Hz. Muhammed (sav ) İftira (İfk olayı)

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
İFTİRA (İFK OLAYI)

 İftira (İfk olayı)
İftira (İfk olayı)
Erkek ve kadın müminler bu iftirayı işittiklerinde, kendi vicdanları ile bir hüsnü zanda bulunup: ‘Bu, apaçık bir iftiradır’ demeleri gerekmez miydi?.[179]

Abdullah b. Ubeyy öfkeden ne yapacağını bilmez bir hâldeydi. Çıkardığı fitne ve fesatlarla Müslümanlar arasında bir bölünme gerçekleştirip, böylelikle İslâm davetini durdurmak veya yolundan saptırmak istemiş, amacına tam ulaşmak üzereyken oyunu bozulup rezil olmuştu. Neredeyse tüm eski dostlarının gözünde değerini yitirmiş, insanların kendisinden alaylı şekilde bahsettikleri birisi haline gelmişti. O, tüm bunların sebebi olarak Resulüllah’ı görüyordu. Eğer Resulüllah olmasaydı, eğer Medine’ye gelip yerleşmeseydi, tüm bunlar gerçekleşmeyecekti. Medine’nin en saygın kişisi olarak hayatını sürdürmeye devam edecekti. Ama Resulüllah’ın hicret edip Medine’ye yerleşmesiyle tacını dahi sipariş ettiği krallık umutları yıkılmış, sıradan bir adam konumuna düşmüştü. Son olaylarla da değerini hepten yitirmiş, eski dostlarının, akrabalarının ve hatta oğlunun bile aşağılayıp, suçladığı birisi olmuştu. Bu nedenle öfkeliydi. Öfkesi her geçen gün daha da çok kabarıyordu.

Müslümanlardan intikam almak, başta Resulüllah olmak üzere Müslümanları hiç değilse zor durumda bırakacak bir fırsat elde etmek arzusuyla ne yapabileceğini düşündü. Fakt bir şey bulamıyordu. Resulüllah’ı üzüp, utandıracak birşeyler yapmak istiyor, ama aklına hiçbir şey gelmiyordu. Derin düşünceler ve şiddetli sıkıntılar içerisindeyken, düşündüğü ama bir türlü bulamadığı fırsatın gözlerinin önünde olduğunu fark etti. Henüz biraz önce oğlu tarafından dururulmuş, oğlunun kılıcından kurtulmak için Resulüllah’ın ve Müslümanların izzetli ve kuvvetli olduğunu söylemek zorunda kalmış, canını oğlunun kılıcından ancak Resulüllah’ın yardımıyla kurtarmışken, çok önemli bir fırsatı intikam ateşiyle yandığı bu en zor gününde hemen önünde hazır buldu. Birkaç adamıyla oturup dertleştiği bir sırada gördüğü şeyin, intikamı için iyi bir malzeme olacağını düşündü. Kendisini sevindirip heyecanlandıran şey, Mustalık dönüşü, sabahın erken bir saatinde Hz. Aişe ile Safvan b. Muattal’ın birlikte uzaklardan gelip orduya katılmalarıydı. Peygamberin eşinin, sabahın erken bir vaktinde yabancısı olan bir erkekle uzaklardan gelip orduya katılması oldukça dikkat çekiciydi. Üstelik bunu ordudaki hemen herkes görmüştü. Aişe herkesin görebileceği bir şekilde devenin üstünde oturuyor, Safvan ise Aişe’nin bindiği devenin yularını tutmuş bir hâlde yürüyordu. Bu, dedikodusunu yapmaya çok müsait bir durumdu. Abdullah b. Ubeyy hemen düşündüğü şeyi uygulamaya koydu. Yanındaki adamlara Aişe ile Safvan b. Muattal’ı göstererek, hoşa gitmeyecek şeyler söylemeye başladı. Haber çabucak kulaktan kulağa yayıldı. Medine’ye varıldığında, öncülüğünü Abdullah b. Ubeyy’in yaptığı bir dedikodu fırtınası her yanı sardı. Dedikodu çok kısa sürede Aişe’nin ahlâk ve namusunu ayaklar altına alan bir iftiraya dönüştü. Hemen her yerde Aişe ve Saffan konuşulmaya başlandı.

Aralarına Mıstah b. Usâse, Hassan b. Sabit, Hamne bint-i Cahş gibi bazı Müslümanların da katıldığı münafıklar, Aişe’nin iffeti konusunda ağza alınmayacak şeyler söylüyor; gülüp, eğleniyorlardı. Müslümanların büyük çoğunluğu ise işittikleri karşısında adeta şok oldular. Ne diyeceklerini bilemiyorlardı. İşittiklerine kesinlikle inanmıyorlardı. Resulüllah’m eşinin böylesi bir ahlâksızlık yapacağını en küçük biçimiyle bile olsa inandırıcı bulmuyorlardı. Fakat ne var ki işittiklerini de yalanlamıyorlardı. Dedikodu ve iftira seline dahil olmadan, sessiz bir şekilde sürecin nereye varacağını bekliyorlardı. İşittiklerini açıkça yalanlayanlar sadece birkaç kişiydi. Ebû Eyyûb el-Ensarî bunlardan birisiydi. O söylenenlere sert tepki veriyor ve ‘Sübhanallah! Böyle konuşmayın! Sübhanallah! Bu büyük bir yalandır! Aişe böyle bir şey yapmaz’ diyordu. Sâ’d b. Muaz da konuşulanların bir iftira olduğunu, iftirayı çıkaranları öldürmek gerektiğini söyleyip duruyordu. Dedikodular gün geçtikçe arttı. Böylelikle, bir ay kadar tüm Medine’nin gündemi haline gelen, Resulüllah başta olmak üzere Müslümanların bir çoğuna oldukça sıkıntılar veren bir süreç yaşanmaya başladı.

Tarihe ‘ifk olayı’ ismiyle geçen ve Hz. Aişe’nin başka bir erkekle gecelediği iddiasına dayanan iftira, ağır bir iftiraydı. Bir ay süreyle Medine toplumunun gündeminde yer işgal eden bu iftiranın dayanağı durumundaki olayın aslının ne olduğunu ve dedikoduların kimler tarafından çıkarılıp, yaygınlaştırılarak bir iftiraya dönüştürüldüğünü Aişe’nin bizzat kendisi bütün ayrıntılarıyla anlatmış bulunuyor. Aişe’nin, kaynaklarda ayrıntılı bir şekilde yer alan anlatımıyla olay şöyle gerçekleşmişti:

Resulüllah bir sefere çıktığı zaman eşlerinden birisini yanma alırdı. Hangi eşini yanına alacağını kura ile belirlerdi. Mustalık seferine çıkarken de kura çekmiş ve kura bana çıktığı için yanma beni almıştı. Örtünme ayetinin vahyolun-masmdan sonraki bir zamana rastlayan bu seferde, ben, devemin sırtındaki hevdec içinde yolculuk ediyordum. Devem hareket etmeden önce hevdecin içine girer, otururdum. Görevliler gelir hevdeci kaldırıp devenin sırtına yerleştirirler, iplerle bağlarlar ve yola çıkardık.

Sefer dönüşü ordu bir yerde mola verdi. Gecenin bir kısmı da dahil olmak üzere orada kalıp, dinlendik. Sonra hareket emri verildi. Hareket edileceği sırada benim ihtiyaç gidermem gerekti ve ordudan uzaklaşmak zorunda kaldım. O sıra boynumda Yemen işi bir kolye vardı. İhtiyacımı giderdikten sonra döndüm. Fakat kolyemin boynumda olmadığını fark ettim. İhtiyacımı gidermek için gittiğim yere düşürmüş olacağımı düşünerek hemen oraya koştum. Kolyeyi bir süre aradım. Ordu hareket ederken, görevliler, beni içinde sandıkları hevdeci deveye yüklemişler. O zamanlar kadınlar zayıftı. Yiyecek az olduğu için az yerdik. Bu nedenle de kadınlar bugünküler gibi etli ve yağlı değillerdi. Ben de ufak tefek olduğum için iyice hafiftim. Bu yüzden görevliler hevdecde benim olmadığımı anlamamışlar.

Ben kolyemi bulunca ordunun bulunduğu yere koştum, fakat ordu gitmişti. Hiç kimseler yoktu. ‘Nasıl olsa benim olmadığımı fark edince aramak için buraya gelirler’ deyip, örtüme sarındım ve olduğum yere oturdum. Ağır bir uyku basınca da uzanıp uyudum.

Safvan b. Muattal ordunun gerisinde kalmış ve ordudan kalan şeyleri alıp sahiplerine teslim etmeyi düşünmüş. Ordunun konakladığı yeri gezerken beni fark etmiş. Yanıma gelip kim olduğuma bakmış. Örtünme ayeti inmeden önce birçok kez gördüğü için beni tanımış. Ben onun şaşkınlıkla ‘Bizler Allah’ın kullarıyız ve muhakkak dönüp ona varacağız’ dediğini duyunca uyandım. Hemen yüzümü örttüm. O hiçbir şey demedi. Devesini çöktürdü ye ön ayaklarına basarak kalkmasını önledi. Bana ‘Bin’ dedi. Ben de deveye bindim. Öne geçip devenin yularından tutup çekmeye başladı. Yolculuk sırasında hiç bir şey konuşmadık. Bu şekilde yola devanı ettik. Sabaha kadar orduya yetişemedik. Orduya, bir mola yerine gelip de durduğu zaman ancak yetişebildik. Sonra Medine’ye geldik. Çok geçmeden de ben ağır bir hastalığa yakalandım. Bir ay hasta yattım. Bu sırada münafıklar hakkımda demediklerini koymuyorlarmış. Benim hiçbir şeyden haberim yoktu. Söylenenlerden benden başka herkesin haberi varmış. Fakat ne Resulüllah, ne de anne ve babam bana hiçbir şey söylemediler. Ancak Resulüllah’m bana karşı değiştiğini fark etmiştim. Eskiden hastalandığım zaman bana gösterdiği ilgiyi göstermiyordu. İçeri giriyor ve adımı anmadan ‘Hasta nasıl?’ diye soruyordu. Sonra da çıkıp gidiyordu. Ben de bunun sebebini düşünüyor, ama bulamıyordum.

lyileştim. Fakat yine bir şeyden haberim olmadı. O zamanlar evlerimizin yanına tuvaletler inşa etmemiştik. Tuvalet ihtiyacımızı karşılamak için biz kadınlar geceleri Medine’nin kırlarına giderdik. Ben bir gece Mıstah’ın annesi Sehna ile ihtiyaç gidermek için evden çıktını. Selma bir ara çarşafına takılarak düştü. Düşünce de ‘Mıstah! Yüzünün üzerine düşesin! Kahrolasın!’ dedi. Ben hemen müdahale ettim ‘Neden böyle kötü şeyler söylüyorsun? Bedir’e katılmış birisine böyle şeyler söylenir mi?’ dedim.

Ben böyle deyince ‘Bak hele şuna! Sen onun neler söylediğini duymadın galiba?’ dedi. Ne söylediğim sordum, işte o zaman Selma bana olup-biteni anlattı. Ben hakkımdaki dedikodulardan ilk defa o zaman haberdar oldum. Şaşırdım, ağlamaya başladım. O kadar çok ağladım ki, ağlamaktan ciğerlerim kopacak sandım.

Hakkımdaki dedikoduları duyunca üzüntümden hastalığım tekrar canlandı. Hatta öncesinden daha ağır hasta oldum. Hasta yatarken Resulüllah geldi ve ‘Hasta nasıl?’ dedi. Başka hiçbir şey söylemedi. Kendimi tutamadım. ‘Ey Allah’ın Resulü! Çok sıkıntılıyım. Bana müsaade et, anne ve babamın evine gideyim. Hastalığıma orada bakılsın’ dedim, izin verdi. Ben aslında anne ve babamın yanma gidip onlarla konuşmak ve işin ayrıntısını öğrenmek istiyordum. Resulüllah yanıma bir refakatçi verip anne-babamın evine gitmemi sağladı. Eve geldiğimde annem aşağıda, babam da damda oturuyordu. Annem beni görünce şaşırdı ‘Kızım neden geldin?’ dedi. ıAllah seni affetsin! Hakkımda bir yığın dedikodu çıkmış hiçbirini bana bildirmedin. Şimdi anlat bana, insanlar benim için ne diyorlar?’ dedim. Annem ‘Kızını üzülme! Güzel olan ve kocası tarafından sevilen her kadının hakkında dedikodu çıkar. Çünkü onun çekemeyenleri çok olur’ dedi. ‘Sübhanallah! İnsanlar benim için böyle şeyleri nasıl derler?’ dedim. ‘Babamın da haberi var mı?’ diye sordum. ‘Var’ dedi. ‘Resulüllah’ın da haberi var mı?’ dedim ‘Var’ dedi. Gözlerim yaşla doldu, kendimi tutamadım, ağlamaya başladım Sabaha kadar da hıçkıra hıçkıra ağladım.

Aişe’nin, sürecin sadece son iki-ûç gününde haberdar olduğu dedikoduları ve iftirayı Resulüllah ilk anda duymuş ve çok üzülmüştü. Yürütülen dedikoduların doğruluğu konusunda ciddi bir delil yoktu. Sadece, eşi Aişe’nin, Safvan’la birlikte sabaha doğru uzaklardan gelip orduya katılması vardı. Bu elbetteki tamamıyla sıradan bir durum değildi. Ama bu ağır bir ahlaksızlığın gerekçesi olabilecek özelliklere de sahip olmayan bir durumdu. Üstelik geliş biçimleri yadırganacak bir şekilde de gerçekleşmemişti. Aişe hayvanının sırtında, Safvan ise yaya, Aişe’nin bindiği hayvanın yularından tutmuş bir haldeydiler. Ayrıca, yanlış bir iş yapmış olmanın telaş ve davranışına da sahip değillerdi. Herkesin görebileceği bir şekilde orduya dahil olmuşlar, Safvan, Aişe’yi kalacağı yere bıraktıktan sonra çelâp gitmişti. Fakat ortalıkta dolaşan bütün dedikodular Safvan ile Aişe’nin birli! uzaklardan gelişine dayandırılıyor ve gerisi ahlâksızca kurgulanan hayallerde tamamlanıyordu. Münafıklar, dinlerinin ve kişiliklerinin gereğine uygun bir şekilde, ahlâksızlıkla bezenmiş bir iftira uydurmuşlardı. Her geçen gün iftiralarım biraz daha geliştiriyor, yalanlarını biraz daha yaygınlaştırıyorlardı.

Resulüllah eşini çok iyi tanıyordu. Onun yanlış bir iş yapmayacağına emindi. Daha da önemlisi, yüce Rabbinin, eşinin ve dolayısıyla kendisinin böylesi ağır bir ahlâksızlık pisligiyle lekelenmelerine müsaade etmeyeceğine olan inancı tamdı. Zira daha önce vahyolunmuş bir ayette ‘Ey Peygamber hanımları! Siz, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız, (yabancı erkeklere karşı) çekici bir eda ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse ümide kapılır. Sözü güzel söyleyin [180] denilerek, Peygamber hanımlarının başkaları tarafından yanlış anlaşılabilecek en ufak davranışına bile müdahale edilmişti. Her türlü ahlâksızlık pisliğine karşı, peygamber ailesini böylesine özenle koruyan yüce Allah, onları dedikodusu ortalıkta dolaşan ve son derece ağır olan söz konusu ahlâksızlığın pisliğinden mi korumayacaktı! Resulünü ve ailesini böylesi bir pislikle muhatap edermiydi! Böylesi bir şey olmazdı, olamazdı. Zira İlâhî iradenin peygamber ailesiyle ilgili muradı, bu güveni sağlıyordu. Daha önce vahyolunan bir ayet bunun en önemli deliliydi. Ayette ‘(Peygamber eşleri!) Evlerinizde oturun, eski cahiliye âdetinde olduğu gibi açılıp saçılmayın. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Resulüne itaat edin’ denildikten sonra, ilahî iradenin muradı açıkça ifade edilmişti: ‘Ey Peygamber hanesinin mensupları! Allah sizden, hertürlü günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.[181] O halde şimdi nasıl olur da peygamberin ailesine böylesine ağır bir suçun, böylesine büyük bir ahlâksızlığın bulaşmasına izin verirdi! Bu nedenlerden dolayı Resulüllah, eşiyle ilgili konuda oldukça rahattı. Aişe’nin iffeti konusunda herhangi bir kuşkusu yoktu. Eşiyle ilgili kanaatinin doğruluğundan o kadar emindi ki, Safvan ile yolculuğun nedenini Aişe’den sorma ihtiyacı bile hissetmemişti. O dedikodu ve iftira ortamında, normalde sorabileceği ve hatta sorması gereken şeyi sormayarak, eşinden kuşkulanan adam konumuna düşmekten uzak durmayı tercih etmişti. Bu nedenle de Medine’ye gelince hastalanan Aişe’nin bir ay süreyle hiçbir şeyden haberi olmamıştı.

Resulüllah, elbette ki, mağduru olduğu iftira nedeniyle son derece üzüntülüydü. Her ne kadar belli etmese bile üzüntüsü ve sebebini bilmediği davranışı nedeniyle eşine olan kırgınlığı, eşine karşı davranışlarında az da olsa hissediliyordu. Ama hiçbir şekilde, ortalıkta dolaşan haberleri dikkate alarak eşine yönelik olumsuz bir tutum ve davranış sergilemedi.

Resulüllah konuşulanların yalan olduğunu, söz konusu edilen ahlâksızlık iddialarının münafıkların uydurduğu bir iftira olduğunu biliyordu. Bu dedikoduların ve iftiranın bir noktada bitmesi gerektiği de açıktı. Kendisini son derece rahatsız eden bu dedikoduların ve iftiranın önüne istediği anda geçebilirdi, istediği anda söz konusu süreci bitirir, o yürütülen dedikodu ve iftiraları yasaklayarak problemi o anda bitirirdi. Hatta iftiraya bilerek veya bilmeyerek alet olanlara gerekli cezayı hiç zorlanmadan verirdi. Bir çok Müslüman bu konuda kendisine içten gelerek yardımcı olurlardı. Başta Ömer olmak üzere, islâm’a ve Resulüllah’ın şahsına yönelik en küçük kabalıkta veya yanlışlıkta sabredemeyip ‘Ey Allah’ın Resulü! İzin ver şunun boynunu uçurayım’ diyen bir çok Müslüman vardı. Onların bu tepkilerine daha önce bir çok kez şahit olmuştu.

Hatta, iftiranın başlatıcısı olan Abdullah b. Ubeyy’in oğlu Abdullah bile babasını susturmak veya hatta öldürmek için Resulüllah’ın en küçük işaretine bakıp duruyordu. Ama Resulüllah dedikoduları susturmak, iftirayı sona erdirmek için bizzat kendisinin bir girişimde bulunmasını uygun bir davranış olarak görmüyordu. Eğer kendisi yaşanan sürece fiilen müdahale derse, her ne kadar dedikoduları sona erdirse bile, bir çok kişinin kalbinde yeşerecek bazı kuşkulara neden olacağının farkındaydı. O halde yapılabilecek bir şey vardı; Müslümanlar kendiliklerinden sürece müdahale edebilir ve iftirayı önleyerek, peygamberlerinin eşine atılmak istenen ahlâksızlık pisliğini önleyebilirlerdi. Fakat ne var ki, sadece münafıklar değil, bazı Müslümanlar da dedikodu seline kapılmışlardı. Müslümanların çoğunluğu ise, dinlerinin ve peygamberlerinin hatırına yaşanan kötü sürece müdahale edip, Resulüllah’ın bir peygamber olarak muhatabı olduğu saldırıya engel olmaları gerekirken, ne gariptir ki sessiz kalmayı tercih etmişlerdi. Resulüllah’ın şahsına yönelik en küçük kabalıkta hemen kılıcına sarılan Ömer bile sessizleşmiş, hiçbir şey demiyordu. Müslümanlar iftiraya yönelik tepkilerini ancak kendi aralarındaki bireysel konuşmalarında dile getiriyorlar başka da bir şey yapmıyorlardı.

İlk ve örnek Kur’an nesli olan Müslümanlar, cahiliyenin bataklığından kurtarılıp, ayetlerle adım adım eğitilmiş kimselerdi. Onlar dedikodunun, iftiranın ne kadar büyük suç olduğunu bilirlerdi. Hiçbirisi herhangi bir dedikodu, iftira ‘pisliğine’ bulaşmazdı; daha doğrusu bulaşmamaları beklenirdi. Başkaları tarafından yürütülen dedikodu, iftira ahlâksızlığı karşısında sessiz kalmaları da kendilerinden beklenecek bir şey değildi. Hakkın şahidi olmaları, ahlâksızlıklar, yanlışlar karşısında sessiz durmalarına engeldi. Üstelik, yürütülen dedikodular, atılan iftiralar bizzat Peygamber ailesiyle ilgiliyse, bir Müslümanm orada sessiz durması, sürece müdahale etmemesi hiçbir şekilde kabul edilebilecek bir şey değildi. Peygamberlerinin ve peygamber hanımı olan annelerinin namusunu ayaklar altına düşmekten alıkoymaları Müslümanlıklarının gerektirdiği bir sorumluluktu. O halde imanları, Peygamber ailesine yönelik iftiraya karşı bir reflekse neden olmalı ve kulaktan kulağa yayılan dedikodulara araç olmadıkları gibi, ‘dur’ demesini de bilmeliydiler. Ama yapmadılar; yapanlar çok azdı. Anlaşılan o ki örnek Kur’an nesli olmalarına yönelik eğitimlerinde hâlâ bazı eksikleri vardı.
Resulüllah sıkıntı içerisindeydi. Namusunun bir iftiraya kurban edilmesinin sıkıntısını yaşamasının yanı sıra, sıkıntılarım artıran ve asıl büyüten asıl neden, Müslümanların bu pasif duruşlarıydı. Müslümanlardan beklediği desteği bulamamıştı. İftira karşısından yalnız bırakılmıştı. Müslümanların ekseriyetinin sessiz kalarak dedikodulara karışmamaları, iftiraya destek vermemeleri Resulüllah’a yönelik bir destek sayılamazdı. Müslümanların, böylesi iğrenç bir iftiraya anında müdahale etmeleri ve Peygamberlerini bu sıkıntıdan kurtarmaları gerekirdi. Bunlar olmadığı için Resulüllah dayanılması zor sıkıntılar yaşıyordu. Bir yanda kirletilmeye çalışılan namusu ve namusuna dil uzatılarak yolundan saptırılmaya çalışılan İslâm daveti vardı; diğer yanda ise her gün dozajı biraz daha artan dedikodular karşısından hepten sessizleşmiş, adeta peygamberlerini iftira selinin ortasında yalnız bırakmış Müslümanların kabul edilemez pasif duruşları vardı.

Resulüllah, haftalar geçmiş olmasına rağmen, beklediği desteği göremeyince, namusuna atılan iftirayı gözler Önüne sermek ve eşini ahlâksızlık lekesinden kurtarmak için bir girişimde bulundu. Bunu yaparken de en yakın dostlarının harekete geçmesini isteyen bir tutum ve davranış sergiledi. Önce Ömer’le konuştu. Ona, Aişe’yi nasıl bildiğini sordu. Ömer ‘Onu seninle kim nikahladı?” diye sordu. ‘Allah’ dedi. Ömer’in cevabı da sorusu kadar anlamlıydı: ‘O hâlde Allah’ın onun bir işini senden gizleyeceğini mi sanıyorsun ? Haşa! Bu çok yanlış bir düşünce olur. Ey Allah’ın Resulü Ben kesin olarak inanıyorum ki bunlar münafıkların yalanıdır. Allah sana bir pislik bulaşmasına izin vermez.[182] Bu, Resulüllah için önemli bir düşünceydi; beklediği bir cevaptı. Ama problem hâlâ ortadaydı. Ömer, bu kesin kanaatine rağmen iftirayı durduracak, dedikoduların olumsuz etkilerini silecek bir davranışa girmemişti; hâlâ da girmiyordu. Resulüllah, damadı ve arkadaşı Osman’a gitti. Aişe’yi nasıl bildiğini sordu. Osman da Ömer’inkine benzer şeyler söyledi. Üstelik durumu da aynıydı. Peygamberinin eşi konusunda bir kuşkuya sahip değildi. Konuşulanların iftira olduğu söylüyordu. Ama bunu sadece Resulüllah’a karşı söylüyor, onun dışında susup bekliyordu. Resulüllah, yeğeni, damadı ve arkadaşı Ali ile görüştü. Ali’nin cevabı Ömer ve Osman’mkinden biraz farklıydı: ‘Ey Allah’ın Resulü! Hatırlıyor musun? Bir gün bize imam olmuştun da namaz kılıyorduk. Namaz sırasında sen ayakkabılarını çıkardın, biz de sana uyup ayakkabılarımızı çıkardık. Namaz bitince niçin, böyle yaptığımızı sordun. Biz de sana uyduğumuzu söyledik. Sen ise ‘Cebrail bana ayakkabımda pislik olduğunu söyledi de onun için ayakkabılarımı çıkardım’ dedin. Sana ayakkabındaki pislik dahi bildiriliyor ve uyanlıyorsan, böylelikle temiz kalman sağlanıyorsa, nasıl olur da, eğer böyle bir pislik gerçekleşmişse, Allah onu sana bildirmez?’. Ali, bu cevabı ile çok üzgün gördüğü Resulüllah’ı rahatlatmaya çalışmayı arzuluyordu. Üstelik sözlerinde ince bir mesaj da vardı. ‘Ayakkabını çıkararak pislikten kurtulduğuna göre, eğer Aişe için söylenenler doğruysa onu boşarsın olur-biter’ demek istiyordu. Hatta konuşma sırasında ‘Allah sana dünyayı daraltmadı. Ondan başka kadın yok değil yal [183] dedi. Ali bunları söyledi, ama bunları söylerken Aişe’nin iffetinden kuşku duymuyordu. Onun ahlaksızca bir davra bulunacağına ihtimal vermiyordu. Fakat bu düşüncesinin gereğine uygun bir tutum ve tavır da takınmıyordu. Hatta, sanki Resulüllah’ın öncelikli problemi eşine atılan iftiranın gerçek olup-olmadığını anlamakmış gibi, Resulüllah’a, Aişenin kendilerine gizli kalmış bir yönü olup olmadığını anlaması için hizmetçiye görüşmesini söyledi. Resulüllah, Ali’nin yanında, hizmetçiye Aişe’den şüphelenmesini gerektirecek bir durum görüp görmediğini sordu. Hizmetçi Berire’nin cevabı son derece açıktı: ‘Seni hak din ile gönderene yemin ederim ki, ben onda kusur olarak hiçbir şey görmedim. Eğer kusur ise, onun tek kusuru, bazen çalışırken yorulur da uyur kalır. O uyuyunca koyun içeri girip onun yoğurduğu hamuru yer’. Ali, sanki bir yalanı açığa çıkarmak ister gibi Berire’yi sıkıştırarak iyice düşünmesini, hafızasını zorlamasını istedi. Berire kesin bir dille Aişe hakkındaki kanaatini ifade etti: ‘Vallahi onun hakkında hayırdan başka hiçbir şey bilmiyorum. Onun ayıplanmasına neden olacak hiçbir şeye şahit olmadım. Onun hakkındaki bilgim, bir kuyumcunun halis altın hakkındaki bildiği şey gibidir. [184]

Resulüİiah bu görüşmeleriyle yetinmedi, çünkü arzuladığı şey gerçekleşmemişti. Yaptığı görüşmeler eşi hakkındaki kanaatlerini destekliyor olmakla birlikte, problemi çözmüyordu. Sıkıntısı devam ediyordu ve büyüktü. Aileden sayılan Usâme b. Zeyd’le görüştü. Aişe’nin yanlış bir davranışına şahit olup olmadığını sordu. Usâme de açık ve kesin bir ifadeyle düşüncesini söyledi: ‘Ey Allah’ın Resulü! O Senin eşindir ve ben onun hakkında hayırdan başka hiçbir şey bilmiyorum. Onun için söylenenler ancak yalandır, iftiradır. [185] Resulüllah, kadınların bazılarının söz konusu dedikodulara ve iftiraya kendilerini çok fazlasıyla kaptırdıklarını bildiği için, sürece müdahale ettiğinde etkili olabilecek bazı kadınlarla görüşmeye karar verdi. Namusuna atılan lekeyi temizlemek için, Müslüman kadınların adeta donmuş düşüncelerini harekete geçirmek istedi. Buna kendi aile çevresinden başladı. Onların, ortalıkta dolaşan iftiraya aktif tepki vermelerini gerçekleştirmek arzusuyla, önce Zeyneb bint-i Cahş ile konuştu. Kadınlar içerisinde öncelikle Zeyneb’le konuşması önemliydi, çünkü Resulüllah’ın eşleri arasında Zeyneb ile Aişe arasında bir çekişme vardı; birbirlerini rakip görüyorlardı. Bu itibarla Zeyneb’in şahitliği ayrıcalıklı bir öneme sahipti. Zeyneb kanaatini hiç eğip-bükmeden söyledi: (Ey Allah’ın Resulü! Ben işitmediğimi işittim, görmediğimi gördüm demekten sakınırım. Vallahi ben onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. [186] Resulüllah, dadısı Ümm-ü Eymen’le görüştü. O yaşlı ve tecrübeli birisiydi. Aişe’yi yakından tanırdı ve herkes de bunu bilirdi. Ümm-ü Eymen’in de söyledikleri Zeyneb’in söylediklerinden farklı değildi.

İftira görünüşte Aişe ile ilgiliydi. Ancak münafıklar açısından asıl hedef Resulüllah’dı; Resulüllah’ı yıpratmaya çalışıyorlar, O’nun onurunu ayaklar altına almak ve O’nu toplum gözünde ailesi ahlâksız bir kişi olarak takdim etmek istiyorlardı. Böylelikle İslâm davetine zarar verebileceklerini düşünüyorlardı. Dolayısıyla sıkıntıları en yoğun şekilde yaşayan Resulüllah’dı. Dedikoduların ve iftiranın görünüşteki muhatabına gelince; hakkındaki dedikodulardan ve iftiradan neredeyse herkesten sonra haberdar olan Aişe’de sıkıntılıydı. Ama onun sıkıntısı tamamen bireyseldi. Kendi namusuna, kocasının namusuna iftira edilmiş olmasının sıkıntısına sahipti. Halbuki Resulüllah bir dava lideri, bir peygamber olarak daha da başka şeyler düşünüyor, eşi bahane edilerek esenlik dininin, hakikatin önünün nasıl kesilmeye çalışıldığını görüyor ve üzülüyordu. Gerçi Müslümanlar da üzgündüler. Aişe’nin böylesi bir pisliğe bulaşmayacağını biliyor ve sevgili peygamberlerinin böylesi bir kampanya ile muhatap olmasını bir türlü kabullenemiyorlardı. Ayrıca mahcuptular. Çünkü kendilerinden bazıları da dedikoduların ve iftiranın gönüllü taraftan olmuşlardı. Ama buna rağmen iftiralara kapılmamış olmayı kendileri için yeterli buluyorlar, hatta adeta kendilerini iftiraya inandırmamanın çabasını yürütüyorlardı. Bu konuda Ebû Eyyûb’un eşi ile konuşması önemli bir örnektir. Eşine, yedi ay misafirleri olmuş bu nedenle birçok Müslümandan daha yakından tanıdıkları Resulüllah’Ia ilgili üzüntüsünü dile getirip, ‘Halkın Aişe için neler söylediklerini işittin mi?’ diye sormuştu. Kadın, ‘Evet işittim. Tamamen iftira; yalan ve uydurma’ dedi. Ebû Eyyûb, konuşulanların iftira olduğunu ispal etmek ve kalbini rahatlatmak için tekrar sordu: Ey Eyyûb’un annesi! Sen olsan böyle bir iş yapar miydin?’ Eşi “Hayır! Vallahi yapmazdım” deyince, Ebû Eyyûb ‘Öyle ise Aişe de yapmaz. Çünkü o senden daha hayırlı [187] dedi.

Esasen, iftiranın neden olduğu sıkıntıyı Resulüllah’tan sonra en ağır biçimiyle yaşayan kişi Ebû Bekir’di. O bir Müslüman olarak sevgili peygamberinin onurunun bu derece ayaklar altına alınmasından dolayı üzüntülüydü. Ancak onun üzüntüsünün tek nedeni bu değildi. O başka bakımlardan diğer Müslümanlardan ayrılıyordu. O Peygamber’in en yakın arkadaşıydı. Sadece Peygamberinin onurunun ayaklar altına alınmış olunması nedeniyle değil, en yakın arkadaşının onurunun ayaklar altına alınmış olunması nedeniyle üzüntüsü daha da fazlaydı. Daha da önemlisi, kendisi Peygamberin kayınpederiydi ve hakkında dedikodu yürütülen şahıs kendi kızıydı. Bu nedenle de iftiralara yönelik tepkilerinin, iftiraları durdurmaya önemli bir katkısının olmayacağını biliyordu. Onun iftiralara tepkisi, sürece müdahalesi, birçok kişi tarafından kızı iftiraya uğramış bir babanın çırpınışları olarak değerlendirilecekti. Söylenenlerin iftira olduğunu söylemesi bir çok kişiye inandırıcı gelmeyecekti. Dolayısıyla Peygamberine gerçek anlamda yardımı olamayacaktı. Bu nedenle üzüntüsü tarif edilemez ağırlıktaydı. Sadece, kızı iftiraya uğramış bir baba olarak dile getirdiği sözleri bile, sıkıntılarının ne kadar dayanılmaz olduğunu göstermeye yetiyordu: ‘Allah’a yemin olsun ki biz cahiliye döneminde bile böyle bir iftiraya uğramadık, islam döneminde bu suçlamayı nasıl kabullenebiliriz: [188]

Üzüntüden ne yapacağını bilemeyenlerden birisi de Safvan b. Muattal’dı. züntüsünden kahroluyordu. Devesini çöktürüp ‘Bin’ demesinin dışında hiç kouşmadığı, hiç göz göze gelmediği, hiç yakın durmadığı sevgili peygamberinin esine kendi ismi üzerinden böylesine çirkin bir iftira atılmasını kabullenemiyor, ünlüsünden ne yapacağını bilemez bir halde evine kapanmış dışarılara çıkmı. miranın doğrudan muhatabı olduğu için yapabileceği bir şey yoktu. Buna rağmen bir şeyler yapma ihtiyacı hissetti. Bu nedenle, o zamana kadar sakladığı hiç kimseye söylemediği bir sırrını açıklamak zorunda kaldı: ‘Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki ben şimdiye kadar hiçbir kadın veya kızın eteğini kaldırmış değilim’ dedi. Bununla, ortalıkta dolaşan dedikoduların asılsızlığını kendince ispatlamaya çalışıyordu. Çünkü kendisi erkekliği olmayan birisiydi ve daha önce bunu bilen yoktu.

Çok az kısmı hariç Müslümanlar için durum açıktı. Aişe’nin iffetinden kuşku duymayı gerektirecek hiçbir şey yoktu. Ama ne var ki, buna rağmen harekete geçmiyorlardı. Süreci durduracak bir harekete kalkışmıyorlardı. Resulüllah’ın uğradığı iftiranın dolaylı muhatapları olarak sorumluluklarının gereğine göre hareket etmiyorlardı. Peygamber bile olsa bir liderin, bir önderin bazen desteğe ihtiyacı olacağını, her sıkıntıyla sadece kendisinin uğraşamayacağını düşünmüyorlardı. Bu gidişte de sorumluluklarının gereğine göre davranacak gibi de gözükmüyorlardı. Bunun üzerine Resulüllah sürece fiilen müdahale etmeye karar verdi. Önde gelen Müslümanların mescitte toplanmalarını istedi. Konuşmasında, birilerinin dedikodu ve iftiralarla kendisine ve ailesine zarar vermek istediklerim söyledikten sonra, ‘Ben eşim hakkında hiçbir kötülük bilmiyorum’ dedi. Eşi hakkında herhangi bir kuşkusunun ve bir koca olarak eşiyle ilgili bireysel bir sıkıntısının olmadığını konuşmasının başında özellikle ifade etti. Sonra, Müslümanlardan açıkça yardımlarını istedi: ‘Eşim konusunda iftira çıkaranlar hakkında yapılması gerekenin ne olduğunu bana söyleyin’ dedi. Bu arada iftiranın başlatıcısı, münafıkların reisi Abdullah b. Ubeyy’in ismini de açıkça zikretti: ‘Eşime iftira atan bu adam hakkında bana kim yardım edecek?’ dedi. Sâ’d b. Muaz hemen ayağa kalktı. Resulüllah’ın ne demek istediğini anlamıştı. ‘Ey Allah’ın Resulü! Bu konuda ben sana yardımcıyım. İftiraya karışan Evslilerin boyunlarını uçurmaya hazırım. Hazreçlilere gelince, bu konuda bir emrin olursa yerine getirmekte tereddüt etmem’ dedi. Evsin eşrafından olan Sâ’d b. Muaz’m bu çıkışı, Hazreçin eşrafından olan Sâ’d b. Ubâde’yi rahatsız etti. Kavmiyetçilik duyguları kabardı. Depreşen cahiliye asabiyetinin etkisiyle Sâ’d b. Muaz’a cevap verme ihtiyacı hissetti; ‘Abdullah b. Ubeyy’e dil uzatamazsın. Onu öldürmeye kalkışamazsın. Resulüllah’ın eşine iftira atanlar arasında Hazreçten bazı kimseler olduğu için böyle konuşuyorsun. Onlar eğer Evsli olsalardı böyle konuşmazdın’ dedi. Bunu üzerine Sâ’d b. Muaz’ın amca oğlu olan Useyd[189] b. Hudayr söze karıştı. Useyd, Sâ’d b. Ubâde’ye çıkışarak ‘Eğer istersek o münafığı öldürürüz. Siz de buna engel olamazsınız. Sen galiba bir münafıksın ki, münafık olduğu herkes tarafından bilinen bir adamı desteklemekte bir sakınca görmüyorsun. Vallahi, eğer daha önce Resulüllah’ın o münafığı öldürmemizi İstediğim bilseydik İsteğini hemen yerine getirirdik’ dedi. Sâ’d b. Ubâde, kendisine yönelik bu sözlere karşılık verdi. Evsli birisinin hiçbir Hazreçliye zarar vermeye cesaret edemeyeceğini söyledi. Bunların arkasından ‘Evslilerl Sizler bu sözlerinizle bizi cahiliye pisliğinin içine itelemek istinurum kötüydü.

Resulüllah, etcili£e uygun davranışlar sergilemeye başlamışlardı. Müslümanlıklarının gereğine göre değil, batıl bir dava olan kavmiyetçiliğin gereğine göre konuşuyorlardı. Hatta sözlü sataşmalar fiilî çatışmaya dönüşmek üzereydi. Bunun üzerine Resulüllah kendisiyle ilgili görünen problemi ve bu problem çerçevesinde gerçekleşmesini istediği davranışı bir yana bırakıp, Müslümanlar arasında depreşen cahiliye davacının etkilerini yok etmeye çalıştı. İki tarafla da konuşup, durumlarını gözden geçirmelerini ve kavmiyetçilik ‘pisliğine’ bulaştıklarını anlamalarını sağlayacak bir konuşma yaptı. İki tarafı da zorla yatıştırdı ve mescitten çıkıp, doğruca Aişe’nin yanına gitti.

Resulüllah açısından durum anlaşılmıştı. Beklentisi gerçekleşmemiş, Müslümanlar iftira selinin ortasında kendisini yalnız bırakmışlardı. Açıkçası, Müslümanlar kötü bir imtihan vermişlerdi. Bu aşama da problemi bizzat kendisinin çözmesi, önce eşiyle konuşup konuyu bütün boyutlarıyla açığa çıkardıktan sonra yapılması gerekenler nelerse onu yapması gerekiyordu. Ancak bu aşamada İlâhî müdahale gerçekleşti ve hem iftira kampanyasını sona erdirdi, hem de Müslümanların eğitiminde önemli aşamalardan birisini daha gerçekleştirdi. Müslümanlara, önemli bir sorumluluklarını hatırlattı. Gelişmelerin devamını Aişe şöyle anlatmıştır: [190]

Hakkımda konuşulanları öğrenmemin üzerinden iki gece, bir gündüz geçmişti. Bu süre içerisinde sürekli ağlamıştım. Resulüllah mescitteki toplantının hemen sonrasında, anne ve babamla oturup ağlaştıgımız sırada yanımıza geldi. Yanıma oturup ‘Aişe!’ dedi ve hakkımda çıkarılan dedikoduları anlattı. Sözlerini ‘Eğer sen bu anlatılanlarla ilgili değilsen, Allah bu söylenenlerle ilgili olmadığını bildirip seni temize çıkarır. Yok eğer bu günahı işledinse Allah’tan affını iste, tövbe et. Çünkü Allah, günahım itiraf edip de tövbe eden kulunu bağışlar’ diyerek tamamladı. O böyle deyince anne ve babama dönüp, ‘Benim yerime siz cevap verin’ dedim. İkisi de ‘Ne diyeceğimizi bilmiyoruz’ dediler. Resulüllah’ın konuşması ve Anne ile babamın bu cevabı karşısında ağlamam kesildi. Birden kendimi oldukça güçlü buldum. Allah’a hamd edip, O’nu layık olduğu şekilde andıktan sonra söyleyeceklerimi söylemeye başladım. O zamanlar henüz Kur’an’dan pek ezberim yoktu. Bu nedenle düşüncelerimi daha iyi ifade edebilmek için ayet okumak istediğim hâlde okuyamamıştım. Dedim ki: ‘Ben anlıyorum ki, siz hakkımda söylenenleri dinlemişsiniz ve hatta bazısına da inanmışsınız. Şimdi ben size Ben o günahı işlemedim’ desem bana inanmazsınız. Ama farz edelim ki ‘Ben o günahı işledim’ deyip itirafta bulunsam hemen inanırsınız. Vallahi ben kendim için de sizin İçin de Yakub’un dediğinden başkasını demiyorum. O şöyle demişti: Artık bana düşen güzelce bir sabırdır. İddialarınız karşısında ancak Allah’tan yardım istenir.[191] Sözlerimi bitirince sırtımı dönüp yattım. Ben suçsuz olduğumu bildiğim için Allah’ın durumumu açığa kavuşturacağına kesinlikle inanıyordum. Ancak, Allah’ın, durumum hakkında ayet vahyedeceğini hiç düşünmüyordum. Şahsımı ilgilendiren bir iş için ayet vahy olunacağını aklıma dahi getirmiyordum. Ben sadece rüya yoluyla veya ilham yoluyla Resulüllah’m hakkımda bilgilendirileceğini düşünmüştüm. Sırtımı dönüp yatınca Resulüllah kalkmaya niyetlendi. Henüz kalkmamıştı ki ayet vahyolunmaya başladı. Bunu, Resulüllah’ın ayet vahyolunurken sahip olduğu belirtilerin açığa çıkmasından anladım. Vallahi o sırada ben ne korktum, ne de aldırış ettim.

Anne ve babama gelince, hakkımdaki dedikodular doğrulanacak diye korkuyor, korkudan ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Resulüllah’ın üzerinden vahiy hali geçince yüzü güldü. Sevinçliydi; ‘Müjde ya Aişe! Allah seni temize cihardı’ dedi. Resulüllah böyle deyince anne ve babam çok sevindiler. ‘Resulüllah’a teşekkür et’ dediler. Ben, ‘Vallahi ne size, ne de O’na teşekkür ederim. Ben, ancak, sizlerin duyup da reddetmediğiniz şeylerden beni uzak tutan ve hakkımda ayet indiren Allah’a hamd ve teşekkür ederim’ dedim. Ben öyle söyleyince babam kızdı ‘Sen bunu Resulül-lah’a mı söylüyorsun’ dedi. Ben de ‘Evet O’na da söylüyorum’ dedim.

İftirayı açığa çıkaran, münafıkları deşifre eden, Müslümanların böylesi bir olayda nasıl davranmaları gerektiğini açıklayan ayetler şöyleydi: ‘Bu ağır iftirayı atanlar içinizden bir gruptur. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın; aksine o, sizin için bir iyiliktir. (Çünkü böylelikle, bu gibi durumlarda ne yapmanız gerektiği konusunda sahip olduğunuz eksikliği öğrenme imkanına kavuştunuz). Onlardan her bir kişiye günah olarak ne işlemişse (onun karşılığı olan ceza) vardır. Onlardan (elebaşılık yapıp) bu günahın yükünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır. Erkek ve kadın müminlerin bu iftirayı işittiklerinde, kendi vicdanları ile bir hüsnü zanda bulunup da: ‘Bu, apaçık bir iftiradır’ demeleri gerekmez miydi? Onların (iftiracıların) da bu konuda dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki şahitler getiremediler, öyle ise onlar Allah katında yalancıların ta kendileridirler. Eğer dünya da ve ahirette Allah’ın lütuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftiradan dolayı size mutlaka büyük bir azap isabet ederdi. Çünkü siz bu iftirayı, dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sahibi olmadığınız şeyi ağzınızda geveleyip duruyordunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyordunuz. Halbuki bu, Allah katında çok büyük (bir suç)tur. (Ey iman edenler!) Onu duyduğunuzda: ‘Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Haşa! Bu, çok büyük bir iftiradır’ demeniz gerekmiyor muydu? Eğer inanmış insanlarsanız, Allah, bir daha buna benzer bir tutumdan sizi sakındırıp uyarır. Ve Allah ayetleri size açıklıyor. Allah, (işin içyüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir. İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da ahirette de çetin bir ceza vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Ya sizin üstünüze Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, Allah “çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (haliniz nice olurdu?).[192] Hz. Aişe sürecin sonunu şöyle anlatmıştır:

Ayet inip durumum açıklığa kavuşturulunca, babam yoksul olduğu için eskiden beri yardım ettiği Mıstah b. Usâse için ‘Aişe hakkında dedikodu yapan Mistah’a bir daha yardım etmeyeceğim deyip yemin etti. Bunun üzerine bir ayet daha vahyoldu. Bu ayette yüce Allah şöyle diyordu: ‘İçinizden faziletli ve servet sahibi kimseler akrabaya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar; feragat göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.[193] Bunun üzerine babam ‘Vallahi ben Yüce Allah’ın beni affetmesini elbette isterim’ dedi ve Mıstah’a yaptığı yardımı kesmeyeceğini söyledi; ‘Ben bu yardımı hiçbir zaman kesmem’ dedi.[194]

Hz. Aişe’ye atılan iftira nedeniyle, başta Resulüllah olmak üzere Müslümanların tamamına yakını zor ve sıkıntılı bir ay geçirdiler. Ancak bu zorluk ve sıkıntılar, bir çok bakımdan kendileri için hayırlı bir sonuca vesile oldu. Öncelikle, münafıkları bir kez daha yakından tanıma imkânı elde ettiler. Bu arada kolaylıkla münafıklara meyledebilecek olan ve hatta meyleden Müslümanlar, benzer durumlarda nasıl davranacaklarını öğrendiler. Ayrıca Müslümanlıklarının gerektirdiği sorumlulukların ve bu sorumluluğun neden olması gereken bazı hassasiyetlerin farkına varma imkanı elde ettiler. Yanlışlıklar karşısında pasif durmanın, yanlışlıkların suçundan, günahından uzak durmanın yeterli olmadığını anladılar. Tüm bunların yanı sıra, insanlar arasından seçilen ve tüm insanlar için en güzel örnek kılınan Resulüllah’ın, bütün farklılık ve üstünlüklerine rağmen, bir insan olduğunu bir kez daha yakından tanıma ve görme imkânı elde ettiler.

[179] Nûr sûresi, 24:12
[180] Ahzab, 33:32
[181] Ahzab, 33:32,33
[182] Koksal, îslâm Tarihi-Medine Devri, V/68.
[183] Buharı, Şahâdat 15; Müslim, Tevbe 56.
[184] Buharı, Şahâdat 15; Müslim, Tevbe 56; Ahmed, Müsned, VI/196.
[185] Buharî, Şahâdat 15; Müslim, Tevbe 56; Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 111/313. [186] Buharî, Şahâdat 15; Müslim, Tevbe 56; Ahmed, Müsned, Vl/197.
[187] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 111/315.
[188] Vakıdî, Meğazi, 11/433.
[189] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, IH/319; Said Havva, El Esas Fi’s Sünne, II7495.
[190] Buharî, Şehâdât 15; Müslim, Tevbe 56; Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 111/313; Vakıdî, Meğazi, 11/431.
[191] Yusuf, 12: 18
[192] Nür, 24:11-20
[193] Nur, 24:22
 
Üst Alt