KAZA UMRESİ
Yoktur Allah’tan başka ilâh!
O’dur tek olan!
O’dur vaadini gerçekleştiren!
O’dur bu kuluna yardım eden!
O’dur askerlerini destekleyip güçlendiren!
O’dur toplanmış toplulukları bozguna uğratıp dağıtan! (Hz. Muhammed (s)
Hudeybiye’de Kureyşle anlaşmaya varılmış ve on yıllığına bir saldırmazlık anlaşması imzalanmıştı. Hudeybiye, Müslümanlar için, güneyden gelebilecek muhtemel saldırıları önleyen bir anlaşmaydı. Artık Medine’nin güneyi emniyetliydi. Hudeybiye’yi takiben Hayber’in fethedilmesi ve Fedek, Vadi’I Kura ve Teyma Yahu-dileriyle de anlaşmalar yapılması Müslümanlar için kuzeyi de emniyetli kılmıştı. Hatta artık Müslümanlar için tüm yarımadada bir Yahudi tehlikesinden bahsedilemezdi. Kureyşle ve Yahudilerle anlaşılmış olması, diğer potansiyel düşman olan toplulukları da kontrole almak anlamına geliyordu. Zira onları Müslümanların üzerine kışkırtanlar hep bu iki topluluğun mensupları olmuştu. Sonuçta, Müslümanlar ilk defa düşman saldırılarına uğrama korkusu olmaksızın Medine’de rahat bir hayat sürdürür hale geldiler. Bu nedenle de Hayber’in fethini takip eden altı ay boyunca Medine’de huzur içerisinde yaşadılar. Herhangi bir askerî harekâta çıkma ihtiyacı hissetmediler. Ancak o senenin son ayında (Aralık 628) iki, takip eden iki ayda da birer olmak üzere bazı kabilelere yönelik toplam dört harekât gerçekleştirmek zorunda kaldılar. Bunlar da önemli olmayan, daha önce onlarca kez gerçekleştirmiş askerî harekâtların benzerlerinden başka bir şey değildi.
Hudeybiye anlaşmasının üzerinden bir yıl geçmişti (Mart 629). Kureyş’le yapan anlaşmaya göre, Müslümanların umre yapabilecekleri zaman gelmişti. Resulullah Müslümanlardan umre için hazırlanmalarını istedi. Özellikle de bir yıl önceki umre yolculuğuna çıkan ve hayatta olan herkesin muhakkak bu umreye katılmasını istedi. Çünkü bu, bir yıl önce niyetlenilen, ancak Kureyş’in engellemesi sonucu gerçekleştirilemeyen umrenin kazası olacaktı. Müslümanlar zaten büyük bir heyecan içinde bunu bekliyorlardı. Hazırlıklar çabucak tamamlandı. Bu sefer sayı biraz artmıştı. İki bin kişi umre yapacaktı.
Resulüllah, Hudeybiye anlaşmasıyla sonuçlanan yolculuk sırasında, Müslümanlardan yolcu silahı olarak tanımlanan kılıçlarından başka bir silahı yanlarına almamalarını istemişti. Böylelikle Kureyş’e ve diğer Arap kabilelerine yolculuğun amacının sadece umre olduğunun mesajını vermeyi amaçlamıştı. Başta Kureyş olmak üzere düşman toplulukların muhtemel bir saldırısından korunmanın tek çaresi buydu. Ancak bu seferki yolculuğun amacının umre olduğunu herkes bir yıl öncesinden biliyordu.
Hudeybiye anlaşması bu yolculuğun yazılı belgesiydi. Artık diğer insanlara bu ziyaretin umre amaçlı olduğunu göstermek için özel bir gayrete girmeye gerek yoktu. Bu nedenle, Resulüllah, Muhammed b. Mesleme komutasında tam donanımlı yüz süvari hazırlayıp önden yürüttü. Ayrıca sanki savaşa gidiyorlarmış gibi Müslümanlardan bütün silahlarını yanlarına almalarını istedi. Bazı Müslümanlar bunu anlamakta zorlandılar; ‘Ey Allah’ın Resulü! Kureyş yolcu silahı olan kılıçlarımızın kınlarında bulunması dışında bir silaha izin vermeyecekleri şartını ileri sürmüş ve biz de kabul etmiştik: Halbuki sen bütün silahlarımızı yanımıza aldırıyorsun. Neden?’ diye sordular. Resulüllah bu son derece haklı soruya ‘Anlaşmaya uyacağız. Silahlarımızla Harem’e girmeyeceğiz. Ancak Kureyş’in ne yapacağı belli olmaz. Gerektiğinde kullanabileceğimiz yerde bulundurmakta fayda var’ cevabını verdi. Bunun üzerine ‘Kureyş’ten korkuyor musun?’ diye sorulduğunda cevap vermeyip sessiz kaldı. Sessizliği, Kureyş’in anlaşmaya istemeyerek uyduğu, bu nedenle eğer fırsatını bulursa anlaşmayı ihlâl etmekten çekinmeyeceği anlamına geliyordu.
Yolculuk başladı. Zü’l Huleyfe’ye gelince ihrama girildi, Aynı zamanda umrenin gereği olarak ‘Emret, emrine uymaya hazırım Allahım anlamına gelen terbiyeye de başlandı. Yolculuğa devam edilip Merruzzahran’a gelindi. Kureyş’ten bazı kimseler Müslümanların tam donanımlı bir süvari birliğinin peşi sıra yolculuk yaptıklarını, üstelik tüm silahlarını da yanlarında taşıdıklarını gördüler. Hemen Mekke’ye giderek durumu Kureyş liderlerine bildirdiler. Kureyş liderleri duydukları karşısında şaşırdılar. Korkup ne yapacaklarını düşünmeye başladılar. Bu hiç ummadıkları, beklemedikleri bir durumdu. Acele toplantı tertip edip, durumu aralarında görüştüler.
Kureyş liderleri aralarında Müslümanlara karşı ne yapacaklarım konuşurlarken, Müslümanlar Mekke’ye 6 km uzaklıkta olan Ye’cec’e geldiler. Resulüllah, kılıçlar hariç diğer bütün silahların bir yerde toplanmasını söyledi. Süvari birliğinden de gerektiğinde hareket etmeye hazır şekilde Ye’cec’de beklemelerini ve silahları korumalarını istedi. Bu sırada Mikrez b. Hafs Kureyş’in elçisi olarak gelip Resulüllah’la görüştü. Kureyş liderleri mevcut durumla ilgili olmak üzere Resulül-lah’ın niyetini öğrenmek istiyorlardı.
Mikrez, ‘Ey Muhammed! Sana bizim küçük veya büyük bir ihanetimizin bildirildiğini sanmıyoruz. Çünkü böyle bir durumumuz yok. Buna rağmen sen yanında silahlarla gelmişsin ve Mekke’ye gireceksin. Bu anlaşmamıza aykırı bir durumdur. Anlaşma gereği yanınızda sadece kılıçlarınız olacaktı; onlar da kınlarında bulunacaktı’ dedi. Bu anlaşmanın konuyla ilgili şartım hatırlatan bir konuşmaydı. Resulüllah, Kureyş’in tedirginliğine ve korkusuna hak verip; ‘Anlaşmanın gereğine uyulacak. Yanımızda kınlarına sokulu olarak sadece kılıçlarımız olacak. Ben her zaman vefakârlığımla tanındım ve yine öyle olacak. Yanımıza başka silah almayacağız. Fakat bu silahların gerektiğinde uzanabileceğim yerde bulunmasını da gerekli görüyorum’ dedi. Bu açıkça, bir saldırganlığa kalkışması durumunda Kureyş’e cevap vermekten kaçınılmayacağı anlamına gelen bir tehditti. Ancak duydukları Mikrez’i sevindirdi. Çünkü kendilerinin anlaşmayı ihlâl etmek gibi bir niyetleri yoktu. Bütün korkuları Resulüllah’ın anlaşmaya uyup uymayacağı ile ilgiliydi. Anlaşıldığına göre Resulüllah anlaşmaya uyacaktı. O halde korkulacak bir şey yoktu. Mikrez duydukları karşısında sevinerek; ‘Sana yakışan da vefakârlıktır’ deyip Mekke’ye döndü. Müslümanlar da Mikrez’in hemen peşi sıra, yanlarında sadece kılıçları olduğu halde, Mekke’ye doğru hareket ettiler.
Mikrez’in durumu anlatması üzerine Kureyş liderleri rahatladılar. Korktukları başlarına gelmeyecekti. Ancak Müslümanların Mekke’de rahatlıkla gezinmelerine de katlanamayacaklardı. Çünkü bunun kendileri için savaşsız bir yenilgi, Müslümanlar için de zafer olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle Müslümanların Mekke’de kalacakları üç gün boyunca Mekke’yi terk etmeye karar verdiler. Çabucak hazırlıklarını tamamlayıp, Mekke’den çıktılar. Mekke’yi rahatlıkla görebilecekleri çevredeki dağlara yerleştiler. Halk Mekke’de kaldı. Halkın büyük bir çoğunluğu Kabe çevresinde toplanmış, Müslümanları bekliyordu. Müslümanları savaşsız bir ortamda, yakından görme arzusu içindeydiler.
Müslümanlar Medine’ye hicret edince hava değişimi nedeni ile hastalanmış ve zayıf düşmüşlerdi. Bundan da Kureyş’in haberi olmuş ve muhacirlerin hâlâ zayıf ve hasta olduklarını sanıyorlardı. Resulüllah bunu bildiği için Mekke’ye girerken Müslümanlardan olabildiklerince dik durmalarını, tavaflarını yürüyerek değil koşarak yapmalarını, sert adımlarla yürümelerini ve hatta koşmalarını istedi. O’nun bu istekleri de diğer tüm istekleri gibi eksiksiz yerine getirildi ve hep bir ağızdan, dağlarda yankılanan sesleri ile telbiye ederek Mekke’ye girdiler: ‘Lebbeyk! Leb-beyh! Lâ şerike leke lebbeyk! înnel hamde ven nimete leke velmülke lâ şerike leh!’
Kureyş liderleri, Müslümanların büyük bir ihtişamla ve dağlarda yankılanan sesleriyle Mekke’ye girişlerini öfke ve şaşkınlık içerisinde izliyorlardı. Kin ve kıskançlıklarından kahrolmuş haldeydiler. Şirkin merkezinde tevhidin çağrısı yapılıyor ve kendileri buna müdahale edemiyorlar di. Bu müşrikler için bir yenilgi, Müslümanlar açısından ise açıkça bir zaferdi.
Kureyş liderleri öfkelerinden yerlerinde duramaz halde çaresiz beklerlerken, duymamak ve görmemek için kulaklarını ve gözlerini kapamaya çalışırlarken, Mekke’nin çocukları ise bir bayram havası içerisinde Müslümanların etrafım sardılar. Özellikle Haşim oğullarının çocukları amcaları, dayıları olan Resulüllah’ı görmek, O’na sevinçlerini göstermek için özel bir çaba içerisindeydiler. Halk ise Kabe’nin yakınında toplanmış, biraz şaşkınlıkla, biraz gıptayla Müslümanları seyrediyordu. Müslümanların dinç, güçlü adımlarla yürümeleri, tavaf ederken yürümek yerine koşmaları Mekke’yi inletiyor, düşmanların kalbine korku veriyordu. Resulüllah Kabe’yi tavaf ederken önünde yürüyen Abdullah b. Revâha çoğu zaman yaptığı gibi, davudi sesiyle şiir okumaya başladı. Sesi her bir taraftan duyuluyordu:
Allah’ın ismi ile başlarım,
O’nun dininden başka gerçek din yoktur; diğerleri hep batıl.
Allah’ın ismi ile başlarım,
Muhammed O’nun resulüdür.
Ey kâfir dölleri çekilin O’nun yolundan!
Çekilin! Çünkü her türlü hayır O’nun yolundadır.
O’nun Tenzil’ine göre size darbe vurduğumuz gibi,
Bugün de O’nun Tevil’i üzere size darbe vuruyoruz.
Hem de baştan omuz ve gövdelerden ayıran,
Dosta dostunu unutturan ölümcül bir darbe ile….
Hz. Ömer, umre tavafı sırasında şiir okunmayacağını düşünerek, ‘Sen Harem’de Resulüllah’ın önünde şiir okumaya devam edip duracak mısın? Yeter artık’ diyerek Abdullah’a müdahale etti. Ancak Resulüllah ‘Ey Ömer’ dedi; ‘ Ben onu dinliyorum. Allah’a yemin ederim ki onun bu sözleri Kureyş müşriklerine ok atmaktan daha etkili’.
Bunlar Abdullah’ın yaptığım tasdik eden sözlerdi. O sıra şiir okumasına son vermiş olan Abdullah’a dönerek kendi söylediklerini tekrar etmesini istedi:
Yoktur Allah’tan başka ilâh!
O’dur tek olan!
O’dur vaadini gerçekleştiren!
O’dur bu kuluna yardım eden!
O’dur askerlerini destekleyip güçlendiren!
O’dur toplanmış toplulukları bozguna uğratıp dağıtan!
Müslümanlar da Abdullah’ın tekrarladığı bu sözleri hep bir ağızdan söylemeye başladılar. Mekke Resulüllah’ın sözleriyle inliyordu. Müslümanları seyreden, seslerini duyan Kureyş liderleri ise muhacirlerin zayıf ve hasta oldukları düşüncelerinin yanlış olduğunu birbirlerine söyleyerek olup-bitenleri şaşkınlıkla izliyor ve dinliyorlardı. Bazıları ‘Medine’nin humması, sıtması onlara zarar vermemiş. Onlar oldukça güçlüler. Baksanıza, bunlar yürümeye bile razı olmuyorlar da geyiklerin sıçrayışı gibi zıplaya zıplaya tavaf ediyorlar’ diyerek şaşkınlıklarını dile getiriyordu. Resulüllah putlarla dolu Kabe’ye girmeyi arzuladı. Kabe’nin kapısı kilitli oldu için giremedi. Müşrik liderlere haber göndererek isteğini bildirip, anahtarı istedi. Müşrik liderler bu isteği kabul etmediler. Kabe’nin içine girmenin umrenin gerekleri arasında olmadığını ve ayrıca aralarındaki anlaşmada böylesi bir şartın bulunmadığını bildirdiler. Söyledikleri doğruydu. Resulüllah ısrarcı olmadı. Bi-lâl’e Kabe’nin üstüne çıkmasını ve ezan okumasını söyledi. Bilâl hayatının en çok istediği işini büyük bir sevinçle yerine getirdi. Tevhidin çağrısı, tevhidin sembolü olan Kabe’de yüzyıllar sonra Bilâl’in sesinden tekrar işitildi:
Allah büyüktür
Şahitlik ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur.
Şahitlik ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve resulüdür.
Haydi kurtuluşa gelin
Haydi esenliğe gelin….
Bilâl’in sesi müşrik liderlerine kadar ulaştı. Kabe’nin.üzerinde tevhidin ilan edilmesini şaşkınlık ve öfke içerisinde dinliyorlardı. Üstelik bu çağrının kendileri tarafından insan dahi kabul edilmeyen zenci bir köle tarafından yapılması çok ağırlarına gitti. Öfkelerinden ne yapacaklarını bilemez bir halde donup kaldılar. Sıkıntılarını birbirlerine karşı benzer sözlerle ifade etmeye başladılar. İkrime b. Ebû Cehil ‘Allah, babam Ebû Cehil’e bu kölenin söylediklerini işittirmemek lütfunda bulundu’ derken, Halid b. Esed ‘Allah’a şükürler olsun ki, Allah, babamın canım daha önceden aldı da bu kölenin Kabe’nin üzerinde durup bağırdığı zamanı görmedi’, Safvan b. Umeyye ise ‘Allah’a şükürler olsun ki, babam bunları görmeden ölüp gitti’ diyordu.
Müslümanlar, anlaşma gereği, Mekke’de üç gün kaldılar. Umrenin bütün şartlarını yerine getirdiler. Resulüllah bir grup Müslümanı Ye’cec’de bekleyen süvari birliği ile değiştirerek, onların da umrelerini yapmalarını sağladı. Böylelikle herkes umresini yapmış oldu. Mekke’de kalan ve üç gün içinde sürekli Resulüllah’la görüşen Abbas, Resulüllah’a baldızını eş olarak almasını teklif etti. Zira, daha önce iki kez evlenmiş ye kırklı yaşlarda bulunan Meymune isimli hanımla evlenmesi önemli siyasî bağlantılara neden olacaktı. Resulüllah kabul etti. Meymune de bu evliliğe istekliydi. Evlilik töreninin Mekke’de yapılmasına ve büyükçe bir davet verilmesine karar verildi. Resulüllah, müşrik liderlere haber göndererek, onları düğününe davet etti. Amacı düğün daveti vesilesiyle müşrik liderlerle görüşme konuşma imkanı elde etmek ve onlara bir şeyler anlatmaktı. Böylelikle kalplerindeki kin ve düşmanlıkları kırma imkânı elde etme imkânı bulmuş olacaktı. Bir kez Müslümanlarla bir sofrada otururlarsa bunun gerisinin geleceğini düşünüyordu. Ancak müşrik liderler daveti kabul etmediler. Üstelik Resulüllah’tan Mekke’yi terk etmesini istediler. Çünkü anlaşma gereği olan üç günlük süre bitmişti. Resulüllah düşündüğünün gerçekleşmeyeceğini anlayınca, Müslümanlara Mekke’yi terk etmelerini söyledi. Resulüllah Müslümanların arasında Mekke’yi terk ederken bir kız çocuğunun sesi duyuldu: ‘Amca! Amca!’ Bağıran Hamza’nın kızı Ümâme’ydi. Mekke’de akrabalarının yanında yaşayan Ümâme, Resulüllah’ın peşinden koşuyor ve kendisini yanma almasını istiyordu. Ali hemen gidip Umâme’nin elinden tuttu ve Fâtıma’mn yanına götürerek, çocuğa sahip olmasını istedi.
Mekke’den çıkıp, birkaç kilometre uzaklıktaki Şerif bölgesine gelinince mola verildi. Resulüllah’ın Meymune ile evliliği burada gerçekleşecekti. Bu evlilik Resulüllah ile Kureyş’in müşrik liderlerinin bazıları arasında akrabalık bağları oluşturuyordu. Bu bağlardan en önemlisi ise Velid b. Muğire’nin oğlu, Kureyş’in başarılı komutanı Halid ile olacaktı. Çünkü Meymune ile Halid’in eşi yakın akrabaydı. Buna göre Resulüllah ile Halid bacanak oluyorlardı.
Müslümanlar umre ziyaretini tamamlayıp Medine’ye döndüler. Dönerlerken Resulüllah’ın bir yıl önceki rüyasının gerçekleştiğini ve Hudeybiye’nin de bir yıl önce ayetle müjdelendiği üzere gerçek bir zafer olduğunu açıkça görüp, yaşamışlardı. Hepsi mutluydu; Allah’a şükrediyorlardı.
Medine’ye dönüldüğü gün Resulüllah üç yakını arasında çıkan bir tartışmanın seslerini duydu. Ali, Cafer ve Zeyd birbirleriyle tartışıyorlardı. Resulüllah yanlarına gitti ve tartışmalarının nedenini sordu. Tartışmanın nedeni Ümâme’ydi. Her biri Umâme’nin velisi olmayı arzuluyordu. Zeyd, Medine’ye hicret ettiklerinde Resulüllah tarafından Hamza ile kardeş yapıldığından Ümâme’yi almak ve bakımını üstlenmek konusunda sorumluluğun kendisine ait olduğunu iddia ederken; Cafer ve Ali bunu kabul etmiyorlar, Umâme’nin sorumluluğunu üstlenmeye kendilerinin daha layık olduklarını iddia ediyorlardı. Cafer iddiasında daha ısrarcıydı. Umâme’nin amcasının kızı olmasının yanı sıra, aynı zamanda eşinin yeğeni olduğunu bildirip Ümâme’yi kimseye vermeyeceğini söylüyordu. Buna karşılık Ali ise Umâme’nin hem amcasının kızı olduğunu ve hem de onu Mekke’den kendisinin getirdiğini söyleyip, onun kendi sorumluluğundan olması gerektiğini iddia ediyordu. Resulüllah üç tarafı da dinledi. Üçünü de övdü ve sevgilerini ifade etti: ‘Ey Zeyd! Sen Allah’ın ve Resulünün dostusun. Ey Ali! Sen benim kardeşim ve arkadaşımsın. Ey Cafer! Sen bana yapıca ve huyca en çok benzeyensin dedi. Sonra da aralarındaki anlaşmazlığı çözecek kararım bildirdi: ‘Ey Cafer! Ümâme’yi görüp gözetmeye sen daha layıksın. Çünkü onun teyzesi senin eşindir.
Teyze anne yerinedir.[4] Resulüllah’ın karan Zeyd ve Ali’yi üzdü, ancak itirazsız kabullendiler. Cafer ise sevincinden kalkıp Resulüllah’ın etrafında sekerek dönmeye başladı.
Cafer’in sekerek dönüşünü görünce, Resulüllah da, diğerleri de şaşırdılar. Cafer’in bu garip davranışının sebebini anlamaya çalıştılar. Resulüllah, Cafer’e bu davranışının sebebini sordu. Cafer, bunu Habeşistan’da görüp, öğrendiğini, Habeşlilerin bir şeye çok sevindiklerinde sevinçlerini belli etmek için böyle yaptıklarını söyledi. Resulüllah gülümsedi ve herkes evine döndü.
[4] Vakıdî, Uegazı, 11/738, 739; İbn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, VIII/ 159, 160.
Yoktur Allah’tan başka ilâh!
O’dur tek olan!
O’dur vaadini gerçekleştiren!
O’dur bu kuluna yardım eden!
O’dur askerlerini destekleyip güçlendiren!
O’dur toplanmış toplulukları bozguna uğratıp dağıtan! (Hz. Muhammed (s)
Hudeybiye’de Kureyşle anlaşmaya varılmış ve on yıllığına bir saldırmazlık anlaşması imzalanmıştı. Hudeybiye, Müslümanlar için, güneyden gelebilecek muhtemel saldırıları önleyen bir anlaşmaydı. Artık Medine’nin güneyi emniyetliydi. Hudeybiye’yi takiben Hayber’in fethedilmesi ve Fedek, Vadi’I Kura ve Teyma Yahu-dileriyle de anlaşmalar yapılması Müslümanlar için kuzeyi de emniyetli kılmıştı. Hatta artık Müslümanlar için tüm yarımadada bir Yahudi tehlikesinden bahsedilemezdi. Kureyşle ve Yahudilerle anlaşılmış olması, diğer potansiyel düşman olan toplulukları da kontrole almak anlamına geliyordu. Zira onları Müslümanların üzerine kışkırtanlar hep bu iki topluluğun mensupları olmuştu. Sonuçta, Müslümanlar ilk defa düşman saldırılarına uğrama korkusu olmaksızın Medine’de rahat bir hayat sürdürür hale geldiler. Bu nedenle de Hayber’in fethini takip eden altı ay boyunca Medine’de huzur içerisinde yaşadılar. Herhangi bir askerî harekâta çıkma ihtiyacı hissetmediler. Ancak o senenin son ayında (Aralık 628) iki, takip eden iki ayda da birer olmak üzere bazı kabilelere yönelik toplam dört harekât gerçekleştirmek zorunda kaldılar. Bunlar da önemli olmayan, daha önce onlarca kez gerçekleştirmiş askerî harekâtların benzerlerinden başka bir şey değildi.
Hudeybiye anlaşmasının üzerinden bir yıl geçmişti (Mart 629). Kureyş’le yapan anlaşmaya göre, Müslümanların umre yapabilecekleri zaman gelmişti. Resulullah Müslümanlardan umre için hazırlanmalarını istedi. Özellikle de bir yıl önceki umre yolculuğuna çıkan ve hayatta olan herkesin muhakkak bu umreye katılmasını istedi. Çünkü bu, bir yıl önce niyetlenilen, ancak Kureyş’in engellemesi sonucu gerçekleştirilemeyen umrenin kazası olacaktı. Müslümanlar zaten büyük bir heyecan içinde bunu bekliyorlardı. Hazırlıklar çabucak tamamlandı. Bu sefer sayı biraz artmıştı. İki bin kişi umre yapacaktı.
Resulüllah, Hudeybiye anlaşmasıyla sonuçlanan yolculuk sırasında, Müslümanlardan yolcu silahı olarak tanımlanan kılıçlarından başka bir silahı yanlarına almamalarını istemişti. Böylelikle Kureyş’e ve diğer Arap kabilelerine yolculuğun amacının sadece umre olduğunun mesajını vermeyi amaçlamıştı. Başta Kureyş olmak üzere düşman toplulukların muhtemel bir saldırısından korunmanın tek çaresi buydu. Ancak bu seferki yolculuğun amacının umre olduğunu herkes bir yıl öncesinden biliyordu.
Hudeybiye anlaşması bu yolculuğun yazılı belgesiydi. Artık diğer insanlara bu ziyaretin umre amaçlı olduğunu göstermek için özel bir gayrete girmeye gerek yoktu. Bu nedenle, Resulüllah, Muhammed b. Mesleme komutasında tam donanımlı yüz süvari hazırlayıp önden yürüttü. Ayrıca sanki savaşa gidiyorlarmış gibi Müslümanlardan bütün silahlarını yanlarına almalarını istedi. Bazı Müslümanlar bunu anlamakta zorlandılar; ‘Ey Allah’ın Resulü! Kureyş yolcu silahı olan kılıçlarımızın kınlarında bulunması dışında bir silaha izin vermeyecekleri şartını ileri sürmüş ve biz de kabul etmiştik: Halbuki sen bütün silahlarımızı yanımıza aldırıyorsun. Neden?’ diye sordular. Resulüllah bu son derece haklı soruya ‘Anlaşmaya uyacağız. Silahlarımızla Harem’e girmeyeceğiz. Ancak Kureyş’in ne yapacağı belli olmaz. Gerektiğinde kullanabileceğimiz yerde bulundurmakta fayda var’ cevabını verdi. Bunun üzerine ‘Kureyş’ten korkuyor musun?’ diye sorulduğunda cevap vermeyip sessiz kaldı. Sessizliği, Kureyş’in anlaşmaya istemeyerek uyduğu, bu nedenle eğer fırsatını bulursa anlaşmayı ihlâl etmekten çekinmeyeceği anlamına geliyordu.
Yolculuk başladı. Zü’l Huleyfe’ye gelince ihrama girildi, Aynı zamanda umrenin gereği olarak ‘Emret, emrine uymaya hazırım Allahım anlamına gelen terbiyeye de başlandı. Yolculuğa devam edilip Merruzzahran’a gelindi. Kureyş’ten bazı kimseler Müslümanların tam donanımlı bir süvari birliğinin peşi sıra yolculuk yaptıklarını, üstelik tüm silahlarını da yanlarında taşıdıklarını gördüler. Hemen Mekke’ye giderek durumu Kureyş liderlerine bildirdiler. Kureyş liderleri duydukları karşısında şaşırdılar. Korkup ne yapacaklarını düşünmeye başladılar. Bu hiç ummadıkları, beklemedikleri bir durumdu. Acele toplantı tertip edip, durumu aralarında görüştüler.
Kureyş liderleri aralarında Müslümanlara karşı ne yapacaklarım konuşurlarken, Müslümanlar Mekke’ye 6 km uzaklıkta olan Ye’cec’e geldiler. Resulüllah, kılıçlar hariç diğer bütün silahların bir yerde toplanmasını söyledi. Süvari birliğinden de gerektiğinde hareket etmeye hazır şekilde Ye’cec’de beklemelerini ve silahları korumalarını istedi. Bu sırada Mikrez b. Hafs Kureyş’in elçisi olarak gelip Resulüllah’la görüştü. Kureyş liderleri mevcut durumla ilgili olmak üzere Resulül-lah’ın niyetini öğrenmek istiyorlardı.
Mikrez, ‘Ey Muhammed! Sana bizim küçük veya büyük bir ihanetimizin bildirildiğini sanmıyoruz. Çünkü böyle bir durumumuz yok. Buna rağmen sen yanında silahlarla gelmişsin ve Mekke’ye gireceksin. Bu anlaşmamıza aykırı bir durumdur. Anlaşma gereği yanınızda sadece kılıçlarınız olacaktı; onlar da kınlarında bulunacaktı’ dedi. Bu anlaşmanın konuyla ilgili şartım hatırlatan bir konuşmaydı. Resulüllah, Kureyş’in tedirginliğine ve korkusuna hak verip; ‘Anlaşmanın gereğine uyulacak. Yanımızda kınlarına sokulu olarak sadece kılıçlarımız olacak. Ben her zaman vefakârlığımla tanındım ve yine öyle olacak. Yanımıza başka silah almayacağız. Fakat bu silahların gerektiğinde uzanabileceğim yerde bulunmasını da gerekli görüyorum’ dedi. Bu açıkça, bir saldırganlığa kalkışması durumunda Kureyş’e cevap vermekten kaçınılmayacağı anlamına gelen bir tehditti. Ancak duydukları Mikrez’i sevindirdi. Çünkü kendilerinin anlaşmayı ihlâl etmek gibi bir niyetleri yoktu. Bütün korkuları Resulüllah’ın anlaşmaya uyup uymayacağı ile ilgiliydi. Anlaşıldığına göre Resulüllah anlaşmaya uyacaktı. O halde korkulacak bir şey yoktu. Mikrez duydukları karşısında sevinerek; ‘Sana yakışan da vefakârlıktır’ deyip Mekke’ye döndü. Müslümanlar da Mikrez’in hemen peşi sıra, yanlarında sadece kılıçları olduğu halde, Mekke’ye doğru hareket ettiler.
Mikrez’in durumu anlatması üzerine Kureyş liderleri rahatladılar. Korktukları başlarına gelmeyecekti. Ancak Müslümanların Mekke’de rahatlıkla gezinmelerine de katlanamayacaklardı. Çünkü bunun kendileri için savaşsız bir yenilgi, Müslümanlar için de zafer olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle Müslümanların Mekke’de kalacakları üç gün boyunca Mekke’yi terk etmeye karar verdiler. Çabucak hazırlıklarını tamamlayıp, Mekke’den çıktılar. Mekke’yi rahatlıkla görebilecekleri çevredeki dağlara yerleştiler. Halk Mekke’de kaldı. Halkın büyük bir çoğunluğu Kabe çevresinde toplanmış, Müslümanları bekliyordu. Müslümanları savaşsız bir ortamda, yakından görme arzusu içindeydiler.
Müslümanlar Medine’ye hicret edince hava değişimi nedeni ile hastalanmış ve zayıf düşmüşlerdi. Bundan da Kureyş’in haberi olmuş ve muhacirlerin hâlâ zayıf ve hasta olduklarını sanıyorlardı. Resulüllah bunu bildiği için Mekke’ye girerken Müslümanlardan olabildiklerince dik durmalarını, tavaflarını yürüyerek değil koşarak yapmalarını, sert adımlarla yürümelerini ve hatta koşmalarını istedi. O’nun bu istekleri de diğer tüm istekleri gibi eksiksiz yerine getirildi ve hep bir ağızdan, dağlarda yankılanan sesleri ile telbiye ederek Mekke’ye girdiler: ‘Lebbeyk! Leb-beyh! Lâ şerike leke lebbeyk! înnel hamde ven nimete leke velmülke lâ şerike leh!’
Kureyş liderleri, Müslümanların büyük bir ihtişamla ve dağlarda yankılanan sesleriyle Mekke’ye girişlerini öfke ve şaşkınlık içerisinde izliyorlardı. Kin ve kıskançlıklarından kahrolmuş haldeydiler. Şirkin merkezinde tevhidin çağrısı yapılıyor ve kendileri buna müdahale edemiyorlar di. Bu müşrikler için bir yenilgi, Müslümanlar açısından ise açıkça bir zaferdi.
Kureyş liderleri öfkelerinden yerlerinde duramaz halde çaresiz beklerlerken, duymamak ve görmemek için kulaklarını ve gözlerini kapamaya çalışırlarken, Mekke’nin çocukları ise bir bayram havası içerisinde Müslümanların etrafım sardılar. Özellikle Haşim oğullarının çocukları amcaları, dayıları olan Resulüllah’ı görmek, O’na sevinçlerini göstermek için özel bir çaba içerisindeydiler. Halk ise Kabe’nin yakınında toplanmış, biraz şaşkınlıkla, biraz gıptayla Müslümanları seyrediyordu. Müslümanların dinç, güçlü adımlarla yürümeleri, tavaf ederken yürümek yerine koşmaları Mekke’yi inletiyor, düşmanların kalbine korku veriyordu. Resulüllah Kabe’yi tavaf ederken önünde yürüyen Abdullah b. Revâha çoğu zaman yaptığı gibi, davudi sesiyle şiir okumaya başladı. Sesi her bir taraftan duyuluyordu:
Allah’ın ismi ile başlarım,
O’nun dininden başka gerçek din yoktur; diğerleri hep batıl.
Allah’ın ismi ile başlarım,
Muhammed O’nun resulüdür.
Ey kâfir dölleri çekilin O’nun yolundan!
Çekilin! Çünkü her türlü hayır O’nun yolundadır.
O’nun Tenzil’ine göre size darbe vurduğumuz gibi,
Bugün de O’nun Tevil’i üzere size darbe vuruyoruz.
Hem de baştan omuz ve gövdelerden ayıran,
Dosta dostunu unutturan ölümcül bir darbe ile….
Hz. Ömer, umre tavafı sırasında şiir okunmayacağını düşünerek, ‘Sen Harem’de Resulüllah’ın önünde şiir okumaya devam edip duracak mısın? Yeter artık’ diyerek Abdullah’a müdahale etti. Ancak Resulüllah ‘Ey Ömer’ dedi; ‘ Ben onu dinliyorum. Allah’a yemin ederim ki onun bu sözleri Kureyş müşriklerine ok atmaktan daha etkili’.
Bunlar Abdullah’ın yaptığım tasdik eden sözlerdi. O sıra şiir okumasına son vermiş olan Abdullah’a dönerek kendi söylediklerini tekrar etmesini istedi:
Yoktur Allah’tan başka ilâh!
O’dur tek olan!
O’dur vaadini gerçekleştiren!
O’dur bu kuluna yardım eden!
O’dur askerlerini destekleyip güçlendiren!
O’dur toplanmış toplulukları bozguna uğratıp dağıtan!
Müslümanlar da Abdullah’ın tekrarladığı bu sözleri hep bir ağızdan söylemeye başladılar. Mekke Resulüllah’ın sözleriyle inliyordu. Müslümanları seyreden, seslerini duyan Kureyş liderleri ise muhacirlerin zayıf ve hasta oldukları düşüncelerinin yanlış olduğunu birbirlerine söyleyerek olup-bitenleri şaşkınlıkla izliyor ve dinliyorlardı. Bazıları ‘Medine’nin humması, sıtması onlara zarar vermemiş. Onlar oldukça güçlüler. Baksanıza, bunlar yürümeye bile razı olmuyorlar da geyiklerin sıçrayışı gibi zıplaya zıplaya tavaf ediyorlar’ diyerek şaşkınlıklarını dile getiriyordu. Resulüllah putlarla dolu Kabe’ye girmeyi arzuladı. Kabe’nin kapısı kilitli oldu için giremedi. Müşrik liderlere haber göndererek isteğini bildirip, anahtarı istedi. Müşrik liderler bu isteği kabul etmediler. Kabe’nin içine girmenin umrenin gerekleri arasında olmadığını ve ayrıca aralarındaki anlaşmada böylesi bir şartın bulunmadığını bildirdiler. Söyledikleri doğruydu. Resulüllah ısrarcı olmadı. Bi-lâl’e Kabe’nin üstüne çıkmasını ve ezan okumasını söyledi. Bilâl hayatının en çok istediği işini büyük bir sevinçle yerine getirdi. Tevhidin çağrısı, tevhidin sembolü olan Kabe’de yüzyıllar sonra Bilâl’in sesinden tekrar işitildi:
Allah büyüktür
Şahitlik ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur.
Şahitlik ederim ki, Muhammed O’nun kulu ve resulüdür.
Haydi kurtuluşa gelin
Haydi esenliğe gelin….
Bilâl’in sesi müşrik liderlerine kadar ulaştı. Kabe’nin.üzerinde tevhidin ilan edilmesini şaşkınlık ve öfke içerisinde dinliyorlardı. Üstelik bu çağrının kendileri tarafından insan dahi kabul edilmeyen zenci bir köle tarafından yapılması çok ağırlarına gitti. Öfkelerinden ne yapacaklarını bilemez bir halde donup kaldılar. Sıkıntılarını birbirlerine karşı benzer sözlerle ifade etmeye başladılar. İkrime b. Ebû Cehil ‘Allah, babam Ebû Cehil’e bu kölenin söylediklerini işittirmemek lütfunda bulundu’ derken, Halid b. Esed ‘Allah’a şükürler olsun ki, Allah, babamın canım daha önceden aldı da bu kölenin Kabe’nin üzerinde durup bağırdığı zamanı görmedi’, Safvan b. Umeyye ise ‘Allah’a şükürler olsun ki, babam bunları görmeden ölüp gitti’ diyordu.
Müslümanlar, anlaşma gereği, Mekke’de üç gün kaldılar. Umrenin bütün şartlarını yerine getirdiler. Resulüllah bir grup Müslümanı Ye’cec’de bekleyen süvari birliği ile değiştirerek, onların da umrelerini yapmalarını sağladı. Böylelikle herkes umresini yapmış oldu. Mekke’de kalan ve üç gün içinde sürekli Resulüllah’la görüşen Abbas, Resulüllah’a baldızını eş olarak almasını teklif etti. Zira, daha önce iki kez evlenmiş ye kırklı yaşlarda bulunan Meymune isimli hanımla evlenmesi önemli siyasî bağlantılara neden olacaktı. Resulüllah kabul etti. Meymune de bu evliliğe istekliydi. Evlilik töreninin Mekke’de yapılmasına ve büyükçe bir davet verilmesine karar verildi. Resulüllah, müşrik liderlere haber göndererek, onları düğününe davet etti. Amacı düğün daveti vesilesiyle müşrik liderlerle görüşme konuşma imkanı elde etmek ve onlara bir şeyler anlatmaktı. Böylelikle kalplerindeki kin ve düşmanlıkları kırma imkânı elde etme imkânı bulmuş olacaktı. Bir kez Müslümanlarla bir sofrada otururlarsa bunun gerisinin geleceğini düşünüyordu. Ancak müşrik liderler daveti kabul etmediler. Üstelik Resulüllah’tan Mekke’yi terk etmesini istediler. Çünkü anlaşma gereği olan üç günlük süre bitmişti. Resulüllah düşündüğünün gerçekleşmeyeceğini anlayınca, Müslümanlara Mekke’yi terk etmelerini söyledi. Resulüllah Müslümanların arasında Mekke’yi terk ederken bir kız çocuğunun sesi duyuldu: ‘Amca! Amca!’ Bağıran Hamza’nın kızı Ümâme’ydi. Mekke’de akrabalarının yanında yaşayan Ümâme, Resulüllah’ın peşinden koşuyor ve kendisini yanma almasını istiyordu. Ali hemen gidip Umâme’nin elinden tuttu ve Fâtıma’mn yanına götürerek, çocuğa sahip olmasını istedi.
Mekke’den çıkıp, birkaç kilometre uzaklıktaki Şerif bölgesine gelinince mola verildi. Resulüllah’ın Meymune ile evliliği burada gerçekleşecekti. Bu evlilik Resulüllah ile Kureyş’in müşrik liderlerinin bazıları arasında akrabalık bağları oluşturuyordu. Bu bağlardan en önemlisi ise Velid b. Muğire’nin oğlu, Kureyş’in başarılı komutanı Halid ile olacaktı. Çünkü Meymune ile Halid’in eşi yakın akrabaydı. Buna göre Resulüllah ile Halid bacanak oluyorlardı.
Müslümanlar umre ziyaretini tamamlayıp Medine’ye döndüler. Dönerlerken Resulüllah’ın bir yıl önceki rüyasının gerçekleştiğini ve Hudeybiye’nin de bir yıl önce ayetle müjdelendiği üzere gerçek bir zafer olduğunu açıkça görüp, yaşamışlardı. Hepsi mutluydu; Allah’a şükrediyorlardı.
Medine’ye dönüldüğü gün Resulüllah üç yakını arasında çıkan bir tartışmanın seslerini duydu. Ali, Cafer ve Zeyd birbirleriyle tartışıyorlardı. Resulüllah yanlarına gitti ve tartışmalarının nedenini sordu. Tartışmanın nedeni Ümâme’ydi. Her biri Umâme’nin velisi olmayı arzuluyordu. Zeyd, Medine’ye hicret ettiklerinde Resulüllah tarafından Hamza ile kardeş yapıldığından Ümâme’yi almak ve bakımını üstlenmek konusunda sorumluluğun kendisine ait olduğunu iddia ederken; Cafer ve Ali bunu kabul etmiyorlar, Umâme’nin sorumluluğunu üstlenmeye kendilerinin daha layık olduklarını iddia ediyorlardı. Cafer iddiasında daha ısrarcıydı. Umâme’nin amcasının kızı olmasının yanı sıra, aynı zamanda eşinin yeğeni olduğunu bildirip Ümâme’yi kimseye vermeyeceğini söylüyordu. Buna karşılık Ali ise Umâme’nin hem amcasının kızı olduğunu ve hem de onu Mekke’den kendisinin getirdiğini söyleyip, onun kendi sorumluluğundan olması gerektiğini iddia ediyordu. Resulüllah üç tarafı da dinledi. Üçünü de övdü ve sevgilerini ifade etti: ‘Ey Zeyd! Sen Allah’ın ve Resulünün dostusun. Ey Ali! Sen benim kardeşim ve arkadaşımsın. Ey Cafer! Sen bana yapıca ve huyca en çok benzeyensin dedi. Sonra da aralarındaki anlaşmazlığı çözecek kararım bildirdi: ‘Ey Cafer! Ümâme’yi görüp gözetmeye sen daha layıksın. Çünkü onun teyzesi senin eşindir.
Teyze anne yerinedir.[4] Resulüllah’ın karan Zeyd ve Ali’yi üzdü, ancak itirazsız kabullendiler. Cafer ise sevincinden kalkıp Resulüllah’ın etrafında sekerek dönmeye başladı.
Cafer’in sekerek dönüşünü görünce, Resulüllah da, diğerleri de şaşırdılar. Cafer’in bu garip davranışının sebebini anlamaya çalıştılar. Resulüllah, Cafer’e bu davranışının sebebini sordu. Cafer, bunu Habeşistan’da görüp, öğrendiğini, Habeşlilerin bir şeye çok sevindiklerinde sevinçlerini belli etmek için böyle yaptıklarını söyledi. Resulüllah gülümsedi ve herkes evine döndü.
[4] Vakıdî, Uegazı, 11/738, 739; İbn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, VIII/ 159, 160.