MURATS44
Özel Üye
Güneş tam tepedeydi. Yılın en sıcak günlerinden biriydi.
Koca meşe ağacının altında iki çocuk... Yaşlı katırına su bidonlarını yüklemekte olan yaşlı bir adam... Köşeli kasketi, belinde kuşağı ve sırtında azığı… Çocuklar meşe palamutlarından topaç yapmakta, neşe içinde…
Koşuyordu kasabaya uzanan patikanın en sağından. Toz kalkıyordu ayakları yere her değdiğinde. Ter damlaları düşüyordu vücudundan birer ikişer. Nefes alıyorlardı derinden derine. Adam; tepeye, meşe ağaçlarına doğru yöneldi.
"Al bakalım, şifa olsun."
"Sağ olasın amca."
"Buracıkta esdiği pek hissedilmez emme, gapıverir derd adamı. İhtiyat, yeğen."
Elindeki bakır bir tas... Tutacak yeri olmayan, hafif yamuk, çukur bir kap… İçinde soğukluktan bir parça… Ağacın kolları altına oturup nefeslenmek istedi. Elinde tas…
Yaşlı adam yularını tuttu hayvanın, el salladı. Çocuklar birbiri ardına koşarak dedelerinin peşinden, kasabaya doğru yola çıktılar.
"Hişt. "
Havlusuyla kuruladı bedenini, yaşlı ağacın damar damar bedenine yaslandı. Kara keçileri otlatmaya gittiği mesut günler hatırına geldi. Palamutlardan kolye, tespih ve topaç yapma mutluluğunu yeniden yaşadı…
"Hey! Hey!"
Tası kaldırdı, yudumladığının peşine takıldı şimdi de. Buz gibi bir akış, rahatsız etmeyen, soğutan ve canlılık üfleyen bir akış… Durdu, baktı tastaki şeye, kendini gördü.
"Elhamdülillah, ne hoş bir…"
Tamamlayamadı cümlesini. Münasip bir kelime bulup koyamadı taşı gediğine. Tastaki şeyi, tâ içe kadar canlılık veren 'şeyi' çok düşünmediğini fark etti o ân. Baktı öylesine.
"Hey, sana sesleniyorum. Bir cevap versene…"
Ona sesleniyordu sanki. Tasın içine daldı gitti…
"Kimsin sen, adın sanın necedir?"
"Adım yok benim.
Şeklim, tadım ve tuzum da yoktur. Kabıma göre şekil alırım evvelâ, berrak bir görünüşüm var. Saklanırım dünyada, zeminin en ücra kırıklarında, kovalarım gün ışığını ve çatlaklardan salarım yeryüzüne kendimi. Duramam yerimde, bir oraya bir buraya koşar dururum; çağlarım, taştan taşa çarparak katarım önüme gelen ne varsa. Pınar olurum, büyürüm sonra ve akarım. Bazen dere, çay, ırmak, nehir isimleri verilir ve daha büyük olmanın arzusuyla gölete, göle, denize, okyanusa dönerim yönümü, kavuşunca da ben 'ben olmaktan çıkar', 'bizden bir katre' olurum.
Adım yok benim.
Ancak, her şey benimle var. "Her şeyi sudan yarattık." (Enbiya, 30) mealindeki âyet ve daha pek çok âyet delildir bu hakikate. İlâhî takdir serbest bırakmıştır beni… Canlılığı ve diriliği benden bilir insan. Hayy'ın âyinesi olmak vazifemiz. 'Aziz' biliniriz hemen her kültürde, nereye giderseniz gidiniz. İnsan benim ikizimdir bir mânâsıyla. İnsanlığın tarihi benim tarihimdir; ben mıknatıs, insanoğlu nazenin demir parçaları gibi… Ben nerede isem, hayat oraya bahşedilir.
Adım yok benim, hakikatim var.
İnsanla yakından bağlıyız birbirimize. Asıl resimde yan yana duran iki samimi dostu andırır durumumuz. Büyük bir şairiniz: 'Üstümüzden geçer su, doğunca ve ölünce' diyerek bu hakikate işaret eder. İnsana Rabb'e yaklaşma yolunun anahtarı hüviyetindeyim. Niyet müminlere ilk basamak olurum abdestle. Pür-huzur, pür-nur bir kalb, pâk bir ruhla Yaradan dergâhının yoluna durulur sonra. Bir mânâda, ben özü hatırlayışın adıyım, mânânın setredildiği yerden açığa çıkışının resmi olurum. Bu dünyada vaktini tamam eden bedenlere en son benim elim değer. 'Geldiğin gibi dön!' olur son sözlerim. Yıkanma, benim en cevval olduğum, kiri pası söktüğüm zamanın lâkabı insan dilinde.
Hakikatim var benim; ben berrak bir perdenin ardındayım. O perde.. ardında dikeni de besleyen, gülü de… Çöllerde gazellerin çatlamış dudaklarına can veren, koca koca demir yığınlarını tüy misâli oradan orada sürükleyen, kaldıran, buzdağlarını da deniz canlılarının her türlüsünü de barındıran, sıcaklığıyla muhafaza eden, ateşi söndüren, soğutan ve Rabb-i Rahim'in "….berden selemen!" emriyle kor parçacıklarını bağlara ve bahçelere döndüren benim. Ben, yemeğinize nefaset, çiçeklerinize rayiha, bedeninize ter, hissiyat mütercimi gözlerinize yaş ve bulutlara yüküm.
Ben, her şeyi kabul ederim; günahkârı, yalancıyı, zahiti, âbidi, zâlimi, masumu, genci, ihtiyarı, şakîyi, hırsızı… Bildiğiniz bütün sıfatları sayın işte! 'İtirazım var!' sesi duyulmaz hiçbir katrenin ağzından, tâ ki Hakk'tan emir gelinceye kadar. Kudret, Hakk ve Celâl Sahibi Hazret-i Yezdan dilerse, munis ve hoşgörülü kimliğimi bir kenara bırakır, göreve koşarım. "Helak edici", "yıkıcı ve öldürücü" oluveririm, kavimleri yeryüzünden silerim. O büyük Nebi'ye (as) sığınanlar müstesna!
Bende kuvvet gizlidir, görünmezliklerde işler durur. Bir kutlunun mağaraya sığındığında fark ettiği oyuklardır taş üzerinde bıraktığım; adı 'İbn-i Hacer' bilirsiniz. En sert ve dayanıklı maddeler, çaresiz direnmeye çalışırlar. Taşı, mermeri, kayayı, demiri mağlup ederim. Kuvvet, Yaratıcı'mdan (celle celâluhu) gelir zîrâ!
Yediğinde, içtiğinde, bedeninin her köşesinde mevcut olanım ben. Elma, portakal, limon, havuç, mango, yıldız meyvesi, şeftali, mandalina, armut, nar… Hepsinde varım, ama hep farklıyım. Beni meyveden meyveye farklılaştırana hamdederim. İçilirim, gâh 'zemzem' olurum, gâh Kevser, şerbet, selsebil veya can suyu. 'Rahmet' olurum bazen, Rauf'un (celle celâluhu) izniyle toprağın bağrına koşarım. "Yerde kirlendi mi, bulutta temizlenen!" biriyim ben. Kirli değilim esasen, ancak kirletir insanoğlu hoyratça. Ben de o vakit, temizlenmeye yukarılara koşarım, bulutlara sığınırım. Sonra da, ter u taze atlarım yeryüzüne. 'Yağmam ben, coşarım!' Hayat bahşedilir benimle canlılara, bu yüzden derler: "O gelen hayat kaynağıdır.", "Rahmet yağıyor, elhamdülillah!" Nerede bir birikinti varsa, canlılık oradadır. Yeni dikilen fidanlara 'can versin' maksadıyla dökerler beni. Ben her yerdeyim.
Kısacık bir ismim var: iki harf. Biri sessiz, biri sesli…
Hadi, bir sonraki satıra kaydır gözünü:
"Su."
Adam, kendine geldi derin bir sessizlikten sonra. Tası götürdü dudaklarına, suyun azizliğini akıttı… Suyu tanımaktan mesuttu. Şükretti.