Konunun ilk bölümü için aşağıdaki linki tıklayınız,,,
------------> http://www.rasulehasret.com/tasavvufi-kavramlar/46463-istigfar-ve-dua-1-a.html#post101655
Nitekim ashâb-ı kiram hazarâtı da, cihâda giderlerken kendi duâlarına ilâveten zaferleri için ayrıca Ashâb-ı Suffa'dan da duâ talebinde bulunurlardı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "Bir müminin bir mümine gıyâbında duâsından daha çabuk kabul edilen hiçbir duâ yoktur." (Tirmizî, Birr, 50) buyurmuştur.
İnsanlar, duasının kabul edileceğini ümit ettikleri kimselerden duâ talebinde bulunurlar. Hâlbuki duânın kabulünü temin eden asıl sâik, bunu yapanın ind-i ilâhîdeki makbûliyyetinden ziyâde, talepteki ihlâs ve samîmiyetidir. Bu demektir ki, bir günahkârın mümin kardeşine ihlâsla yapacağı yürekten duâ, Allâh katındaki mevkî itibâriyle ondan fersah fersah ilerde bulunan bir başkasının gönülsüz duâsından daha hayırlıdır. Kul günahkâr olmakla, Cenâb-ı Hak -hâşâ- onu terk etmiş demek değildir. Böyle olsaydı günahkârın kusurlarını söylemek "gıybet" nâmıyla büyük günahlardan biri addedilmiş olmazdı. İşte burada kim olursa olsun, Allâh'ın kullarından birinin gönlünü yapmanın ve onun samîmî duâlarını almanın değerini idrâk etmek gerekir.
Ashâb-ı kirâm, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e sordular: "- En makbûl duâ hangisidir?" Buyurdular ki: "- Gecenin son kısmında ve her farz namazın ardında yapılan duâdır." (Tirmizî, Deavât, 78)
Duanın kabulü için talebin sırf lâfzen ifâde edilmesi kâfî değildir. Kalp, seçilen kelimelerin yüklendiği mânâya âit arzularla titremeli ve duâ bir günâhın af edilmesi istikâmetinde ise onun bir daha işlenmemesi husûsunda katî bir azîm ve kararla birlikte talep edilmelidir.
Diğer taraftan duaların Hak katına yükselebilmesini temin etmesi bakımından istikâmet ve amel-i sâlihin ehemmiyeti pek büyüktür. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyurulur: "Ona (Yüce Allâh'a) tertemiz kelimeler (samimî duâ ve niyazlar) yükselir. Bu yükselişi de sâlih amel gerçekleştirir." (Fâtır, 10)
Duaları, "havf ve recâ", yâni korku ve ümit arasında yapmaya gayret etmek icap eder. Duâ ve istiğfâr, ferd ve milletleri selâmete götürür, gelecek musîbetleri izâle eder. Kalbî hastalıklardan kurtulabilme ve duânın kabûlü sadedinde Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur: "- Nedamet ateşiyle dolu bir gönülle, nemli gözlerle duâ ve tövbe et! Zîrâ çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!"
İlk tövbe, ilk peygamber Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-'la başlamıştır. O tövbesinde: "Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlaka ziyân edenlerden oluruz." (el-A'râf, 23) diye niyâzda bulunmuştur. Bu duâ, kendilerinden sonra kıyâmete kadar gelecek evlatlarına bir istiğfâr nümûnesi olmuştur.
Cenâb-ı Hak, kalplerin gafletten uyanması ve mânevî hastalıklardan şifâ bulması için kullarını tövbeye davet ederek şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Samîmî bir tövbe ile Allâh'a dönün! (Ancak böyle yaptığınız takdîrde) umulur ki, Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter!" (et-Tahrim, 8)
------------> http://www.rasulehasret.com/tasavvufi-kavramlar/46463-istigfar-ve-dua-1-a.html#post101655
Nitekim ashâb-ı kiram hazarâtı da, cihâda giderlerken kendi duâlarına ilâveten zaferleri için ayrıca Ashâb-ı Suffa'dan da duâ talebinde bulunurlardı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: "Bir müminin bir mümine gıyâbında duâsından daha çabuk kabul edilen hiçbir duâ yoktur." (Tirmizî, Birr, 50) buyurmuştur.
İnsanlar, duasının kabul edileceğini ümit ettikleri kimselerden duâ talebinde bulunurlar. Hâlbuki duânın kabulünü temin eden asıl sâik, bunu yapanın ind-i ilâhîdeki makbûliyyetinden ziyâde, talepteki ihlâs ve samîmiyetidir. Bu demektir ki, bir günahkârın mümin kardeşine ihlâsla yapacağı yürekten duâ, Allâh katındaki mevkî itibâriyle ondan fersah fersah ilerde bulunan bir başkasının gönülsüz duâsından daha hayırlıdır. Kul günahkâr olmakla, Cenâb-ı Hak -hâşâ- onu terk etmiş demek değildir. Böyle olsaydı günahkârın kusurlarını söylemek "gıybet" nâmıyla büyük günahlardan biri addedilmiş olmazdı. İşte burada kim olursa olsun, Allâh'ın kullarından birinin gönlünü yapmanın ve onun samîmî duâlarını almanın değerini idrâk etmek gerekir.
Ashâb-ı kirâm, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-'e sordular: "- En makbûl duâ hangisidir?" Buyurdular ki: "- Gecenin son kısmında ve her farz namazın ardında yapılan duâdır." (Tirmizî, Deavât, 78)
Duanın kabulü için talebin sırf lâfzen ifâde edilmesi kâfî değildir. Kalp, seçilen kelimelerin yüklendiği mânâya âit arzularla titremeli ve duâ bir günâhın af edilmesi istikâmetinde ise onun bir daha işlenmemesi husûsunda katî bir azîm ve kararla birlikte talep edilmelidir.
Diğer taraftan duaların Hak katına yükselebilmesini temin etmesi bakımından istikâmet ve amel-i sâlihin ehemmiyeti pek büyüktür. Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyurulur: "Ona (Yüce Allâh'a) tertemiz kelimeler (samimî duâ ve niyazlar) yükselir. Bu yükselişi de sâlih amel gerçekleştirir." (Fâtır, 10)
Duaları, "havf ve recâ", yâni korku ve ümit arasında yapmaya gayret etmek icap eder. Duâ ve istiğfâr, ferd ve milletleri selâmete götürür, gelecek musîbetleri izâle eder. Kalbî hastalıklardan kurtulabilme ve duânın kabûlü sadedinde Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur: "- Nedamet ateşiyle dolu bir gönülle, nemli gözlerle duâ ve tövbe et! Zîrâ çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!"
İlk tövbe, ilk peygamber Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-'la başlamıştır. O tövbesinde: "Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, mutlaka ziyân edenlerden oluruz." (el-A'râf, 23) diye niyâzda bulunmuştur. Bu duâ, kendilerinden sonra kıyâmete kadar gelecek evlatlarına bir istiğfâr nümûnesi olmuştur.
Cenâb-ı Hak, kalplerin gafletten uyanması ve mânevî hastalıklardan şifâ bulması için kullarını tövbeye davet ederek şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Samîmî bir tövbe ile Allâh'a dönün! (Ancak böyle yaptığınız takdîrde) umulur ki, Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter!" (et-Tahrim, 8)