“Hüzün vakurdur, onurlu ve dürüst…
Biraz mum ışığıdır hüzün, biraz akşam alacasıdır. Biraz gazete satan çocuk elleri, biraz bebek ağlamasıdır.
Tüy gibidir hüzün. Hafif ve yumuşak, canlı ve ölü… Hayattan ve ölüme dair…
Hüzün, sâdıktır.
Hüzün deyince hüzünler kulübesi akla gelmez mi? Yakup Peygamber gönle düşmez mi? “Bana düşen sabr-ı cemildir.” diyen, ağlamaktan gözlerine gece inen baba… Demek ağlamanın bu türlüsü sabra mâni değil… Sabrın bu türlüsüne de «hüzün» diyelim biz…
“And olsun ki, sizi biraz korku ve açlık; mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azaltma (fakirlik) ile deneriz. Sabredenleri müjdele! O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz, derler. İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.”
Ve Vahşî’nin hüznü… Kolay mıdır “Gözüme görünme!..” sözüne muhatap olmak, kolay mı herkes göz göze, diz dize oturabilirken; ancak sütunların, duvarların gerisinden bakabilmek… Ne derdini açabilir ne sevincini paylaşabilir; hep kamufle, hep perde, hep aracı… Ama o kâmil bir hüzünle taşıyor Hamza’yı vuran mızrağı, bir gün yalancı peygamberi vurduğunda gülüyor hüznün bu an acınılası mülkü…
Hüzün, Allah Rasûlü’nün dostudur, takdim ederim. “Hüzün dostumdur.” buyurmuş hüzün
Peygamberi sallallahu aleyhi ve sellem-, ömrü hüzünden sağılmış yetim… Hira, hicret, İbrahim, Tâif, Uhud, ifk, ne yana baksa hüzün… Hüzne, bu hüzün yeter.
“Ey yar, sen gittin bir hüzün kaldı bana
Beni benden geçiren bir sözün kaldı bana”