MAİDE SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Mâide Sûresi Hakkında
Üçüncü âyetin dışında sûrenin bütünü Medine'de, hicrî altıncı yılda nâzil olmuştur.120 (yüzyirmi) âyettir. Buhârî ve Müslim'de, Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre "Bugün size dininizi ikmal ettim..." ifadesinin yer aldığı âyet Mekke'de, vedâ haccında, cuma günü, Arafe akşamı nâzil olmuştur. "Mâide" sofra demektir. 112 ve 114. âyetlerde, Hz. İsa zamanında, gökten indirilmesi istenen bir sofradan bahsedildiği için sûreye bu isim verilmiştir. Bundan önceki sûrede dinî zümreler içinden münafıklar ağırlıkla söz konusu edilmişti. Bu sûrede ise yine münafıklardan bahsedilmekle beraber ağırlık ehl-i kitapta ve özellikle hristiyanlardadır. Bunun dışında sûrede hac farizası, abdest, gusül, teyemmüm ile ilgili bazı bilgiler, içki ve kumar yasağı, ahitlere ve söze bağlılık, içtimaî ve ahlâkî münasebetler, haram ve helâl yiyecekler gibi bilgi ve hükümlere temas edilmiştir.
Mâide Sûresi Konusu
Sûrede özetle şu mevzular ele alınmaktadır:
› Müslümanların dinî, içtimaî, iktisadî ve siyasî hayatlarını tanzim eden düzenlemelere yer verilir. Bu bağlamda akitlerin yerine getirilmesi, Allah’ın hacla ve bunun dışındaki hususlarla ilgili koymuş olduğu dinî nişânelere saygı duyulması, Kâbe’ye gelen hacılara karşı girişilecek her türlü müdahalenin yasaklanması sözkonusu edilir. Haram ve helâl olan yiyeceklerle alakalı kesin hükümler konur. Bu hususta İslâm’dan önce mevcut olan yanlış telakki ve uygulamalar kaldırılır. Ehl-i kitabın kestiklerini yeme ve iffetli hür kadınlarıyla evlenme izni verilir. Abdest, gusül ve teyemmümle ilgili hükümler; isyan, toplumun huzurunu bozma, hırsızlık ve kısası gerektiren hususlarla ilgili cezalar bildirilir. İçki içmek, kumar oynamak, putlara tapmak, fal oklarıyla iş yapmak tamamen yasaklanır. Yemin kefareti açıklanır ve şâhitlikle alakalı yeni hükümlere yer verilir.
› Hâkim duruma geçen müslümanlar, iktidarın kendilerini bozması tehlikesine karşı ikaz edilip, adâlete bağlı kalmaları, kendilerinden önce geçen kitap ehlinin hatalarına düşmemeleri, onları dost ve sırdaş edinmemeleri konusunda tekrar tekrar uyarılır. Bunu başarabilmek için de Allah ve Rasûlü’nün öğrettiklerini, emir ve yasaklarını titizlikle gözetmeleri emredilir.
› Yahudiler, ısrarla sürdürdükleri yanlış tavırlarına karşı ikaz edilir ve sırat-ı müstakim olan İslâm yoluna tabi olmaya çağrılır. Hz. Âdem’in iki oğlunun kıssası bağlamında Hz. Peygamber Efendimiz ve ashâbı hakkında öldürme planlarından vazgeçilmesi ve Allah katında insanın hayatının ehemmiyeti hususuna özel bir vurgu yapılır. Aynı şekilde Hıristiyanların da içine düştükleri yanlış inançlar açıkça belirtilerek, onlara da Allah Resûlü (s.a.s.)’in rehberliğini kabul etmeleri konusunda uyarıda bulunulur. İşin ciddiyetini göstermek üzere de kıyamet gününde peygamberlerin bile zor anlar yaşayacağı ilâhî hesaptan bir tablo arzedilir. Netice olarak bütün insanlar göklerin, yerin ve her şeyin sahibi olan Allah’a kulluğa davet edilir.
Mâide Sûresi Nuzül
Mushaftaki sıralamada 5., iniş sırasına göre 112. sûredir. Fetih sûresinden sonra, Tevbe’den önce Medine’de nâzil olmuştur. Medine döneminde bir defada indiğine ve son inen sûrelerden olduğuna dair rivayetler bulunmakla birlikte (Tirmizî, “Tefsîr”, 6/20; Müsned, II, 176; VI, 455; Hâkim, Müstedrek, II, 311), bu rivayetlerin gerek sûrenin ihtiva ettiği konulara gerekse sûre içindeki âyetlerin iniş sebebiyle ilgili bilgilere uygun düşmediğini savunan Ateş’e göre sûre, Medine döneminde uzun bir zaman dilimi içerisinde peyderpey inmiş, ancak Hz. Peygamber’in hayatının sonlarında tertip edilmiş olması sebebiyle tamamının bir defada indiği sanılarak bu rivayetler ortaya çıkmıştır (II, 448). Gösterilen gerekçeler incelendiğinde bu görüşün daha isabetli olduğu anlaşılmaktadır.
Mâide Sûresi Fazileti
Görüldüğü üzere Mâide sûresi müslümanların dinî, içtimaî, iktisadî ve siyasî hayatlarını tanzim eden pek çok düzenlemelere yer veren mühim sûrelerden biridir. Bu açıdan büyük bir fazilete sahiptir. Hz. Aişe (r.a.): “Mâide sûresi nüzûl bakımından son inen sûrelerdendir. Şu halde onda bulduğunuz helâlleri helâl, haramları da haram tutunuz” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 188) demektedir. Abdullah b. Amr b. Âs ise: “Nebi (s.a.s.) bineği üzerinde iken ona Mâide sûresi indi. Binek taşıyamadı, bunun üzerine Efendimiz bineğinden indi” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 176) diyerek sûrenin önemini ve dindeki ağırlığını vurgular.
MAİDE SURESİNİN TEFSİRİ
1. Ey iman edenler! Yaptığınız anlaşmaları tam olarak yerine getirin. Harâm olduğu size bildirilen ve bildirilecek olanların dışındaki hayvanların eti size helâl kılındı. Ancak ihramlı iken avlanmanız helâl değildir. Şüphesiz Allah, dilediği hükmü verir.
“Yaptığınız anlaşmalar” diye tercüme edilen اَلْعُقُودُ (ukûd), “akd” kelimesinin çoğuludur. “Akd” sözlükte “ipin iki ucunu birbirine bağlamak, sağlam bağ ve düğüm” gibi mânalara gelir. Bundan hareketle “belgeye bağlanmış anlaşma”ya akit denilmiştir. Burada gerek fertler arasında, gerek fertle toplum arasında, gerek toplumlar ve devletler arasında gerekse adak ve yemin gibi kul ile Allah arasında bağlayıcı olan ve yerine getirilmesi gereken bütün sözleşmeler kastedilmiştir. Mü’minler, bu sözleşmelerin gereği neyse onu tam olarak yerine getirmekle mesuldürler. Kur’ân-ı Kerîm, tarafların dinî ve etnik kimliklerine bakmaksızın sözleşmelere riâyet etmelerini mü’minlere emrederek, sözleşmelerin bağlayıcı olmasının hukukun temel niteliklerinden biri olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.), bütün akitlerle birlikte, gayri müslimlerle yapmış olduğu akitlerin yerine getirilmesine de son derece önem vermiştir. (bk. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 325)
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz, işlenen bir kısım günahların ve bunlar içinde de ahdi bozmanın sebep olacağı feci akıbetleri şöyle haber verir: “Bir toplumda hile ve sahtekârlık baş gösterirse Allah onların kalplerine korku salar. Bir cemiyette zina yaygınlaşırsa, orada ölümler artar. Bir kavim ölçü ve tartıyı eksik tutarsa orada rızık darlığı baş gösterir. Bir kavimde adâletsizlik yaygınlaşırsa orada kanlı hâdiseler artar. Ve bir millet ahdini bozarsa Allah onlara düşmanı musallat eder.” (Muvatta, Cihad 26)
Eşyada aslolan mübâhlıktır, helâlliktir. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm ve sünnet-i seniyye ile haram kılınanlar haricinde bütün hayvanların etleri helâldir. اَلْبَه۪يمَةُ (behîme), karada ve denizde yaşayan dört ayaklı hayvanları ifade eden bir kelimedir. اَلُأنْعَامُ (en‘âm) ise deve, sığır, koyun ve keçi gibi evcil hayvanları (bk. En‘âm 6/142-144), bunlarla birlikte ceylan, geyik ve benzeri gibi eti yenen yabani hayvanları da içine alır. Pençeli ve yırtıcı hayvanlar ile at, eşek ve katır gibi tek tırnaklı hayvanlar ise bu gruba dâhil değildir. Etlerinin yenmesi haram kılınan hayvanlar bu sûrenin 3. âyetinde sayılmaktadır. Peygamber Efendimiz de: “Yırtıcı hayvanlardan azı dişli olan her bir hayvan haramdır” (Buhârî, Sayd 29; Müslim, Sayd 15) ve benzeri beyânlarıyla eti yenmesi haram olan diğer hayvanları haber vermiştir. Hac ve umrede ihramlı iken kara hayvanlarını avlamak haram kılınmış, deniz hayvanlarını avlamak ise serbest bırakılmıştır. (bk. Mâide 6/96) İhramlı olanların, ihramlı olmayanlar tarafından avlanan kara hayvanlarının etinden yemesinde ise bir sakınca görülmemiştir.
Şimdi ise İslâm’ın bir kısım önemli alametlerine ve bunlara karşı saygılı olmak gerektiğine işaret etmek üzere şöyle buyruluyor:
2. Ey iman edenler! Allah’ın dîninin alâmetlerine, haram aylara, Kâbe’ye hediye edilen kurbanlık hayvanlar ile onların boyunlarına takılan gerdanlıklara, Rablerinin lutuf ve rızâsını isteyerek Beyt-i Harâm’a gelenlere sakın saygısızlık etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman isterseniz avlanabilirsiniz. Mescid-i Harâm’ı ziyaretinizi engellediler diye bir topluluğa duyduğunuz öfke, sakın sizi onlara karşı saldırganlık yapmaya sevk etmesin. İyilik ve takvâda birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta ise yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.
Âyet-i kerîme Dubey‘a oğullarından Hutam hakkında inmiştir. Adı Şurayh b. Dubey‘a el-Kindî idi. Hutam, Yemâme’den Medine-i Münevvere’ye Peygamber (s.a.v.)’i görmeye gelir. Yanındaki atlıları Medine dışında bırakarak yalnız başına Efendimiz’in huzuruna girer ve: “İnsanları neye davet ediyorsun?” diye sorar. Allah Resûlü (s.a.s.): “Allah’ın tek ilâh olduğuna şehâdet etmeye, namazı kılmaya, zekâtı vermeye” buyurur. Efendimiz’in davetini kabul etmiş görünerek: “Ancak, kabilem içinde kendilerine danışmadan karar veremeyeceğim büyüklerim var, ben onlara geri döneyim, belki müslüman olur, onları da size getiririm” der ve oradan ayrılır. Resûl-i Ekrem (s.a.s.) ashâbına, Hutam yanına girdiğinde: “Yanınıza şeytanın diliyle konuşan bir adam girdi”; çıktığında da: “Bu adam sizin yanınıza kâfir yüzüyle girmişti, bir zalimin çıkışıyla çıktı. Bu adam müslüman filân değil” buyurmuştu. Nitekim Hutam Medine’den çıkarken Medinelilerin otlamak üzere dışarı saldıkları hayvanlarını sürüp götürür. müslümanlar peşine düşerlerse de kaçıp kurtulur, yakalayamazlar. Daha sonra Allah Resûlü (s.a.s.) Umretu’l-kazâ[1] için Mekke-i Mükerreme’ye girdiğinde Yemâme hacılarının telbiyesini işitir ve ashâbına: “Bunlar Hutam ve arkadaşları” buyurur. Hutam, Medinelilere ait olup da gasbederek götürdüğü hayvanları hacda kurban olmak üzere nişanlamış ve Ka’be’de kurban edilmek üzere getirmiştir. Efendimiz’in yanında bulunan müslümanlar Hutam’ı yakalamak üzere ona doğru harekete geçince bu âyet-i kerîme nâzil olur. (Vâhidi, s. 19; Taberî, Câmi‘u’l-beyân, VI, 78-79)
Âyet-i kerîmede genelde Allah’ın bütün emirlerine, özel olarak da hac ve umre ile alakalı bir kısım alâmet ve işaretlere saygı gösterilmesi, hürmetsizlik edilmemesi istenir. اَلشَّعَائِرُ (şe‘âir), alâmet, işaret ve nişan gibi mânalara gelen اَلشَّع۪يرَةُ (şa‘îre) kelimesinin çoğuludur. “Allah’ın şe‘âiri”, Cenâb-ı Hakk’ın kullardan yerine getirmelerini istediği dinî mükellefiyetler, ibâdet ve taatlere işaret eden alâmetlerdir. Mesel
“Haram ay”, savaşın haram olduğu aydır. Hicrî takvime göre bunlar Zilkâde, Zilhicce, Muharrem ve Recep aylarıdır. اَلْهَدْيُ (hedy), Allah’a mânen yaklaşmak için veya bir cinâyetten dolayı kefâret olarak kesilmek üzere Harem-i Şerif’e götürülen veya gönderilen kurbana denir. اَلْقَلَائِدُ (kalâid), gerdanlık mânasındaki اَلْقِلَادَةُ (kılâde) kelimesinin çoğuludur. Harem-i Şerif’e gönderilen kurbanların boyunlarına, kurbanlık olduğunun bilinmesi ve onlara saldırılmaması için bağlanan nesnelere bu isim verilir. Aynı zamanda boyunlarına gerdanlık takılmış olan kurbanlıklara da “kalâid” denilir.
Bütün bunlara lâyık oldukları hürmet gösterilmeli; Allah’tan dünyaya ait bir ticaret ve O’nun hoşnutluğunu arzulayarak Kâbe’yi ziyaret etmek isteyenlere de mâni olunmamalıdır. Ziyaretlerine müsaade edilmeli, özellikle hac aylarında asayişin korunmasına çok daha dikkat gösterilmelidir.
Âyetin, “Mescid-i Haram’ı ziyaretinizi engellediler diye bir topluluğa duyduğunuz öfke, sakın sizi onlara karşı saldırganlık yapmaya sevk etmesin. İyilik ve takvâda birbirinizle yardımlaşın; günah ve düşmanlıkta ise yardımlaşmayın. Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir” (Mâide 5/2) kısmı, mü’minleri daima itidalli olmaya, haksızlıktan uzak durmaya; günah, zulüm ve düşmanlıkların önünü almaya ve hep iyilik ve takvâda yardımlaşmaya yönlendirmektedir. Nitekim müşrikler hicretin 6. yılında umre için Mekke’ye gelen müslümanları engelleyerek şehre sokmamışlar, Kabe’yi tavaf etmelerine müsaade etmemişlerdi. Ancak bir yıl sonra müslümanların Kâbe’yi tavaf etmelerine izin verileceği hükmünü içeren Hudeybiye Antlaşması yapıldı. Âyetten anlaşıldığına göre müşriklerin müslümanlara karşı hasmane tutumları ve bu arada onları büyük bir hasretle arzuladıkları Kabe ziyaretinden engellemeleri bazı müslümanları intikam alma düşüncesine sevk etmiş, müslümanlar Mekke’yi fethederek oranın yönetimini ellerine geçirince bazı kimseler daha önce kendilerine kötülük etmiş olanları cezalandırmak ve yapılan kötülüklere misillemede bulunmak istemişlerdi. Ancak âyet, bu hâdisenin müslümanların zulüm yapmalarına bir gerekçe olamayacağını bildirmiş, onları af ve iyilik yolunu tutmaya teşvik etmiştir.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de ümmetini her hâlükârda iyilik ve yardım etmeye çağırarak: “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et!” buyurmuştur. “Ey Allah’ın Rasûlü! Kardeşim mazlum ise yardım ederim, zalim ise nasıl yardım edeyim?” diye sorulunca da: “Onu zulmetmekten engellersin, senin ona yardımın budur” cevabını vermiştir. (Buhârî, Mezâlim 4)
Allah Teâlâ, bu âyette iyilik üzere yardımlaşmaya teşvikte bulunup bunu, kendisine karşı takvâlı olmakla birlikte zikreder. Takvâda Allah’ın rızâsı, iyilik de ise insanların rızâsı vardır. Dolayısıyla Allah’ın rızâsı ile insanları hoşnut etmeyi bir araya getirebilenler, tam mânasıyla huzur ve mutluluğu yakalama imkânı bulurlar. İyilik ve takvâ üzere yardımlaşmak çeşitli şekillerde olabilir. Mesela âlim ilmi ile, zengin malıyla insanlara yardımcı olur. Yiğit olan kimse de Allah yolunda gösterdiği kahramanlıkla yardımcı olur. Hâsılı müslümanlar, hayatın her alanında birbirini destekleyen ve birbirine yardım eden iki el gibi olmalıdırlar.
Hz. Ebûbekir’in şu hâli bu hususta ne güzel bir misâldir:
Birgün Allah Resûlü (s.a.s.) ashâbından yanında bulunanlara:
“–İçinizde bugün kim oruçludur?” diye sordu. Hz. Ebûbekir:
“–Ben oruçluyum, yâ Rasûlallah!” dedi. Efendimiz:
“−Bugün kim bir cenâze namazına iştirâk etti?” buyurdu. Ebûbekir (r.a.):
“–Ben, yâ Rasûlallah!” dedi. Peygamber Efendimiz:
“–Bugün kim bir yoksul doyurdu?” diye sordu. Hz. Ebûbekir:
“–Ben, yâ Rasûlallah!” dedi. Fahr-i Kâinat (s.a.s.) Efendimiz:
“–Bugün bir hasta ziyâretinde bulunanınız var mı?” diye sordu. Yine Ebûbekir (r.a.):
“–Ben, ey Allah’ın Rasûlü!” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurdu:
“–Kim bu sâlih amelleri bir araya getirirse o mutlaka cennete girer.” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe 12)
Nitekim şâir şu öğüdü verir:
“Olmak istersen dü âlemde saîd
Kıl takarrub hayre, ol şerden bâid.” (Mehmed Es‘ad)
“Dünyada da, âhirette de mesut olmak ve Allah’ı hoşnut etmek istiyorsan dâimâ iyilik peşinde koş ve kötülüklerden uzaklaş.”
Birinci âyette işaret edildiği üzere eti haram olan hayvanlar hakkında buyruluyor ki:
Umretu’l-kaza: Resûlullah (s.a.s.) ashabıyla birlikte hicretin altıncı yılı Hudeybiye seferinin gerçekleştiği sene yapamadıkları, ancak bir yıl sonra yedinci yılda kaza ederek yaptıkları umre.
Mîkat: İhrama girilen yerler.
Cemre: Minâ’da şeytan taşlamak üzere atılan taşlar.
Tavaf: İbadet kastıyla Kâbe’nin etrafında dönme.
S‘ay: Safâ ile Merve arasında yürüyüş.
3. Size şunlar haram kılındı: Kendiliğinden ölen murdar hayvan, kan, domuz eti, Allah’tan başkasının adına kesilen hayvanlar, henüz canı çıkmadan yetişip şartına uygun tarzda kestikleriniz dışında boğularak, bir şey vurularak, yukarıdan yuvarlanarak, boynuzlanarak yahut yırtıcı bir hayvan tarafından parçalanarak ölen hayvanlar, putlara ait sunaklarda kesilen hayvanlar ve zar atarak, kumar oynayarak elde edilen etler, yiyecekler. Bunları yemek, Allah’ın yolundan çıkmaktır. Bugün artık kâfirler dîninizi söndürmekten ve sizi dinden döndürmekten ümitlerini kesmiş durumdadırlar. O halde onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim. Ancak kim açlıktan bunalıp çaresiz kalırsa, günaha meyletmeksizin haram olan bu etlerden yiyebilir. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Bu âyet-i kerîmede etleri yenmesi haram olan hayvanlar sayılmaktadır. Bunlar:
Kendiliğinden yani usûlüne uygun olarak kesilmeden ölen hayvan ki, buna leş denilir. Allah Resûlü (s.a.s.), balığı bu hükümden istisnâ etmiştir. (Ebû Dâvûd, Tahâret 41)
Kan. En‘âm sûresinin 145. âyetinde bunun “akmış kan” olduğu açıklanmıştır. Bazı müşrikler hayvanın kesilince akan kanlarını bağırsaklara doldurur ve kızartıp misafirlerine yedirirlerdi.
Domuz eti. Yine En‘âm sûresi 145. âyette domuz eti yasaklanırken “muhakkak ki o pistir” buyrulmuş ve domuzun bizzat kendisinin pis olduğu bildirilmiştir.
Allah’tan başkası adına boğazlanan hayvan. Müşrikler putların ve cinlerin adını anarak hayvanları kesiyorlardı. Bu şekilde kesilen hayvan tıbbî açıdan değil dinî sebeplerle murdar sayılmıştır. Hayvanları yaratan ve onları bir nimet olarak insanın emrine veren Allah olduğu halde, onları Allah’tan başkasının adına kesmek büyük bir zulüm ve şirktir. Böyle kesilen hayvan manevî ve hukukî bakımdan pis ve haramdır.
Gerek takıldığı iple, gerek elle, gerek ağaç veya taş arasına sıkışarak herhangi bir sebeple nefesi sıkışarak boğulup ölen hayvan.
Ağaç parçası ve taş gibi öldürücü şeylerle yakından veya uzaktan vurulup öldürülen hayvan.
Yüksekten aşağı yuvarlanarak veya atılarak yahut bir kuyuya, bir suya düşerek ölen hayvan.
Bir başka hayvan tarafından boynuzlanarak öldürülmüş hayvan.
Yırtıcı hayvanlar tarafından yakalanıp parçalanarak ölen hayvan. “Yırtıcı hayvanlardan” maksat, parçalayıcı sivri dişleri bulunan arslan, kaplan, kurt, köpek ve benzeri gibi saldıran, kapan, yırtan ve öldüren hayvanlardır. Pençesi bulunan yırtıcı kuşlar da buna dâhildir.
Bu son beş maddede sayılan hayvanlara eğer henüz ölmeden kavuşulur, şartlarına uygun olarak kesilir ve kanları akıtılırsa etleri helâl olur.
Dikili taşlar üzerinde kesilen hayvan. Câhiliye döneminde Kâbe’nin etrafında dikilmiş taşlar vardı. Bunlara nusub (çoğulu: ensâb) denilirdi. Putlar için kurbanlar bunların üzerinde kesilir ve Kâbe’ye saygı niyetiyle kanları bu taşların Beytullâh’a bakan yönlerine sürülürdü. İslâm bu maksatla kesilen hayvanların etini de haram kılmıştır.
Fal oklarını atmak suretiyle taksim edilen et. Âyet-i kerîmede taksimat yaparken fal oklarının kullanılmasının haram kılındığı bildirilmiş olmakla birlikte maksat bu oklarla paylaşılan etin haram kılınmış olmasıdır. Çünkü sözün gelişi, yenilmesi haram olan etlerle alakalıdır. Câhiliye döneminde putlar için kesilen hayvanın parasını kimin vereceğine ve etinin nasıl dağıtılacağına fal oku çekilerek karar verilirdi. Böyle bir taksimat bir tür kumar sayılacağı için âyet-i kerîme bu eti de haram kılmış ve bunları yemenin doğru yoldan sapma olduğunu haber vermiştir.
Fakat ölmekten korkacak derecede aç ve zor durumda kalan kimse, zaruret miktarını geçmemek veya kendisi gibi çaresiz durumda olan birinin elinden almamak şartıyla haram kılınan bu etlerden yiyebilir. Çünkü zaruretler haramları mübah kılar. Sonsuz mağfiret ve merhamet sahibi olan Allah, bu tür zaruri durumlar sebebiyle kullarına merhamet eder ve onları cezalandırmaz.
Âyetin, “Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim” (Mâide 5/3) kısmı, Hz. Âdem’den beri toplumların ihtiyaçlarına göre teşri edilegelen İslâm dininin Peygamber Efendimiz’le beraber kemâle erdiğini haber vermektedir. Hayatın bütün alanlarını tanzim eden itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelât hükümleriyle, mükemmel teşrî usûlü ve içtihat kanunlarıyla İslâm, Allah katında tek makbul dindir. Hz. Muhammed (s.a.s.)’e gelen İslâm, önceki dinleri neshetmiştir. Fakat kendisinin, bildirdiği helâl ve haramların neshedilme ihtimali kalmamıştır. Cenâb-ı Hak, böylece mü’minlere olan nimetini tamamlamış, dinine uygun yaşadıkları nispette onlara başarı nasip etmiştir. Nitekim asr-ı saadette Peygamberimiz ve ashâbı, büyük bir mücadele ve sabırdan sonra Mekke’yi fethederek Kâbe’yi rahatça tavaf edebilme imkânı elde etmişler, böylece giderek gelişen siyasî, içtimaî, iktisâdi ve hukukî bir güç haline gelmişlerdir. Rabbimizin bizim için seçip razı olduğu İslâm’ı öğrenme ve yaşama nispetinde de, üzerimizde bulunan bu ilâhî nimetin tamamlanma müjdesine nâil olma, zafer ve galibiyet günlerini yakalama ihtimali devam edecektir.
Peygamber Efendimiz’in verdiği şu misal, İslâm’ın Resûlullah (s.a.s.)’in gönderilmesiyle birlikte kemâle ermesini daha açık bir şekilde izah eder: “Benden önceki peygamberler ile benim durumum şu misalde olduğu gibidir: Bir adam görkemli bir bina inşa eder. Onu güzelleştirir, süsler ve tamamlar. Fakat köşelerden birinde bir kerpici eksik bırakır. İnsanlar onu gezip dolaşırlar ve çok beğenirler. Ancak «Şuraya bir kerpiç konsaydı da tamam olsaydı» derler. İşte ben, o mükemmel binayı tamamlayan kerpiç gibiyim.” (Buhârî, Menâkıb 18; Müslim, Fedail 22)
Allah Teâlâ’nın İslâm’ı kendi zâtı için seçmesiyle alakalı olarak da Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur: “Cibrîl (a.s.) bana Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu söyledi: «İslâm dini zâtım için seçtiğim bir dindir. Ona ancak cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. müslüman olarak yaşadığınız sürece bu iki hasletle ikrâm ediniz.»” (Kenzü’l-Ummâl, VI, 392)
Dinin kemâle erdiğini haber veren bu âyet-i kerîme o kadar mânidardır ki, yahudilerden bir adam Hz. Ömer’e gelerek: “Ey mü’minlerin emîri! Kitâbınız da okuduğunuz öyle bir âyet var ki eğer o biz yahudi toplumuna inseydi biz o günü mutlaka bayram ilan ederdik” der. Hz. Ömer (r.a.): “Bahsettiğin âyet hangisidir?” diye sorunca, yahudi: “«Bugün sizin için dîninizi kemâle erdirdim...» âyetidir” (Mâide 5/3) diye cevap verir. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle buyurur: “Biz bu âyetin Peygamber (a.s.)’a nâzil olduğu günü ve yeri biliyoruz. Bu âyet, Cuma günü Resûlullah (s.a.v.) Arafat’ta iken nâzil olmuştur.” (Buhârî, İman 33; Müslim, Tefsir 5) Hz. Ömer böyle cevap vermek sûretiyle o günün bizim için de bayram olduğuna işaret etmiştir.
Haram olan etler ve yiyecekler bildirildikten sonra şimdi de bir kısım helâllere yer verilmektedir:
4. Rasûlüm! Senden, kendilerine nelerin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: “Size bütün iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Allah’ın size öğrettiği bilgi ile eğittiğiniz avcı hayvanların, sizin için yakaladıklarını yiyin ve ava gönderirken üzerlerine Allah’ın ismini anın. Allah’a karşı gelmekten sakının; çünkü Allah, hesâbı pek çabuk görendir.
Dinin haram kılmadığı, insan aklının ve fıtratının da iyi ve temiz gördüğü bütün yiyecekler helâldir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in özelliklerini anlatan bir âyet-i kerîmede: “O Peygamber temiz ve hoş olan bütün yiyecek ve içecekleri onlara helâl, kötü ve pis olan şeyleri ise onlara haram kılmaktadır” (A‘râf 7/157) buyrulur.
Âyette geçen اَلْجَوَارِحُ (cevârih) kelimesi bütün yırtıcı ve parçalayıcı hayvanları ifade eden bir kelime olmakla birlikte, burada avlanmak üzere eğitilmesi mümkün olanları kastedilir. اَلْمُكَلِّبُ (mükellib), yırtıcı hayvanları eğiten ve onlara av peşinde gitmeyi öğreten kimse demektir. Bu kelimenin köpek mânasına gelen “kelb”den türetilmesi, köpeğin eğitilmeye en müsait hayvan olmasındandır. Buna göre kara hayvanlarından pars, kaplan ve köpek; kuşlardan da doğan, kartal, şahin, atmaca ve akbaba gibi yırtıcı hayvanların, eğitildikleri takdirde, yakaladıkları avların eti helâldir. Bu maksatla eğitilmiş olan hayvanların beslenmesi ve alınıp satılması da helâldir. Âyetin “ava gönderirken üzerlerine Allah’ın ismini anın” (Mâide 5/4) kısmı, eğitilmiş hayvanın av üzerine salıverilirken besmele çekilmesi yani بِسْمِ اللّٰهِ (bismillah) denilmesinin gerekliliğini ifade eder. Bu sebeple Hanefi mezhebine göre besmele çekilmeden salıverilen hayvanın yakaladığı avın eti helâl değildir. Nitekim bu hususta Ebû Sa‘lebe (r.a.) şöyle bir hâdise nakleder:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e: “Ya Nebiyyallah! Ben Ehl-i kitap arasında yaşıyorum. Onların kaplarından yemek yememiz câiz midir? Bazan arazide ok atarak, bazan de eğitilmiş veya eğitilmemiş köpeğimle avlanıyorum. Bunlardan hangisini yiyebilirim?” dedim. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“Ehl-i kitabın kaplarından başka kap bulursanız onların kaplarından yemeyin. Ama başka kap bulamazsanız, yıkadıktan sonra onlarda yemek yiyebilirsiniz. Okunla avladığına gelince, atarken “bismillah” dediysen yiyebilirsin. Avın peşine gönderirken Allah’ın adını andıysan eğitilmiş köpeğin tuttuğunu da yiyebilirsin. Eğitilmemiş köpeğin yakaladığına gelince onu boğazlamaya yetişebildiğin takdirde yiyebilirsin.” (Buhârî, Zebâih 4; Müslim, Sayd 8)
Ehl-i kitabın kestikleri etleri ve pişirdikleri yemekleri yemek ve kadınlarıyla evlenmek konusunu açıklamak üzere buyruluyor ki:
5. Bugün size bütün iyi ve temiz şeyler helâl kılındı. Ehl-i kitabın yiyeceği size helâl, sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. İffetinizi korumanız, zinâ etmemeniz, gizli dost edinmemeniz şartıyla ve mehirlerini verdiğiniz takdirde hür ve iffetli mü’min kadınlar ile sizden önce kitap verilmiş olanların hür ve iffetli kadınları size helâldir. Her kim inanılması gereken kâideleri inkâr ederse, onun bütün amelleri boşa gider ve o âhirette kesin olarak zarara uğrayanlardan olur.
Ehl-i kitabın kestikleri ve pişirdikleri yemekler müslümanlara, müslümanlarınki de onlara helâldir. Fakat yemeklerine İslâm’ın haram kıldığı domuz eti, haram içecekler ve benzeri şeyler katarlarsa bunun helâl olmayacağı açıktır. Yani onların kestiği hayvanın ve pişirdiği yemeğin malzemelerinin dinin helâl saydığı şeylerden olması gerekir.
Âyette geçen اَلْمُحْصَنَاتُ (muhsanât) kelimesi terim olarak, “evli, iffetli ve hür kadınlar” mânasında kullanılır. Bu kelime Kur’ân-ı Kerîm’de bazan bu mânalardan sadece “evli” (bk. Nisâ 4/24), bazan sadece “hür” ve bazan de sadece “iffetli” (bk. Nisâ 4/25) anlamında kullanılır. Bazan de ikisini veya üçünü birlikte içerir. Burada ise “hür ve iffetli” mânasına geldiği görülmektedir. Burada Kur’an’a inanmış mü’minlerden ve Ehl-i kitaptan bu vasıfta olan kadınlarla evlenebilmenin şartları beyân edilmektedir. Bunlar:
› Mü’min erkeğin kendisinin de hür ve iffetli olması,
› Zina yolunu tutmaması,
› Gizli dost, metres edinmemesi,
› Evleneceği kadına mehrini ödemesi.
Müslüman erkeklerin, Ehl-i kitap kadınlarla evlenmelerine izin verildiği halde, müslüman kadınların Ehl-i kitap erkeklerle evlenmelerine kesinlikle izin verilmemiştir.
Âyetin “Her kim inanılması gereken kaideleri inkâr ederse, onun bütün amelleri boşa gider ve o âhirette kesin olarak zarara uğrayanlardan olur” (Mâide 5/5) kısmı, müslümanların Ehl-i kitapla münâsebetlerinde çok dikkatli olmaları gerektiği hususunda ciddi bir ikaz özelliği taşımaktadır. O halde onların yiyeceklerini yerken ve kadınlarıyla evlenirken imana bir zarar getirmekten, dinden dönme tehlikesine düşmekten son derece çekinilmelidir.
İnsanın ebedî hayatını alakadâr eden böyle hassas noktalarda ilâhî koruma altına girebilmek için bilhassa ibâdet hayatına ve ibâdet için lazım gelen abdest, gusül gibi temizlik mes’elelerine önem vermek gerekir:
6. Ey iman edenler! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve kollarınızı yıkayın, başınıza meshedin ve topuklara kadar da ayaklarınızı yıkayın! Eğer cünüp iseniz güzelce yıkanıp temizlenin. Şayet hasta veya yolcu olursanız yahut biriniz tuvaletten gelirse ya da eşlerinizle cinsî münâsebette bulunur da, abdest veya gusül almanız gereken böyle durumlarda su bulamazsanız, o zaman temiz toprağa ellerinizi sürüp onunla yüzlerinizi ve dirseklere kadar kollarınızı meshedin. Bu tür emirlerle Allah size güçlük çıkarmak istemez; bilakis şükredesiniz diye sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak ister.
Abdest namazla birlikte emredilmiş olup, hiçbir zaman abdestsiz namaz kılınmamıştır. Bu âyette öncelikle namaz kılabilmek için alınması gerek abdestin farzları sayılmaktadır. Bunlar:
1. Yüzü yıkamak. Yüz, yukarıdan aşağıya doğru alında saçın bittiği yerden çene altına kadar, yatay olarak da iki kulak yumuşakları arasında kalan kısımdır. Ağza ve burna su vermek, kulakların içini meshetmek ise sünnettir.
2. Kolları yıkamak. Kol, parmak uçlarından dirseklere kadar olan kısımdır.
3. Başı meshetmek. Baş, kulakların üstünde kalan kısımdır. Başın neresinin ve ne kadarının meshedileceği konusunda mezhepler arasında görüş ayrılıkları vardır. Hanefîler’e göre başın en az dörtte birini meshetmek vaciptir.
4. Topuklara kadar ayakları yıkamak. Ayak, parmak uçlarından topuk kemiklerine kadar olan kısımdır.
Abdestte yıkanılması gereken azaları birer kez yıkamak farz, üçer kez yıkamak ise sünettir. (bk. Tirmizî, Tahâret 22)
Ayakların yıkanması veya meshedilmesi ile alakalı iki farklı görüş vardır. Böyle bir görüş ayrılığının sebebi ise âyette geçen ve “ayaklar” mânasına gelen اَرْجُلٌ (ercül) kelimesindeki ل (lâm) harfinin okunuşundaki farklılıktır:
a. Kelimeyi kıraat imamlarından Nâfi, İbn Âmir, Asım’dan Hafs, Kisâî ve Yakup ل (lâm) harfinin üstünüyle اَرْجُلَكُمْ (ercüleküm) şeklinde okumuşlardır. Bu okuyuşu esas alıp kelimeyi “yüzler” anlamına gelen وُجُوهٌ (vücûh) üzerine atfedenler, âyete “yüzlerinizi, dirseklere kadar kollarınızı ve ayaklarınızı yıkayın” (Mâide 5/6) şeklinde mâna vererek ayakların yıkanmasının farz olduğunu söylemişlerdir. Ehl-i sünnet âlimleri bu görüştedirler.
b. Kıraat imamlarından İbn Kesîr, Ebu Amr, Asım’dan Ebubekir, Hamza, Ebu Cafer ve Halef kelimeyi اَرْجُلِكُمْ (ercüliküm) şeklinde ل (lâm) harfinin kesresiyle okumuşlardır. Bu okuyuşu esas alıp kelimeyi “başlar” mânasındaki رؤس (ruûs) kelimesine atfedenler ise âyete “başlarınızı ve ökçelere kadar ayaklarınızı meshedin” (Mâide 5/6) anlamı vererek, ayakların meshedilmesinin farz olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim Şiiler bu okuyuşu esas alarak ayakları meshetmekle iktifa ederler.
Ancak Allah Resûlü (s.a.s.)’in bu husustaki tatbikâtını haber veren rivayetlere bakıldığında, bunların daha çok Ehl-i Sünnet’in tercih ettiği görüşü desteklediği görülür. Rivayetlerden biri şöyledir:
“Osman b. Affân (r.a.) bir su kabı istedi, ondan iki eline su döküp onları üç defa yıkadı. Sonra ağzına ve burnuna su verdi, sonra yüzünü üç defa yıkadı, sonra kollarını dirseklere kadar üç defa yıkadı, sonra başını meshetti, sonra her bir ayağını üçer defa yıkadı. Sonra da: «Peygamber (s.a.s.) Efendimiz’in bu şekilde abdest aldığını gördüm» dedi.” (Buhârî, Vudû 28; Müslim, Tahâret 3)
Ayrıca Peygamber Efendimiz’in, ayaklarını güzelce yıkamamış ve ökçelerinde biraz kuru kalmış kimseler hakkında: “O ökçelerin ateşten vay haline!” (Buhârî, Vudû 29; Müslim, Taharet 25) buyruğu ayakları yıkamanın farz olduğuna bir delil teşkil etmektedir.
Üstelik, eğer kasıt “meshetmek” olsaydı âyette ayaklarla ilgili “topuklara kadar” ifadesinin kullanılmasına gerek kalmazdı. Bu da farzın esasının “yıkamak” olduğuna ve “mesh”in buna dayanması lazım geldiğine işaret etmektedir. Hâsılı ayaklar hakkında “yıkamak” emri açık, “mesh” emri ise kapalıdır. Peygamberimiz, abdest alırken çıplak olan ayaklarını yıkamak (bk. Buhârî, Vudû, 7, 29; Müslim, Tahâret 4, 18), abdestli olarak giydiği mestler üzerine meshetmek (bk. Müslim, Tahâret 73; Ebû Dâvûd, Tahâret 12) şeklindeki tatbikatıyla âyette kastedilen muradı beyân etmiştir.
Allah Resûlü (s.a.s.), abdest almanın faziletiyle alakalı olarak şöyle buyurur:
“Müslüman bir kul abdest alır ve yüzünü yıkarsa, gözleri ile bakarak işlediği her günah, abdest suyu veya suyun son damlasıyla yüzünden akar gider. İki elini yıkadığında, elleriyle tutarak işlediği her günah, abdest suyu veya suyun son damlasıyla ellerinden çıkar gider. Ayaklarını yıkadığı zaman, ayaklarıyla yürüyerek işlediği her günah, abdest suyu veya suyun son damlasıyla ayaklarından çıkar gider. Neticede bu kimse, günahlardan arınmış olur.” (Müslim, Tahâret 32; Tirmizî, Tahâret 2/2)
Bir diğer hadis-i şerif de şöyledir:
“Şüphesiz ki benim ümmetim, kıyamet gününde, abdest izlerinden dolayı yüzleri nurlu, elleri ve ayakları parlak olarak çağrılacaktır. Nûrunu artırmaya gücü yeten kimse bunu yapsın.” (Buhârî, Vudû’ 3; Müslim, Tahâret 35)
Âyette beyân edilen ikinci husus “cünüplükten temizlenmek”, yani gusül abdesti almaktır. Rüyada veya uyanıkken meninin fışkırarak çıkması, meni çıkmasa bile erkek ve kadının cinsel uzuvlarının birleşmesi sebebiyle meydana gelen abdestsizlik hâline “cünüplük” denilir. Cünüp olan kişi, niyet etmeli, ağzını ve burnunu üçer kez su verip çalkalamalı ve bedeninin tamamını temiz bir şekilde yıkamalıdır.
Abdest ve guslü su ile yıkayarak almak, suyun bulunup mazeretin bulunmadığı haller için geçerlidir. Eğer gerekli araştırmalar yapıldıktan sonra gerçekten su bulunamazsa yahut hastalık veya yolculuk suyu aramaya mâni ya da var olan suyu kullanmaya engel olursa, o zaman abdest veya gusül yerine “teyemmüm almak” yani niyetle birlikte temiz bir toprağa elleri sürüp, onunla yüzleri ve kolları meshetmek yeterlidir. Buna göre âyetteki “hastalık ve yolculuk” kayıtları, suyu bulmaya veya kullanmaya mâni olan özürleri; “tuvaletten gelmek veya cinsî münasebette bulunmak” kaydı, abdesti veya guslü gerektiren sebepleri; “suyu bulamamak” kaydı ise bunların yerine teyemmümün geçerli olma şartını göstermektedir.
Mü’minlerin temizlik ve ibâdet hayatıyla alakalı bu ilâhî emirlerden maksat, kullara bir baskı yapmak, onları sıkıntı ve zahmete koşmak değil; bilakis onları, tertemiz kılmak, maddî manevî, görünür görünmez pisliklerden ve günahlardan temizlemek ve onlara nimetini tamamlamaktır. Bunun da hedefi, kulların kendilerine bunca nimeti veren, onları sahipsiz olarak kendi hallerine bırakmayan Allah’ı tanımaları ve O’na gereği gibi şükretmeleridir.
Kuşeyrî (r.h.), Allah’ın mü’minleri temizlemek ve onlara olan nimetini tamamlamak istemesiyle alakalı şu açıklamayı yapmaktadır:
“Allah ismetiyle sizin zahirinizi günahtan, rahmetiyle de kalplerinizi gafletten; sırrınızı şekilleri mülâhazadan, yine zahirinizi gereksiz meşguliyetlerin dişleri arasına düşmekten temizlemek ister. Bir gruba nimetin tamamlanması nefislerini kurtarmak iledir. Diğer bir gruba nimetin tamamlanması ise onları nefislerinden kurtarmak iledir. İki grup arasında ne kadar fark vardır. Yine nimetin tamamlanması, akıbetin güzel olmasıdır. Eğer bir insan iman ve irfan vasfına sahip olarak dünyadan çıkabilirse hakiki saadeti tamamlanmış ve en temiz nimetlere nâil olmuş olur. Hakiki mânada nimetin tamamlanması ise nimet vereni müşâhede etmektir. Zira herkes bir şekilde nimet elde edebilir. Fakat herkes o nimeti vereni göremez. Bu sebeple onun tamam olması, nimet vereni görebilmek olarak değerlendirilmiştir.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 252-253)
Nîsâbûrî (r.h.) şöyle der: “Kalbin temizliği, onun Allah’tan başkasından yüz çevirmesidir. Sırrın temizliği, müşâhededir. Gönlün temizliği recâ ve kanâattır. Rûhun temizliği hayâ ve heybettir. Karnın temizliği, helâl yemek, haram ve şüpheli yiyeceklerden sakınmaktır. Bedenin temizliği, şehvetleri terk etmek ve pislikleri gidermektir. Ellerin temizliği, haram ve şüpheli şeyleri terk ederek helâl rızık için çalışmaktır. Dilin temizliği zikir ve istiğfardır.”
Bahsedilen bu temizliğe erişebilmek için Allah’a verdiğimiz kulluk sözümüzü yerine getirmemiz lazımdır:
Lems ve teyemmüm için bk. Nisâ 4/43.
7. Allah’ın size olan nimetlerini ve “İşittik ve itaat ettik!” diyerek verdiğiniz kesin ve bağlayıcı sözü hiç hatırınızdan çıkarmayın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, sînelerde gizli tutulan bütün sırları hakkiyle bilir.
“Mîsak”, kişinin akit yaparak, sağlam bir şekilde bağlandığı ve yerine getirmeyi taahhüt ettiği söz demektir. Allah’ın mü’minlerden aldığı sözden maksat, Elest bezminde “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet, sen bizim Rabbimizsin!” şeklinde verdikleri cevabın gereği olan kulluk sözüdür. (bk. A‘râf 7/172) Bununla birlikte bu misaktan, ashâb-ı kirâm (r.a.)’ın, hoşlarına giden ve gitmeyen bütün durumlarda Allah Resûlü (s.a.s.)’i dinleyip ona itaat edecekleri hususunda verdikleri sözlerin kastedilmiş olması da mümkündür. (bk. Buhârî, Ahkam 43; Müslim, İmare 41-42) Nitekim onların, Akabe gecesindeki ve Hudeybiye’de ağaç altındaki bey‘atleri böyle gerçekleşmiş, Efendimiz’in her bir teklifine “İşittik ve itaat ettik” diye mukabele etmişlerdi. Allah Teâlâ da bunu, bizzat kendine yapılmış bey‘at olarak haber vermiştir. (bk. Fetih 48/10) Ayrıca her bir mü’min, kelime-i şehâdetle beyân ettiği iman ikrarının Allah’a verdiği sağlam bir söz olduğunu bilip, onun gereğini yerine getirmeye çalışmalıdır. Bunlara ilâveten Cenâb-ı Hakk’ın birliğini ve dini hükümlerin doğruluğunu gösteren aklî ve naklî deliller de Allah’ın mü’minlerden aldığı ahit muhtevasında değerlendirilebilir. Öyleyse mü’minler, Allah’a verdikleri kulluk sözünün şuurunu taşıyarak, ister dost ister düşman bütün insanlar nezdinde hak ve adâletin şaşmaz ölçüsü olmalıdırlar:
8. Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan ve adâletle şâhitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz öfke, sakın sizi adâletsiz davranmaya sevketmesin! Adâletli olun; takvâya en uygunu, en yakışanı budur. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdârdır.
Âyet-i kerîme Allah’ın rızâsını kazanmak için hakkı ayakta tutmayı, doğrunun yanında, haksızın karşısında yer almayı, dost veya düşman kimin hakkında olursa olsun şâhitliği de adâletle yapmayı emretmektedir. Aynı husus biraz değişik ifadelerle Nisâ 4/135. âyette de geçmişti. Fakat orada maksat daha çok sevgi ve iltimas yerlerinde adâleti gözetmek; kendisi ve ana, baba, akrabalar gibi sevdikleri aleyhinde bile olsa doğruyu itiraf edip adâleti yerine getirmekti. Bu âyette maksat ise düşmanlık ve nefret yerlerinde adâleti gözetmek, düşmanın lehinde bile hak ve adâletin gereğini yerine getirmektir. Orada iç siyâset, burada ise dış siyasetle alakalı bir yönlendirme yapılmıştır. O halde mü’minlerin vazifesi, İslâm toplumu içinde ve İslâm toplumunun diğer toplumlarla münâsebetlerinde haksızlığı ortadan kaldırarak, hakkı ve adâleti yerine getirmektir. Çünkü Kur’an’ın ana esaslarından biri, adâlet ilkesine dayalı ve hukukun üstünlüğünün kabul edildiği sosyal bir düzen kurmaktır. Bunu başarabilmek için fertlerin takvâ ölçüleri içinde yetiştirilmesi, onlara Allah’ın bütün yaptıklarından haberdar olduğu inancının yerleştirilmesi ve her şeyden önce bir takvâ toplumunun inşa edilmesi gerekmektedir. Bu takvâ toplumunun temelini, küfürden uzak durup iman ve salih amellere devam etmek oluşturur:
9. Allah, iman edip sâlih ameller işleyenlere, günahlarını bağışlayacağını ve onlara pek büyük bir mükâfat vereceğini va‘detmiştir.
Ebedî kurtuluşun birinci şartı imandır. İman olmadan yapılan sâlih amellerin âhirette hiçbir kıymeti yoktur. İmanla beraber yapılan amel-i sâlihler ise terazinin sevaplar kefesine konacak ve ilâhî ölçülere göre değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Allah’ın nimetlerine şükretmek, O’na verdiğimiz kulluk sözümüzü tutmak, dosta düşmana adâletle muamele etmek, takvâ üzere bir hayat yaşamak gibi güzel amellere karşılık Rabbimiz, günahları bağışlayacağını ve kullarını sonsuz nimetlerini sergilediği ve bol bol mükâfatlar hazırladığı cennete girdireceğini vaat etmektedir. Allah’ın varlığını, birliğini ve O’na şükretmenin zaruri olduğunu gösteren âyetleri ve delilleri yalanlayıp yok sayanlar ve inkâr yolunu tutanlar ise şüphesiz ilâhî kahra uğrayacak ve cehennem yâranı olacaklardır.
O halde:
10. İnkâra saplanıp âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar o kızgın, alevli ateşin yoldaşlarıdırlar.
Ebedî kurtuluşun birinci şartı imandır. İman olmadan yapılan sâlih amellerin âhirette hiçbir kıymeti yoktur. İmanla beraber yapılan amel-i sâlihler ise terazinin sevaplar kefesine konacak ve ilâhî ölçülere göre değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Allah’ın nimetlerine şükretmek, O’na verdiğimiz kulluk sözümüzü tutmak, dosta düşmana adâletle muamele etmek, takvâ üzere bir hayat yaşamak gibi güzel amellere karşılık Rabbimiz, günahları bağışlayacağını ve kullarını sonsuz nimetlerini sergilediği ve bol bol mükâfatlar hazırladığı cennete girdireceğini vaat etmektedir. Allah’ın varlığını, birliğini ve O’na şükretmenin zaruri olduğunu gösteren âyetleri ve delilleri yalanlayıp yok sayanlar ve inkâr yolunu tutanlar ise şüphesiz ilâhî kahra uğrayacak ve cehennem yâranı olacaklardır.
O halde:
Son düzenleme: