MERYEM SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Hakkında
Mekke döneminde inmiştir. 98 âyettir. Bazı tefsir bilginlerine göre 58 ve 71. âyetler Medine döneminde inmiştir. Sûre, Meryem’in, oğlu İsa’yı nasıl dünyaya getirdiğini anlattığı için bu adla anılmıştır. Sûre de başlıca, tevhit inancını yerleştirmek amacıyla bazı peygamberlerin kıssaları ve kıyamet sahneleri konu edilmektedir.
Nuzül
Mushaftaki sıralamada on dokuzuncu, iniş sırasına göre kırk dördüncü sûredir. Fâtır sûresinden sonra, Tâhâ sûresinden önce, Mekke döneminin 4. yılında inmiştir. 58 ve 71. âyetlerinin Medine’de indiğine dair rivayet de vardır (İbn Âşûr, XVI, 57-58).
Konusu
Sûre genel olarak tevhid inancının doğruluğunu ve peygamberlik müessesesinin gerçekliğini ispatlamayı hedeflemektedir. Bu cümleden olarak sûrede yahudilerin Hz. Meryem ve oğlu Hz. Îsâ hakkındaki iftiralarının reddedilmesi, Zekeriyyâ aleyhisselâma –ihtiyar olmasına rağmen– oğlu Yahyâ’nın verilmesi, Hz. Meryem’in –Allah’ın bir mûcizesi olarak– Hz. Îsâ’yı babasız dünyaya getirmesi, Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. Hârûn ve diğer bazı peygamberlerin hak dine davet yolunda harcadıkları çaba dile getirilmektedir.
MERYEM SURESİ TEFSİRİ
1. Kâf. Hâ. Yâ. ‘Ayn. Sãd.
Bu harfler, Allah ile Peygamberi arasında bir şifredir. Ne mânaya geldiklerini, nelere işaret ettiklerini tam olarak bilmek mümkün değildir. Ancak âlimlerimiz bunlarla alakalı bazı tevcihlerde bulunmuşlardır:
› Bunlar tenbih, uyandırmak ve dikkat çekmek için gelen harflerdir.
› Hitâbet, kitâbet ve şiirin esas maddesi olan bu harflerle Kur’an Araplara, ilâhî kudret eliyle yine bu harflerden telif edilmiş olan kendisi gibi bir kitap getirmeleri için meydan okumaktadır.
İşte böyle tek tek harflerden oluşan fakat sahip olduğu ilâhî belagat ve fesahatiyle ebedî mucize olan Kur’an’da yer alan:
2. Bu âyetler Rabbinin, kulu Zekeriya’ya olan rahmetini anlatmaktadır:
3. Bir defasında Zekeriya Rabbine gizlice niyâz etmişti.
Burada Cenâb-ı Hakk’ın Hz. Zekeriyâ’ya olan rahmet tecellisinden söz edilir. O rahmet, Zekeriya (a.s.)’ın Allah’a niyâzı, Allah Teâlâ’nın da onun bu niyâzını kabulüyle vuku bulmuştur.
Öncelikle Zekeriyâ (a.s.), bir peygamber olarak, ilâhî dergâha el açıp dua etmenin âdap ve erkânına dikkat ederek gizli bir şekilde niyazda bulunmuştur. Bu gizliliğin mâhiyeti hakkında şunlar söylenebilir:
› Esasen Allah Teâlâ’ya göre gizli ve açık eşittir; fakat duada gizlilik daha iyidir. Çünkü bu hal, duanın riyâdan uzak olmasına ve ihlasla yapılmasına yardımcı olur. Dolayısıyla Zekeriya (a.s.)’ın duası, içine riyâ karışmayan bir dua olmuştur.
› O, çok yaşlı olmasına rağmen çocuk istemesi sebebiyle etrafındakiler tarafından kınanmamak için duasını gizli yapmıştır.
› Veya o, ileride de ifade ettiği gibi akrabalarından çekindiği için duasını gizli tutmuştur.
› Yahut ihtiyarlığı ve zayıflığı sebebiyle zaten yüksek sesle dua edecek hâli yoktu. Ancak takati kesilmiş bir halde ve hafif bir sesle dua edebiliyordu.
Her halükârda âyet-i kerîme duanın olabildiği kadar gizli ve içten yapılmasının makbul olduğuna delâlet eder. Nitekim bir diğer âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Çünkü O, aşırı gidenleri sevmez.” (A‘râf 7/55)
İşte mazlum peygamber Zekeriyâ (a.s.) kırık bir gönülle Rabbine yönelmiş:
4. Yalvara yakara şöyle demişti: “Rabbim! Doğrusu ben öyle perişan bir haldeyim ki, kemiklerim zayıfladı, eridi; başımdaki saçlar ihtiyarlıktan dolayı beyaz alevler gibi tutuştu. Rabbim! Ben sana hangi konuda dua ettiysem hiçbir zaman bedbaht ve mahrum olmadım.”
Zekeriyâ (a.s.) duasında ihtiyarlığını, âcizliğini ve çaresizliğini dile getiriyor, kırık bir gönülle yalvarıyor, bununla birlikte Rabbine olan ümidini de canlı tutuyor. O, duasında şöyle niyâz ediyor:
“Rabbim! İhtiyarlık yüzünden vücudumun direği mesâbesinde olan kemiklerim gevşedi, zayıfladı, eridi. Ona bağlı olarak diğer bedenî kuvvetlerim de zayıfladı. Saçlarım öyle ağardı ki, başım âdetâ beyaz alevlerle tutuşmuş bir hâle geldi. Çok ihtiyarladım ve zayıfladım. Ecelimin yaklaşmakta olduğunu hissediyorum. Rabbim! Bu güne kadar sana ne zaman dua ettiysem, hiç birini geri çevirmedin, hepsini kabul buyurdun. Bundan böyle de duamı geri çevirmeyeceğini ümit ediyorum.
Rabbim! Vefat ettiğimde geride bıraktığım yakınlarımın, taşıdığım din emânetini taşımayacaklarından, hatta ona ihânet edeceklerinden ciddi mânada korku ve endişe içindeyim. Onlar arasında bu emâneti gönül huzuruyla devredebileceğim güvenilir bir kimse yok! Senden bir erkek çocuk isteyeceğim, fakat hanımım kısırdır. Bilmem ki nasıl olacak! Yalnız biliyorum ki sen her şeye kadirsin; sulbümden olmak kaydıyla bana lütf-u kereminden gözümü arkada bırakmayacak güvenilir, yardımcı bir oğul nasip eyle! Bu oğul din, nübüvvet, ilim ve hikmet bakımından hem bana vâris olsun, hem de Yakup ailesine vâris olsun. Onu ahlâk ve adabı; söz, fiil ve davranışları itibariyle râzı olduğun ve senden râzı olan bir kul eyle!”
Diğer âyet-i kerîmelerde de Hz. Zekeriyâ’nın şöyle dua ettiği nakledilir:
“Rabbim! Bana katından tertemiz bir evlat ihsan eyle. Şüphesiz ki sen, duaları hakkiyle işitensin.” (Âl-i İmrân 3/38)
“Rabbim! Beni tek başıma, yapayalnız bırakma; bana bir evlat lütfet. Vârislerin en hayırlısı sensin!” (Enbiyâ 21/89)
Hz. Zekeriyâ’nın amca çocukları vardı. Onlar İsrâiloğulları’nın en şerirlerindendi. Bunlar içinde dinî ve ahlâkî bakımdan düzgün ve dürüst bir kimse yoktu. Bundan dolayı Zekeriyâ (a.s.) ümmetine karşı hilâfetin hakkını tam olarak veremeyeceklerinden ve dinini değiştireceklerinden korkmuştu.
Zekeriyâ (a.s.)’ın bu içli niyâzına Yüce Allah şöyle icâbet buyurdu:
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur: “Biz Peygamberler topluluğu miras bırakmayız; ne bıraktıysak o sadakadır.” (Buhârî, Humus 1; Müslim, Cihad 49-52) Ebû Dâvûd’un Sünen’inde de şu açıklama yer alır: “Alimler peygamberlerin mirasçılarıdır. Peygamberler ne dirhem ne de dinar bırakmışlardır. Onların mirası ilimdir.” (Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19)
5. “Gerçekten ben, arkamdan yerime geçecek vârislerden endişe içindeyim. Hanımım da kısırdır. Ne olur, bana lutf-u kereminden bir yardımcı oğul ihsân eyle!”
6. “Ki o, hem bana mirasçı olsun, hem de Yâkub ailesine. Rabbim onu kendisinden râzı olduğun bir kul eyle!”
Zekeriyâ (a.s.) duasında ihtiyarlığını, âcizliğini ve çaresizliğini dile getiriyor, kırık bir gönülle yalvarıyor, bununla birlikte Rabbine olan ümidini de canlı tutuyor. O, duasında şöyle niyâz ediyor:
“Rabbim! İhtiyarlık yüzünden vücudumun direği mesâbesinde olan kemiklerim gevşedi, zayıfladı, eridi. Ona bağlı olarak diğer bedenî kuvvetlerim de zayıfladı. Saçlarım öyle ağardı ki, başım âdetâ beyaz alevlerle tutuşmuş bir hâle geldi. Çok ihtiyarladım ve zayıfladım. Ecelimin yaklaşmakta olduğunu hissediyorum. Rabbim! Bu güne kadar sana ne zaman dua ettiysem, hiç birini geri çevirmedin, hepsini kabul buyurdun. Bundan böyle de duamı geri çevirmeyeceğini ümit ediyorum.
Rabbim! Vefat ettiğimde geride bıraktığım yakınlarımın, taşıdığım din emânetini taşımayacaklarından, hatta ona ihânet edeceklerinden ciddi mânada korku ve endişe içindeyim. Onlar arasında bu emâneti gönül huzuruyla devredebileceğim güvenilir bir kimse yok! Senden bir erkek çocuk isteyeceğim, fakat hanımım kısırdır. Bilmem ki nasıl olacak! Yalnız biliyorum ki sen her şeye kadirsin; sulbümden olmak kaydıyla bana lütf-u kereminden gözümü arkada bırakmayacak güvenilir, yardımcı bir oğul nasip eyle! Bu oğul din, nübüvvet, ilim ve hikmet bakımından hem bana vâris olsun, hem de Yakup ailesine vâris olsun.[1] Onu ahlâk ve adabı; söz, fiil ve davranışları itibariyle râzı olduğun ve senden râzı olan bir kul eyle!”
Diğer âyet-i kerîmelerde de Hz. Zekeriyâ’nın şöyle dua ettiği nakledilir:
“Rabbim! Bana katından tertemiz bir evlat ihsan eyle. Şüphesiz ki sen, duaları hakkiyle işitensin.” (Âl-i İmrân 3/38)
“Rabbim! Beni tek başıma, yapayalnız bırakma; bana bir evlat lütfet. Vârislerin en hayırlısı sensin!” (Enbiyâ 21/89)
Hz. Zekeriyâ’nın amca çocukları vardı. Onlar İsrâiloğulları’nın en şerirlerindendi. Bunlar içinde dinî ve ahlâkî bakımdan düzgün ve dürüst bir kimse yoktu. Bundan dolayı Zekeriyâ (a.s.) ümmetine karşı hilâfetin hakkını tam olarak veremeyeceklerinden ve dinini değiştireceklerinden korkmuştu.
Zekeriyâ (a.s.)’ın bu içli niyâzına Yüce Allah şöyle icâbet buyurdu:
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur: “Biz Peygamberler topluluğu miras bırakmayız; ne bıraktıysak o sadakadır.” (Buhârî, Humus 1; Müslim, Cihad 49-52) Ebû Dâvûd’un Sünen’inde de şu açıklama yer alır: “Alimler peygamberlerin mirasçılarıdır. Peygamberler ne dirhem ne de dinar bırakmışlardır. Onların mirası ilimdir.” (Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19)
7. Allah şöyle buyurdu: “Ey Zekeriya! Şüphesiz biz sana, ismi Yahya olacak bir oğul müjdeliyoruz. Bu ismi daha önce hiç kimseye vermedik.”
اَلسَّمِيُّ(semiyy) kelimesi hem “isimlendirilmiş”, hem de “benzer” mânalarına gelir. Buna göre Zekeriya (a.s.)’ın sülâlesi içinde daha önce “Yahyâ” diye isimlendirilen bir başka şahıs yoktu. İlk defa Allah Teâlâ, Zekeriyâ’yı müjdelediği çocuğa bu ismi vermiştir. Yine sahip olduğu hususiyetler itibariyle daha önce Yahyâ’ya benzeyen bir kimse de gelmiş değildi. Gerçekten Yahyâ’da bir kısım vasıflar vardı ki, başka hiç kimsede yoktu. Bu vasıflar; onun ihtiyar bir baba ile kısır ve yaşlı bir anneden dünyaya gelmesi, bizzat Allah Teâlâ’nın ona ilk defa Yahyâ ismini vermesi, çocukluğunda ona peygamberlik ve hikmetin verilmesidir. (bk. Meryem 19/12) Onun sahip olduğu diğer mümtâz vasıflar bir başka âyette şöyle haber verilir: “Zekeriyâ, mâbette durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle seslendi: «Allah sana Yahyâ isminde bir evladın olacağını müjdeliyor. O, Allah’tan bir kelime olan Îsâ’yı doğrulayacak, hem kavminin efendisi olacak, dünya zevklerinden uzak bir hayat sürecek, hem de sâlih kullar arasından seçilmiş bir peygamber olacaktır.»” (Âl-i İmrân 3/39)
Zekeriyâ (a.s.), Yüce Allah’ın duasını kabul buyurup kendisini bir erkek çocukla müjdelemesi karşısında şaşırdı kaldı:
8. Zekeriya hayret içinde: “Rabbim! Hanımım kısır ve ben de ihtiyarlığın son sınırına varmış, kemiklerim kurumuş iken, benim nasıl oğlum olabilir?” diye sordu.
Hz. Zekeriyâ’nın şaşkınlığı, Allah Teâlâ’nın verdiği müjdeyi kabul etmeme mânasında değildir. Aksine kısır bir hanımdan ve artık kemikleri kurumuş, ihtiyarlığın nihâî noktasına gelmiş bir kocadan bir çocuk dünyaya getiren Yüce Allah’ın kudretine duyduğu hayreti dile getirmiştir. Bununla birlikte onun gönül âleminde sürûr ve mutluluk tomurcuklarının kıpırdamaya başladığı da anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Hak, buna hayret etmesine gerek olmadığını, böyle şeyler yaratmanın Allah’ın nihâyetsiz kudreti yanında pek kolay olduğunu, bunu anlayabilmek için kendisinin yokken, hiçbir şey değilken yine Allah tarafından nasıl var edildiğini düşünmesinin yeterli olacağını bildirmiştir. Çünkü yaşlı bile olsalar bir anne ve babadan çocuğun yaratılması, hiçbir şey yokken yaratılmasına göre daha kolaydır.
Buna rağmen Hz. Zekeriyâ, müjdenin doğruluğu hususunda bir işaret görme arzusunu dile getirmekten kendini engelleyemedi:
9. Allah: “Evet, öyledir”, dedi, “fakat Rabbin buyurdu ki: «Bu, benim için çok kolaydır. Nitekim daha önce de, sen hiçbir şey değilken, seni yoktan ben yaratmıştım.»”
Hz. Zekeriyâ’nın şaşkınlığı, Allah Teâlâ’nın verdiği müjdeyi kabul etmeme mânasında değildir. Aksine kısır bir hanımdan ve artık kemikleri kurumuş, ihtiyarlığın nihâî noktasına gelmiş bir kocadan bir çocuk dünyaya getiren Yüce Allah’ın kudretine duyduğu hayreti dile getirmiştir. Bununla birlikte onun gönül âleminde sürûr ve mutluluk tomurcuklarının kıpırdamaya başladığı da anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Hak, buna hayret etmesine gerek olmadığını, böyle şeyler yaratmanın Allah’ın nihâyetsiz kudreti yanında pek kolay olduğunu, bunu anlayabilmek için kendisinin yokken, hiçbir şey değilken yine Allah tarafından nasıl var edildiğini düşünmesinin yeterli olacağını bildirmiştir. Çünkü yaşlı bile olsalar bir anne ve babadan çocuğun yaratılması, hiçbir şey yokken yaratılmasına göre daha kolaydır.
Buna rağmen Hz. Zekeriyâ, müjdenin doğruluğu hususunda bir işaret görme arzusunu dile getirmekten kendini engelleyemedi:
10. Zekeriya: “Öyleyse Rabbim, bana açık bir işaret göster” dedi. Allah da: “Senin işaretin, sapasağlam olduğun halde tam üç gün üç gece insanlarla hiç konuşamayacak olmandır” buyurdu.
11. Bunun üzerine Zekeriya mâbetten halkının huzuruna çıktı ve onlara: “Sabah ve akşam Rabbinizi tesbih edin” diye işarette bulundu.
Zekeriyâ (a.s.), bu husustaki itminanının artması için, hanımının hâmile kaldığına dair bir alâmet istedi. Ona, sağlıklı ve sapasağlam olduğu halde üç gün üç gece (bk. Âl-i İmrân 3/41) insanlarla konuşamamasının bu hususta bir alâmet olacağı haber verildi. Gerçekten de öyle oldu. Birden dili tutularak, insanlarla ancak işaret yoluyla konuşabilir duruma geldi. İnsanlarla konuşmak istediği zaman dili tutuluyor, fakat Tevrat’ı okumak veya Allah’ı zikretmek istediği zaman dili çözülüyordu. Demek ki Cenâb-ı Hak, bu müddet zarfında Hz. Zekeriya’nın sadece zikir ve tesbihle, kendine dua ve niyazla meşgul olmasını murad etmişti. Bu açık alâmeti görünce, derhal mâbetten kavminin yanına çıkıp onlara, mutatları olduğu gibi sabah ve akşam ibâdetlerini yapma yönünde işarette bulundu.
Onlara, kendisine ikram ettiği bu nimete karşı bir şükür olarak Allah’ı tesbih etmelerini, O’nu noksan sıfatlardan tenzih etmelerini söylemiş olması da mümkündür. Çünkü burada tesbihin mânası, iki yaşlı insandan çocuğun dünyaya gelmesi uzak bir ihtimal görülürken, buna güç yetirememekten Allah’ı pak ve uzak tutmaktır. Zira Allah’ın her şeye gücü yeter.
Rivayete göre çocukları olduğu zaman Hz. Zekeriya 100 veya 120, hanımı ise 99 yaşında idi. Onlardan Yahyâ dünyaya geldi ve Cenâb-ı Hak bu kez de ona hitap ederek şöyle buyurdu:
12. Biz: “Ey Yahya! Kitabın hükümlerine kuvvetle sarıl!” buyurduk. Ona henüz küçük bir çocuk iken ilim, hikmet ve peygamberlik verdik.
اَلْكِتَابُ (kitap)tan maksat, Hz. Musâ’dan beri İsrâiloğulları’nın mukaddes kaynağı olan Tevrat’tır. Hz. Mûsâ’dan sonra İsrâiloğulları’na gelen bütün peygamberler bu kitaba dayanmışlar, insanlara onu öğretmişler, onun hükümlerini tatbik etmişlerdir. Görüldüğü üzere Hz. Yahyâ da babası Zekeriyâ (a.s.)’dan bu mirası devralmakta, bu ulvî vazifeyi yüklenmeye, bütün azmi ve kuvvetiyle bu emaneti omuzlamaya çağrılmakta; bu mirasın sorumluluğunu yerine getirirken zayıflık ve ihmalkârlık göstermemesi istenmektedir.
Yahyâ(a.s.)’ın, bu büyük emâneti taşıyabilmek için şu üstün meziyetlerle donatıldığı haber verilir:
› Çocukken hüküm verilmesi: اَلْحُكْمُ (hüküm) kelimesi “karar vermek, doğru fikirler oluşturmak, İlahî kanunu tefsir etmek, meseleleri tahlil edip çözüme kavuşturmak, Allah’ın karar ve hüküm verme konusunda verdiği yetki yani peygamberlik” gibi mânalar ihtiva eder. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 69; Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 231) Her şeyden önce ona daha küçük bir çocukken ilim ve hikmet ihsan edilmiştir. Onun ismi müstesnâ ve doğumu harikulade olduğu gibi, sahip olduğu vasıflar da normal insanlarınkine benzemeyen müstesnâ vasıflardır. Diğer insanlar, ancak ileri yaşlarında ve çalışarak sahip olabilirlerken, ona bu seçkinlik ve üstünlük daha çocukken ikram edilmişti. Burada ona peygamberlik vazifesinin verildiği de anlaşılmaktadır. Bu vazife, Tevrat’a her bakımdan tâbi olup İsrâiloğulları’nı da buna teşvik etmekti.
› Allah katından bir اَلْحَنَانُ (hanân): Ona yüce Allah’ın bir lütfu olarak kalp yumuşaklığı, şefkat, merhamet ve muhabbet bağışlanmıştı. Bunun için özel bir çaba harcamamış, hususi bir terbiye görmemişti. Adeta yaratılış hamuru muhabbet mayasıyla yoğrulmuş, bu onun tabii vasfı olmuştu. Başka bir deyişle Yahyâ (a.s.) kalbinde Rabbine karşı, bir çocuğun annesine duyduğu derin sevgiye benzer bir muhabbet taşıyordu. Bu çok önemli bir özellikti. Zira muhabbet, şefkat ve merhamet, insanların gönül dünyalarını ve orada kaynaşan duygularını gözetmek mecburiyetinde olan, gönülleri kazanarak onları yumuşak bir üslupla iyiliğe davetle vazifeli bulunan bir peygamber için vazgeçilmez ve yeri doldurulmaz bir ahlâkî meziyettir.
› Allah katından bir اَلزَّكٰوةُ (zekât): Yüce Allah’ın, Yahyâ (a.s.)’a bahşettiği diğer mümtaz vasıflar kalp temizliği, gönül arınmışlığı, duygu saflığı ve ahlâk yüceliği idi. Allah onu insanların faydasına olmak ve onları hidâyete davet etmek üzere mübârek kılmıştı. O, bu ulvî ahlâkî vasıflar sayesinde kalplerin kirlerine, vicdanların pisliklerine karşı koymuş, onları temizleyip arındırmaya çalışmıştır.
› Müttakî bir kişi: O, küçük büyük her türlü günahtan ve kötülüklerden sakınan bir insandı. Yüce Allah’a karşı daimî bir kulluk hali içindeydi. Rabbini hiç hatırından çıkarmıyor, O’ndan korkuyor, gizli açık her hal ve hareketinde O’nun murâkabesi altında olduğu şuurunu taşıyordu.
Yahyâ (a.s.), aynı zamanda ana-babasına karşı iyilik, ihsan ve itaat hissiyâtıyla doluydu. Dik kafalı, serkeş, zorba ve huysuz biri değildi. Doğduğu gün, öleceği gün ve tekrar diriltileceği gün onun üzerine selam, selamet ve emniyet vardır. Allah onu dünyada inanç ve amel bakımından her türlü eğrilik ve sapmalardan koruduğu gibi, dehşetli zamanlar olan ölüm anında da mahşerde dirilirken de emniyet içinde olacaktır. O, dünyada günahlardan ve afetlerden korunduğu gibi, âhirette de her türlü belâ ve sıkıntılardan muhafaza olunacaktır.
İşte Yüce Allah, kendisini bu ağır emaneti taşımakla vazifelendirirken, onu bu güzel sıfatlarla tezyin etmiştir. Bunlar sayesinde o, babasının yerini dolduracak ve babasının gizli gizli niyazlarında dile getirdiği hasretini tahakkuk ettirecekti.
Şimdi de kadınlara bir hayâ, iffet ve fazilet örneği olarak Hz. Meryem kıssası anlatılıyor:
13. Ayrıca ona tarafımızdan büyük şefkat ve merhametle birlikte tertemiz bir gönül ve yüce bir ahlâk nasip ettik. O, günahlardan çok çok sakınan bir kimseydi.
14. Anne ve babasına da içten ve pek iyi davranan hayırlı bir evlattı. Asla zorba ve isyankâr biri değildi.
15. Selâm olsun ona doğduğu gün, öleceği gün ve öldükten sonra diriltileceği gün!
اَلْكِتَابُ (kitap)tan maksat, Hz. Musâ’dan beri İsrâiloğulları’nın mukaddes kaynağı olan Tevrat’tır. Hz. Mûsâ’dan sonra İsrâiloğulları’na gelen bütün peygamberler bu kitaba dayanmışlar, insanlara onu öğretmişler, onun hükümlerini tatbik etmişlerdir. Görüldüğü üzere Hz. Yahyâ da babası Zekeriyâ (a.s.)’dan bu mirası devralmakta, bu ulvî vazifeyi yüklenmeye, bütün azmi ve kuvvetiyle bu emaneti omuzlamaya çağrılmakta; bu mirasın sorumluluğunu yerine getirirken zayıflık ve ihmalkârlık göstermemesi istenmektedir.
Yahyâ(a.s.)’ın, bu büyük emâneti taşıyabilmek için şu üstün meziyetlerle donatıldığı haber verilir:
› Çocukken hüküm verilmesi: اَلْحُكْمُ (hüküm) kelimesi “karar vermek, doğru fikirler oluşturmak, İlahî kanunu tefsir etmek, meseleleri tahlil edip çözüme kavuşturmak, Allah’ın karar ve hüküm verme konusunda verdiği yetki yani peygamberlik” gibi mânalar ihtiva eder. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVI, 69; Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 231) Her şeyden önce ona daha küçük bir çocukken ilim ve hikmet ihsan edilmiştir. Onun ismi müstesnâ ve doğumu harikulade olduğu gibi, sahip olduğu vasıflar da normal insanlarınkine benzemeyen müstesnâ vasıflardır. Diğer insanlar, ancak ileri yaşlarında ve çalışarak sahip olabilirlerken, ona bu seçkinlik ve üstünlük daha çocukken ikram edilmişti. Burada ona peygamberlik vazifesinin verildiği de anlaşılmaktadır. Bu vazife, Tevrat’a her bakımdan tâbi olup İsrâiloğulları’nı da buna teşvik etmekti.
› Allah katından bir اَلْحَنَانُ (hanân): Ona yüce Allah’ın bir lütfu olarak kalp yumuşaklığı, şefkat, merhamet ve muhabbet bağışlanmıştı. Bunun için özel bir çaba harcamamış, hususi bir terbiye görmemişti. Adeta yaratılış hamuru muhabbet mayasıyla yoğrulmuş, bu onun tabii vasfı olmuştu. Başka bir deyişle Yahyâ (a.s.) kalbinde Rabbine karşı, bir çocuğun annesine duyduğu derin sevgiye benzer bir muhabbet taşıyordu. Bu çok önemli bir özellikti. Zira muhabbet, şefkat ve merhamet, insanların gönül dünyalarını ve orada kaynaşan duygularını gözetmek mecburiyetinde olan, gönülleri kazanarak onları yumuşak bir üslupla iyiliğe davetle vazifeli bulunan bir peygamber için vazgeçilmez ve yeri doldurulmaz bir ahlâkî meziyettir.
› Allah katından bir اَلزَّكٰوةُ (zekât): Yüce Allah’ın, Yahyâ (a.s.)’a bahşettiği diğer mümtaz vasıflar kalp temizliği, gönül arınmışlığı, duygu saflığı ve ahlâk yüceliği idi. Allah onu insanların faydasına olmak ve onları hidâyete davet etmek üzere mübârek kılmıştı. O, bu ulvî ahlâkî vasıflar sayesinde kalplerin kirlerine, vicdanların pisliklerine karşı koymuş, onları temizleyip arındırmaya çalışmıştır.
› Müttakî bir kişi: O, küçük büyük her türlü günahtan ve kötülüklerden sakınan bir insandı. Yüce Allah’a karşı daimî bir kulluk hali içindeydi. Rabbini hiç hatırından çıkarmıyor, O’ndan korkuyor, gizli açık her hal ve hareketinde O’nun murâkabesi altında olduğu şuurunu taşıyordu.
Yahyâ (a.s.), aynı zamanda ana-babasına karşı iyilik, ihsan ve itaat hissiyâtıyla doluydu. Dik kafalı, serkeş, zorba ve huysuz biri değildi. Doğduğu gün, öleceği gün ve tekrar diriltileceği gün onun üzerine selam, selamet ve emniyet vardır. Allah onu dünyada inanç ve amel bakımından her türlü eğrilik ve sapmalardan koruduğu gibi, dehşetli zamanlar olan ölüm anında da mahşerde dirilirken de emniyet içinde olacaktır. O, dünyada günahlardan ve afetlerden korunduğu gibi, âhirette de her türlü belâ ve sıkıntılardan muhafaza olunacaktır.
İşte Yüce Allah, kendisini bu ağır emaneti taşımakla vazifelendirirken, onu bu güzel sıfatlarla tezyin etmiştir. Bunlar sayesinde o, babasının yerini dolduracak ve babasının gizli gizli niyazlarında dile getirdiği hasretini tahakkuk ettirecekti.
Şimdi de kadınlara bir hayâ, iffet ve fazilet örneği olarak Hz. Meryem kıssası anlatılıyor: