ceylannur
Yeni Üyemiz
İnkar Psikolojisi
Kâinattaki muhteşem âhenk, mükemmel nizam; başdöndürücü güzelliğiyle Yüce Yaratıcı'yı göstermekte... Rüyalarına dahi yalanın, aldatmanın girmediği, gerçeğin temsilcisi bütün peygamberler, doğruluklarıyla, ellerindeki binlerce mucizeyle tarih boyunca tevhidi haykırmakta... Herbir vicdan -tamamıyla paslanıp mühürlenmemiş ise- ALLAH'ın varlığına ve birliğine şahitlik etmektedir. Evet, kâinat bir lisan kesilmiş O'nu anlatıyor, O'nu haykırıyorken, varlık her köşesiyle ayan-beyan O'nun varlığını ispat eden delillerle dolu iken, nasıl oluyor da bazı insanlar inkâr bataklığına saplanabiliyor?
Cevap olarak birçok sebep zikredilebilir. Ancak biz burada, sadece psikolojik saiklerden bir-ikisini ele almak istiyoruz. Çünkü inançsızlığa saplanan insanların birçoğunda oluşan inkâr düşüncesi, zannedildiği gibi, aklî, mantıkî, ilmî bir tavırdan değil; hissî bir hâlet-i ruhîyeden kaynaklanmaktadır. Şimdi bu saiklerden birkaçını özetlemeye çalışalım:
Israrla İşlenen Günahlar
Çağın mütefekkiri, bu hususu: "Her günahta, inkâra giden bir yol vardır." vecizesiyle anlatır. Yani herbir günah, insanı inkâra götürecek potansiyel tehlike konumundadır. Hele bir de bu günah, ısrarla ve inatla devam ettirilir ise, insan uçurumun kenarına yaklaşmış demektir.
İnsanın iç dünyasının şerhedildiği eserlerde, bu sürüklenme, müşahhas misâllerle adım adım gözler önüne serilir. Meselâ denir; farz namazını ihmal eden bir kişiyi ele alacak olursak, bu adam, iş yerinde ihmal ettiği bir vazifesi yüzünden âmirinden azar işitiyor ve bundan üzüntü duyuyor. Halbuki aynı kişi, günde beş defa minarelerden bütün halka ilân edilen Sultanlar Sultanı'nın emrine karşı kayıtsız kalıyor, böyle büyük bir vazifeyi ihmal ediyor. Sonra zihninde bu durumun mukayesesini yapıyor: "Küçük bir ihmalden dolayı böyle bir azar işittim. Halbuki ben büyük bir vazifeyi, nicedir ihmal edip duruyorum. Elbette bunun cezası büyük olmalı ve ben çetin bir azapla karşı karşıya kalacağım." Bu sıkıntılı ruh hali içinde, diliyle ifade etmese de gizliden gizliye kalbinin derinliklerinde şöyle bir arzu oluşur: "Keşke böyle bir kulluk vazifesi olmasaydı." İnsanın iç âleminde yaşadığı hissî değişim, bu haliyle kalmaz. Sonra, açıkça dile getirilmese de, kulluk vazifesinin olmaması arzusundan kaynaklanan, ulûhiyete karşı kalbin derinliklerinde bir düşmanlık hissi uyanır. Bu his de inkâr arzusuna kaynaklık eder. İşte böyle bir durumda iken, Cenab-ı Hakk'ın varlığına dair bir şüphe o insanın kalbine gelse, kati bir delilmiş gibi ona yapışmaya meyleder. Böylece o kişi için büyük bir helâket kapısı açılır ve o kişi inkâra sürüklenip gider.
Dikkat edildiğinde görülecektir ki, bu psikolojideki bir insan, başlangıç itibariyle aklına takılan bir problemden hareketle inkâra kalkışmıyor; hesap vereceği bir makamın olmamasını arzu ediyor. Sonra bu arzusunu inanç haline getiriyor. Daha sonra bu arzusunu destekler gibi görünen bazı kuruntulara, delilmiş gibi sarılıyor.. ve neticede o kişi girdaba kapılmış bir nesne gibi vehim girdabı içinde boğulup gidiyor.
Israrla işlenen günahların, insanı inkâra götüren bir yol olmasının diğer bir sebebi de, o günahlara karşı oluşan "bağımlılık" duygusudur. Bu durum da şöyle izah edilmektedir: "ALLAH'a karşı isyanın, günahkârlığın mahiyetinde -bilhassa devam ederse- inkâr tohumu vardır. Çünkü, isyana devam eden kişi, onu kabullenir. Sonra ona müptelâ olur. Yani o günaha bağımlı hale gelir, âdeta onun esiri olur. Öyle ki artık o günahın terkine imkân bulamayacak hale gelir. Sonra o isyanın cezayı gerektirmemesini arzulamaya başlar. Bu hâl böyle devam ettikçe inkâr tohumu yeşillenmeye durur. En nihayet gerek cezayı, gerek adâletin gerçekleşeceği ceza yurdunu inkâra sebep olur. Şayet hesap gününü inkâr eden çok cılız, delil görünümünde bir vehimle karşılaşsa, o vehmi kocaman bir delil sayar. En nihayet işlediği günahlara pişman olmayıp, o günahları terk etmezse kalbi kararmaya, paslanmaya tutulur ve o kişi böylece mahvolur gider."
Benlik İddiası veya Büyüklük Kompleksi
Mü'min suresindeki şu âyet-i kerime benlik iddiasının insanı nasıl inkâra sürüklediğine işaret etmektedir: "Kendilerine ulaşan hiçbir delil olmaksızın ALLAH'ın âyetleri hakkında ileri-geri tartışanların içinde olan duygu, büyüklük kompleksinden başka bir şey değildir. Sen onların şerrinden ALLAH'a sığın. Çünkü O her şeyi tam mânâsıyla işitir ve bilir."Görüldüğü üzere, ALLAH'ın âyetleri hakkında ileri-geri konuşma herhangi bir delile, yani akla, mantığa, ilme dayandırılmamaktadır. Asıl saik, büyüklük kompleksidir. Yani benlik iddiası ve başkasına boyun eğmeme arzusu insanı ALLAH'ın âyetleri hakkında ileri-geri konuşmaya götüren, esas sevkedici unsurdur. Bu âyetin tefsirine kapı aralayacak şu tespitler ne kadar dikkat çekici ve ne kadar ürperticidir: "Benlik davasından kaynaklanan 'gizli şirk' katılaştığı zaman esbâb şirkine inkılâp eder. Bu da devam ederse inançsızlığa dönüşür. Bu dahi devam ederse, insan ta'tile, yani varlığın bir yaratıcısı olmadığı zannına kapılır gider."
Konuyu biraz daha açmak için insanı daha yakından analiz etmemiz gerekiyor: "İnsan, yaratılışı itibariyle nefsini sever. Hattâ denebilir ki, her şeyden daha çok ve her şeyden öncelikli olarak yalnız nefsini sever. Başka her şeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda, o ölçüde nefsini över. Mâbuda lâyık bir kusursuzluk ve mükemmellik bakış açısıyla nefsini bütün ayıp, kusur ve eksikliklerden uzak görür, hiçbir hata ve kusuru nefsine lâyık görmez. Tapar derecesinde onu müdafaa eder. Hattâ kendisine armağan edilen ve gerçek ibadet edilecek Zât'ı hamd ve tesbih için verilen donanım ve kabiliyetleri bile, kendi nefsi için kullanarak, nefsini âdeta ilâh edinir. Meselâ lütûflar, ihsanlar, ilim kabiliyeti gibi kendisine bahşedilen hediyeleri kendi nefsine mal eder. Bütün bunların gerçek sahibinin kendisi olmasını arzu eder ve zamanla bu temennisini inanç haline getirir. Halbuki her şeyin gerçek sahibi Yüce ALLAH'tır. Bencillik nöbetlerine tutulmuş insan, daha sonra bu kabiliyet ve donanımların gerçek sahibi ALLAH (cc)'ı -hâşâ- rakip olarak görmeye başlar. Sonra Cenâb-ı Hakk'ın verdiği nimetlerin, O'ndan olduğu gerçeğini sözle, davranışla ve kalben örtmek, gizlemek ister ki, bu da insanın inkâra sürüklenip gitmesi demektir."
Bu tespitlerden de anlaşılacağı üzere, bu psikolojideki insan bir delile, aklî, mantıkî, ilmî bir veriye dayanarak inkâra kalkışmıyor. Her şeyi nefsine mal etme gibi bencilce ve büyüklük kompleksinden kaynaklanan hissî bir sâikle, kendini helâk edecek bir sürece sokmuş oluyor.
Ümitsizlik
"İnsanın, inkâr girdabına kapılmasına yol açan önemli sebeplerden biri de ümitsizliktir. Çünkü güzel ve faydalı iş yapamayan, ALLAH'ın emirlerini yerine getiremeyen insan; azaptan korkar, ümitsizliğe düşer. Böyle birisinin gözüne, dinî meselelere aykırı gibi görünen önemsiz bir emare, kocaman bir delil gibi görünür. O kişi böyle birkaç emâreyi elde eder etmez, diğer emârelerin sâikasıyla isyanını ilân ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın esiri olur."
Görüldüğü gibi, inkâr; akıl ve zihin platformunda değil, his ve heves zemininde gelişip kök salıyor. İnkârcılık düşüncesi bir süreç içerisinde oluşuyor. Ve bu süreç aklî, zihnî sâiklerle değil, his ve heves yörüngeli sâiklerle besleniyor.
Hamdi İŞCAN
Kâinattaki muhteşem âhenk, mükemmel nizam; başdöndürücü güzelliğiyle Yüce Yaratıcı'yı göstermekte... Rüyalarına dahi yalanın, aldatmanın girmediği, gerçeğin temsilcisi bütün peygamberler, doğruluklarıyla, ellerindeki binlerce mucizeyle tarih boyunca tevhidi haykırmakta... Herbir vicdan -tamamıyla paslanıp mühürlenmemiş ise- ALLAH'ın varlığına ve birliğine şahitlik etmektedir. Evet, kâinat bir lisan kesilmiş O'nu anlatıyor, O'nu haykırıyorken, varlık her köşesiyle ayan-beyan O'nun varlığını ispat eden delillerle dolu iken, nasıl oluyor da bazı insanlar inkâr bataklığına saplanabiliyor?
Cevap olarak birçok sebep zikredilebilir. Ancak biz burada, sadece psikolojik saiklerden bir-ikisini ele almak istiyoruz. Çünkü inançsızlığa saplanan insanların birçoğunda oluşan inkâr düşüncesi, zannedildiği gibi, aklî, mantıkî, ilmî bir tavırdan değil; hissî bir hâlet-i ruhîyeden kaynaklanmaktadır. Şimdi bu saiklerden birkaçını özetlemeye çalışalım:
Israrla İşlenen Günahlar
Çağın mütefekkiri, bu hususu: "Her günahta, inkâra giden bir yol vardır." vecizesiyle anlatır. Yani herbir günah, insanı inkâra götürecek potansiyel tehlike konumundadır. Hele bir de bu günah, ısrarla ve inatla devam ettirilir ise, insan uçurumun kenarına yaklaşmış demektir.
İnsanın iç dünyasının şerhedildiği eserlerde, bu sürüklenme, müşahhas misâllerle adım adım gözler önüne serilir. Meselâ denir; farz namazını ihmal eden bir kişiyi ele alacak olursak, bu adam, iş yerinde ihmal ettiği bir vazifesi yüzünden âmirinden azar işitiyor ve bundan üzüntü duyuyor. Halbuki aynı kişi, günde beş defa minarelerden bütün halka ilân edilen Sultanlar Sultanı'nın emrine karşı kayıtsız kalıyor, böyle büyük bir vazifeyi ihmal ediyor. Sonra zihninde bu durumun mukayesesini yapıyor: "Küçük bir ihmalden dolayı böyle bir azar işittim. Halbuki ben büyük bir vazifeyi, nicedir ihmal edip duruyorum. Elbette bunun cezası büyük olmalı ve ben çetin bir azapla karşı karşıya kalacağım." Bu sıkıntılı ruh hali içinde, diliyle ifade etmese de gizliden gizliye kalbinin derinliklerinde şöyle bir arzu oluşur: "Keşke böyle bir kulluk vazifesi olmasaydı." İnsanın iç âleminde yaşadığı hissî değişim, bu haliyle kalmaz. Sonra, açıkça dile getirilmese de, kulluk vazifesinin olmaması arzusundan kaynaklanan, ulûhiyete karşı kalbin derinliklerinde bir düşmanlık hissi uyanır. Bu his de inkâr arzusuna kaynaklık eder. İşte böyle bir durumda iken, Cenab-ı Hakk'ın varlığına dair bir şüphe o insanın kalbine gelse, kati bir delilmiş gibi ona yapışmaya meyleder. Böylece o kişi için büyük bir helâket kapısı açılır ve o kişi inkâra sürüklenip gider.
Dikkat edildiğinde görülecektir ki, bu psikolojideki bir insan, başlangıç itibariyle aklına takılan bir problemden hareketle inkâra kalkışmıyor; hesap vereceği bir makamın olmamasını arzu ediyor. Sonra bu arzusunu inanç haline getiriyor. Daha sonra bu arzusunu destekler gibi görünen bazı kuruntulara, delilmiş gibi sarılıyor.. ve neticede o kişi girdaba kapılmış bir nesne gibi vehim girdabı içinde boğulup gidiyor.
Israrla işlenen günahların, insanı inkâra götüren bir yol olmasının diğer bir sebebi de, o günahlara karşı oluşan "bağımlılık" duygusudur. Bu durum da şöyle izah edilmektedir: "ALLAH'a karşı isyanın, günahkârlığın mahiyetinde -bilhassa devam ederse- inkâr tohumu vardır. Çünkü, isyana devam eden kişi, onu kabullenir. Sonra ona müptelâ olur. Yani o günaha bağımlı hale gelir, âdeta onun esiri olur. Öyle ki artık o günahın terkine imkân bulamayacak hale gelir. Sonra o isyanın cezayı gerektirmemesini arzulamaya başlar. Bu hâl böyle devam ettikçe inkâr tohumu yeşillenmeye durur. En nihayet gerek cezayı, gerek adâletin gerçekleşeceği ceza yurdunu inkâra sebep olur. Şayet hesap gününü inkâr eden çok cılız, delil görünümünde bir vehimle karşılaşsa, o vehmi kocaman bir delil sayar. En nihayet işlediği günahlara pişman olmayıp, o günahları terk etmezse kalbi kararmaya, paslanmaya tutulur ve o kişi böylece mahvolur gider."
Benlik İddiası veya Büyüklük Kompleksi
Mü'min suresindeki şu âyet-i kerime benlik iddiasının insanı nasıl inkâra sürüklediğine işaret etmektedir: "Kendilerine ulaşan hiçbir delil olmaksızın ALLAH'ın âyetleri hakkında ileri-geri tartışanların içinde olan duygu, büyüklük kompleksinden başka bir şey değildir. Sen onların şerrinden ALLAH'a sığın. Çünkü O her şeyi tam mânâsıyla işitir ve bilir."Görüldüğü üzere, ALLAH'ın âyetleri hakkında ileri-geri konuşma herhangi bir delile, yani akla, mantığa, ilme dayandırılmamaktadır. Asıl saik, büyüklük kompleksidir. Yani benlik iddiası ve başkasına boyun eğmeme arzusu insanı ALLAH'ın âyetleri hakkında ileri-geri konuşmaya götüren, esas sevkedici unsurdur. Bu âyetin tefsirine kapı aralayacak şu tespitler ne kadar dikkat çekici ve ne kadar ürperticidir: "Benlik davasından kaynaklanan 'gizli şirk' katılaştığı zaman esbâb şirkine inkılâp eder. Bu da devam ederse inançsızlığa dönüşür. Bu dahi devam ederse, insan ta'tile, yani varlığın bir yaratıcısı olmadığı zannına kapılır gider."
Konuyu biraz daha açmak için insanı daha yakından analiz etmemiz gerekiyor: "İnsan, yaratılışı itibariyle nefsini sever. Hattâ denebilir ki, her şeyden daha çok ve her şeyden öncelikli olarak yalnız nefsini sever. Başka her şeyi nefsine feda eder. Mâbuda lâyık bir tarzda, o ölçüde nefsini över. Mâbuda lâyık bir kusursuzluk ve mükemmellik bakış açısıyla nefsini bütün ayıp, kusur ve eksikliklerden uzak görür, hiçbir hata ve kusuru nefsine lâyık görmez. Tapar derecesinde onu müdafaa eder. Hattâ kendisine armağan edilen ve gerçek ibadet edilecek Zât'ı hamd ve tesbih için verilen donanım ve kabiliyetleri bile, kendi nefsi için kullanarak, nefsini âdeta ilâh edinir. Meselâ lütûflar, ihsanlar, ilim kabiliyeti gibi kendisine bahşedilen hediyeleri kendi nefsine mal eder. Bütün bunların gerçek sahibinin kendisi olmasını arzu eder ve zamanla bu temennisini inanç haline getirir. Halbuki her şeyin gerçek sahibi Yüce ALLAH'tır. Bencillik nöbetlerine tutulmuş insan, daha sonra bu kabiliyet ve donanımların gerçek sahibi ALLAH (cc)'ı -hâşâ- rakip olarak görmeye başlar. Sonra Cenâb-ı Hakk'ın verdiği nimetlerin, O'ndan olduğu gerçeğini sözle, davranışla ve kalben örtmek, gizlemek ister ki, bu da insanın inkâra sürüklenip gitmesi demektir."
Bu tespitlerden de anlaşılacağı üzere, bu psikolojideki insan bir delile, aklî, mantıkî, ilmî bir veriye dayanarak inkâra kalkışmıyor. Her şeyi nefsine mal etme gibi bencilce ve büyüklük kompleksinden kaynaklanan hissî bir sâikle, kendini helâk edecek bir sürece sokmuş oluyor.
Ümitsizlik
"İnsanın, inkâr girdabına kapılmasına yol açan önemli sebeplerden biri de ümitsizliktir. Çünkü güzel ve faydalı iş yapamayan, ALLAH'ın emirlerini yerine getiremeyen insan; azaptan korkar, ümitsizliğe düşer. Böyle birisinin gözüne, dinî meselelere aykırı gibi görünen önemsiz bir emare, kocaman bir delil gibi görünür. O kişi böyle birkaç emâreyi elde eder etmez, diğer emârelerin sâikasıyla isyanını ilân ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın esiri olur."
Görüldüğü gibi, inkâr; akıl ve zihin platformunda değil, his ve heves zemininde gelişip kök salıyor. İnkârcılık düşüncesi bir süreç içerisinde oluşuyor. Ve bu süreç aklî, zihnî sâiklerle değil, his ve heves yörüngeli sâiklerle besleniyor.
Hamdi İŞCAN