(Mesneviye göre) KİBİR ŞAŞKINLIĞI
Mesnevî: “Yeryüzü, gökyüzüne teslîm olmuştur da «Ben bir esirim; ne dilersen yağdır!» demektedir.” (c.3, 452)
“Güneşten, onun üstüne ateş yağsa, yeryüzü o ateşe yüz tutmuştur. Ondan kaçmak şöyle dursun, o ateşe karşı yüzünü yerlere sererek, sessizce ona teslîm olmuştur.” (c.3, 450)
“Ey insanoğlu, sen de yeryüzünün bir cüz’üsün. Onun üstünde yaşıyorsun; sen de Allâh’ın buyruğuna, kazâ ve kaderine karşı gelme!..”
«Sizi topraktan yarattık.» âyetini duydun, işittin. Demek ki, Allâh da senin toprak olmanı istiyor, ilâhî emre karşı gelme!..”
“Allâh buyurdu ki: «Ey insan, dikkatle bak da gör, senin topraktan yaratılmış bedenine, rûhumdan bir tohum ektim, seni yücelttim. Sen bu toprağın bir tozu iken, seni üstün bir varlık yaptım. Sana akıl verdim, aşk verdim.”
“Sen bir hamle daha yap da, topraklığı, yâni tevâzu’u kendine sıfat, huy edin. Ben de, seni bütün yarattıklarımın üstüne emîr kılayım.»” (c.3, 453-456)
Mevlânâ yukarıdaki beyitlerinde, tevâzu’un insan için asıl ve hatta fıtrat îcâbı olduğunu ifâde etmektedir. İnsanın bedeni, topraktan hâsıl olan gıdalarla gelişip teşekkül ettiğine göre, onun bedenen aslı topraktır. Ruh ise Allâh’ın emirlerinden bir “emr”, yani iş ve fiil olmak itibâriyle Allâh’tandır. İnsanı bütün mahlûkâta üstün kılan ve yeryüzünde Allâh’ın halîfesi olarak telakkî ettiren âmil, insan bedenine ilâhî bir nefha (üfürme) ile dâhil olan ruhtur. İnsanoğlu, bedeninin aslı ve menşei olan toprak gibi mütevâzî olmakla mükelleftir. Vücûd madeninin, aslı olan topraktaki sıfat ile muttasıf olması, fıtrat icabıdır. Ancak bu fıtrî temâyüller, “akıl” ve “irâde” denilen iki kâbiliyetin doğru kullanılmaması netîcesinde zaafa uğrar, bozulur ve insan da tevâzûdan uzaklaşıp şeytanın sıfatı olan “kibir”le muttasıf hâle gelir. Bunun netîcesinde de o, kendi aslî tabiatına vedâ ederek taşıdığı yüce şerefe aykırı hareket etmiş olur.
Gökten ne yağarsa, yer itirazsız bir şekilde onu kabullenir. Zîrâ arzda irâde yoktur. İnsanoğlu da ilâhî takdir karşısında aynen toprak gibi teslîmiyet hâlini yaşamalı ve kadere, yerin göğe teslim olduğu gibi mutlak bir sûrette teslim ve o Hak’tan gelene râzı olmalıdır ki, yaratılış gâyesinin zirvesine ulaşsın. Kâmilleşerek, böylece yeryüzünde kendisi hakkında takdir olunmuş bulunan “halîfetullâh” sıfatına layık bir hâle gelebilsin.
Mesnevî: “Her meyvenin tohumu, önce yerdedir. Yere girer, ondan sonra yerden başkaldırır, yükselir.”
“Bütün nimetlerin asılları, gökten toprağa yağdı, toprağın altına girdi. Ondan sonra tertemiz cana gıda oldu.” (c.3, 459-460)
Canlı-cansız bütün varlıkların, vücûd cevheri îtibariyle aslı “toprak”tır. Toprağın değişerek şekilden şekile bürünmesi, canlıları vücûda getirir. Cenâb-ı Hak, dünyamızın dörtte üçünü su ile kaplamış ve ancak dörtte birini kara olarak bırakmıştır. Bu dörtte birin de belki ancak dörtte birinin otuz santimlik tabakası bitki yetiştirmeye müsâiddir. Bu demek oluyor ki, dünyanın yüzölçümü îtibariyle, ancak onaltıda birini teşkil eden kısmında mevcut toprak, dünyaya gelmiş ve gelecek nebât, hayvan ve insanların bedenlerinin teşekkülü için tükenmez bir hazine olmuştur. Cenâb-ı Hak, onu nihâyetsiz bir istihâle (değişim) kanununa tâbî kılmış ve sayısız beden için onu yegâne bir sermaye hâline getirmiştir. Eğer -ezelden ebede- dünyaya gelecek olan nebât veya hayvanlardan bir çeşidi, dünyaya toptan gelmiş olsaydı; mekân ve gıda o bir tek nev’e bile kâfî gelmezdi. Bunu farazâ, bir çam ağacı veya fil için düşünebilirsiniz. İnsan da aynı durumdadır. Bütün insanlar aynı anda dünyaya gelmiş olsaydı; ne beslenme, ne de adım atacak bir imkân bulabilirlerdi. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkâtını aslı toprak olan bir sermayeyi kullanarak ilâhî bir tanzimle “nöbetleşe” dünyaya gönderir. Hayat, her canlı varlık için toprakta başlar ve yine onda biter.
İnsan topraktan yaratıldığı için toprağın özelliklerini taşır. Toprak, zaman zaman kurur, sıcaktan kavrulur, suya hasret çeker. Bir mevsim kışın cefâsına katlanır. Zamanı gelir, bol bahar yağmurları ile yeniden dirilir. Binbir güzellik, renk, koku ve âhengi ile ilâhî kudret akışlarını sergiler. İnsan da böyledir. Hayat ihtirasının girdaplarında, çöllerdeki kum fırtınaları gibi çalkalanır durur. Nefsin sultasında kendisini perîşân eder. Ancak nefs engelini aşması netîcesinde, kâmilleşir. Toprağın bahar yağmurlarından hayat bulduğu gibi feyz ve rahmet tecellîlerine nâil olarak diğergâmlaşır. Böylece kendisine gelen nîmetleri, bir bahâr bereketinin güzellik ve bolluğu içerisinde Allâh rızâsı için münbit topraklar misâli etrâfına infâk eder.
Hazret-i Mevlânâ’nın verdiği tohum misali, o tohumdan meydana gelen bitkinin ya doğrudan doğruya, ya da bir silsilelenmenin sonunda, yine toprağa döndüğünü ifâde etmektedir. Bu kanundan, hiçbir canlı varlık hâriç kalamaz. Bu hâl, kâinâttaki sayısız azamet-i ilâhiyye tecellîlerinden biridir. Tefekkür sahiplerine ne mutlu!.. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır:
“İnsan, yediğine bir baksın!.. Şöyle ki: Yağmurlar yağdırdık. Sonra toprağı göz göz yardık da oradan ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. (Bütün bunlar) sizi ve hayvanlarınızı faydalandırmak içindir.” (Abese, 24-32)
Mesnevî: “İyi talihli ve insan olan kişi bilir ki; zeki olmak, akıllı geçinmek iblisin yoludur; aşk ve kulluk da Âdem’indir.”
“Şeytan gibi zeki olanlar, okyanusta yüzenler gibidir. Koca bir okyanusta yüzen kimsenin kurtulması, nâdirdir. Nihâyet batar, boğulur; yâni aklına güvenip şerîat gemisine binmeyenler, sonunda helâk olurlar.”
“Sen yüzmeyi bırak, kendini beğenmekten vazgeç, kini terket! Yüzdüğün su; dere, ırmak değildir, okyanustur! Bu okyanus, aslında kazâ ve kader denizidir!” (c.4, 1402-1404)
Hazret-i Mevlânâ, aklı şeytana mahsus bir sıfat olarak zikrediyorsa da bu, aklın vahiyle terbiye edilmemiş vahşet hâlini ifâde eder. Yoksa akıl, Hakk’a ve hayra ulaşmak için bir ilk sermayedir. Lâkin bu sermaye, sahibini Hakk’a ve hayra ulaştırmaya yetmez. Yani o, lâzım, fakat kâfî olmayan bir vasıtadır. Bundan dolayıdır ki, İslam’da akıl, “akl-ı nâkıs”, yani eksik akıl olarak ifâde edilir. Aklın kemâli, kendi kifayetsizliğini telakkî ederek bunu telâfîye medâr olacak vahye bağlanabilmekle, yani teslîmiyetle mümkündür. Akıl, Rabbimizin büyük bir nîmetidir. Ancak bu nîmet, vahyin, yani Kitab ve Sünnet’in içinde bir kıymet ifâde eder. Aksi hâlde sahibini nefsine esir ederek helâke sürüklenmekten alıkoyamaz.
Mevlânâ hazretleri vukuât âlemini bir okyanusa benzetmekte, insanoğlunu da o okyanusta boğulmaya mahkûm bir acemi yüzücü olarak tavsif etmektedir. Beşerî akıl ve irâdeye güvenerek kadere meydan okumaksa hamâkatten başka bir şey değildir. Çünkü akıl ve irâde; kadere, yani murâd-ı ilâhî’ye tam bir teslîmiyete girmedikçe, hiçbir hayırlı netîce gerçekleşmez.
Kader ise, mutlak mânâsıyla meçhûldür. Buna göre insanın gücü nisbetinde sebeplere tevessül edip irâdesini kullandıktan sonra, kadere teslîmiyet göstermesi, yegâne kurtuluş yoludur.
Tarlayı ekmeden nebâtın bitmesini beklemek beyhûde olduğu gibi, sırf tohumu serpmenin, onun yetişip boy atması için yeteceğini düşünmek de kâfî değildir. Tohum atmak insanın işidir; bitkiye hayâtiyet vermek ise Allâh’ın takdir ve kudretine bağlıdır. Bu sebeple insan, tohumu ekmek sûretiyle, “sebeplere tevessül etmeli” ve bundan sonra, kendi güç ve irâdesini aşan rüzgar, yağmur, zaman ve benzeri bütün unsurlarda, kaderin ve vukuâtın sahibi Rabbü’l-Âlemîn’e “tevekkül ve teslîmiyet” göstermelidir.
Mesnevî: “İlâhî aşk, seçkin mü’minler için bir gemi gibidir. Bu gemiye binenler; âfete, felâkete pek uğramazlar; çoğu zaman da kurtuluşa ererler.”
“Ey Hakk yolcusu! Sen; aklı, zekayı sat da hayranlığı satın al! Çünkü zeki olmak, akıllı olmak; bir fikir yürütmekten, bir zanna kapılmaktan ibârettir! Hâlbuki hayranlık; Hakk’ın güzelliğini, kudretini, san’atını görmek, şaşırıp kalmaktır!”
“Aklı, Hazret-i Mustafa huzûrunda kurban et ve «Allâh’ım bana yeter!» de!” (c.4, 1406-1408)
“Akıl ve zekâ, sana kibir ve gurur verir.” (c.4, 1421)
“Aklı, dostun aşkında kurban et! Çünkü bütün akıllar, dostun bulunduğu taraftadır! Çünkü rûhların da, akılların da çıkış yeri Hakk’tır! Bu sebeple aklı, Hakk’ın aşkında kurban et!”
“Akıllı olanlar, akıllarını dostun bulunduğu yere, ötelere göndermişlerdir! Bu dünyada kalan akıl ise, sevgiden haberi olmayan, sevmeyen, sevilmeyen, ahmak olan akıldır!” (c.4, 1424-1425)
Yukarıdaki beyitlerin izahında da bahsettiğimiz gibi aklın doğru kullanılması, onun ilâhî emirlerin “hikmet” ve “maslahat”a uygunluğunu, yani Kitap ve Sünnetin muhtevâsı içinde hikmetini kavramaya tahsîs edilmesiyle mümkün olur. Bu yapılmayarak, aklı hudutsuz bir kuvvete sahip zannetmek, karıncayı at zannetmek gibi bir hamâkattir.
Mevlânâ hazretleri, “Aklı, Hazret-i Mustafa huzûrunda kurban et!” derken onun vâsıtasıyla vâkî olan ilâhî emirlere teslîmiyetin ehemmiyetini ifâde etmektedir. Akıl, bu sûretle -âdeta azgın bir at gibi- “vahy”in dizginiyle dizginlenmedikçe sahibini hadsiz hudutsuz iddialara ve bunların netîcesi olan felaketlere sürükler.
İnsan, aklını, Allâh’ın kâinâttaki ilâhî sanatını ve kudret akışlarını farketmeye medâr olan “hayret” ve “hayranlık” duygusu yolunda kullanırsa, hem “imân-ı kâmil” sahibi olur ve hem de bu hayret ve hayranlık sebebiyle aklının kifâyetsizliğini daha berrak bir sûrette müşâhede eder.
Lâkin, bu hayranlıkta mutlak bir istiğrak hâline gelenler, beşerî hayat için zarûrî olan “temkin”i ellerinden kaçırdıkları için meczûb olurlar. Bu ise, hayret ve hayranlığın muazzam füyûzât ve bereketine rağmen merduttur. Çünkü beşerî hayatın normal îcabları için bir zaaf sebebi teşkil eder. Bundan dolayıdır ki, dinde “meczûb” (sâlik-i meczûb) olmak yerine “câzib” (meczûb-ı sâlik) olmak, şâyân-ı tercih ve matlûbdur. Câzib de hayret ve hayranlığa dalmış, “Allâh, kuluna kâfîdir” hükmüne ulaşmış ve fakat bununla beraber temkinini de muhafaza edebilmiştir. Mevlânâ’nın tervic eylediği aşk ve istiğrak, hiç şüphesiz böyle temkinle zarflandırılmış bir muhtevadaki aşk ve istiğraktır.
Mesnevî: “Nefsini alçak gören kişiye, ne mutlu!.. Dağ gibi kendini üstün gören kişinin de vay hâline.”
“Şunu iyi bil ki, bu kibir, ululanma, kendini herkesten üstün görme hâli, öldürücü bir zehirdir. Ahmaklar, bu zehirli şarabı içerek sarhoş olurlar.” (c.4, 2746-2747)
Bir mü’minin, bir çok beşerî meziyetlere sahip olmasına rağmen nefsini kifayetsiz telakkî ederek tevâzû tacı ile taçlanması gerekir ki, olgunluk yolunda ilerleme nasib ve lutfuna mâlik olsun. Zirâ kendini mükemmel kabul edenler, eksiklerini düzeltmeye yönelmezler. Çünkü o eksikliklerin varlığını kabul etmezler. Bu, ancak o eksiklikleri idrak edip kendini böbürlenmekten koruyabilenlerin işidir. Bundan dolayıdır ki, hadîs-i şerîfte:
“Kim Allâh Teâlâ’nın rızâsı için bir derece tevâzû gösterirse, bu sebeple Allâh onu bir derece yükseltir. Kim de Allâh’a karşı bir derece kibir gösterirse, Allâh da onu bu sebeple bir derece alçaltır, netîcede onu esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) atar.” (İbn-i Mâce, Zühd, 16) buyrulmuştur.
Âyet-i kerîmede, Allâh’ın medhettiği mütevâzî kullar şöyle tarif edilmektedir:
“Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflar attığı zaman, «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)
Diğer âyet-i kerîmelerde ise, insanın kibir ve böbürlenmekten vazgeçmesi emredilmekte ve şöyle buyurulmaktadır:
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma!.. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!” (el-İsrâ, 37)
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zîrâ Allâh, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez!” (Lokmân, 18)
Şuna dikkat etmelidir ki, tevâzû bir kul için meziyet olmakla beraber, Allâh’ın kendisine lutfettiği ni’metlerini yok saymaya sebep olmamalıdır. Buradaki incelik, o ni’metlerin idrâkinde olmakla beraber, bunları, Cenâb-ı Hakk’a izâfe edebilmek dirâyetidir. Buna dinde “tahdis-i ni’met”, yani ni’metlerin, Cenâb-ı Hakk’a âid olmak şartıyla varlığını idrak edip şükürde bulunmak denir. Bu kibirlenme değildir. Kibirlenme, o nimetleri nefsine aid kabul etmek, yani kendinden bilmektir. Kârûn’u, nefsinin anaforunda helâke sürükleyen ve nihayet yerin dibine geçmesine sebep olan bu “benlik”tir. Şu hâlde Mevlânâ hazretlerinin yukarıdan beri, akıl, irâde, tevâzû ve kibir gibi mefhumlar hakkında irad eylediği sözleri bu fikrî zeminde telakkî etmek gerekir.
Mesnevî: “Pâdişahın biri, bir pâdişaha galip gelirse, onu ya öldürür, yâhut zindana attırır.”
“Fakat aynı pâdişah bir düşkün yaralıyı, zavallı bir dertliyi bulursa, yarasına merhem kor, ona ihsânda bulunur.”
“Kendini üstün görmek, pâdişah olduğu için kibirlenmek bir zehir olmasaydı, o gâlip pâdişah, mağlûp ve esîr olmuş pâdişahı, suçu olmadığı hâlde niçin öldürürdü?”
“O düşkün dertliye kendisine bir hizmette, bir kullukta bulunmadığı hâlde neden iyilik ediyor, ona acıyor? Bu iki duruma bakıp kibrin nasıl bir zehir olduğunu anlaman mümkündür.” (c.4, 2750-2754)
Mevlânâ hazretlerinin yukarıdaki beyitlerde zikrettiği misâl, tevâzû ve kibrin muhâtaplarında husûle getirdiği irâdî tezâhürleri anlatmaktadır. Gerçekten yaralı bir insana, onun kim olduğunu, iyi veya kötü bir insan olup olmadığını bilmeksizin herkes yardıma koşar. Çünkü onun muzdarip hâli, onu görenlerin merhamet ve yardım duygularını tahrîk eder. Kibirli ve iddiâlı bir insanınsa, muhatabında hâsıl edeceği hisler bunun tam aksinedir. Onu rekabete sevkeder. İş, güç gösterisine döner. Bu demektir ki; tevâzû, beşerî dertlere devâ ve âcizliklere çâre bulmak husûsunda, sahibi için büyük bir nimet olduğu hâlde, kibirli bu nimeti peşînen ve kendi elleriyle yok etmiş olur. Hulâsaten, tevâzû ve acziyet, merhameti celbeder; hem Allâh katında, hem de kul katında…
Mesnevî: “Birtakım kötü kişilerin elinden kurtarabilmek için Hızır -aleyhisselâm- gemiyi deldi, sakatladı.”
“Mâdem ki kırık olan, dökülen, perîşan olan kurtuluyor; sen de kırıl dökül, perîşan ol. Kurtuluş ve selamet yokluktadır. Haydi, sen de benlikten, varlıktan kurtul, yokluğa doğru git.”
“İçindeki madende birazcık altın, yâhut gümüş bulunan bir dağ, kazma yaraları ile paramparça olur.”
“Kılıç, boynu olan kişinin boynunu keser. Gölge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı için onun yaralanması ve kesilmesi de yoktur.” (c.4, 2756-2759)
Mevlânâ hazretleri yukarıdaki beyitlerinde de aynı gerçeği bir başka cihetle ifâde etmektedir. Şöyle ki, mütekebbir olanlar, kendilerinde vehmettikleri meziyeti sağa sola mübalağa ile takdim ettiklerinden, muhâtabların iştihâsını kabartır ve onların husûmetlerini celbeder. Meşhûr bir darb-ı meselde:
“Bülbülün çektiği, dili belâsıdır.” denilmiştir. Bu demektir ki, bülbülün o güzel nağmesi olmasa, kimse onu kafese sokmaz. Gerçekten hiçbir zaman kafeste karga beslendiği görülmemiştir.
Buradan çıkan bir netîce olarak şunu da söylemek lâzımdır ki, meziyetli insanın hasmı bulunmak, âdeta dünyada menfî bir kâidedir. Velev böyle bir insan, peygamberler gibi yalnızca hayır ve fazîlet tevzii vasfında bulunsa bile… Bu gerçeği ifâde için şâir:
Mesnevî: “Ey dünya malı için çırpınan ve dünyaya tapan gâfil!.. Firavun’da olan kötü ahlâk, tamamıyla sende de var! Sen de kibirlisin, sen de kendini beğeniyorsun, sen de mal ve şehvet peşinde koşuyorsun! Fakat senin ejderhan, yâni nefsin, âcizlik, yoksulluk kuyusuna düşmüş, güçsüz kalmış da Firavun gibi saldıramıyor, bir şey yapamıyor!”
“Yazıklar olsun! Bu söylenilen sözlerin hepsi de senin hâllerin, senin kötü huylarındır; tutuyor, sen onları Firavun’un üstüne atıyorsun!”
“Hâlbuki senin kötü hâllerinden, kötü huylarından söz edilse, canın sıkılır, hoşuna gitmez; başkalarından bahsedilse sana masal gibi gelir!..” (c.3, 971-973)
Her insanda “nefsâniyet” ve “ruhâniyet” temâyülleri bir arada bulunur. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Nefse ve onu yaratılış maksadına uygun olarak şekillendirip, ona fücûr ve takvâsını ilhâm edene andolsun!” (eş-Şems, 7-8) buyurmuştur.
Fücûr ve takvâ, insana dâimâ telkin ve fısıltı hâlindedir. Bu yüzden insan şahsiyeti, hayra sevkeden ruhâniyet veya rahmâniyet ile, şerre sevkeden nefsâniyet arasında bir çatışma, yani harb sahası gibidir.
İnsanoğlunun, nefsine mutlak bir sûrette gâlip geldiği takdirde melekten üstün; aksine ona yenilip tam mânâsıyla tâbî olduğu takdirde de hayvandan aşağı (belhüm edall) olduğu kabul edilmiştir. Bu “melekten üstünlük” keyfiyeti, meleğin hayra ve Hakk’a yönelmek husûsunda, önünde “nefs” gibi bir engel bulunmamasına mukâbil, insanoğlunun böyle müthiş bir engeli aşmasından dolayıdır. Bunun mânâsı, her insanda meknûz, müessir bir “Firavun olmak” temâyülü vardır. Lâkin herkesin şartları ve imkânları bir ve aynı olmadığından, kiminde bu temâyül, küçük küçük filizler hâlinde mevcut bulunmasına mukabil; kiminde de imkânların elvermesiyle dehhâmeleşir, yani anormal derecede büyür, gelişir.
Mevlânâ hazretleri bu nükteye işâret ederek tarihteki meşhur Firavun’u tenkid ve târiz oklarına hedef kılanların, kendi nefislerinde de küçük bir Firavun mevcut olduğunu unutmamalarını ister. Zîrâ bu küçücük Firavun, şartları îtibariyle tarihteki meşhur Firavun’un şartlarının mükemmelliğine ulaşamadığı için kendi kabuğunda kalmıştır. Şâyet o da gelişme imkânı bulmuş olsa, zulmü ve benliğiyle müşahhaslaşmış Firavun’dan asla geri kalmazdı.
Bu sûretle Hazret-i Mevlânâ, başkalarını tenkid edenlerin de çoğu kere o tenkitten kendi nefislerinin berî olduğu zannı ile kendini kandırdıklarını ve bu hâlin kibirden neş’et ettiğini işaret etmektedir.
Yine aynı mânâyı te’kid eden başka bir beytinde Mevlânâ hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“Kibir, kendini üstün görüş, durmadan mevkî, rütbe, mal ve mülk arar; çünkü külhan, tezekle kızışır.
Bu iki dadı, yani mevkî ile mal; deriyi semirtir, kalınlaştırır; içine yağ, et, kibir ve gurur doldurur.”
Mesnevî: “Kibir yolunda önde giden, yol gösteren İblis’tir; çünkü mevkî tuzağına ilk düşen, avlanan odur.” (c.5, 1950)
“Bu hastalık, iblis hastalığıdır; iblis, benliğe kapılmıştı da «Ben, Âdem’den daha hayırlıyım.» demişti. Aslında bu hastalık, her mahlûkun, her insanın nefsinde vardır.” (c.1, 3216)
“Ey alçak gönüllülük, tevâzû perdesi altında benlik hastalığını gizleyen kişi!.. Birisi denemek kastı ile seni kızdıracak, coşturacak, karıştıracak olursa, içinde pislik bulunan su bulanır da pisliğin rengi meydana çıkar.” (c.1, 3218)
Mahlûkât içinde sadece insanlar ve onlarla birlikte cinler, “nefs” ile mücehhezdirler. Şeytan da Allâh’a âsî olmadan evvel meşhûr bir kanaata göre, “meleklerin hocası” olduğu hâlde, cin soyundan bulunmak îtibariyle nefse mâlikti. Bu yüzden, Cenâb-ı Hakk’ın Âdem’e secde edilmesi husûsundaki emrine melekler tereddüdsüzce uydukları hâlde, şeytan, bir kıyas yaparak ateşten yaratılmış olan kendisinin, topraktan yaratılmış olan Âdem’e fâikiyetini (üstünlüğünü) iddiâ ile ona secde etmekten imtinâ etmiş ve Allâh’a âsî olmuştur. Allâh Teâlâ şeytana:
“–Hanginiz üstün?” diye sormamıştı.
Ondan, secde emrine itaat etmesini istemişti. Şeytan ise, Cenâb-ı Hakk’ın bu emrini görmezden gelerek bir kıyaslamaya gitti. Bizler de Cenâb-ı Hakk’ın açık emirleri karşısında kaçış yolları arar, cüz’î aklımızla bu emir ve yasakları bertaraf etmek için âciz aklın çârelerine başvurursak, şeytanın düştüğü felâket ve hüsrâna dûçâr oluruz. Meselâ, ribâ ile iş görüp, “Ben bununla zengin olup hayır ve hasenât yapmak istiyorum.” diyenler gibi…
Yukarıda zikredildiği üzere, nefs engeline takılarak ilâhî emre muhalefet etme yolunda ilk örnek şeytan olduğundan, bu tarzdaki bütün fiillerin kaynağını teşkil eden tekebbür (kibirlenme) şeytana izâfe edilmiş ve bu bâbdaki ameller, “şeytanın amelleri” olarak kabul edilmiştir. Mevlânâ, kibir sâikıyla Haktan yüz çevirenleri bu sebeple şeytanın etbâı, yani ona tâbî olanlar şeklinde telakkî ve beyân buyurmaktadır. Şeytanın bu ilk ameline paralel düşenler de şeytan gibi merdûd (reddolunmuş) ve makhûr (kahrolunmuş) olmaktan kurtulamazlar.
Mesnevî: “Yeryüzü, gökyüzüne teslîm olmuştur da «Ben bir esirim; ne dilersen yağdır!» demektedir.” (c.3, 452)
“Güneşten, onun üstüne ateş yağsa, yeryüzü o ateşe yüz tutmuştur. Ondan kaçmak şöyle dursun, o ateşe karşı yüzünü yerlere sererek, sessizce ona teslîm olmuştur.” (c.3, 450)
“Ey insanoğlu, sen de yeryüzünün bir cüz’üsün. Onun üstünde yaşıyorsun; sen de Allâh’ın buyruğuna, kazâ ve kaderine karşı gelme!..”
«Sizi topraktan yarattık.» âyetini duydun, işittin. Demek ki, Allâh da senin toprak olmanı istiyor, ilâhî emre karşı gelme!..”
“Allâh buyurdu ki: «Ey insan, dikkatle bak da gör, senin topraktan yaratılmış bedenine, rûhumdan bir tohum ektim, seni yücelttim. Sen bu toprağın bir tozu iken, seni üstün bir varlık yaptım. Sana akıl verdim, aşk verdim.”
“Sen bir hamle daha yap da, topraklığı, yâni tevâzu’u kendine sıfat, huy edin. Ben de, seni bütün yarattıklarımın üstüne emîr kılayım.»” (c.3, 453-456)
Mevlânâ yukarıdaki beyitlerinde, tevâzu’un insan için asıl ve hatta fıtrat îcâbı olduğunu ifâde etmektedir. İnsanın bedeni, topraktan hâsıl olan gıdalarla gelişip teşekkül ettiğine göre, onun bedenen aslı topraktır. Ruh ise Allâh’ın emirlerinden bir “emr”, yani iş ve fiil olmak itibâriyle Allâh’tandır. İnsanı bütün mahlûkâta üstün kılan ve yeryüzünde Allâh’ın halîfesi olarak telakkî ettiren âmil, insan bedenine ilâhî bir nefha (üfürme) ile dâhil olan ruhtur. İnsanoğlu, bedeninin aslı ve menşei olan toprak gibi mütevâzî olmakla mükelleftir. Vücûd madeninin, aslı olan topraktaki sıfat ile muttasıf olması, fıtrat icabıdır. Ancak bu fıtrî temâyüller, “akıl” ve “irâde” denilen iki kâbiliyetin doğru kullanılmaması netîcesinde zaafa uğrar, bozulur ve insan da tevâzûdan uzaklaşıp şeytanın sıfatı olan “kibir”le muttasıf hâle gelir. Bunun netîcesinde de o, kendi aslî tabiatına vedâ ederek taşıdığı yüce şerefe aykırı hareket etmiş olur.
Gökten ne yağarsa, yer itirazsız bir şekilde onu kabullenir. Zîrâ arzda irâde yoktur. İnsanoğlu da ilâhî takdir karşısında aynen toprak gibi teslîmiyet hâlini yaşamalı ve kadere, yerin göğe teslim olduğu gibi mutlak bir sûrette teslim ve o Hak’tan gelene râzı olmalıdır ki, yaratılış gâyesinin zirvesine ulaşsın. Kâmilleşerek, böylece yeryüzünde kendisi hakkında takdir olunmuş bulunan “halîfetullâh” sıfatına layık bir hâle gelebilsin.
Mesnevî: “Her meyvenin tohumu, önce yerdedir. Yere girer, ondan sonra yerden başkaldırır, yükselir.”
“Bütün nimetlerin asılları, gökten toprağa yağdı, toprağın altına girdi. Ondan sonra tertemiz cana gıda oldu.” (c.3, 459-460)
Canlı-cansız bütün varlıkların, vücûd cevheri îtibariyle aslı “toprak”tır. Toprağın değişerek şekilden şekile bürünmesi, canlıları vücûda getirir. Cenâb-ı Hak, dünyamızın dörtte üçünü su ile kaplamış ve ancak dörtte birini kara olarak bırakmıştır. Bu dörtte birin de belki ancak dörtte birinin otuz santimlik tabakası bitki yetiştirmeye müsâiddir. Bu demek oluyor ki, dünyanın yüzölçümü îtibariyle, ancak onaltıda birini teşkil eden kısmında mevcut toprak, dünyaya gelmiş ve gelecek nebât, hayvan ve insanların bedenlerinin teşekkülü için tükenmez bir hazine olmuştur. Cenâb-ı Hak, onu nihâyetsiz bir istihâle (değişim) kanununa tâbî kılmış ve sayısız beden için onu yegâne bir sermaye hâline getirmiştir. Eğer -ezelden ebede- dünyaya gelecek olan nebât veya hayvanlardan bir çeşidi, dünyaya toptan gelmiş olsaydı; mekân ve gıda o bir tek nev’e bile kâfî gelmezdi. Bunu farazâ, bir çam ağacı veya fil için düşünebilirsiniz. İnsan da aynı durumdadır. Bütün insanlar aynı anda dünyaya gelmiş olsaydı; ne beslenme, ne de adım atacak bir imkân bulabilirlerdi. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak, bütün mahlûkâtını aslı toprak olan bir sermayeyi kullanarak ilâhî bir tanzimle “nöbetleşe” dünyaya gönderir. Hayat, her canlı varlık için toprakta başlar ve yine onda biter.
İnsan topraktan yaratıldığı için toprağın özelliklerini taşır. Toprak, zaman zaman kurur, sıcaktan kavrulur, suya hasret çeker. Bir mevsim kışın cefâsına katlanır. Zamanı gelir, bol bahar yağmurları ile yeniden dirilir. Binbir güzellik, renk, koku ve âhengi ile ilâhî kudret akışlarını sergiler. İnsan da böyledir. Hayat ihtirasının girdaplarında, çöllerdeki kum fırtınaları gibi çalkalanır durur. Nefsin sultasında kendisini perîşân eder. Ancak nefs engelini aşması netîcesinde, kâmilleşir. Toprağın bahar yağmurlarından hayat bulduğu gibi feyz ve rahmet tecellîlerine nâil olarak diğergâmlaşır. Böylece kendisine gelen nîmetleri, bir bahâr bereketinin güzellik ve bolluğu içerisinde Allâh rızâsı için münbit topraklar misâli etrâfına infâk eder.
Hazret-i Mevlânâ’nın verdiği tohum misali, o tohumdan meydana gelen bitkinin ya doğrudan doğruya, ya da bir silsilelenmenin sonunda, yine toprağa döndüğünü ifâde etmektedir. Bu kanundan, hiçbir canlı varlık hâriç kalamaz. Bu hâl, kâinâttaki sayısız azamet-i ilâhiyye tecellîlerinden biridir. Tefekkür sahiplerine ne mutlu!.. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadır:
“İnsan, yediğine bir baksın!.. Şöyle ki: Yağmurlar yağdırdık. Sonra toprağı göz göz yardık da oradan ekinler, üzüm bağları, sebzeler, zeytin ve hurma ağaçları, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar bitirdik. (Bütün bunlar) sizi ve hayvanlarınızı faydalandırmak içindir.” (Abese, 24-32)
Mesnevî: “İyi talihli ve insan olan kişi bilir ki; zeki olmak, akıllı geçinmek iblisin yoludur; aşk ve kulluk da Âdem’indir.”
“Şeytan gibi zeki olanlar, okyanusta yüzenler gibidir. Koca bir okyanusta yüzen kimsenin kurtulması, nâdirdir. Nihâyet batar, boğulur; yâni aklına güvenip şerîat gemisine binmeyenler, sonunda helâk olurlar.”
“Sen yüzmeyi bırak, kendini beğenmekten vazgeç, kini terket! Yüzdüğün su; dere, ırmak değildir, okyanustur! Bu okyanus, aslında kazâ ve kader denizidir!” (c.4, 1402-1404)
Hazret-i Mevlânâ, aklı şeytana mahsus bir sıfat olarak zikrediyorsa da bu, aklın vahiyle terbiye edilmemiş vahşet hâlini ifâde eder. Yoksa akıl, Hakk’a ve hayra ulaşmak için bir ilk sermayedir. Lâkin bu sermaye, sahibini Hakk’a ve hayra ulaştırmaya yetmez. Yani o, lâzım, fakat kâfî olmayan bir vasıtadır. Bundan dolayıdır ki, İslam’da akıl, “akl-ı nâkıs”, yani eksik akıl olarak ifâde edilir. Aklın kemâli, kendi kifayetsizliğini telakkî ederek bunu telâfîye medâr olacak vahye bağlanabilmekle, yani teslîmiyetle mümkündür. Akıl, Rabbimizin büyük bir nîmetidir. Ancak bu nîmet, vahyin, yani Kitab ve Sünnet’in içinde bir kıymet ifâde eder. Aksi hâlde sahibini nefsine esir ederek helâke sürüklenmekten alıkoyamaz.
Mevlânâ hazretleri vukuât âlemini bir okyanusa benzetmekte, insanoğlunu da o okyanusta boğulmaya mahkûm bir acemi yüzücü olarak tavsif etmektedir. Beşerî akıl ve irâdeye güvenerek kadere meydan okumaksa hamâkatten başka bir şey değildir. Çünkü akıl ve irâde; kadere, yani murâd-ı ilâhî’ye tam bir teslîmiyete girmedikçe, hiçbir hayırlı netîce gerçekleşmez.
Kader ise, mutlak mânâsıyla meçhûldür. Buna göre insanın gücü nisbetinde sebeplere tevessül edip irâdesini kullandıktan sonra, kadere teslîmiyet göstermesi, yegâne kurtuluş yoludur.
Tarlayı ekmeden nebâtın bitmesini beklemek beyhûde olduğu gibi, sırf tohumu serpmenin, onun yetişip boy atması için yeteceğini düşünmek de kâfî değildir. Tohum atmak insanın işidir; bitkiye hayâtiyet vermek ise Allâh’ın takdir ve kudretine bağlıdır. Bu sebeple insan, tohumu ekmek sûretiyle, “sebeplere tevessül etmeli” ve bundan sonra, kendi güç ve irâdesini aşan rüzgar, yağmur, zaman ve benzeri bütün unsurlarda, kaderin ve vukuâtın sahibi Rabbü’l-Âlemîn’e “tevekkül ve teslîmiyet” göstermelidir.
Mesnevî: “İlâhî aşk, seçkin mü’minler için bir gemi gibidir. Bu gemiye binenler; âfete, felâkete pek uğramazlar; çoğu zaman da kurtuluşa ererler.”
“Ey Hakk yolcusu! Sen; aklı, zekayı sat da hayranlığı satın al! Çünkü zeki olmak, akıllı olmak; bir fikir yürütmekten, bir zanna kapılmaktan ibârettir! Hâlbuki hayranlık; Hakk’ın güzelliğini, kudretini, san’atını görmek, şaşırıp kalmaktır!”
“Aklı, Hazret-i Mustafa huzûrunda kurban et ve «Allâh’ım bana yeter!» de!” (c.4, 1406-1408)
“Akıl ve zekâ, sana kibir ve gurur verir.” (c.4, 1421)
“Aklı, dostun aşkında kurban et! Çünkü bütün akıllar, dostun bulunduğu taraftadır! Çünkü rûhların da, akılların da çıkış yeri Hakk’tır! Bu sebeple aklı, Hakk’ın aşkında kurban et!”
“Akıllı olanlar, akıllarını dostun bulunduğu yere, ötelere göndermişlerdir! Bu dünyada kalan akıl ise, sevgiden haberi olmayan, sevmeyen, sevilmeyen, ahmak olan akıldır!” (c.4, 1424-1425)
Yukarıdaki beyitlerin izahında da bahsettiğimiz gibi aklın doğru kullanılması, onun ilâhî emirlerin “hikmet” ve “maslahat”a uygunluğunu, yani Kitap ve Sünnetin muhtevâsı içinde hikmetini kavramaya tahsîs edilmesiyle mümkün olur. Bu yapılmayarak, aklı hudutsuz bir kuvvete sahip zannetmek, karıncayı at zannetmek gibi bir hamâkattir.
Mevlânâ hazretleri, “Aklı, Hazret-i Mustafa huzûrunda kurban et!” derken onun vâsıtasıyla vâkî olan ilâhî emirlere teslîmiyetin ehemmiyetini ifâde etmektedir. Akıl, bu sûretle -âdeta azgın bir at gibi- “vahy”in dizginiyle dizginlenmedikçe sahibini hadsiz hudutsuz iddialara ve bunların netîcesi olan felaketlere sürükler.
İnsan, aklını, Allâh’ın kâinâttaki ilâhî sanatını ve kudret akışlarını farketmeye medâr olan “hayret” ve “hayranlık” duygusu yolunda kullanırsa, hem “imân-ı kâmil” sahibi olur ve hem de bu hayret ve hayranlık sebebiyle aklının kifâyetsizliğini daha berrak bir sûrette müşâhede eder.
Lâkin, bu hayranlıkta mutlak bir istiğrak hâline gelenler, beşerî hayat için zarûrî olan “temkin”i ellerinden kaçırdıkları için meczûb olurlar. Bu ise, hayret ve hayranlığın muazzam füyûzât ve bereketine rağmen merduttur. Çünkü beşerî hayatın normal îcabları için bir zaaf sebebi teşkil eder. Bundan dolayıdır ki, dinde “meczûb” (sâlik-i meczûb) olmak yerine “câzib” (meczûb-ı sâlik) olmak, şâyân-ı tercih ve matlûbdur. Câzib de hayret ve hayranlığa dalmış, “Allâh, kuluna kâfîdir” hükmüne ulaşmış ve fakat bununla beraber temkinini de muhafaza edebilmiştir. Mevlânâ’nın tervic eylediği aşk ve istiğrak, hiç şüphesiz böyle temkinle zarflandırılmış bir muhtevadaki aşk ve istiğraktır.
Mesnevî: “Nefsini alçak gören kişiye, ne mutlu!.. Dağ gibi kendini üstün gören kişinin de vay hâline.”
“Şunu iyi bil ki, bu kibir, ululanma, kendini herkesten üstün görme hâli, öldürücü bir zehirdir. Ahmaklar, bu zehirli şarabı içerek sarhoş olurlar.” (c.4, 2746-2747)
Bir mü’minin, bir çok beşerî meziyetlere sahip olmasına rağmen nefsini kifayetsiz telakkî ederek tevâzû tacı ile taçlanması gerekir ki, olgunluk yolunda ilerleme nasib ve lutfuna mâlik olsun. Zirâ kendini mükemmel kabul edenler, eksiklerini düzeltmeye yönelmezler. Çünkü o eksikliklerin varlığını kabul etmezler. Bu, ancak o eksiklikleri idrak edip kendini böbürlenmekten koruyabilenlerin işidir. Bundan dolayıdır ki, hadîs-i şerîfte:
“Kim Allâh Teâlâ’nın rızâsı için bir derece tevâzû gösterirse, bu sebeple Allâh onu bir derece yükseltir. Kim de Allâh’a karşı bir derece kibir gösterirse, Allâh da onu bu sebeple bir derece alçaltır, netîcede onu esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) atar.” (İbn-i Mâce, Zühd, 16) buyrulmuştur.
Âyet-i kerîmede, Allâh’ın medhettiği mütevâzî kullar şöyle tarif edilmektedir:
“Rahmân’ın kulları ki, yeryüzünde vakar ve tevâzû ile yürürler, câhiller kendilerine (hoşa gitmeyecek) lâflar attığı zaman, «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63)
Diğer âyet-i kerîmelerde ise, insanın kibir ve böbürlenmekten vazgeçmesi emredilmekte ve şöyle buyurulmaktadır:
“Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma!.. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!” (el-İsrâ, 37)
“Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zîrâ Allâh, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez!” (Lokmân, 18)
Şuna dikkat etmelidir ki, tevâzû bir kul için meziyet olmakla beraber, Allâh’ın kendisine lutfettiği ni’metlerini yok saymaya sebep olmamalıdır. Buradaki incelik, o ni’metlerin idrâkinde olmakla beraber, bunları, Cenâb-ı Hakk’a izâfe edebilmek dirâyetidir. Buna dinde “tahdis-i ni’met”, yani ni’metlerin, Cenâb-ı Hakk’a âid olmak şartıyla varlığını idrak edip şükürde bulunmak denir. Bu kibirlenme değildir. Kibirlenme, o nimetleri nefsine aid kabul etmek, yani kendinden bilmektir. Kârûn’u, nefsinin anaforunda helâke sürükleyen ve nihayet yerin dibine geçmesine sebep olan bu “benlik”tir. Şu hâlde Mevlânâ hazretlerinin yukarıdan beri, akıl, irâde, tevâzû ve kibir gibi mefhumlar hakkında irad eylediği sözleri bu fikrî zeminde telakkî etmek gerekir.
Mesnevî: “Pâdişahın biri, bir pâdişaha galip gelirse, onu ya öldürür, yâhut zindana attırır.”
“Fakat aynı pâdişah bir düşkün yaralıyı, zavallı bir dertliyi bulursa, yarasına merhem kor, ona ihsânda bulunur.”
“Kendini üstün görmek, pâdişah olduğu için kibirlenmek bir zehir olmasaydı, o gâlip pâdişah, mağlûp ve esîr olmuş pâdişahı, suçu olmadığı hâlde niçin öldürürdü?”
“O düşkün dertliye kendisine bir hizmette, bir kullukta bulunmadığı hâlde neden iyilik ediyor, ona acıyor? Bu iki duruma bakıp kibrin nasıl bir zehir olduğunu anlaman mümkündür.” (c.4, 2750-2754)
Mevlânâ hazretlerinin yukarıdaki beyitlerde zikrettiği misâl, tevâzû ve kibrin muhâtaplarında husûle getirdiği irâdî tezâhürleri anlatmaktadır. Gerçekten yaralı bir insana, onun kim olduğunu, iyi veya kötü bir insan olup olmadığını bilmeksizin herkes yardıma koşar. Çünkü onun muzdarip hâli, onu görenlerin merhamet ve yardım duygularını tahrîk eder. Kibirli ve iddiâlı bir insanınsa, muhatabında hâsıl edeceği hisler bunun tam aksinedir. Onu rekabete sevkeder. İş, güç gösterisine döner. Bu demektir ki; tevâzû, beşerî dertlere devâ ve âcizliklere çâre bulmak husûsunda, sahibi için büyük bir nimet olduğu hâlde, kibirli bu nimeti peşînen ve kendi elleriyle yok etmiş olur. Hulâsaten, tevâzû ve acziyet, merhameti celbeder; hem Allâh katında, hem de kul katında…
Mesnevî: “Birtakım kötü kişilerin elinden kurtarabilmek için Hızır -aleyhisselâm- gemiyi deldi, sakatladı.”
“Mâdem ki kırık olan, dökülen, perîşan olan kurtuluyor; sen de kırıl dökül, perîşan ol. Kurtuluş ve selamet yokluktadır. Haydi, sen de benlikten, varlıktan kurtul, yokluğa doğru git.”
“İçindeki madende birazcık altın, yâhut gümüş bulunan bir dağ, kazma yaraları ile paramparça olur.”
“Kılıç, boynu olan kişinin boynunu keser. Gölge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı için onun yaralanması ve kesilmesi de yoktur.” (c.4, 2756-2759)
Mevlânâ hazretleri yukarıdaki beyitlerinde de aynı gerçeği bir başka cihetle ifâde etmektedir. Şöyle ki, mütekebbir olanlar, kendilerinde vehmettikleri meziyeti sağa sola mübalağa ile takdim ettiklerinden, muhâtabların iştihâsını kabartır ve onların husûmetlerini celbeder. Meşhûr bir darb-ı meselde:
“Bülbülün çektiği, dili belâsıdır.” denilmiştir. Bu demektir ki, bülbülün o güzel nağmesi olmasa, kimse onu kafese sokmaz. Gerçekten hiçbir zaman kafeste karga beslendiği görülmemiştir.
Buradan çıkan bir netîce olarak şunu da söylemek lâzımdır ki, meziyetli insanın hasmı bulunmak, âdeta dünyada menfî bir kâidedir. Velev böyle bir insan, peygamberler gibi yalnızca hayır ve fazîlet tevzii vasfında bulunsa bile… Bu gerçeği ifâde için şâir:
Nâ-ehil olur muârız-ı ehil
Her Ahmed’e bulunur bir Ebû Cehil
demiştir.
Mesnevî: “Ey dünya malı için çırpınan ve dünyaya tapan gâfil!.. Firavun’da olan kötü ahlâk, tamamıyla sende de var! Sen de kibirlisin, sen de kendini beğeniyorsun, sen de mal ve şehvet peşinde koşuyorsun! Fakat senin ejderhan, yâni nefsin, âcizlik, yoksulluk kuyusuna düşmüş, güçsüz kalmış da Firavun gibi saldıramıyor, bir şey yapamıyor!”
“Yazıklar olsun! Bu söylenilen sözlerin hepsi de senin hâllerin, senin kötü huylarındır; tutuyor, sen onları Firavun’un üstüne atıyorsun!”
“Hâlbuki senin kötü hâllerinden, kötü huylarından söz edilse, canın sıkılır, hoşuna gitmez; başkalarından bahsedilse sana masal gibi gelir!..” (c.3, 971-973)
Her insanda “nefsâniyet” ve “ruhâniyet” temâyülleri bir arada bulunur. Zîrâ Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de:
“Nefse ve onu yaratılış maksadına uygun olarak şekillendirip, ona fücûr ve takvâsını ilhâm edene andolsun!” (eş-Şems, 7-8) buyurmuştur.
Fücûr ve takvâ, insana dâimâ telkin ve fısıltı hâlindedir. Bu yüzden insan şahsiyeti, hayra sevkeden ruhâniyet veya rahmâniyet ile, şerre sevkeden nefsâniyet arasında bir çatışma, yani harb sahası gibidir.
İnsanoğlunun, nefsine mutlak bir sûrette gâlip geldiği takdirde melekten üstün; aksine ona yenilip tam mânâsıyla tâbî olduğu takdirde de hayvandan aşağı (belhüm edall) olduğu kabul edilmiştir. Bu “melekten üstünlük” keyfiyeti, meleğin hayra ve Hakk’a yönelmek husûsunda, önünde “nefs” gibi bir engel bulunmamasına mukâbil, insanoğlunun böyle müthiş bir engeli aşmasından dolayıdır. Bunun mânâsı, her insanda meknûz, müessir bir “Firavun olmak” temâyülü vardır. Lâkin herkesin şartları ve imkânları bir ve aynı olmadığından, kiminde bu temâyül, küçük küçük filizler hâlinde mevcut bulunmasına mukabil; kiminde de imkânların elvermesiyle dehhâmeleşir, yani anormal derecede büyür, gelişir.
Mevlânâ hazretleri bu nükteye işâret ederek tarihteki meşhur Firavun’u tenkid ve târiz oklarına hedef kılanların, kendi nefislerinde de küçük bir Firavun mevcut olduğunu unutmamalarını ister. Zîrâ bu küçücük Firavun, şartları îtibariyle tarihteki meşhur Firavun’un şartlarının mükemmelliğine ulaşamadığı için kendi kabuğunda kalmıştır. Şâyet o da gelişme imkânı bulmuş olsa, zulmü ve benliğiyle müşahhaslaşmış Firavun’dan asla geri kalmazdı.
Bu sûretle Hazret-i Mevlânâ, başkalarını tenkid edenlerin de çoğu kere o tenkitten kendi nefislerinin berî olduğu zannı ile kendini kandırdıklarını ve bu hâlin kibirden neş’et ettiğini işaret etmektedir.
Yine aynı mânâyı te’kid eden başka bir beytinde Mevlânâ hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“Kibir, kendini üstün görüş, durmadan mevkî, rütbe, mal ve mülk arar; çünkü külhan, tezekle kızışır.
Bu iki dadı, yani mevkî ile mal; deriyi semirtir, kalınlaştırır; içine yağ, et, kibir ve gurur doldurur.”
Mesnevî: “Kibir yolunda önde giden, yol gösteren İblis’tir; çünkü mevkî tuzağına ilk düşen, avlanan odur.” (c.5, 1950)
“Bu hastalık, iblis hastalığıdır; iblis, benliğe kapılmıştı da «Ben, Âdem’den daha hayırlıyım.» demişti. Aslında bu hastalık, her mahlûkun, her insanın nefsinde vardır.” (c.1, 3216)
“Ey alçak gönüllülük, tevâzû perdesi altında benlik hastalığını gizleyen kişi!.. Birisi denemek kastı ile seni kızdıracak, coşturacak, karıştıracak olursa, içinde pislik bulunan su bulanır da pisliğin rengi meydana çıkar.” (c.1, 3218)
Mahlûkât içinde sadece insanlar ve onlarla birlikte cinler, “nefs” ile mücehhezdirler. Şeytan da Allâh’a âsî olmadan evvel meşhûr bir kanaata göre, “meleklerin hocası” olduğu hâlde, cin soyundan bulunmak îtibariyle nefse mâlikti. Bu yüzden, Cenâb-ı Hakk’ın Âdem’e secde edilmesi husûsundaki emrine melekler tereddüdsüzce uydukları hâlde, şeytan, bir kıyas yaparak ateşten yaratılmış olan kendisinin, topraktan yaratılmış olan Âdem’e fâikiyetini (üstünlüğünü) iddiâ ile ona secde etmekten imtinâ etmiş ve Allâh’a âsî olmuştur. Allâh Teâlâ şeytana:
“–Hanginiz üstün?” diye sormamıştı.
Ondan, secde emrine itaat etmesini istemişti. Şeytan ise, Cenâb-ı Hakk’ın bu emrini görmezden gelerek bir kıyaslamaya gitti. Bizler de Cenâb-ı Hakk’ın açık emirleri karşısında kaçış yolları arar, cüz’î aklımızla bu emir ve yasakları bertaraf etmek için âciz aklın çârelerine başvurursak, şeytanın düştüğü felâket ve hüsrâna dûçâr oluruz. Meselâ, ribâ ile iş görüp, “Ben bununla zengin olup hayır ve hasenât yapmak istiyorum.” diyenler gibi…
Yukarıda zikredildiği üzere, nefs engeline takılarak ilâhî emre muhalefet etme yolunda ilk örnek şeytan olduğundan, bu tarzdaki bütün fiillerin kaynağını teşkil eden tekebbür (kibirlenme) şeytana izâfe edilmiş ve bu bâbdaki ameller, “şeytanın amelleri” olarak kabul edilmiştir. Mevlânâ, kibir sâikıyla Haktan yüz çevirenleri bu sebeple şeytanın etbâı, yani ona tâbî olanlar şeklinde telakkî ve beyân buyurmaktadır. Şeytanın bu ilk ameline paralel düşenler de şeytan gibi merdûd (reddolunmuş) ve makhûr (kahrolunmuş) olmaktan kurtulamazlar.