rahmeti sebebiyle kurtulduklarına bir delâlet vardır.

Gökten ve yerden sular coşup taştı ve Allah’ın takdir buyurduğu bir seviyeye ulaştı. (Kamer 54/12) Gemi hareket etti, dağlar gibi dalgalar arasında, içindekilerle beraber akıp gitmeye başladı. Hz. Nûh’un bir oğlu iman etmemiş ve gemiye binmemişti. Geminin dışında ayrı ve uzak bir yerde duruyordu. Nûh (a.s.) babalık şefkatiyle ona seslenerek gelip gemiye binmesini ve kurtulmasını istedi. Kâfirlerden olmamasını öğütledi. Allah’tan başka bugün kimsenin kimseyi kurtarmaya gücü yetmeyeceğini, ancak Allah’ın merhamet ettiği talihli kulların helakten kurtulabileceğini söyledi. Fakat oğlu bu şefkatli seslenişe kulaklarını kapadı, olan bitenin sıradan bir hâdise olduğunu, dolayısıyla dağa tırmanarak tufandan kurtulacağını sandı. Fakat iş sandığı gibi olmadı, bir dalga gelerek onu suların içine gömdü; boğularak helak olup gitti.

Geminin ve içindekilerinin akıbetine gelince:

44. Nihâyet Allah’tan: “Ey yer suyunu yut! Ey gök suyunu tut” emri geldi. Sular çekildi, iş bitirildi, gemi Cûdî dağının üzerine oturdu ve “Kahrolsun o zâlimler topluluğu” denildi.

Gemi içindekilerle birlikte tufan bitinceye kadar suyun üzerinde yüzdü. Daha sonra Yüce Allah, yeryüzüne suyunu tutmasını, göğe de suyunu kesmesini emretti. Bunun üzerine sular kesildi, iş olup bitti. Yani Hz. Nûh’un kâfir olan kavmi bütünüyle ve kesin bir şekilde helak edildi. Hz. Nûh’un: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma!” (Nûh 71/26) duasına icâbetin bir gereği olarak yeryüzünde yürüyen bir kâfir bile kalmadı. Gemi Cûdî dağı üzerine indi. Bu dağ, yapılan araştırmalara göre Türkiye’de Güneydoğu Anadolu bölgesinde, Türkiye-Irak sınırına 15 km. uzaklıkta Dicle ırmağının kıyısında bulunan Cizre’nin 32 km. kuzeydoğusunda, Şırnak il merkezine 17 km. mesafededir.

Tufanla kâfirlerin hepsi helak oldu olmasına ama aralarında oğlunun da bulunması Hz. Nûh’un ciğerine hançer gibi saplandı. Yüreği yandı. Allah’ın: “Zulmedenler hakkında onların kurtuluşu için bana bir ricada bulunma” (Hûd 11/37) emrini unuttu. Gönlündeki yangın diline vurdu:

45. Nûh Rabbine seslenip: “Rabbim! Şüphesiz ki oğlum benim ailemdendir. Senin va‘din de elbette gerçektir. Ve sen hüküm verenlerin en hayırlısısın!” dedi.

46. Allah şöyle buyurdu: “Ey Nûh! O kesinlikle senin ailenden değildir. Çünkü onun bütün hayatı yanlış bir inanç ve amel üzere kuruluydu. O halde hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi sakın benden isteme. Şüphesiz ben, câhillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.”

47. Nûh şöyle yalvardı: “Rabbim! Doğrusu ben, hakkında bilgim olmayan bir şeyi senden istemekten yine sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen elbette ziyana uğrayanlardan olurum.”


Hz. Nûh, ailesinden olmakla beraber oğlunun boğulma hikmetini ilk anda kavrayamadı. Çünkü babalık şefkatinin verdiği heyecanla Cenâb-ı Hakk’ın 40. âyette geçtiği üzere “haklarında suda boğulacağına karar verilenler dışında aileni… gemiye bindir” sözündeki “ailen” kısmı aklında kalmış, fakat “boğulacağına karar verilenler” kısmını unutmuştu. Bu sebeple Allah’ın kendisine bütün ailesini kurtaracağı va’dinde bulunduğunu sanmış ve Allah’ın va’dinin kesinlikle gerçekleşeceğini, oğlunun da kendi ailesinden olduğunu söylemişti. Bununla beraber, Allah’ın hüküm verenlerin en iyisi olduğunu belirtmeyi de ihmal etmemişti. Yani ortada anlaşılamayan bir durum söz konusu ise, bunun -hâşâ- Allah’a ait değil, kendine ait bir eksiklik olduğunu bildirmişti. Nitekim Yüce Allah: “Ey Nûh! O kesinlikle senin ailenden değildir. Çünkü onun bütün hayatı yanlış bir inanç ve amel üzere kuruluydu” (Hûd 11/46) buyurarak, Hz. Nûh’un kalbini tırmalayan pürüzü gidermişti. Çünkü aileden olmadaki temel sebep dini yakınlıktır. Mü’min ile kâfir arasında bu bakımdan bir alâka yoktur.

Hikmet ehlinden biri şöyle der: “Bir oğul babasının yaptıklarını yapmıyorsa, onunla alâkası kesilmiş demektir. Bir ümmet de peygamberinin yaptığını yapmıyorsa, korkarım ki aralarındaki alâka kopmak üzeredir.” Buna göre ilim, irfan ve amel sahibi olmaksızın, sırf kıymetli birinin nesebinden olmanın ve ataların faziletli davranışlarıyla övünmenin hiçbir faydası yoktur.
Büyük velîlerden İbrâhim Düsûkî (k.s.) şöyle der:

“Her kim Allah ve Rasûlü’nün emirlerini tatbik eden, hatta inceliklerine de riâyet eden olmazsa; dahasını diyelim: Şerefli, temiz, iffetli bir kimse olmazsa, o bana bağlı evlâdım arasında olamaz. İsterse sulbümden gelen çocuğum olsun. Kim dinî emirlere devam eden, hakikat ve tarikat adabını bilen; dîne, diyânete bağlı, yanlış işlere dalmayan, nefsini koruyan zâhid bir kimse olur ve şüpheli işlere yaklaşmazsa işte benim evlâdım odur. İsterse bu ülkeler ötesi bir yerde bulunsun…” (Velîler Ansiklopedisi, II, 597)

46. âyet-i kerîmede bildirildiği gibi Cenâb-ı Hak Nûh (a.s.)’a, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir hususta kendisinden bir istekte bulunmamasını emretmiş ve câhillerden olmaması için ona öğüt verdiğini bildirmiştir. Bunun üzerine Hz. Nûh, peygamberlik gibi yüce bir makamda bulunmanın gerektirdiği bir kulluk hassasiyeti içerisinde hatasını fark ederek hemen Allah’a sığınmış; O’nun rahmet ve mağfiretini talep etmiştir.

Gerçekten de peygamberlerin ve sâlih insanların ahlâkları hep böyledir. Kendilerine bir iyilik yapmaları söylendiği zaman ona göre davranırlar; bir hatalarına dikkat çekildiği zaman da derhal istiğfar edip Allah’a sığınırlar. İşte Allah Teâlâ, peygamberlerin başından geçen bu tür hâdiseleri haber vermektedir ki, gerek istiğfar konusunda gerekse kendi rahmetinden ümit kesmemek konusunda herkes peygamberleri örnek alabilsin ve ona göre davranabilsin.

Sular çekilip gemi dağa oturunca:

48. Ona şöyle buyruldu: “Ey Nûh! Sana ve seninle beraber bulunanların neslinden gelecek mü’min ümmetlere vereceğimiz selâmet ve bereketlerle gemiden in. Onların neslinden öyle topluluklar da gelecek ki, biz onları dünyada bir müddet faydalandıracağız, sonra da tarafımızdan kendilerine çok acı bir azap dokunacaktır.”

49. Rasûlüm! İşte bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Daha önce bunları ne sen biliyordun, ne de kavmin. O halde sabret; çünkü dünya ve âhirette hayırlı son takvâ sahiplerinindir.


48. âyetten anlaşıldığına göre yeryüzü bir kez bütün kâfirlerden temizlendikten sonra, o temiz haliyle ebediyen devam etmeyecek, yeniden küfre bulanacaktır. Hz. Nûh ile beraber gemiye binenlerin neslinden mü’min ümmetler geleceği gibi, kâfir topluluklar da gelecektir.

Nûh (a.s.)’ın kıssasıyla ilgili verilen bu bilgiler, Peygamberimiz (s.a.s.) ve kavminin daha önce bilmediği gaybî haberlerdendir. Kavminden gördüğü zulüm, işkence ve haksızlıklar yüzünden fevkalade mahzun olan Efendimiz ve ashâbını, bu ibretli tarihî hâdiseler tesellî etmekte ve yollarını aydınlatmaktadır. Âyet-i kerîmede ifade edildiği üzere, Hz. Nûh sabredip başarıya ulaştığı gibi, Allah Resûlü (s.a.s.)’e de sabırlı olması tavsiye buyrulmaktadır. Çünkü mücâdeleye sabırla devam edenler, başlangıçta başarısız gibi gözükseler bile, sonunda mutlaka başarılı olacaklardır. Nitekim Yüce Allah: “Ben ve peygamberlerim mutlaka ve mutlaka galip geleceğiz” diye hükmetmiştir. (Mucâdile 58/21) Bu gerçek dünya hayatı için bile geçerlidir. Zaten âhirette hayırlı âkıbet ve mutlu sonun müttakîlerin olacağında şüphe yoktur.

Tufandan sonra aradan yıllar geçti, yeni nesiller geldi. İsimler ve şekiller değişti; fakat hakla bâtılın mücâdelesi hiç değişmedi:

50. Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u peygamber gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin için O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Siz ise Allah’tan başkasını tanrı sayarak O’na iftira edip duruyorsunuz.”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
51. “Ey kavmim! Tebliğime karşı sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak, beni bana has özelliklerle yoktan yaratana aittir. Hiç mi aklınızı çalıştırmıyorsunuz?”

Peygamberlerin birinci vazifesi, insanları tek Allah’a kulluğa çağırmak ve Allah’tan başka tapacakları başka bir tanrının olmadığını onlara öğretmektir. Dinin temel maksadı da budur. Buna göre Allah’tan başka tanrı edinip onlara tapınmak apaçık bir yalan ve iftiradır.

Peygamberler samimi ve ihlaslı kullardır. Allah’ın dinini sadece O’nun rızâsını gözeterek tebliğ etmişlerdir. Bu sebeple tebliğ hizmetlerine karşılık halktan hiçbir maddî ve fânî karşılık beklememişlerdir. “Tebliğime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum” sözünü söylemeyen hiçbir peygamber yoktur. Hz. Hûd’un da aynı hususa dikkat çektiği görülür. O âdeta şöyle demektedir: “Bu işi yaparken benim hiçbir şahsî çıkarım söz konusu değildir. Aksine bu vazîfeyi ifâ ederken çok büyük sıkıntılara maruz kalmaktayım. Dünya zevklerinden ve rahatından yüz çevirmiş; asırlarca kökleşmiş bulunan cahiliye anlayışlarına, hayat tarzına, örf ve adetlerine savaş açmışım ve tüm dünyanın hışmını üzerime çekmişim. Bütün bunlar, imanımın, bana bu kuvveti veren çok sağlam temellere dayandığını açıkça ispat etmektedir. Aklınızı çalıştırıp bunlar üzerinde biraz düşünecek olsanız, gerçeği anlamakta zorluk çekmezsiniz.” Peygamberlerin bu muhtevada konuşmalarının gayesi, kendilerinin töhmet altında kalma ihtimalini ortadan kaldırıp, sadece tebliğ ettiği insanların iyiliğini istediklerini göstermektir. Çünkü nasihatin, ancak içine hiçbir fânî arzu karışmadığı, hâlis ve içten olduğu zaman fayda vereceği bir hakikattir. Dinin gerçek tebliğcileri ve mürşitleri olan peygamberlerin ve onların izinde yürüyen velilerin kalpleri, davet ve irşat esnâsında Allah’tan başka varlıkları düşünüp onlara bağlanmak gibi mezmûm hissiyatlardan son derece temiz ve uzaktır. Dolayısıyla Efendimiz (s.a.s.)’in ümmetinin irşatla vazifeli olanları, mallarını ve dünyevî menfaatlerini artırmayı değil, sadece Allah Resûlü (s.a.s.)’in peşinden gidenleri çoğaltarak onun manevî mertebesini yükseltmeyi isterler. Çünkü o hakiki iman sahibi erlerin indinde, “âhiret hayatının hem çok daha hayırlı, hem de devamlı” (A‘lâ 87/17) olduğunda şüphe yoktur.

Bu sebeple Hûd (a.s.) kavmini tevbe ve istiğfara çağırarak şöyle der:

52. “Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tevbe edin ki üzerinize bol bol yağmur göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın. Sakın siz, günah işlemekte ısrar ederek dâvetimden yüz çevirmeyin!”

Âyetin ifadesine göre tevbe istiğfar bol bol yağmur yağmasına, feyiz ve bereketlere nail olmaya, maddî olarak bolluk ve berekete, manevî olarak da izzet ve şerefe ermeye en büyük sebeplerden biridir.

Rivayete göre, Âd kavmi günah ve isyana devam ettikleri için Cenâb-ı Hak onlara yağmur yağdırmadı ve kadınlarını kısırlaştırdı; üç yıl süreyle çocukları dünyaya gelmedi. Hûd (a.s.) onlara, iman ettikleri takdirde Allah Teâlâ’nın tekrar yurtlarını canlandıracağını, onlara mal ve evlat ihsan edeceğini söylemişti. İşte âyette sözü edilen kuvvetten maksat budur. (Kurtubî, el-Câmi‘, IX, 51)

Anlatılır ki Hz. Ali’nin oğlu Hasan (r.a.) Muaviye’nin yanına elçi olarak varmıştı. Dışarı çıktığında Muâviye’nin hizmetçilerinden biri de onunla beraber çıktı. Hz. Hasan’a: “Ben çok malı olan biriyim, ama çocuğum olmuyor. Bana bir şey öğret, belki Allah bana bir çocuk ihsan eder” dedi. Hz. Hasan ona: “İstiğfara devam et” tavsiyesinde bulundu. Hizmetçi çokça istiğfar etmeye başladı. O kadar ki günde yedi yüz kere istiğfar ettiği bile oluyordu. Sonunda adamın on çocuğu oldu. Bu olay Muâviye’nin kulağına gidince adama: “Bunu nereden öğrenip söylediğini sorsaydın ya!” dedi. Başka bir ziyareti esnasında adam Hz. Hasan’a bunu nereden öğrendiğini sorunca: “Hûd (a.s.)’ın: «Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tevbe edin ki üzerinize bol bol yağmur göndersin ve kuvvetinize kuvvet katsın» (Hûd 11/52) sözü ile Nûh (a.s.)’ın: «Rabbinizden bağışlanma dileyin ki üzerinize bol bol yağmur yağdırsın. Mallarınızı, evlatlarınızı çoğaltsın, size bağlar, bahçeler versin, sizin için ırmaklar akıtsın» (Nûh 71/11-12) şeklindeki sözlerini duymadınız mı?” diye cevap verdi. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 194)
Rivayete göre Hz. Ömer, gece yarısı namaz kılmayı çok severdi. İnsanlara ait bir sıkıntı zuhur edince üzerindeki elbisesini çıkarır, diz kapağını örtecek kadar kısa elbise giyer, sonra yüksek sesle ağlamaya başlardı. İstiğfara devam ederdi. Öyle olurdu ki gözleri kızarır, bayılır düşerdi. Dul kadınlara, yetimlere sırtında un taşırdı. Bu hâlini gören biri:

“- Bırakın biz taşıyalım” deyince:

“- Ya, kıyâmet günü günahımı kim taşıyacak?” derdi. (Veliler Ansiklopedisi, I, 58)

Böyle hassas bir gönle ve ince dinî duygulara sahip olmayı bir tarafa bırakalım, inkâr ve azgınlığın zirvesinde olan Âd kavmi peygamberlerinin öğütlerine şöyle karşı çıktılar:

53. Kavmi şöyle dedi: “Ey Hûd! Sen bize iddianı ispat edecek açık bir mûcize göstermedin. Biz de, sadece senin sözüne bakarak kalkıp tanrılarımızı terk edecek değiliz; sana inanacak da değiliz.”

54. “Ancak şu kadarını söyleyelim ki, tanrılarımızdan biri seni fena halde çarpmış!” Hûd şöyle cevap verdi: “Allah şâhidimdir, siz de şâhit olun ki sizin Allah’a ortak koştuklarınızla hiçbir ilgim yoktur.”

55. “Allah’ı bırakıp da taptığınız o putlarla. Buna bir diyeceğiniz varsa, hepiniz elele verip bana istediğiniz tuzağı kurun ve yapabiliyorsanız bana hiç göz açtırmayın!”

56. “Şüphesiz ki ben benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a güvenip dayandım. Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki Allah, perçeminden tutmuş da onu mutlak hâkimiyet ve tasarrufu altında bulunduruyor olmasın. Muhakkak ki, her türlü hüküm ve tasarrufunda Rabbimin tuttuğu yol, dosdoğru ve mutlak âdil bir yoldur.”

57. “Eğer yine de yüz çevirirseniz, ne diyeyim? Artık ben, size ulaştırmakla görevli olduğum emir ve yasakları bütünüyle tebliğ etmiş bulunuyorum. Rabbim isterse, sizden başka bir kavmi sizin yerinize getirir de O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Şüphesiz ki Rabbim, her şeyi görüp gözetmekte ve bütün yapılanları kaydetmektedir.”


Âd kavmi, Hz. Hûd’un, Allah tarafından gönderildiğini ve anlattığı bilgilerin gerçek olduğunu kesin olarak ispatlayacak apaçık bir delil, bir mûcize getirmediğini ileri sürerek onu yalanladılar. Onun sözüne güvenerek putlarını terk etmeyeceklerini söylediler. Hatta “tanrılarımızdan biri seni fena halde çarpmış” diyerek onunla alay ettiler; onu delilik ve çılgınlıkla suçladılar. Kavminin bu inkâr ve hezeyanına Hz. Hûd, peygambere yakışan bir vakar, cesâret, yüreklilik ve korkusuzlukla cevap verdi. Allah’ı ve kendini delilikle suçlayan kavmini şâhit tutarak Allah’tan başka taptıkları bütün putlardan kesinlikle uzak olduğunu ilan etti. Yalnızca kendisine fenâlık yaptığını iddia ettikleri bazı tanrıları değil, bütün ortakları ve topyekün hepsi toplanarak ona fenâlık yapmak için diledikleri planı yapıp uygulamaları, istedikleri oyunu oynamaları için meydan okudu. Ellerinden geleni geri koymamalarını, ne kötülük biliyorlarsa hemen yapmalarını, bu hususta bir an bile beklememelerini istedi. Ne onlardan ne de tanrı diye taptıkları putlardan asla korkmadığını haykırdı. Dayandığı nokta şuydu: O tevekkül edilecek yegâne varlığa güvenmiş, sırtını Âlemlerin Rabbi Allah’a dayamış ve sığınılacak en emin yere sığınmıştı. O Allah ki, yeryüzünde kımıldayan en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün canlıların yaratılması, yaşaması ve yönetilmesi O’nun kudret elindedir. Her şey O’nun mülkiyet ve tasarrufundadır. O’nun izni olmadan bir karınca bile hareket edemez, en küçük bir sinek bile kanadını çırpamaz, milyarlarca ağacın bir yaprağı bile kımıldayamaz. İşte O Allah doğruluğun hâmisi, doğruların yardımcısıdır. O’nun hâkimiyetini icrâsında, her türlü hüküm ve tasarrufunda tuttuğu yol mutlak doğru ve mutlak âdil bir yoldur. Dolayısıyla O’nun rızâsı, hak, doğruluk ve adâlet ölçülerine göre iş yapanlarla beraberdir.

Bu nasihatlerden sonra Hz. Hûd, davetini kabul etmedikleri takdirde Allah Teâlâ’nın onları helak edip yerlerine başka bir kavim getireceğini söylemekle, artık helakin yaklaştığı ikazında bulundu. Fakat mücrim ve isyankâr kavmin asla intibâha gelecek hali yoktu:

58. Nihâyet helâk emrimiz gelince Hûd’u ve beraberindeki mü’minleri tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık; onları çok şiddetli bir azaptan selâmete çıkardık.

Nihâyet Allah’ın azabı geldi. Önce Cenâb-ı Hak yağmurlarını kesti, kuraklık ortalığı kasıp kavurdu. Meşhur İrem bağları yok olup gitti, canlılar susuzluktan telef oldu. Âd kavmi bir gün vâdilerine doğru gelmekte olan büyük kara bir bulut görünce yağmur yağacak diye sevindiler. Halbuki Allah Teâlâ bu bulutla onların üzerine kasıp kavurucu bir kasırga göndermişti. Bu kasırga Âd kavminin yaşadığı bölgede yedi gün sekiz gece uğultulu bir şekilde esip durdu. Sonunda insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi helak edip yere serdi. (bk. Ahkâf 45/24-25; Kamer 54/19-20; Hâkka 69/6-7) Böylece Âd kavmi helak edildi; yok olup gitti. Cenâb-ı Hak rahmetiyle muamele ederek Hz. Hûd ve ona iman edenleri bu şiddetli azaptan kurtardı. Âyet-i kerîmede “kurtardık” fiilinin iki kez kullanıldığına bakılacak olursa, bunun birincisinin Âd kavmini helak eden azaptan, diğerinin ise âhiretteki cehennem azabından kurtarmak olduğu anlaşılabilir.

Gelen âyetler Âd kavminin helâk ediliş sebeplerini ve başlarına gelen hazin âkıbeti şöyle hülâsa etmektedir:

59. İşte şu Âd kavmi, Rablerinin âyetlerini bile bile inkâr ettiler, O’nun peygamberlerine âsi oldular ve hakka karşı çıkan her inatçı zorbanın emrine uydular.

60. Onlar bu dünyada da, kıyâmet gününde de lânete uğradılar. Haberiniz olsun ki, Âd kavmi Rablerini tanımayıp inkâr yolunu tuttu. Neticede, Hûd’un kavmi Âd böyle yok olup gitti.

Buna göre;

Onlar Rablerinin âyetlerini bile bile yalanladılar; O’nun varlığını ve birliğini gösteren, haber veren delilleri ve işaretleri hiçe saydılar.

Allah’ın peygamberlerine isyan ettiler. Aslında onları peygamberi yalnız Hz. Hûd idi. Bir peygambere isyan etmek bütün peygamberlere isyan sayıldığından âyette رُسُلَهُ (rusüleh) “peygamberler” diye çoğul gelmiştir. Çünkü bütün peygamberlerin tebliğ ettiği dinin temel esasları arasında bir fark yoktur.

Peygamberin kurtarıcı davetine değil, aksine ona düşmanlık yapan, gerçeği kabule yanaşmayan her inatçı zorbanın emrine tâbi oldular.

Bahsedilen bu günahları sebebiyle de hem dünyada hem de âhirette lânete uğradılar. Allah’ın rahmet, nimet, lutuf ve bereketinden uzak kaldılar.

Yine aradan yıllar geçti. Zamanla inkârcılık yeniden ortaya çıktı. Şimdi, insanlık tarihinin bir başka ibretli sayfası olarak Semûd kıssası dikkatlere sunulmaktadır:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
61. Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i peygamber gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin için O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. O, sizi topraktan yarattı ve sizin yeryüzünde ömür sürüp, orayı îmâr etmenizi istedi. O halde O’ndan bağışlanma dileyin; sonra O’na tevbe edin. Çünkü Rabbim kullarına çok yakındır; onların istek ve dualarına muhakkak cevap verir.”

Hz. Sâlih, peygamber olarak gönderildiği Semûd kavmini Allah’a kulluğa davet etti. Allah’tan başka kulluğa layık hiçbir tanrının bulunmadığını bildirdi. Bunun delili olarak da, onları topraktan yaratanın ve onlara yeryüzünde yaşama imkânı verenin Allah olmasını beyân etti. Madem ki sizi topraktan Allah yarattı; yeryüzünü imar edip orada yaşama imkân, kuvvet ve iradesini size Allah verdi, bunun da farkındasınız, o halde O’ndan başka ulûhiyet ve ubûdiyete lâyık başka biri nasıl olabilir?

İlk insan olan Âdem topraktan yaratıldığı gibi, diğer insanların da ilk yaratılış maddesi topraktır. Şöyle ki: İnsan yaratılışının ilk safhasını oluşturan menî kandan, kan ise gıdalardan meydana gelir. Gıdalar ya hayvânî, ya da nebâtî olur. Nebâtî gıdalar topraktan geldiği açıktır. Hayvânî gıdalar ise yine neticede topraktan oluşan nebâtî gıdalardan meydana gelir. Böylece Allah Teâlâ’nın tüm canlıları topraktan yarattığı anlaşılmış olmaktadır.

Kulun, Allah Teâlâ’nın اَلْمُج۪يبُ (Mücîb) “dua ve isteklere cevap veren” isminden alması gereken hisse şudur: Rabbinin emrettiği ve yasakladığı hususlarda O’nun buyruklarına uyması, Allah’ın kullarına nâzik bir şekilde mukabelede bulunması, onların isteklerini karşılamaya çalışarak yardımcı olmasıdır. Kul Rabbinin emirlerine müspet cevap verdiği zaman, Allah da onun dualarına icâbet eder. Nitekim âyet-i kerîmede: “Beni anın, ben de sizi anayım” (Bakara 2/152) buyrulur.

Allah’ı tanımayan ve O’nun buyruklarına icabet etmeyen Semûd kavmi, Hz. Sâlih’in manevî hayat bahşedici öğütlerine inkarla karşılık verdiler:

62. Şöyle dediler: “Ey Sâlih! Sen bundan önce aramızda kendisine umut bağladığımız biriydin. Şimdi ne oldu da bizi atalarımızın taptığı putlara tapmaktan vazgeçirmeye çalışıyorsun? Şunu bil ki biz, bizi inanmaya çağırdığın bu yeni din hususunda çok ciddi bir şüphe içindeyiz.”

İnkarcı kavim: “Ey Sâlih! Sen bundan önce aramızda kendisine umut bağladığımız biriydin” (Hûd 11/62) sözüyle şunu kastediyorlardı: “Biz senin aklına, ilmine, irfanına, firâsetine, ciddiyetine ve muteber kişiliğine bakarak büyük bir insan olacağını bekliyorduk. Büyük başarılar elde edeceğini ve bu sayede bizim de diğer kabileler üzerine hâkim olmamızı sağlayacak imkânlara kavuşacağımız günleri bekliyorduk. Fakat sen bizleri mahvedecek bir akideyi, tevhid ve âhiret inancı üzere kurulmuş bir inancı getirerek bütün hayallerimizi yıktın.”

Burada dikkat çeken bir husus şudur: Peygamberimiz (s.a.s.) de, peygamberliğinden önce toplumu arasında “el-Emîn; kendisine güvenilir”, “es-Sâdık; doğru sözlü ve dürüst” sıfatlarıyla vasıflanmış, sevilen, güvenilen bir insandı. Fakat onları sahte ilâhları, putları bırakıp yalnız Allah’a kulluğa çağırınca: “O kadar çok ilâhımızı bir tek ilâh mı yapacakmış? Ne tuhaf şey bu böyle!” (Sād 38/5) ve “Biz, bu tek ilâh iddiasını zamanımızdaki inanç sistemlerinin hiçbirinde duymadık. Bu uydurmadan başka bir şey değil!” (Sād 38/ 7) dediler. Yalnız ona bağladıkları umutlarını yitirmekle kalmadılar, müdahale etmeye ve ona karşı gelmeye kalkıştılar. Hâsılı, Âd ve Semûd kavimleri peygamberlerine ne söyledilerse, onlar da Peygamberimiz (s.a.s.)’e aynı şeyleri söylediler.

Sâlih (a.s.), kavmini şu sözlerle ikaz etmeye çalıştı:

63. Sâlih şöyle cevap verdi: “Ey kavmim! Söyleyin bakalım, ya ben Rabbimden gelen açık bir delile dayanıyorsam ve O bana bizzat katından husûsî bir rahmet vermişse ne olacak? Eğer bu durumda O’na isyân edersem Allah’a karşı bana kim yardım edebilir? O takdirde sizin bana, zararımı artırmaktan başka bir faydanız olmaz ki!”

64. “Ey kavmim! İşte bu, sizin için bir mûcize olmak üzere Allah’ın gönderdiği dişi devedir. Onu kendi hâline bırakın, Allah’ın arzında yesin içsin. Sakın ha, ona bir kötülük yapmayın; yoksa çok geçmez, sizi bir azap yakalayıverir.”

65. Fakat azgın kavim daha fazla tahammül edemeyerek deveyi hunharca öldürdüler. Bunun üzerine Sâlih şöyle dedi: “Yurdunuzda üç gün daha eyleşip durun, sonra helâk edileceksiniz. İşte bu, yalan çıkması mümkün olmayan kesin bir tehdittir.”


Sâlih (a.s.) kavmine, kendisinin Allah tarafından verilen apaçık bir delille hareket ettiğini, davasının gerçekliğinden asla şüphesi olmadığını, Allah’ın lütfettiği bu rahmeti bırakıp ataların bâtıl yoluna dönmek suretiyle Allah’a karşı geldiği takdirde kendisini Allah’ın gazabından kimsenin kurtaramayacağını söyler. Allah’ın mûcize olarak verdiği deveye dokunmamalarını, aksi takdirde derhal cezaya çarptırılacaklarını tembih eder. Fakat azgın kavim onun sözünü dinlemezler; deveyi ayaklarından keserek, yere devirip öldürürler. Sâlih (a.s.) onlara üç gün sonra kesinlikle helak edileceklerini, bu sözünde asla yalan bulunmadığını haber verir.

Acaba sonunda ne oldu:

66. Nihâyet azâbımız gelince Sâlih’i ve beraberindeki mü’minleri tarafımızdan bir rahmet ile hem o azaptan kurtardık; hem de o günün rüsvalığından. Şüphesiz ki senin Rabbin, işte O, pek kuvvetlidir, kudreti her şeye gâlip gelendir.

67. Zulmedenleri o korkunç çığlık yakalayıverdi de, hiçbir kurtuluş zaman ve imkânı bulamadan oldukları yerde yüzüstü yığılıp kaldılar.

68. Sanki bir zaman bolluk içinde orada hiç yaşamamışlardı. Haberiniz olsun ki, Semûd kavmi Rablerini tanımayıp inkâr yolunu tuttu. Neticede Semûd kavmi yok olup gitti.


Verilen üç günlük süre tamamlanınca gelen korkunç bir çığlık ve peşinden gelen zelzele (bk. A‘râf 7/78) onları yakalayıverdi ve hepsini helak etti. Sanki yurtlarında daha önce öyle bolluk içinde hiç yaşamamış gibi oldular. “Yurtlarında yüzüstü yığılıp kaldılar” ifadesinden maksat, başlarına azabın ilk geldiği sırada tıpkı normal ölümde olduğu gibi hareketsiz ve debelenmeden öylece kalakaldıklarını bildirmektir. Bu, onların ne kadar şiddetli ve hızlı bir şekilde azaba yakalandıklarını göstermektedir. Allah Teâlâ Hz. Sâlih’i ve ona iman edenleri ise hem o azaptan, hem de o günün zillet ve perişanlığından kurtarmıştır.

Bu helâkin üzerinden yıllar geçti. Zamanla inkâr ve sapıklığa dayalı din dışı anlayış yeniden hortladı. İnsanlık tarihi Lut kavminde ortaya çıkan bir başka ibret sahnesini seyretmeye başladı:

69. Bir zaman da elçilerimiz, İbrâhim’e müjde ile geldiler, “Selâm olsun sana!” dediler. O da “Size de selâm olsun” diye mukabele etti ve zaman kaybetmeden gidip önlerine güzelce kızartılmış bir buzağı getirdi.

70. Fakat yemeğe el uzatmadıklarını görünce, onların bu hâlini yadırgadı ve içine bir korku düştü. Onlar da: “Korkma! Biz Lût kavmini helâk için gönderildik” dediler.


Lût kavmini helâk ile vazifelendirilen melekler, öncelikle kimliklerini gizleyerek muhtemelen genç delikanlılar şeklinde Hz. İbrâhim’e geldiler. Geliş sebepleri, İbrâhim’i, Sâre’den doğacak bir erkek çocukla müjdelemek ve Lût kavminin helak edileceğini haber vermekti. Melekler İbrâhim (a.s.)’a selam verdiler, o da, daha üstün bir selâmla onlara mukabelede bulundu. İnsan şeklinde oldukları için İbrâhim (a.s.) ilk anda onların melek olduğunu anlayamadı. Son derece cömert olan Hz. İbrâhim, hiç beklemeksizin gitti, güzel bir buzağıyı kesip kızarttı, hemen getirip misafirlerin önüne koydu. Fakat onların buzağıya el uzatmadıklarını görünce durumlarından hoşlanmadı, içinde bir korku belirdi. Çünkü, artık onların melek olduğunu anlamıştı. Meleklerin de insan şeklinde gelmelerinin hayra alamet olmadığını biliyordu. Ya ailesinden veya hemşehrilerinden birinin yahut da bizzat kendisinin işlediği bir kusurun hesabını sormaya gelmiş olabilirlerdi. Bu sebeple melekler, korkmasına gerek olmadığını; çünkü başka bir şeyle değil, sadece Lût kavmini helakle vazifelendirildiklerini söyleyerek onu teskin ettiler.

Sırada müjdeli haberi vermek vardı:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
71. Bu sırada İbrâhim’in karısı ayakta durmuş, onları dinliyordu. Meleklerin sözünü duyunca güldü; biz de ona İshâk’ı, İshâk’ın ardından da torunu Yâkub’u müjdeledik.

72. Bunun üzerine kadın hayretler içinde: “Vay başıma gelene! Ben ihtiyar bir kadın, şu kocam da ihtiyar bir adamken, bu hâlimle çocuk mu doğuracağım? Doğrusu bu, gerçekten şaşılacak bir şey!” dedi.

73. Melekler: “Sen Allah’ın işine mi şaşıyorsun?” dediler, sonra da: “Ey hâne halkı, Allah’ın rahmeti ve bereketi üzerinize olsun! Şüphesiz Allah, çok övülmeye lâyıktır, şan ve şerefi pek yücedir” diye dua ettiler.


Meleklerin insan kılığındaki ziyaretini haber alan ev halkı tedirgin olmuş, bu sebeple Hz. İbrâhim’in hanımı Sâre de, meselenin ne olduğunu öğrenmek üzere oraya gelmişti. Meleklerin kendi kavmini değil de Lût kavmini helâke geldiklerini duyunca rahatlayarak gülümsedi. Melekler İbrâhim (a.s.) yerine Sâre’yi bir erkek çocukla müjdelediler. Çünkü Hz. İbrâhim’in, eşi Hacer’den dünyaya gelen İsmâil diye bir oğlu vardı. Fakat Sâre’nin çocuğu olmamıştı. Hüznünü dağıtmak için ona oğlu İshâk’ı ve ondan meydana gelecek torunu Yakub’u müjdelemişlerdir. Fakat bu müjde karşısında Hz. Sâre, sevinecek yerde şaşırıp kaldı; böyle son derece yaşlı bir karı-kocadan çocuk olmasını aklına sığdıramadı: “Doğrusu bu, gerçekten şaşılacak şey” demekten kendini alamadı. Çünkü rivayete göre o zaman Hz. İbrâhim 100, Hz. Sâre 90 yaşlarında idi. Melekler ise, bunun Allah’ın emri olduğunu, Allah’ın ise istediği her şeyi yapmaya gücü yeteceğini, dolayısıyla bunda şaşılacak bir şey bulunmadığını belirterek Sâre’yi çocuğu olacağına inandırdılar. Çünkü Allah Teâlâ’nın bir sünneti, bir de kudreti vardır. Kâinatta çoğu işler sünnetullâha göre akıp gittiği gibi, bazı işler de kudretullahın tecellisi olarak zuhur eder. İşte ihtiyar halinde Hz. Sâre’nin çocuğunun olması da ilâhî bir kudret tecellisidir.

Allah Teâlâ’nın güzel isimlerinden biri اَلْحَم۪يدُ “Hamîd”dir. Hamîd, sahip olduğu güzel vasıflar ve kullarına olan sayısız nimetleri sebebiyle son derece hamde ve övülmeye lâyık olan demektir. Bir diğer güzel ismi de Mecîd’dir. Mecîd; zâtı şerefli, fiilleri güzel, nimet ve ikramları bol olan anlamındadır.

Bakalım bu sırada Hz. İbrâhim ne yapıyor:

74. Nihâyet İbrâhim’den korku gidip müjdeyi de alınca, hemen Lût kavmi hakkında elçilerimizle tartışmaya başladı.

75. Gerçekten de İbrâhim olabildiğince yumuşak huylu ve sabırlı, çokça âh edip inleyen ve kendisini tamâmen Allah’a vermiş birisi idi.

76. Melekler ona şöyle dediler: “Ey İbrâhim! Sen bu tartışmadan vazgeç! Çünkü Rabbinin hükmü verilmiş ve hatta icrâya konmuş bulunuyor. Artık onların başına geri çevrilmez bir azap mutlaka gelecektir.”


Meleklerin geliş maksadını öğrendiğinden korkusu zail olan Hz. İbrâhim, belki iman ederler ümidiyle Lût kavmine mühlet verilmesi için meleklerle tartışmaya başlar. Bu tartışma zayıf olanın kuvvetliyle, hatta muhtaç ve fakir olanın zengin ve cömert biriyle yaptığı tartışma kabilindendir. Hz. İbrâhim bu tartışmayı, günahkâr da olsalar insanların kurtulmasını istediğinden, onlara acıyıp şefkat gösterdiğinden dolayı yapmıştır. Çünkü o şu mümeyyiz hasletlere sahip seçkin bir peygamberdir:

Halîmdir; olabildiğince yumuşak huylu, sabırlı, ağır başlı, cezalandırmakta acele etmeyen, teennî ile hareket eden bir insandır.

Evvâhtır; son derece yufka yürekli, başkalarına acıdığından dolayı çokça âh çeken, içi yanan, yalvaran, içli bir kişidir.

Münîbdir; bütün varlığıyla Allah’a yönelen, O’na teslim olan ve tevbe eden biridir.

Böyle olduğu için işledikleri günahlar sebebiyle artık helak edilmeleri kaçınılmaz olan Lût kavminin bile helâkine gönlü razı olmamıştır. Fakat melekler, artık tartışmanın bir faydası olmayacağını ve o kavmin kesinlikle helak edileceğini bildirerek Hz. İbrâhim’e boşuna uğraşmamasını ve bu tartışmadan vazgeçmesini söylemişlerdir.

Bu sûrede peş peşe kavimlerin helakinden bahsedilirken arada Hz. İbrâhim’in hayatından içinde birtakım müjdelerinde de bulunduğu sözkonusu kesitin sunulması, bütün yıkımların ortasında dünyanın geleceği adına toprağa düşmüş bir muştu tohumunun bulunduğunu hatırlatmak için olsa gerektir. Bir yanda bazı topluluklar korkunç yıkımlarla tarihe karışırken, beri yanda Hz. İbrâhim’in iki oğlu dünyayı teşrif buyuruyordu. Bu iki oğulla birlikte insanlık tarihi bambaşka bir safhaya girecek ve onların nesillerinden büyük peygamberler gelecekti. Bunu haber vermekle Kur’ân-ı Kerîm, Mekke’de çok zor şartlar altında bulunan Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’i ve beraberindeki mü’minleri, ayrıca her dönemde aynı şartlar altında bulunan mü’minleri teselli etmekte, onların sabrını ve şevkini artırmakta ve her zaman aynı hâdiselerin yaşanabileceğini, zorlukların altında büyük muştuların bulunduğunu dikkatlere sunmaktadır.

Meleklerin yüzde yüz kesinlik bildiren bu sözleri üzerine İbrâhim (a.s.) gerçeği anladı ve Rabbinin hükmüne boyun eğdi. Daha sonra melekler inkârcıları helak etmek üzere Lût kavmine gittiler:

77. Elçilerimiz Lût’a gelince, onlara sapık kavminin musallat olabileceğinden dolayı endişeye kapıldı, bu yüzden göğsü daraldı ve: “Bugün, gerçekten pek çetin bir gün olacak!” dedi.

78. Daha önceden de o çirkin işleri yapmaya alışık olan kavmi koşarak, itişe kakışa Lût’un yanına geldiler. Lût onlara: “Ey kavmim! İşte şunlar benim kızlarım; sizin için en temiz olanı onlarla evlenmenizdir. Allah’tan korkun ve misafirlerime karşı beni rezil etmeyin. İçinizde aklı başında bir adam yok mu!” dedi.

79. Dediler ki: “Sen de gâyet iyi biliyorsun ki, bizim senin kızlarında gözümüz yok. Sen, aslında bizim ne istediğimizi de pekâlâ biliyorsun.”

80. Lût da: “Keşke size karşı koyabileceğim bir kuvvetim olsaydı yahut sağlam bir kaleye sığınabilseydim!” dedi.


Melekler, Hz. İbrâhim’den ayrıldıktan sonra yine genç delikanlılar kılığında Hz. Lût’a geldiler. Lût (a.s.) bunları insan sandığı için endişeye kapıldı, oğlanlara düşkün olan kavminin bu genç misafirlere Musallat olacağından korktu, içi iyice daraldı. Korktuğu gibi de oldu. Lût’un evine genç, güzel delikanlıların geldiğini haber alan kavim, hemen itişe kakışa koşarak Hz. Lût’a geldiler, delikanlıları kendilerine teslim etmesini istediler. Çünkü onlar daha önce böyle kötülükleri yapmaya alışmışlar; iffet ve haya duygularını tamamen yitirmişlerdi. Hz. Lût, misâfirlerini korumak için onlara kendi kızlarıyla veya peygamber olması hasebiyle kızları mevkiinde sayılan kavminin diğer kadınlarıyla meşrû yollarla evlenmelerini teklif etti. Misafirlerine karşı kendini mahcup etmemelerini, utandırmamalarını âdeta yalvarırcasına istedi: “İçinizde hiç aklı başında bir adam yok mu?” serzenişinde bulundu. Fakat kavmi taleplerinde direndiler. Bu durum karşısında Hz. Lût, o kadar daraldı ki: “Keşke size karşı koyabileceğim bir kuvvetim olsaydı yahut sağlam bir kaleye sığınabilseydim!” (Hûd 11/80) demek mecburiyetinde kaldı.

Derken:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
81. Melekler ona şöyle dediler: “Ey Lût! Şüphesiz ki biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar senin kılına bile dokunamayacaklar. Gecenin bir vaktinde senden olanlarla beraber yola çık. İçinizden hiçbiriniz geri dönüp bakmasın. Ancak karın hâriç. Azgın topluma gelen azap onu da vuracaktır. Onlar için belirlenen azap zamanı, sabah vaktidir. Zâten sabah da yakın değil mi?”

82. Nihâyet azab emrimiz gelince, günahlarla kirlenmiş o memleketin üstünü altına getirdik; üzerlerine de ateşte pişirilmiş taşları peş peşe yağdırdık.

83. O taşlar, Rabbin tarafından işaretlenmiş, her birinin kimi vuracağı belirlenmişti. Böyle bir taş yağmuru, her dönemde ve her yerdeki zâlimlerden uzak değildir.


Melekler, Hz. Lût’un kendileri için ne kadar zor durumda kaldığını ve nasıl çırpındığını görünce hemen gerçeği açıkladılar: Kendilerinin azgın kavmi helak etmek üzere Allah tarafından gönderilen melekler olduklarını, dolayısıyla kavmin onlara bir kötülük yapmasının mümkün olmadığını söylediler. Fakat artık o bedbaht kimselerin helak edilme vakitleri gelmişti. Melekler Lût (a.s.)’a bunu haber verdiler. Gecenin bir vaktinde inananlarla birlikte bölgeyi terk etmelerini, geride hiç kimsenin kalmamasını istediler. Ancak Hz. Lût’un karısı istisnâ edildi; o geride kalacak ve kavmin başına gelen azapla o da helak edilecekti. Azabın gelme vakti de sabah vakti olacaktı. Nihâyet zaman doldu, Allah’ın azap emri geldi. Lût kavminin yaşadığı bölgenin üstü altına getirildi. Allah katında özel işaretlenmiş, kimin başına ineceği belirlenerek istif edilmiş, ateşte pişmiş taşlar, üzerlerine yağmur gibi peş peşe yağdırıldı. Böylece helak edildiler.

“Ateşte pişirilmiş taş” tanımıyla ilk akla gelen şey bir yanardağ patlamasıdır. Yer kabuğunun altında “kaynayan kayalar” şeklinde tarif edebileceğimiz erimiş madenler, yanardağ patlamasıyla fırlatıldığında, şiddetli yer sarsıntılarının eşliğinde, çevreye küller ve dumanlarla beraber, irili ufaklı taşlar ile aralarından şimşekler çakan volkanik püskürtüler ve lav parçaları halinde âdeta gülleler yağar. Allah’ın bu nevi azapları zalimlerden uzak değildir. Hangi zamanda ve her nerede olurlarsa olsunlar zulmedenler, böyle ilâhî azaplara uğramaktan korkarak, yaptıkları günah ve haksızlıklardan vazgeçsinler!

İnsanlık tarihinin bir başka ibret verici sayfası da şudur:

84. Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı peygamber gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin için O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizin helâl yoldan kazanmadığınız bol nimetler içinde yaşadığınızı görüyorum. Böyle giderse, hepinizi azabıyla çepeçevre kuşatacak bir günün gelivermesinden sizin adınıza korkuyorum.”

85. “Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı büyük bir titizlik ve tam bir doğrulukla yerine getirin; kendilerine ait mallarda haklarını eksiltmek suretiyle insanlara zulmetmeyin ve bozguncular kesilerek yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.”

86. “Eğer mü’minseniz Allah’ın helâlinden kazandırdığı kârlar sizin için daha hayırlıdır. Bununla beraber ben sizin başınızda bir bekçi de değilim.”


Hz. Şuayb da diğer peygamberler gibi kavmini öncelikle tevhide davet etti. Medyen halkı daha çok ticaretle meşgul olur, ölçü ve tartıda haksızlık yaparlardı. Rivayete göre bunların biri diğerinden daha büyük olmak üzere iki ölçü, iki de tartı birimi vardı. Başkalarından bir şey alırken büyük ölçekle tam olarak tartmalarını isterler, kendileri başkalarına bir şey tarttıkların da ise küçük ölçeği kullanarak eksik tartarlardı. Şuayb (a.s.) onları bu günahtan sakındırdı. Ölçü ve tartıda noksanlık yapmamalarını istedi. Aslında buna ihtiyaçları da yoktu. Çünkü nimet ve bolluk içinde yaşıyorlardı. Bolluk içinde olmanın gereği haksızlık yapmak değil, insanların haklarını gözetmek, halkın yararına hizmet etmek ve Allah’a şükretmekti. Böyle davranmayıp, aksine ölçü ve tartıda noksanlık yapmak, hem elde olan nimetlerin hebâ olmasına sebep olacak, hem de herkesi kuşatacak büyük bir azabın gelmesini hızlandıracaktı. İşte Hz. Şuayb, kavminin böyle topyekün helâke uğramasından korktuğu için onlara nasihat etti; ölçü ve tartıyı adâletle, tam olarak yerine getirmelerini, insanlara haksızlık yapmamalarını, onların mallarının değerini düşürmemelerini ve yeryüzünde fesat çıkararak kötülük yapmamalarını öğütledi. Eğer gerçekten mü’min iseler Allah’ın bakiyyesinin; yani Allah’ın helâlinden onlara nasip edeceği o temiz ve helâl kazancın kendileri için daha hayırlı olduğunu bildirdi. Eğer nasihatlerini dinleyip günahtan vazgeçmezlerse, üzerlerine bir bekçi olmadığını, vazifesinin sadece tebliğ olduğunu hatırlattı.

Alış-veriş yaparken hile ve laf kalabalığı ile malı câzip göstermek yanlış bir davranıştır. Çünkü böyle yapmakla Allah’ın o kimse için takdir ettiği rızık artmayacağı gibi, aksine rızkın bereketi de gider. Bu şekilde haksız yollarla mal biriktirenlerin malını Allah bir anda tamamen yok eder ve sahibine de malın her bir zerresinin mesuliyeti kalır. Şu hâdise buna ne güzel misaldir: Fazla gözüksün diye süte su katan bir adamın bütün inekleri bir sel felâketine maruz kalarak telef olup gider. Firâset sahibi küçük kızı, gaflet içindeki babasına: “Babacığım süte kattığın sular birikti birikti, sonunda inekleri telef etti” der.

Azgın kavmin Hz. Şuayb’ın nasihatlerine kulak verecek halleri yoktu:

87. Dediler ki: “Ey Şuayb! Atalarımızın tapageldiği putlarımızı bir yana bırakmamızı veya bizzat kendi mallarımızı dilediğimiz gibi kullanmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Bunu senden beklemezdik. Çünkü sen yumuşak huylu, vakur, aklı başında bir adamsın.”

Medyen halkı Şuayb (a.s.)’ın nasihatlerini tutmadıkları gibi, onun namazıyla, ibâdetiyle ve getirdiği mesajla alay etmeye başladılar. “Namazın mı bize şunları şunları terk etmemizi emrediyor” diye onunla dalga geçtiler. Rivayete göre Hz. Şuayb çokça namaz kılar, farzı ve nâfilesiyle ibâdetlerine dikkatle devam eder; namazın insanı hayâsızlıktan ve kötü işlerden koruduğunu söylerdi. Bu sebeple daha çok onun namazını dillerine dolayarak ona hakaret etmek istemişlerdir. Şuayb (a.s.)’ın gerek Allah’a ibâdet, gerekse ticârî ahlâk konusunda söyledikleri insan fıtratına uygun ve hürriyeti geliştirici davranışlar olduğu halde, onlar bunun hürriyeti engelleyici bir budalalık olduğunu düşünerek onu küçümseyip alay etmişlerdir. Halbuki can ve mal güvenliğinin olmadığı bir yerde insan hak ve hürriyetlerinden bahsetmek mümkün değildir. İşte Şuayb (a.s.) bu hürriyet ortamını oluşturmaya çalışıyor, gayr-i meşrû yollarla toplumu sömürmeye alışmış olanlar ise buna karşı çıkıyorlardı. Üstelik, “sen akıllı başlı adamsın; böyle işin olmayan şeylere karışmak senin ne haddine” diyerek Hz. Şuayb’ı uyarıyorlar veya “Sofu, sen ne akıllı adamsın be!” edâsında onunla eğleniyorlardı:

88. Şuayb onlara şunları söyledi: “Ey kavmim! Söyleyin bakalım, ben Rabbimden gelen apaçık bir delile dayanıyorsam ve O beni lutuf ve kerem hazinesinden güzel bir şekilde rızıklandırmışsa, O’na nasıl karşı gelebilirim? Ayrıca ben, «Yapmayın!” diye sizi sakındırdığım şeyleri yapmak suretiyle çelişkiye düşmek istemem. Tek gâyem, gücümün yettiği kadar yanlışlarınızı düzeltmektir. Bu hususta başarılı olup olmamam da tamâmen Allah’ın elindedir. Ben yalnız O’na dayanıp güvendim ve yalnızca O’na yöneliyorum.”

Bu âyet-i kerîmede peygamberlerin ve onların izini takip ederek insanları Allah yoluna davet edecek gerçek mürşid-i kâmillerin sahip olmaları gereken vasıflar hülasa edilmiştir. Şöyle ki:

Her şeyden önce sağlam bir delile, Allah’tan gelen bir kitaba dayanmaları,
İnsanlara söylediklerini öncelikle kendi nefislerinde tatbik etmeleri,
Başkalarına yaptıkları nasihatlere aykırı bir tutum ve davranış içinde olmamaları,
Sözleriyle özlerinin, kalpleri ile amellerinin birbirine uygunluk arzetmesi,
Islahatçı, yapıcı ve düzeltici olmaları; iyiliğin hâkim olması için bütün güçleriyle çalışıp gayret göstermeleri,
Başarının sadece Allah’tan geldiğine inanmaları, yalnızca ona güvenip dayanmaları ve O’na yönelmeleridir.

Şuayb (a.s.)’ın kavmine olan ikazları şöyle devam ediyor:

89. “Ey kavmim! Bana olan düşmanlığınız sakın sizin Nûh kavminin veya Hûd kavminin yahut Sâlih’in kavminin başına gelen felâketlere benzer bir felâkete uğramanıza sebep olmasın! Zâten helâk edilen Lût kavmi de sizden pek uzak değildir.”

90. “Rabbinizden günahlarınızı bağışlamasını isteyin, sonra da bütün kalbinizle O’na yönelin. Hiç şüphesiz Rabbim çok merhamet eden, çok seven ve sevilendir.”


Medyen halkının Hz. Şuayb’a karşı gelmeleri onları imansızlığa götürecek, böylece adları zikredilen önceki kâfir toplumların başlarına gelen musibetlerin bir benzeri onların başına da gelecekti. Bu sebeple Şuayb (a.s.), kavmini kendine muhalefet ve düşmanlıktan sakındırmaktadır. Hususiyle de Lût kavmine gelen musibetten ibret almalarını öğütlemektedir. Çünkü Şuayb kavminin yaşadığı dönemle Lût kavminin helâki arasında az bir zaman geçmişti. Ayrıca coğrafî olarak da Lût kavminin yaşadığı bölge onlardan uzak bir yerde değildi.

Hz. Şuayb, sözünün devamında kavmini Allah’a istiğfara ve tevbeye davet etti. Allah’ın çok merhametli ve kullarını çok seven bir rab olduğunu bildirdi. Böylece günahları ne kadar çok olursa olsun, bunlardan vazgeçip bağışlanma diledikleri ve tevbe ettikleri takdirde O’nun affına, rahmetine ve muhabbetine ereceklerini müjdeledi.

Allah’ın güzel isimlerinden biri olan Vedûd, bütün mahlukât için hayırlı olanı seven ve tüm hallerinde onlara iyilik eden demektir. Bu ismin “dostlarını seven” mânasında olduğu da söylenir. Ayrıca ismin “çok sevilen” anlamı da vardır. Kulun, Allah Teâlâ’nın Vedûd isminden alacağı nasip; kendisi için istediklerini başkaları için de istemek, gücü nispetinde başkalarına iyilik etmek ve Allah’ın sâlih kullarını sevmektir.

Kavminin Şuayb (a.s.)’a olan itiraz ve düşmanlıkları şöyle devam ediyor:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
91. Onlar şöyle dediler: “Ey Şuayb! Söylediklerinin pek çoğunu anlamıyoruz ve gerçekten biz seni aramızda zayıf biri olarak görüyoruz. Eğer şu beş on kişilik akraba grubunun hatırı olmasaydı seni elbette taşa tutup linç ederdik. Hem senin bizim nazarımızda bir değerin de yoktur.”

Şuayb (a.s.) onlara kendi dilleriyle hitap ediyor, onların anladığı dilden konuşuyor, ifade buyurduğu hususları açık ve basit bir şekilde beyân ediyor, onlar da onun ne demek istediğini anlıyorlardı. Fakat Hz. Şuayb onları, gerek kendilerinin gerekse atalarının içinde bulundukları hayat tarzına ters şeylere çağırdığı için “biz söylediklerinden bir şey anlamıyoruz” diyorlardı. İşin aslı, vahiy ve nübüvvete ehemmiyet vermiyorlar, ilâhî tâlimatlara kulak tıkıyorlar, anlamak istemedikleri için anlamıyorlardı. Şuayb (a.s.)’ı zayıf, güçsüz ve değersiz biri olarak görüyorlar; ona istediklerini yapabileceklerini, buna mâni olacak bir kuvvetinin bulunmadığını düşünüyorlardı. Hatta Hz. Şuayb’ın akrabalarından saygı duydukları, hatırını saydıkları beş on kişi olmasa onu taşlayarak öldüreceklerini söylüyorlardı. Yani bizzat kendisine duydukları saygıdan dolayı değil, bir kısım akrabalarına duydukları saygıdan dolayı ona dokunmadıklarını ifade ediyorlardı.

Bu kıssanın Allah Resûlü (s.a.s.)’e vahyedildiği dönemde Mekke’de Kureyş müşrikleri de, tıpkı Hz. Şuayb’ın hayatına kastetmek isteyen Medyen halkı gibi, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’i öldürmek istiyorlardı. Yine Medyen halkının sırf ailesinden korktuğu için Hz. Şuayb’ı öldürmekten çekindiği gibi, Kureyş de Haşimoğulları’ndan çekiniyor ve o cürmü işlemekten doğacak riski göze alamıyordu. Dolayısıyla bu kıssa, Hz. Şuayb’ın cevabından bir ders çıkarmaları için müşriklere yöneltilmiş ciddi bir ikaz mevkiinde idi.

Şuayb (a.s.)’ın kavmine cevabı şöyle oldu:

92. Şuayb şöyle karşılık verdi: “Ey kavmim! Benim beş on kişilik akraba grubum sizin yanınızda Allah’tan daha hatırlı, daha mı itibarlı ki, hiçbir değeri yokmuşçasına O’na sırt dönüyor ve O’nu hiç hesaba katmıyorsunuz? Şunu iyi bilin ki Rabbim, sizin bütün yaptıklarınızı kuşatmış; hepsini tam olarak bilmekte, görmekte ve işitmektedir.”

93. “Ey kavmim! Siz elinizden ne geliyorsa yapın, şüphesiz ben de vazîfemi yapacağım. Rezil rüsvâ edecek dehşetli bir azabın kimin tepesine ineceğini ve kimin yalancı olduğunu yakında bileceksiniz. Olacak olanı gözleyin bakalım; ben de sizinle beraber onu gözlemekteyim.”


Hz. Şuayb, tebliğini yaparken kabilesinin gücüne değil, yalnızca Allah’a dayanıyor, O’na güveniyor, başarıyı O’ndan bekliyordu. Bu sebeple nihayetsiz güç ve kuvvet sahibi olan Allah Teâlâ’yı unutup arkaya atarak, sadece kabilesinin hatırına kendisine dokunmadıklarını söyleyen kavmini kınamıştır. Çünkü asıl korkulması ve saygı duyulması gereken fânî varlıklar değil, ilmi ve kudreti her şeyi kuşatmış olan Allah Teâlâ’dır. O’ndan hiçbir şey gizli kalmaz, hiçbir şey O’nun kudreti dışına çıkamaz ve hiçbir kuvvet O’nun izzet ve şânına, kıymet ve ehemmiyetine gölge düşüremez. O, kulların yaptıklarına göre karşılık verecektir. Nitekim O, günahları sebebiyle nice toplumları helak etmiştir; böyle giderlerse onları da helak edecektir. Bu yüzden Hz. Şuayb, onlara dilediklerini yapmakta serbest olduklarını söyledi; “bildiğinizi yapın” dedi. Kendisinin de, Allah’a dayanarak tebliğ vazifesine devam edeceğini bildirdi. Fakat azabın gelmesinin artık yaklaştığının işaretlerini de verdi:

94. Nihâyet helâk emrimiz gelince, Şuayb’ı ve beraberindeki mü’minleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise o korkunç ses yakaladı da, hiçbir kurtuluş zaman ve imkânı bulamadan oldukları yerde yüzüstü yığılıp kaldılar.

95. Sanki bir zaman bolluk içinde orada hiç yaşamamışlardı. Haberiniz olsun ki, Semûd kavmi helâk olup gittiği gibi, Medyen halkı da öyle helâk olup gittiler.


Nihâyet ilâhî azap gelip çattı. Medyen halkı müthiş bir çığlık ile zelzeleye yakalandılar. Çünkü A‘râf sûresi 91. âyette “onları zelzele yakaladı” buyrulmaktadır. Demek ki Medyen halkı da, Semûd kavmi gibi korkunç bir ses ve zelzele ile helak edilmişlerdir. Cenâb-ı Hak, Hz. Şuayb ve ona iman edenleri ise rahmetiyle kurtarmıştır.

Şuayb (a.s.), kavmiyle güzel konuştuğu, onlara son derece güzel cevaplar verdiği için “Hatîbü’l-Enbiyâ: Peygamberlerin Hatîbi” ünvanıyla meşhur olmuştur. Çok ağlardı. O derecede ki nihâyet gözlerini kaybetti. Fakat Allah daha sonra gözlerini geri verip şöyle buyurdu:

“- Bu ağlama cennete duyduğun şevkten mi yoksa cehennemden korktuğundan mı ileri geliyor?”

Şuayb şöyle dedi:

“- Rabbim, sen biliyorsun ki ne cennet arzusuyla ne de cehennem korkusuyla ağlıyorum. Seni sevdiğime tüm kalbimle inanıyorum. Sana nazar ettiğim zaman bana ne yapıp yapmayacağına hiç aldırmam.”

Bunun üzerine Allah Teâlâ ona şöyle vahyetti:

“- Ey Şuayb! O halde, bana kavuşmak sana helâl olsun. Ey Şuayb, bu hâlin sebebiyle kelimim Mûsâ b. İmrân’ı sana hizmetçi kılıyorum.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, IV, 235)

Medyen halkının helâkinden sonra aradan yıllar geçti. Zamanla inkârcılık yeniden ortaya çıktı. İşte insanlık tarihinin bir başka ibret verici sayfası:

96. Elbette biz Mûsâ’yı da mûcizelerimizle ve apaçık bir delille gönderdik;

97. Firavun’a ve onun önde gelen yakın çevresine. Fakat onlar Firavun’un idaresine uydular. Oysa Firavun’un idaresi hiç de âdil, doğru ve hakka dayalı değildi.

98. O, kıyâmet günü kavminin önüne düşecek ve hayvanların suya götürüldüğü gibi onları ateşe götürecektir. Gerçekten ne kötü bir yerdir varılan o ateş!

99. Onlar dünyada da, kıyâmet günü de rahmetten uzaklaştırılıp lânete uğradılar. Ne kötü bir bahşiş, ne kötü bir ikramdır bu lânet!


Allah Teâlâ Hz. Mûsâ’yı Tevrat’ın âyetleriyle; asâ, beyaz el, tufan, çekirge, haşerât, kan ve benzeri mûcizelerle (bk. A‘râf 7/133; İsrâ 17/101) ve Firavun karşısında apaçık bir gâlibiyet ve üstünlükle (bk. Kasas 28/35) gönderdiği halde Firavun’un kavmi Hz. Mûsâ’ya değil, Firavun’un idaresine tâbi oldular. Halbuki Firavun’un idaresi hiç de doğru ve âdil değildi. Onun emirleri, talepleri, kararları, hükümet işlerini yürütüş şekli sonu hayra çıkacak ve hayra götürecek isabetli bir emir ve karar değildi. Bütün işi, azgınlık ve sapkınlık idi. Halkına “Sizin en yüce Rabbiniz benim!” (Naziât 79/24) diyor ve kendinden üstün bir rabbin varlığını kabul etmiyordu. (bk. Kasas 28/38) Bu sebeple verdiği emirlerin, Allah’ın emrine uygun olup olmadığını hiç düşünmüyor, yalnızca kendi arzu ve isteklerine göre emir veriyor, verdiği her emrin en doğru emir olduğunu zannediyordu. İşte bunlara “Firavun emri” denmekte ve Firavun ile aynı özellikleri taşıyan bütün idareler ve idareciler de bu ifadenin kapsamına girmektedir. Allah’ın buyruklarına uygunluğu dikkate alınmadan verilen emirlerin ise doğru olmayacağı âşikârdır.

İşte bu Firavun, dünyada kavminin önüne düşerek, hayra götürmeyen yanlış kararlarıyla onları Hz. Mûsâ’nın peşinde Kızıldeniz’de kendisiyle beraber boğduğu gibi (bk. Tâhâ 20/78-79), kıyamet günü de onların önüne geçecek, yangınlarını dindirip ciğerlerini serinletecek su yerine, tıpkı bir davar sürüsünün suya götürülmesi gibi, onları yakıp kavuracak cehennem ateşine götürecektir. Nitekim bir âyet-i kerîmede: “Kıyâmet gününde her insan topluluğunu önderleriyle birlikte çağıracağız” (İsrâ 17/71) buyrulur. İşte Firavun emrinin âkıbeti böyle ciğer yakan hazin bir âkıbet, ona uyanlar da böyle bedbaht kimseler olacaktır. Firavun ve ona uyanlar, sonradan da aynı yolu takip edenler hem dünyada hem de âhirette lânete uğratılacaklar, Allah’ın rahmetinden uzak kalacaklardır. Dünyada kendilerinden sonra gelen ümmetler onları lânetleyecekleri gibi, kıyamet günü de bütün mahşer halkı onları lânetleyecektir. Nereye giderlerse gitsinler lânet peşlerini bırakmayacaktır. Onlar dünyada Firavun emrinin peşinden koştukları gibi, yaptıklarına tam bir karşılık olarak lânet de onların peşinden hiç ayrılmayacaktır.

Anlatılan bu ibret dolu kıssalardan çıkarılacak sonuçlara gelince:

100. Rasûlüm! İşte sana anlattığımız bu şeyler, o helâk olmuş memleketlerin ibret dolu bir kısım haberleridir. Onlardan kiminin izleri hâlâ ayakta dururken, kimisi de biçilmiş ekin gibi yok olup gitmiştir.
 
Üst Alt