ceylannur
Yeni Üyemiz
İnsanı Anlamada Nilüfer Sembolü
İnsanoğlu kendisini tanımada, mânâlandırmada ve iç dünyasını keşfetmede tarih boyunca sembolleri kullanmıştır. Sembollerin, insanın kompleks, kaotik ve belli bir kalıba uymayan fıtratını anlamada temsilî bir dürbün olarak kullanılması, insanlık tarihi kadar eskidir. Kadîm kültürlerde insan, varlık ağacının bir meyvesi olarak algılanmış ve insanın makro-kozmosun fihristini taşıyan mikro-kozmos olduğu sürekli vurgulanmış, "İnsan küçük bir kâinat, kâinat büyük bir insandır." denmiştir. Hakikati idrakte ve tespitte gözlenen farklılıkları izah etmede nilüfer, insan enesindeki benlik motiflerinin bir kısmını temsil eden bir model olarak kullanılmıştır. Bediüzzaman'ın, "Üçümüz de kendimizi 'Zühre', 'Katre', 'Reşha' farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor. Biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar, biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız." şeklindeki ifadesinden sonra bahsettiği, "Zühre nâmında nakışlı bir çiçek" nilüfer çiçeği olabilir mi? Burada sanki nilüferin maddî güneşten istifadesiyle, insanın manevî güneşten istifadesi arasında paralellik kuruluyor.
Tabiatta, güneş ışığının ihtiva ettiği yedi rengi ve bunların alt tonlarını yansıtan nilüfer çeşitleri bulunmaktadır. Nilüferin kök, gövde ve yapraklarına konan temizleme ve arındırma sistemiyle, genetiğine kodlanmış ilâhî sanatlar sergilenerek, çamurun içinde güzel kokulu ve renkli çiçekler meydana getirilir. Bu muhteşem bitki, suyun altındaki çamurun içinden yukarıya doğru gelişir, hava ve güneşle buluşur. Sonra biz onu, kendine has güzel kokulu ve renkli çiçekleriyle müşahede ederiz.
Çiçeğin insanı büyüleyen renkleri, hoş kokusu ile yetiştiği ortam arasında bir zıtlık vardır. Nilüfer, çevresinin pek hoş olmayan manzarasına rağmen, fıtrî olarak kendinde saklı bulunan güzellikleri ortaya koymak üzere programlanmıştır. Hattâ nilüferin yetiştiği havuzun dibi ne kadar çamurlu ve bulanıksa, su üstünde oluşan çiçeklerin koku ve renkleri de o nispette güzel olmaktadır. Nilüfer, sanki su altında karanlıkta kalmayı tercih etmemekte, sürekli yukarıya doğru seyahat ederek hava ve güneş ile irtibata geçmeyi arzu etmektedir. Güneş ve hava ile buluştuktan sonra da, hayat çemberine yazılmış mizaç ve karakterini ortaya koyarak çevresine renkli ve hoş kokulu çiçekleri sunar. Nilüfer de her canlı gibi bir dönem çiçek açar, güzelliklerini sergiler ve tohumunu bırakarak hayata veda eder. Bu tohumlar, uygun bir zaman diliminde tekrar havuzlarda ve gölcüklerde filizlenerek, su üstüne doğru çıkmaya başlar. Dolayısıyla nilüferin hayatı dairevîdir.
İnsanın kâmil insan haline gelmesi sürecinde yaşanan hâdiseler, kısmen nilüferin hayat hikâyesine benzemektedir. İnsanlar da nilüfer gibi, toprağa bağlı gelişir; fizikî, hissî ve zihnî gelişmeyi yaşarlar. İnsandaki bu gelişmelerin hepsi, insanın mizaç ve karakter motifi veya ikisinin kombinasyonu olan kişilik motifi üzerinde gerçekleşir. Nasıl nilüferin genetiğindeki renk motifleri, onun güneşle münasebetlerini şekillendirip güneşin küllî, umumî beyaz ışığını hususîleştiriyorsa, aynen öylede insanın mizaç ve karakter motifi (kişilik) de, insanın hakikat güneşinden istifadesini etkiliyor ve hususîleştirerek çeşitlendiriyor. Bu açıdan her insan; mahiyeti gereği; hayatın, olguların ve hadiselerin 360 derecelik toplam gerçekliğini idrâk etmede ve analizde hakikati parçalara ayırıyor. Bu durum, insanın yaratılıştan getirdiği benlik dürbününde var olan aynavari motiflerin hakikat ışığını farklı şekillerde yansıtmasından kaynaklanıyor. Neticede bir hakikat çok renklere giriyor; insanlar, bir meselede mükemmeli yakalayabilmek için meşverete ve takım çalışmasına mecbur oluyorlar. Aynı yolda yürüyen ilim adamları, aynı konuda farklı neticelere varıyorlar.
İslâmiyet içinde birden fazla tarikat ve hak mezhep doğuyor. Çocuklar, genellikle ebeveynlerinden farklı mizaçlarda doğduklarından, onların nasıl terbiye edileceği hususunda aile içi çatışmaların ortaya çıkması kaçınılmaz oluyor. Her bir farklı mizaç motifi, bir hâdisenin veya hakikatin farklı yönlerini, kısmî olarak algılar. Bu durum, "Ümmetimin ihtilafı rahmettir." hadisinin mânâ ve önemini daha da anlaşılır kılıyor. İnsanlar hâdiselere farklı nazar ve niyetle baktığından, ihtilaflar çıkar. Bediüzzaman'ın 24. Söz'ün 2. dalında 'ihtilaf'a dair söyledikleri doğrusu dikkat çekicidir: "İnsan çendân bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir. Lâkin iktidarı cüz'î, ihtiyarı cüz'î, istidadı muhtelif, arzuları mütefâvit olduğu halde binler perdeler, berzahlar içinde hakikati araştırır. Onun için hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor. Bazıları berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor; bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe olamıyor. Hem esmânın cilvelerinin renkleri mazhara göre çeşitleniyor, ayrı ayrı oluyor; bâzı mazhar olan zât, bir ismin tam cilvesine medâr olamıyor. Hem külliyet ve cüz'iyyet ve zilliyet ve asliyet itibariyle, cilve-i esma, başka başka sûret alıyor; bâzı istidad, cüz'iyyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bâzan bir isim gâlib oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor; o istidadda onun hükmü hükümrân oluyor."
Bediüzzaman aynı meselenin devamında, Zühre isimli nakışlı çiçeğin, hakikat güneşi ile olan münasebetini şu şekilde anlatmaktadır: "İşte, sen ey dünyayı unutmayan ve maddiyata dalmış ve nefsi kesafet peyda eden arkadaş! Sen "Zühre" ol. Nasıl ki o "Zühre" çiçeği, Güneşin ışığından çıkmış bir renk alıyor. Ve o bir renk içinde Güneş'in bir örneğini karıştırıp kendine süslü bir şekil giydiriyor. Zira senin kabiliyetlerin dahi ona benzer. (...) İşte bakıyoruz ki: Bir Zât-ı Kerim, ihsanıyla bizi gâyet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana, yakınlık ister ve görmek taleb eder. Öyle ise, her birimiz istidadımıza göre o muhabbet câzibesiyle sülûk edeceğiz. Ey zühre-misâl! Sen gidiyorsun, fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ küllî bir mertebeye geldin. Gûya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki zühre, kesif bir âyinedir. Onda ziyadaki yedi renk inhilal ve inkisar eder. Güneşin aksini gizler. Sen, sevdiğin Güneş'in yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde sûretlerin, berzahların ortaya girmesiyle ortaya çıkan ayrılıktan kurtulamazsın. Lâkin bir şart ile kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin güzellikleri ile lezzetlenen ve iftihar eden bakışını çekesin, gökyüzündeki Güneş'in yüzüne atasın. Hem baş aşağı rızk temini için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki Güneş'e çeviresin. Çünki sen, onun âyinesisin. Vazifen, âyinedârlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir. Evet nasıl bir çiçek, Güneş'in küçücük bir âyinesidir. Şu koca Güneş dahi gök denizinde Şems-i Ezelî'nin "Nur" isminden tecelli eden bir lem'anın katre-misâl bir âyinesidir. Ey insan kalbi, sen nasıl bir Güneş'in âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat Güneş'i, nefsü'l-emirde nasıl ise öyle göremezsin; o hakikati, çıplak anlamazsın. Belki senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir ve kesafetli dürbünün bir sûret takar; ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır."
Nilüferin hayatında iki önemli safha vardır. Birinci safha; suyun altında ve çamurun içinde filizlenme dönemi olup, bu safhada nilüfer tohumları, genetik yapılarına konulduğu gibi çimlenme ve filizlenme potansiyelini merkeze alarak onu kullanırlar. Dolayısıyla su altındaki gelişme dönemi ve bitkinin suyun altında kalan kısımları onun mizacını teşkil eder. Suyun üstüne çıktıktan sonra sahip olduğu istidadı doğrultusunda kendisini güneşe yönelterek, çiçeklenmeye başlar. Çiçeklenme ve güneşe yönelme safhası da, nilüferin karakter eğitimini oluşturur. İnsanın benlik motiflerinin gelişmesi de belli ölçüde nilüferin gelişmesine benzer. Her insan doğduğunda, farklı renkte potansiyel bir nilüfer çiçeğidir. Nasıl, yedi renkte nilüfer çiçeği var ise, baskın potansiyelleri farklı olan en az yedi kişilik grubu olduğu söylenebilir. Nilüferin farklı renklerdeki çeşitleri, güneşle olan münasebetin neticesinde ortaya çıktığı gibi; insanların manevi hakikat güneşiyle münasebeti ve ondan istifadelerindeki derece farkı da, farklı kişiliklerden kaynaklanır.
Hakikat güneşinden insanın istifadesi, yaratılışından gelen potansiyellerinin oluşturduğu mizaç motifi ve karakter eğitimine bağlıdır. İnsan kalbi ve ona bağlı çalışan zihin fakülteleri, hakikat güneşine ve onun hayattaki yansımalarına ayna olur. Her bir mizaç veya kişilik, hakikatin belli bir yüzdesini görebilir. Bunun tabii neticesi olarak ayna fonksiyonu gören insan kalbi ve zihni, farklı idrâk alanlarına sahiptir. Bu aynanın psikolojideki adı, kişilik motifleri veya kişiliği oluşturan mizaç ve karakter motifleridir. Kişilik motifi, çocuğun (0-12 yaş) yaratılıştan getirdiği mizaç motifi üzerine karakter eğitiminin inşa edilmesiyle ortaya çıkar.
Çevresinden etkilenmeden, mahiyetindeki potansiyelleri açığa çıkaran nilüfer gibi, insan da, tutum ve davranışlarıyla kendi karakterini ortaya koymaktadır. Karakter de, mizaç motifi üzerinde inşa edilen bir yapı olduğundan, insan kişiliğinin önemli bir yanı olarak kabul edilir. İnsanların hâdiseleri farklı algılama, analiz ve yorumları; farklı mizaç motiflerinde yaratılmış olmalarından ve bunun üzerine bina edilen çeşitli karakter motifleri inşa etmekten doğan farklı kişiliklerinden kaynaklanır.
Nilüferin güneş ve havayla temasa geçtikten sonra, hoş kokulu ve güzel renkli bir çiçeğe dönüşmesi; insanın nebatî ve hayvanî yanlarının insanîleşmesi, hakikat güneşine yönelerek, zühre, katre ve reşha makamlarında barışın, huzurun, güzelliğin, iyiliğin ve doğruluğun temsilcisi olan "kâmil insan" olma süreciyle paralellik gösterir. Ancak hatırlanması gereken nokta, insanın kemale olan yolculuğunun üç kademeli (zühre-katre-reşha) oluşudur. Bu yüzden insanlar, potansiyelleri ve gayretleri ölçüsünde zühre, katre ve reşha makamına kadar, kendilerine ait kemalatlarını tamamlarlar. Nilüfer (lotus) çiçeği temsiliyle anlatılan insanileşme ve kemale erme, zühre makamına kadar olandır. Zühre makamında her insan kendi kemaline ulaşır.
Bu hakikatten dolayı, insan nebatî ve hayvanî yönlerinin esiri olarak kalmamalı, kalb ve aklın rehberliğinde hak ve hakikat güneşine yönelmeli, kendi potansiyelleri ölçüsünde doğruyu, iyiliği ve güzelliği temsil eden insan olmaya çalışmalıdır. Nasıl nilüferin genetiğine güneşi arama ve ona yönelme temayülü konmuşsa, insanın da fıtratına hakikat güneşine yönelme eğilimi, doğru, iyi ve güzel olanda buluşma isteği konmuştur. Karakter eğitimi sırasında bu istek ve meyiller köreltilmemeli, güçlendirilmelidir. İnsan, normalde cismanî bir hayat sürmeye yatkındır. Ancak kendisine verilecek karakter ve irade eğitimi, onun bu fıtrî temayülünü kontrol altına alıp, kendisini bilgi ve bilgeliğin rehberliğinde hakikat güneşine yönelmeye, hak ve hakikat eksenli bir hayat sürmeye teşvik eder.
Fatih FERDA
İnsanoğlu kendisini tanımada, mânâlandırmada ve iç dünyasını keşfetmede tarih boyunca sembolleri kullanmıştır. Sembollerin, insanın kompleks, kaotik ve belli bir kalıba uymayan fıtratını anlamada temsilî bir dürbün olarak kullanılması, insanlık tarihi kadar eskidir. Kadîm kültürlerde insan, varlık ağacının bir meyvesi olarak algılanmış ve insanın makro-kozmosun fihristini taşıyan mikro-kozmos olduğu sürekli vurgulanmış, "İnsan küçük bir kâinat, kâinat büyük bir insandır." denmiştir. Hakikati idrakte ve tespitte gözlenen farklılıkları izah etmede nilüfer, insan enesindeki benlik motiflerinin bir kısmını temsil eden bir model olarak kullanılmıştır. Bediüzzaman'ın, "Üçümüz de kendimizi 'Zühre', 'Katre', 'Reşha' farz edeceğiz. Zira onlarda farz ettiğimiz şuur kâfi gelmiyor. Biz aklımızı dahi onlara katmalıyız. Yani onlar maddî güneşlerinden nasıl feyiz alıyorlar, biz de mânevî güneşimizden öyle alıyoruz, anlamalıyız." şeklindeki ifadesinden sonra bahsettiği, "Zühre nâmında nakışlı bir çiçek" nilüfer çiçeği olabilir mi? Burada sanki nilüferin maddî güneşten istifadesiyle, insanın manevî güneşten istifadesi arasında paralellik kuruluyor.
Tabiatta, güneş ışığının ihtiva ettiği yedi rengi ve bunların alt tonlarını yansıtan nilüfer çeşitleri bulunmaktadır. Nilüferin kök, gövde ve yapraklarına konan temizleme ve arındırma sistemiyle, genetiğine kodlanmış ilâhî sanatlar sergilenerek, çamurun içinde güzel kokulu ve renkli çiçekler meydana getirilir. Bu muhteşem bitki, suyun altındaki çamurun içinden yukarıya doğru gelişir, hava ve güneşle buluşur. Sonra biz onu, kendine has güzel kokulu ve renkli çiçekleriyle müşahede ederiz.
Çiçeğin insanı büyüleyen renkleri, hoş kokusu ile yetiştiği ortam arasında bir zıtlık vardır. Nilüfer, çevresinin pek hoş olmayan manzarasına rağmen, fıtrî olarak kendinde saklı bulunan güzellikleri ortaya koymak üzere programlanmıştır. Hattâ nilüferin yetiştiği havuzun dibi ne kadar çamurlu ve bulanıksa, su üstünde oluşan çiçeklerin koku ve renkleri de o nispette güzel olmaktadır. Nilüfer, sanki su altında karanlıkta kalmayı tercih etmemekte, sürekli yukarıya doğru seyahat ederek hava ve güneş ile irtibata geçmeyi arzu etmektedir. Güneş ve hava ile buluştuktan sonra da, hayat çemberine yazılmış mizaç ve karakterini ortaya koyarak çevresine renkli ve hoş kokulu çiçekleri sunar. Nilüfer de her canlı gibi bir dönem çiçek açar, güzelliklerini sergiler ve tohumunu bırakarak hayata veda eder. Bu tohumlar, uygun bir zaman diliminde tekrar havuzlarda ve gölcüklerde filizlenerek, su üstüne doğru çıkmaya başlar. Dolayısıyla nilüferin hayatı dairevîdir.
İnsanın kâmil insan haline gelmesi sürecinde yaşanan hâdiseler, kısmen nilüferin hayat hikâyesine benzemektedir. İnsanlar da nilüfer gibi, toprağa bağlı gelişir; fizikî, hissî ve zihnî gelişmeyi yaşarlar. İnsandaki bu gelişmelerin hepsi, insanın mizaç ve karakter motifi veya ikisinin kombinasyonu olan kişilik motifi üzerinde gerçekleşir. Nasıl nilüferin genetiğindeki renk motifleri, onun güneşle münasebetlerini şekillendirip güneşin küllî, umumî beyaz ışığını hususîleştiriyorsa, aynen öylede insanın mizaç ve karakter motifi (kişilik) de, insanın hakikat güneşinden istifadesini etkiliyor ve hususîleştirerek çeşitlendiriyor. Bu açıdan her insan; mahiyeti gereği; hayatın, olguların ve hadiselerin 360 derecelik toplam gerçekliğini idrâk etmede ve analizde hakikati parçalara ayırıyor. Bu durum, insanın yaratılıştan getirdiği benlik dürbününde var olan aynavari motiflerin hakikat ışığını farklı şekillerde yansıtmasından kaynaklanıyor. Neticede bir hakikat çok renklere giriyor; insanlar, bir meselede mükemmeli yakalayabilmek için meşverete ve takım çalışmasına mecbur oluyorlar. Aynı yolda yürüyen ilim adamları, aynı konuda farklı neticelere varıyorlar.
İslâmiyet içinde birden fazla tarikat ve hak mezhep doğuyor. Çocuklar, genellikle ebeveynlerinden farklı mizaçlarda doğduklarından, onların nasıl terbiye edileceği hususunda aile içi çatışmaların ortaya çıkması kaçınılmaz oluyor. Her bir farklı mizaç motifi, bir hâdisenin veya hakikatin farklı yönlerini, kısmî olarak algılar. Bu durum, "Ümmetimin ihtilafı rahmettir." hadisinin mânâ ve önemini daha da anlaşılır kılıyor. İnsanlar hâdiselere farklı nazar ve niyetle baktığından, ihtilaflar çıkar. Bediüzzaman'ın 24. Söz'ün 2. dalında 'ihtilaf'a dair söyledikleri doğrusu dikkat çekicidir: "İnsan çendân bütün esmâya mazhar ve bütün kemâlâta müstaiddir. Lâkin iktidarı cüz'î, ihtiyarı cüz'î, istidadı muhtelif, arzuları mütefâvit olduğu halde binler perdeler, berzahlar içinde hakikati araştırır. Onun için hakikatin keşfinde ve hakkın şuhudunda berzahlar ortaya düşüyor. Bazıları berzahtan geçemiyorlar. Kabiliyetler başka başka oluyor; bazıların kabiliyeti, bazı erkân-ı imaniyenin inkişafına menşe olamıyor. Hem esmânın cilvelerinin renkleri mazhara göre çeşitleniyor, ayrı ayrı oluyor; bâzı mazhar olan zât, bir ismin tam cilvesine medâr olamıyor. Hem külliyet ve cüz'iyyet ve zilliyet ve asliyet itibariyle, cilve-i esma, başka başka sûret alıyor; bâzı istidad, cüz'iyyetten geçemiyor ve gölgeden çıkamıyor. Ve istidada göre bâzan bir isim gâlib oluyor, yalnız kendi hükmünü icra ediyor; o istidadda onun hükmü hükümrân oluyor."
Bediüzzaman aynı meselenin devamında, Zühre isimli nakışlı çiçeğin, hakikat güneşi ile olan münasebetini şu şekilde anlatmaktadır: "İşte, sen ey dünyayı unutmayan ve maddiyata dalmış ve nefsi kesafet peyda eden arkadaş! Sen "Zühre" ol. Nasıl ki o "Zühre" çiçeği, Güneşin ışığından çıkmış bir renk alıyor. Ve o bir renk içinde Güneş'in bir örneğini karıştırıp kendine süslü bir şekil giydiriyor. Zira senin kabiliyetlerin dahi ona benzer. (...) İşte bakıyoruz ki: Bir Zât-ı Kerim, ihsanıyla bizi gâyet derece tezyin ve tenvir ve terbiye ediyor. İnsan ise, ihsan edene perestiş eder. Perestişe lâyık olana, yakınlık ister ve görmek taleb eder. Öyle ise, her birimiz istidadımıza göre o muhabbet câzibesiyle sülûk edeceğiz. Ey zühre-misâl! Sen gidiyorsun, fakat çiçek olarak git. İşte gittin. Terakki ede ede, tâ küllî bir mertebeye geldin. Gûya bütün çiçeklerin hükmüne geçtin. Halbuki zühre, kesif bir âyinedir. Onda ziyadaki yedi renk inhilal ve inkisar eder. Güneşin aksini gizler. Sen, sevdiğin Güneş'in yüzünü görmekte muvaffak olamazsın. Çünkü, kayıtlı olan renkler, hususiyetler dağıtıyor, perde çekiyor, gösteremiyor. Sen şu halde sûretlerin, berzahların ortaya girmesiyle ortaya çıkan ayrılıktan kurtulamazsın. Lâkin bir şart ile kurtulabilirsin ki, sen kendi nefsinin muhabbetine dalmış olan başını kaldırasın ve nefsin güzellikleri ile lezzetlenen ve iftihar eden bakışını çekesin, gökyüzündeki Güneş'in yüzüne atasın. Hem baş aşağı rızk temini için toprağa bakan yüzünü, yukarıdaki Güneş'e çeviresin. Çünki sen, onun âyinesisin. Vazifen, âyinedârlıktır. Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir. Evet nasıl bir çiçek, Güneş'in küçücük bir âyinesidir. Şu koca Güneş dahi gök denizinde Şems-i Ezelî'nin "Nur" isminden tecelli eden bir lem'anın katre-misâl bir âyinesidir. Ey insan kalbi, sen nasıl bir Güneş'in âyinesi olduğunu bundan bil. Bu şartı yaptıktan sonra kemâlini bulursun. Fakat Güneş'i, nefsü'l-emirde nasıl ise öyle göremezsin; o hakikati, çıplak anlamazsın. Belki senin sıfatlarının renkleri ona bir renk verir ve kesafetli dürbünün bir sûret takar; ve kayıtlı kabiliyetin bir kayıt altına alır."
Nilüferin hayatında iki önemli safha vardır. Birinci safha; suyun altında ve çamurun içinde filizlenme dönemi olup, bu safhada nilüfer tohumları, genetik yapılarına konulduğu gibi çimlenme ve filizlenme potansiyelini merkeze alarak onu kullanırlar. Dolayısıyla su altındaki gelişme dönemi ve bitkinin suyun altında kalan kısımları onun mizacını teşkil eder. Suyun üstüne çıktıktan sonra sahip olduğu istidadı doğrultusunda kendisini güneşe yönelterek, çiçeklenmeye başlar. Çiçeklenme ve güneşe yönelme safhası da, nilüferin karakter eğitimini oluşturur. İnsanın benlik motiflerinin gelişmesi de belli ölçüde nilüferin gelişmesine benzer. Her insan doğduğunda, farklı renkte potansiyel bir nilüfer çiçeğidir. Nasıl, yedi renkte nilüfer çiçeği var ise, baskın potansiyelleri farklı olan en az yedi kişilik grubu olduğu söylenebilir. Nilüferin farklı renklerdeki çeşitleri, güneşle olan münasebetin neticesinde ortaya çıktığı gibi; insanların manevi hakikat güneşiyle münasebeti ve ondan istifadelerindeki derece farkı da, farklı kişiliklerden kaynaklanır.
Hakikat güneşinden insanın istifadesi, yaratılışından gelen potansiyellerinin oluşturduğu mizaç motifi ve karakter eğitimine bağlıdır. İnsan kalbi ve ona bağlı çalışan zihin fakülteleri, hakikat güneşine ve onun hayattaki yansımalarına ayna olur. Her bir mizaç veya kişilik, hakikatin belli bir yüzdesini görebilir. Bunun tabii neticesi olarak ayna fonksiyonu gören insan kalbi ve zihni, farklı idrâk alanlarına sahiptir. Bu aynanın psikolojideki adı, kişilik motifleri veya kişiliği oluşturan mizaç ve karakter motifleridir. Kişilik motifi, çocuğun (0-12 yaş) yaratılıştan getirdiği mizaç motifi üzerine karakter eğitiminin inşa edilmesiyle ortaya çıkar.
Çevresinden etkilenmeden, mahiyetindeki potansiyelleri açığa çıkaran nilüfer gibi, insan da, tutum ve davranışlarıyla kendi karakterini ortaya koymaktadır. Karakter de, mizaç motifi üzerinde inşa edilen bir yapı olduğundan, insan kişiliğinin önemli bir yanı olarak kabul edilir. İnsanların hâdiseleri farklı algılama, analiz ve yorumları; farklı mizaç motiflerinde yaratılmış olmalarından ve bunun üzerine bina edilen çeşitli karakter motifleri inşa etmekten doğan farklı kişiliklerinden kaynaklanır.
Nilüferin güneş ve havayla temasa geçtikten sonra, hoş kokulu ve güzel renkli bir çiçeğe dönüşmesi; insanın nebatî ve hayvanî yanlarının insanîleşmesi, hakikat güneşine yönelerek, zühre, katre ve reşha makamlarında barışın, huzurun, güzelliğin, iyiliğin ve doğruluğun temsilcisi olan "kâmil insan" olma süreciyle paralellik gösterir. Ancak hatırlanması gereken nokta, insanın kemale olan yolculuğunun üç kademeli (zühre-katre-reşha) oluşudur. Bu yüzden insanlar, potansiyelleri ve gayretleri ölçüsünde zühre, katre ve reşha makamına kadar, kendilerine ait kemalatlarını tamamlarlar. Nilüfer (lotus) çiçeği temsiliyle anlatılan insanileşme ve kemale erme, zühre makamına kadar olandır. Zühre makamında her insan kendi kemaline ulaşır.
Bu hakikatten dolayı, insan nebatî ve hayvanî yönlerinin esiri olarak kalmamalı, kalb ve aklın rehberliğinde hak ve hakikat güneşine yönelmeli, kendi potansiyelleri ölçüsünde doğruyu, iyiliği ve güzelliği temsil eden insan olmaya çalışmalıdır. Nasıl nilüferin genetiğine güneşi arama ve ona yönelme temayülü konmuşsa, insanın da fıtratına hakikat güneşine yönelme eğilimi, doğru, iyi ve güzel olanda buluşma isteği konmuştur. Karakter eğitimi sırasında bu istek ve meyiller köreltilmemeli, güçlendirilmelidir. İnsan, normalde cismanî bir hayat sürmeye yatkındır. Ancak kendisine verilecek karakter ve irade eğitimi, onun bu fıtrî temayülünü kontrol altına alıp, kendisini bilgi ve bilgeliğin rehberliğinde hakikat güneşine yönelmeye, hak ve hakikat eksenli bir hayat sürmeye teşvik eder.
Fatih FERDA