MU'MİNÛN SURESİ OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Mü'minûn Sûresi Hakkında
Mü’minûn sûresi Mekke’de inmiştir. 118 âyettir. İsmini ilk âyette geçen الْمُؤْمِنُونَ (el-Mü’minûn) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 23, iniş sırasına göre 74. sûredir.
Mü'minûn Sûresi Konusu
Mekke döneminin sonlarına doğru indiği anlaşılan sûre, ebedî kurtuluşa erecek mü’minlerin vasıflarının tanıtımıyla başlar. İnsanı, önce kendi esrarengiz yaratılışı, sonra da yedi kat gök, belli ölçülerde yağıp canlıların ihtiyacı için yerde depolanan yağmur, onunla neşv ü nemâ bulan bitkiler ve kendilerinden faydalandığımız hayvanlar üzerinde tefekküre davet eder. Önceki peygamberlerin kavimleriyle mücâdeleleri ve neticede peygamberlerin kurtulup inkârcı toplumların helak edilişi, Resûlullah (s.a.s.)’i teselli ve münkirleri tehdit sadedinde hatırlatılır. Nübüvvet, tevhid ve âhiret esaslarına vurgu yapılarak; mizanda tartısı ağır gelenlerin mutlu sonlarına, tartısı hafif gelenlerin ise hüzün, hasret ve pişmanlık dolu acı hallerine temas edilerek sûre sona erdirilir.
Mü'minûn Sûresi Nuzül
Mushaftaki sıralamada yirmi üçüncü, iniş sırasına göre yetmiş dördüncü sûredir. Enbiyâ sûresinden sonra, Secde sûresinden önce Mekke’de inmiştir.
Mü'minûn Sûresi Fazileti
Hz. Ömer’den rivayet edilen bir hadise göre Resûlullah, bir ara olağan üstü vahiy hallerinden birini yaşarken kıbleye dönüp ellerini kaldırarak, “Allahım! Bize nimetini arttır, eksiltme; bizi onurlandır, alçaltma; bize ihsan et, mahrum etme; bizi seçkin kıl (düşmanlarımıza karşı) zayıf duruma düşürme; bizden hoşnut ol ve bizi senden hoşnut kıl!” diye dua ettikten sonra, “Şu anda bana on âyet indi; kim bu âyetlerin gereğini yaparsa cennete girecektir” buyurmuş, ardından da bu sûrenin ilk on âyetini okumuştur (Müsned I, 34).1 – 11
MÜ'MİNUN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1. Mü’minler, gerçekten kurtuluşa ermişlerdir.
Hz. Ömer şöyle anlatıyor:
“Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.)’e vahy indiği zamanlarda etrafında arı vızıltısı gibi bir ses işitilirdi. Bir gün yine vahiy inmeye başladı, bir süre öylece bekledik. Bu hâli geçip açılınca kıbleye döndü ve ellerini kaldırarak şöyle dua etti:
«Allahım! Bize çok ver, azaltma; bizi şerefli kıl, alçaltma; bize ver, bizi mahrum bırakma. Bizi gözet, başkalarını bize tercih etme. Bizi hoşnut et ve bizden de hoşnut ol!” Sonra da: “Bana şimdi on âyet nâzil oldu. Kim bu âyetleri okuyup gereğini yerine getirirse cennete girer» buyurdu ve bu sûrenin ilk on âyetini okudu.” (Tirmizî, Tefsir 23/1; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I,34)
Mü’minûn sûresinin baş tarafında, önceki Hac sûresinin son âyetleriyle yakından alâkalı olarak mü’minlerin vasıfları sayılmaktadır. Hac sûresinin bu âyetlerinde Cenâb-ı Hak mü’minlere rükûyu, secdeyi, Rabbe kulluğu, hayırlı işler yapmayı ve Allah yolunda cihâdı emretmişti. müslümanlardan diğer insanlara karşı örnek bir şahsiyet sergilemelerini, bunun gerçekleşmesi için de namazı kılmalarını, zekâtı vermelerini ve Allah’a sımsıkı sarılmalarını tavsiye buyurmuştu. Hemen peşinden gelen bu sûrede ise Allah’ın bahsedilen emirlerini harfiyen yerine getiren kâmil mü’minlerin “felâha erecekleri” müjdelenir. “Felâha ermek”; murada ulaşmak, sonsuz bir hayrı elde etmek, selamete ermek, huzur bulmak mânalarına gelir ki bunun ilk şartı “mü’min olmak”tır. Ebedi kurtuluşun temelinde mutlaka sağlam bir iman bulunmalıdır. Sonra da böyle bir imanla irtibatlı olarak şu güzel vasıflara sahip olunmaya çalışılacaktır:
İmandan sonra “namaz” gelir:
2. Onlar namazlarında tam bir tevazu, teslimiyet ve derin bir saygı içindedirler.
Namaz dinin direğidir. Fakat onu, dinin direği olacak şekilde kılmak şarttır. Bu sebeple mü’minlerin ilk vasfı olarak, “namazda huşû” sayılır. اَلْخُشُوعُ (huşû‘); bir yönden korku, çekingenlik gibi kalbî fiilleri, bir yönden de sallanmayı bırakıp sükûnet içinde olmak gibi dış azalara ait fiilleri ifade eder. Kalbin huşûu, korkmak ve güçlü bir şahsın karşısında heybet hissine kapılmaktır. Bedenin huşûu ise, böyle bir şahsın huzurunda baş eğmek, boyun bükmek, bakışları aşağı çevirip sesi alçaltmaktır. Bu bakımdan huşû, kökleri kalpte, görüntüleri bedende olmak üzere her iki mânayı da içinde bulundurur. Bunun kalbe ait tarafı; Rabbin azamet ve celâli karşısında kendi küçüklüğünü göstererek nefsi Hakk’ın emrine baş eğdirip söz dinlettirecek ve edep ve tâzimden başka bir şeye yönelmeyecek biçimde kalbin son derece güçlü bir saygı duygusu hissetmesidir. Dış görünüşle ilgili yönü ise, bu duygunun kalpte yerleşmesiyle birlikte vücut organlarında bir sükûnet meydana gelmesi, gözlerinin önüne, secde yerine bakıp, sağa sola, şuna buna iltifat etmemesidir. Bundan dolayı, huşûun aslı namazın şartlarından olan niyetin samimiliği ile; tezahürleri de namazın adâb ve diğer şartlarıyla alakalıdır. Rivayete göre Resûlullah ve ashâbı namazda gözlerini gökyüzüne kaldırırlardı, bu âyetin inmesi üzerine önlerine eğdiler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XVIII, 4) Dolayısıyla namazda hem kalbin, hem de bedenin huşû içinde olması istenmektedir ki namazın özü de budur.
Gerçek mü’minlerin kalpleri, namazda Allah’ın huzurunda bulunmanın heybeti ile titrer, derinden ürperir. Bu ürperti oradan azalara, duygu ve hareketlere akseder. Ruhları, Allah’ın huzurunda O’nun azamet ve yüceliğine bürünür. Zihinlerini kurcalayan tüm meşguliyetler yok olur. Allah’ın yüceliğinin idrakine vardıkları, O’na kulluğun verdiği huzuru hissettikleri için başka bir şeyle uğraşmazlar. Bu yüce huzurdayken, çevrelerinde bulunan, akıllarında yer eden her şeyden bir kenara çekilirler. Allah’tan başkasını görmezler. Dikkatlerini sadece namazdaki sözlerin anlamlarını düşünmeye teksif ederler ve namazdan derin bir zevk alırlar. Vicdanları her türlü kirden arınır. İşte bu noktada boşlukta yüzen zerre, ana kaynağıyla buluşur. Şaşkın ruh yolunu bulur, ürkek kalp sığınağını tanır. Bu anda Allah’ın dışındaki bütün değerler, eşyalar ve şahıslar gözlerinde küçülür.
Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “Bir mümin güzelce abdest alır, sonra da başından sonuna kadar kalp-beden âhengi içinde tam bir huzur ve huşû ile iki rekat namaz kılarsa cennet ona vâcip olur.” (Müslim, Tahâret 17)
Bahâüddîn Nakşibend (k.s.)’a sordular:
“–Bir kul, namazda nasıl huşûa erer?” O da cevâben:
“–Dört şeyle!” buyurup şunları beyân etti:
› “Helâl lokma,
› Abdest sırasında gafletten uzak durmak,
› İlk tekbîri alırken kendini huzurda bilmek,
› Namaz dışında da Hakk’ı aslâ unutmamak, yâni namazdaki huzur, sükûn ve mâsiyetten uzakta durma hâlini namazdan sonra da devam ettirebilmek.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 561)
Böyle bir namaz için, Hak’tan gayrı her şeyin hattâ insanın kendi nefsinin bile gözden ve gönülden düşmesi gerekir. Böyle bir namaz hakkında Süleyman Dârânî (k.s.) şu açıklamayı yapar:
“İki rekat namaz kılmak ile Firdevs cennetine girmek arasında muhayyer bırakılsam, iki rekat namazı tercih ederim. Çünkü Firdevs cennetine girmek nefsin hoşlanacağı bir istektir. Fakat iki rekat namaz kılarsam Rabbimle beraber bulunmuş olurum.”
Sahâbe-i kirâmdan Abdullah b. Şıhhîr (r.a.), Allah Resûlü (s.a.s.)’in namazdaki hâlini şöyle tasvîr eder: “Resûlullah (s.av)’i namaz kılarken gördüm. Ağlamaktan dolayı göğsünden tencere kaynamasına benzeyen bir ses duyuluyordu.” (Ebû Dâvud, Salât 156-157; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 25)
Hz. Ali, namaza durduğunda benzi sararır, kendi varlığı dâhil her şeyden sıyrılırdı. Bir savaşta mübârek ayağına batan okun çıkarılması için namaza durmuştu. Zira bu takdirde okun çıkarılışındaki ızdırâbı hissetmeyeceğini biliyordu. İşte bu ölçüde dünya ile alâkayı keserek namaz kılmaya çalışmak lazımdır.
Gerçek bir mü’min şahsiyetinde huşu ile namazdan sonra “faydasız her türlü söz ve davranışlardan yüz çevirme” özelliği vardır:
Ümmü Ruman (r.a.) şöyle anlatır: “Namazımda sallanıyordum. Ebû Bekir (r.a.) gördü, beni öyle bir azarladı ki, az daha namazdan çıkacaktım. Sonra da Resûlullah (s.a.s.)’ın şöyle buyurduğunu işittiğini söyledi: «Biriniz namaza durduğunda her tarafı sakin olsun, yahudiler gibi sallanmasın. Zira namazda azaların sükûneti namazın tamamındandır.»” (Alûsi, Ruhu’l-me‘ânî, XVIII, 3)
3. Onlar her türlü boş söz ve faydasız işlerden yüz çevirirler.
اَللَّغْوُ (lağv), sözlük anlamıyla saçma, boşuna ve kişinin hayattaki gayesine ulaşmasında hiçbir yararı olmayan şeylerdir. Müminler böylesi faydasız şeylere hiç önem vermezler, en küçük bir eğilim ve ilgi duymazlar. Bu tür şeylere dalındığını gördüklerinde hemen uzaklaşır, titizlikle bunlardan kaçınır, ya da bunlara tümüyle ilgisiz kalırlar. Onların bu üstün şahsiyet özellikleri: “...Boş bir söz ve davranışa rastladıklarında ise yüz çevirip vakar içinde oradan geçip giderler” (Furkan 25/72) şeklinde beyân edilir.
Mümin her an omuzlarında sorumluluğunun yükünü hisseden kişidir. Dünya onun için bir imtihan yeri ve hayat da bu imtihan için ayrılmış sınırlı bir süredir. Tüm zihni, bedeni ve ruhuyla imtihan kağıdına eğilen bir öğrenci gibi, bu duygu da mümini tüm hayatı boyunca ciddi bir sorumluluk duygusu içinde davranmaya yöneltir. İmtihan salonundaki öğrenci her anının geleceği için ne kadar önemli ve etkili olduğunun nasıl bilincindeyse ve bu bilinçle en küçük bir anını bile boşa harcamak eğilimi göstermezse, aynı şekilde mümin de hayatının her anını faydalı, hedefine yaklaştırıcı ve neticede memnun kalacağı işlerle geçirir. Şâirin dediği gibi:
“Misâl-i bahr derûnunda saklayup güherin
Hüner-nümâlığa meyletme vâr ise hünerin.” (Münîb, Hoca Mustafa)
“Bir hüner ve mârifete sahipsen mevsimli mevsimsiz, yerli yersiz onu ortaya koyup gururlanma. Sînesinde inciler barındıran, fakat onları gizlemesini bilen denizlere benzemeye çalış.”
Bu bakımdan gerçek mü’minler, boş sözlerden, faydasız tutum ve davranışlardan, anlamsız alaka ve düşüncelerden kaçınan kimselerdir. Çünkü onu hiçbir yararı olmayan oyundan, eğlenceden, gereksiz ve yakışıksız şeylerden alıkoyacak her zaman ve mekana uygun yapılması gereken iyilikler, güzel işler ve sâlih ameller bulunur. Allah’ı zikretmek, O’nun kudretinin azametini tasavvur etmek, O’nun iç ve dış âlemde yer alan ayetlerini kavramaya çalışmak gibi mühim vazifeleri vardır. Kâinattaki ilâhî azamet sahnelerinin ve kudret akışlarının her biri, insan aklını bütünüyle kaplayacak ve onu hayran bırakacak keyfiyettedir. Bunlar, insanın düşüncesini ciddi mânada meşgul edecek ve vicdanını harekete geçirecek özelliktedir. Ayrıca insanın kalbini arındırmak, ruhunu ve vicdanını temizlemek gibi vazifeleri de vardır. İnsanın gücü ve enerjisi ise sınırlıdır. Bu güç ve enerji ya insan hayatını iyileştiren, geliştirip kalkındıran bir yönde harcanacak ya da gereksiz şeyler uğruna, boşu boşuna, oyun ve eğlence için harcanacaktır. Oysa mü’min, inancının gereği olarak bu enerjiyi yapıcı bir maksatla hem İslâm adına dünyanın kalkınması ve ıslahı, hem de âhiretini imar ve tezyini için harcamak zorundadır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.) buna teşvik sadedinde şöyle buyurur:
“Kendisini doğrudan ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, kişinin iyi müslüman olduğunu gösterir.” (Tirmizî, Zühd 11; İbn Mâce, Fiten 12)
“Allah’a ve âhirete iman eden kişi ya faydalı söz söylesin veya sussun!” (Buhârî, Edeb 31; Müslim, İman 74, 75)
Şâir de âdetâ bu hadis-i şerifin izahı sadedinde şöyle der:
“Söyler isen hayır söyle, sözünden ibret alsınlar.
Söylemezsen sükût eyle, seni insan sansınlar.”
Gerçek mü’minler “zekâtı” vaktinde ve tam olarak verirler:
4. Onlar zekâtı vermek, iyilikleri artırmak ve nefisleri temizlemek için sürekli faaliyet hâlindedirler.
اَلزَّكٰوةُ (zekât) aslında “nefsi kötü sıfatlardan temizlemek” mânasına gelen زَكٰي (zekkâ) fiilinden isimdir. Daha sonra bu kelime mecâzen “Allah rızâsı için mal vermek” mânasında kullanılmıştır. Zira Allah için mal vermekten maksat, yine nefsin kötü vasıflardan temizlenmesine yardımcı olmaktır. “Zekât”ın, gelişme, büyüme, bir şeyin düzenli olarak artması ve herhangi bir engelle karşılaşmadan büyümesine yardım etmek gibi mânası da vardır. Nitekim zekât şeklinde yapılan harcamalar, o harcamayı yapan kişinin malını telef olmaktan koruyup bereketinin artmasına sebep olduğu için “zekât” ismiyle ifade edilir. İslâmî bir kavram olarak zekât, hem serveti arındırmak için ondan alınan pay, hem de bizzat arındırma eylemini ifade eder. Dolayısıyla zekât hem kalbin hem de malın temizliğini ilgilendirir. Bu vesileyle kalp, cimrilikten temizlenir, bencillikten kurtulur ve şeytanın fakirlik konusunda verdiği vesveseleri yenecek bir kuvvet kazanır. Allah huzurunda elde edeceği karşılık ve mükafata elindeki maldan daha çok güvenir. Zekât aynı zamanda mal için de temizliktir; malın geri kalanının temiz ve helâl olmasını sağlar.
Zekâtla ilgili diğer âyetlerde çoğunlukla “zekâtı verirler”, “zekât veriniz” ifadeleri geçerken, burada لِلزَّكٰوةِ فَاعِلُونَ (li’z-zekâti fâilûn) şeklinde farklı bir üslup kullanılması, bazı ince mânalara işaret eder:
Birincisi; buradaki “zekât”tan maksat nefsi temizlemeye yarayan, övgüye değer her türlü iş ve davranıştır ki mal infâkı da bunlardan biridir. Yani o mü’minler, bütün faaliyetlerini, yaptıkları her işi başka maksatla değil, sadece nefislerini, kalplerini ve mallarını temizlemek, onları her türlü çirkinliklerden arındırmak için yaparlar. Hayatlarını hep bu istikamette tanzim eder ve bu gâyelerine hizmet etmeyecek her türlü düşünce, söz ve amelden uzak dururlar. Bütün işlerini ilâhî murakabe altında ve rabbânî kameralar önünde yaparlar. Verdikleri her nefeste Rablerine kavuşacak olmanın heyecanını yaşarlar. Nitekim onların bu vasfı şu âyet-i kerîmede daha açık bir şekilde dile getirilir:
“O mü’minler, yaptıkları her iyiliği ve işledikleri her ameli, kalpleri her an Rablerine dönüyor olmanın haşyetiyle ürpererek yaparlar.” (Mü’minûn 18/60)
İkincisi; insan nefsi, mal toplayıp onu üst üste yığmaya pek düşkündür. “Malı mülkü de sınırsız bir sevgiyle seviyorsunuz” (Fecr 89/20) âyet-i kerîmesi bunu ifade eder. Bu yüzden nefiste iyice kökleşmiş olan hırs ve tamaha karşı pek şiddetli bir mukâvemet gerekir. İnsanın, şeytanın mal hırsını ve fakirlik korkusunu telkin eden vesveselerinden kurtulabilmesi için bu mukâvemet ve mücâhede şarttır. İşte zekât ibâdetini hakkıyla edâ etmek, kalbi bencillik ve cimrilikten temizler; malı da lüzumsuz yere birikmekten kurtarır. İşte ayette فَاعِلُونَ (fâilûn) ifadesinin kullanılmasının bir hikmeti de budur. Çünkü bu ifadede, nefiste iyice kök salıp yerleşmiş olan bencillik, hodgamlık, cimrilik gibi kötü sıfatların üstesinden gelmek üzere “şiddetli ve aşırı bir mücâhede içine girme” mânası vardır. Âyet-i kerîmede: “Şunu bilin ki, kim nefsinin cimriliğinden ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, dünyada da âhirette de kurtuluşa erecek olanlar, işte bunlardır” (Haşr 59/9) buyrulur. Nitekim zenginlerden biri, zekât verme zamanı geldiğinde hizmetçilerini çağırır ve: “Ellerimi bağlayın ve beni bir yere hapsedin. Sonra mallarımın bulunduğu depoya gidin ve oradan zekât verilecek kadarını alın. Zira şu azgın nefsim, elimi uzatıp da oradan mal çıkarmaya müsaade etmiyor” dermiş.
Gerçek mü’minler, “iffetlerini” ve mahrem yerlerini her türlü gayr-i meşrû ilişkiden korurlar:
5. Onlar iffetlerini ve harama karşı mahrem yerlerini titizlikle korurlar.
6. Sadece kendi eşleri ve sahip oldukları câriyelerle yetinirler. Çünkü bunlarla olan münâsebetlerinden dolayı kınanmazlar.
7. Her kim bunun ötesinde bir şey aramaya yeltenirse, işte onlar Allah’ın koyduğu sınırları aşanların tâ kendileridir.
Mü’minler, kelimenin tam anlamıyla iffet ve namus sahibidirler. Her türlü cinsî sapıklık ve aşırılıktan uzaktırlar. Öylesine iffetlidirler ki, ilâhî kanunun başkaları önünde açılmasını yasakladığı yerlerini de örterler. müslüman şahsiyetin ayrılmaz parçası olan bu özellikte ruhun, yuvanın ve çevrenin temizliği; nefsin, ailenin ve toplumun arınması vardır. Bu temizlik ve arınma; mahrem yerleri helâl olmayanların bulaşıp kirletmesine, kalbin helâl olmayan şeylere ilgi duymasına, toplumda şehvet ve arzuların hesapsız bir şekilde başını alıp gitmesine, aile ve neslin bozulmasına karşı korunmakla sağlanır. Burada Kur’ân-ı Kerîm cinsi ilişkilerde helâl olan yolları da göstermektedir: “Sadece kendi eşleri ve sahip oldukları cariyelerle yetinirler. Çünkü bunlarla olan münâsebetlerinden dolayı kınanmazlar.” (Mü’minûn 23/6) Bizzat cinsî arzuların ve onu özellikle dindar ve takvâ sahibi kişiler için meşrû yollarla gidermenin de yerilmiş olduğu gibi yanlış bir anlama olmasın diye ara cümlesi olarak bu ifadeler yer almıştır. Yalnızca müminlerin gizli yönlerini titizlikle korudukları ifadesiyle yetinilmiş olsaydı, bu durumda onların rahip ve münzevî bir hayat içinde yaşayan kişiler gibi evlenmeden “terk-i dünya” bir hayat sürmeleri gerektiği anlamı çıkarabileceğinden bu tür yanlış anlamalar pekişebilirdi. Bunu önlemek için, cinsî arzuların meşrû yollarla giderilmesinde sakınca olmadığını böyle bir ara cümleyle belirtme gereği duyulmuştur. (Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, III, 401-402) “Her kim bunun ötesinde bir şey aramaya yeltenirse, işte onlar Allah’ın koyduğu sınırları aşanların ta kendileridir” (Mü’minûn 23/6) âyeti, cinsî arzuların zina, eşcinsellik, hayvanlarla temas ve bunlar gibi daha başka yollarla giderilmesinin haram olduğunu belirtir.
Gerçek mü’minler, uhdelerine verilen “emanetleri korur ve sözlerini tutarlar”:
8. O mü’minler, kendilerine tevdî edilen her türlü emâneti korur ve verdikleri sözleri tastamam yerine getirirler.
Fert ve toplum olarak emanetlerine ve sözlerine bağlı kalırlar. “Emanet” yalnız mal, para ve eşyalara ait bir durum değildir. Bütün şer’î teklifler, Allah’ ait haklar, kullara ait haklar, vekâletler, velâyetler, memuriyetler de emanetlerdendir. Ahid de, gerek Allah’a ve Peygambere, gerekse insanlara karşı olan anlaşmaları ve taahhütleri içine alır. Mü’minler en geniş anlamıyla tüm emanetleri gözetirler ve fıtratlarının bu doğrultudan sapmasına izin vermezler. Onlar anlaşmalarını ve verdikleri sözleri de yerine getirirler. Öncelikle Allah’a verdikleri kulluk sözünü hakkiyle ifa ederler. Allah adına kullara verdikleri sözlerin ifasına da dikkat gösterirler.
Hz. Ömer (r.a.) şöyle der:
“Bir kimsenin iyi biri olduğunu anlamak için kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayın;
› Konuştuğunda doğru söylüyor mu,
› Kendisine bir şey emânet edildiğinde emânete riâyet ediyor mu,
› Dünya ile meşgul olurken helâl-haram gözetiyor mu, ona bakınız.” (Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288)
Görüldüğü üzere ayeti kerîme sözü kısa ve tüm emanet ve sözleşmeleri kapsayacak şekilde genel tutmaktadır. Mü’minleri emanetlerine ve antlaşmalarına bağlı kimseler olarak tasvir etmektedir. Bu onların her zamanki karakter özellikleridir. Sıhhatli bir toplum düzeni oluşturmak için bunlar temel prensiplerdir. Emanetlerin yerine getirilmediği, antlaşmaların gözetilmediği toplumlarda anarşi ve anlaşmazlıklar had safhada olur. Bu temel kaideler, sosyal hayatın temeli olarak görülmediği sürece toplum hayatı doğru ve sağlıklı bir görünüm arzedemez. Bu bakımdan, güven ve huzurun yaygınlaşması için bu ilkelere bağlılık bir zorunluluktur.
Son olarak mü’minlerin ayrılmaz özellikleri olarak tekrar namaza dikkat çekilerek bu güzel vasıflara sahip olan mü’minlere verilecek mükafat bildirilir:
9. Onlar namazlarını vaktinde, bütün şartları ve rükünleriyle birlikte kılar, hiç geçirmezler.
10. İşte onlar vâris olacakların tâ kendileridir.
11. Evet onlar, muhteşem nimetlerle bezenmiş Firdevs cennetlerine vâris olacak ve ebediyen orada yaşayacaklardır.
Mü’minler, namazlarını dikkatli bir şekilde eda eder, aksatmaksızın kılar, namazı kılma konusunda ihmalkâr davranmazlar. Namazı nasıl kılınması gerekiyorsa öyle kılarlar, namazı kısaltmazlar. Tam vaktinde, farzıyla, sünnetiyle, adabıyla eksiksiz kılarlar. Bütün kuralları, bütün hareketleri yerine getirirler. Canlı, dikkatli bir şekilde ve gönüllerini bütünüyle namazın mânasıyla doldurarak kılarlar. Görüldüğü üzere bu sürede mü’minlerin özellikleri namazla başlayıp namazla bitmektedir. Bu da namazın iman binasındaki yerinin önemini göstermektedir.
İşte bu seçkin ve güzel özellikleri kendilerinde bulunduran müminler, “Firdevs” cennetlerine varis olacaklar ve orada ebedî kalacaklardır. “Firdevs”, hemen hemen bütün dillerde kişinin evine bitişik, duvarlarla çevrili ve içinde de her türden meyve, özellikle üzüm bağları bulunan geniş bahçe anlamındadır. Kelimenin “sevimli kuşlar ve hayvanlar içerme” anlamı da vardır. Dolayısıyla Firdevs, çok sayıda bahçeler, bağlar, her çeşitten meyveler ve nimetler içeren geniş yerler, cennetlerdir. Bu cennetler, dünya hayatında güzel bir kulluk süren hakiki mü’minler için hazırlanmıştır. Ebediyet yolcusu olan insan, nereden gelip nereye gittiğini fark ederek böyle ulvî bir gayeye ulaşması için yaratılmıştır:
12. Gerçek şu ki biz insanı çamurdan, süzülmüş bir özden yarattık.
سُلَالَةٌ مِنْ ط۪ينٍ (sülâletün min tîn) ifadesinde, ط۪ينٌ (tîn) kelimesi çamur anlamını, سُلَالَةٌ (sülâle) ise öz, hülâsa, bir başka şeyden çıkarılmış öz ve bir şeyin en iyi parçası mânalarını ifade eder. Bu âyetin devamındaki âyetleri dikkate aldığımız takdirde buradaki “çamurdan bir öz”ün, embriyonun oluşmasında birinci derecede etkin rolü olan “nutfe”yi oluşturan madde olduğu anlaşılacaktır. “Allah sizi de yerden bitki bitirircesine bitirip büyüttü. Sonra sizi tekrar toprağa döndürecek ve yeniden diriltip tekrar oradan çıkaracaktır” (Nûh 71/17-18) ayetinin “sizi yerden bitki olarak bitirdi” kısmı da bu toprak faslına işaret etmektedir. Hâsılı Kur’ân-ı Kerîm’de Âdem’in yaratılışı için sözkonusu edilen toprak safhaları, aynı zamanda bütün zürriyeti için de geçerlidir. Görüldüğü üzere her insan, ana rahminde oluşuma başlayışının ilk merhalesini teşkil eden “nutfe” safhasına gelinceye kadar, o toprak safahatını yaşamakta, nutfe haline gelip sağlam ve emniyetli bir karargâh olan ana rahmine yerleştirildikten sonra da oradaki gelişimi devam etmektedir.
Rahim için kullanılan قَرَارٌ مَك۪ينٌ (karârun mekînun) tâbiri, “oldukça sağlam ve güvenli bir yer” mânasında olup, rahmin, hiçbir dış ve iç etkiye maruz kalmadan döllenmiş yumurtayı koruyup yetiştirebilecek özellikte sağlam ve güvenli bir yer olduğunu ifade etmektedir. Bugün insan anatomisiyle ilgilenen bilim dalı da rahmin, dıştan gelebilecek tehlikelere maruz kalmaktan korunması kolay olan bir boşluğa yerleştirildiğini, sağlam yapılı kaslarla bu boşluğa tutturulmakla, gebelik süresince normal hacminin 3000 katı fazla büyümeye imkân vermekte olduğunu ve annenin aldığı vücuda zararlı maddelerin pek çoğundan cenini koruyabildiğini söylemektedir. (Arısan, Kazım, Doğum Bilgisi, s. 86 vd.) Her iki kaynağın verdiği bilginin, birbiriyle ne kadar uyum arzettiği hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde açıktır. Üstelik Kur’an’ın bu bilgiyi çok önceleri vermiş olması da onun vahiy mahsülü ilâhî kelam olduğunu açıkça göstermektedir.
İnsanın anne rahminde geçirdiği diğer safhalara gelince:
13. Sonra onu bir nutfe hâlinde son derece sağlam ve emniyetli bir karargâha yerleştirdik.
سُلَالَةٌ مِنْ ط۪ينٍ (sülâletün min tîn) ifadesinde, ط۪ينٌ (tîn) kelimesi çamur anlamını, سُلَالَةٌ (sülâle) ise öz, hülâsa, bir başka şeyden çıkarılmış öz ve bir şeyin en iyi parçası mânalarını ifade eder. Bu âyetin devamındaki âyetleri dikkate aldığımız takdirde buradaki “çamurdan bir öz”ün, embriyonun oluşmasında birinci derecede etkin rolü olan “nutfe”yi oluşturan madde olduğu anlaşılacaktır. “Allah sizi de yerden bitki bitirircesine bitirip büyüttü. Sonra sizi tekrar toprağa döndürecek ve yeniden diriltip tekrar oradan çıkaracaktır” (Nûh 71/17-18) ayetinin “sizi yerden bitki olarak bitirdi” kısmı da bu toprak faslına işaret etmektedir. Hâsılı Kur’ân-ı Kerîm’de Âdem’in yaratılışı için sözkonusu edilen toprak safhaları, aynı zamanda bütün zürriyeti için de geçerlidir. Görüldüğü üzere her insan, ana rahminde oluşuma başlayışının ilk merhalesini teşkil eden “nutfe” safhasına gelinceye kadar, o toprak safahatını yaşamakta, nutfe haline gelip sağlam ve emniyetli bir karargâh olan ana rahmine yerleştirildikten sonra da oradaki gelişimi devam etmektedir.
Rahim için kullanılan قَرَارٌ مَك۪ينٌ (karârun mekînun) tâbiri, “oldukça sağlam ve güvenli bir yer” mânasında olup, rahmin, hiçbir dış ve iç etkiye maruz kalmadan döllenmiş yumurtayı koruyup yetiştirebilecek özellikte sağlam ve güvenli bir yer olduğunu ifade etmektedir. Bugün insan anatomisiyle ilgilenen bilim dalı da rahmin, dıştan gelebilecek tehlikelere maruz kalmaktan korunması kolay olan bir boşluğa yerleştirildiğini, sağlam yapılı kaslarla bu boşluğa tutturulmakla, gebelik süresince normal hacminin 3000 katı fazla büyümeye imkân vermekte olduğunu ve annenin aldığı vücuda zararlı maddelerin pek çoğundan cenini koruyabildiğini söylemektedir. (Arısan, Kazım, Doğum Bilgisi, s. 86 vd.) Her iki kaynağın verdiği bilginin, birbiriyle ne kadar uyum arzettiği hiçbir şüpheye meydan bırakmayacak şekilde açıktır. Üstelik Kur’an’ın bu bilgiyi çok önceleri vermiş olması da onun vahiy mahsülü ilâhî kelam olduğunu açıkça göstermektedir.
İnsanın anne rahminde geçirdiği diğer safhalara gelince:
14. Sonra bu nutfeyi ‘alaka, ‘alakayı mudğa hâline getirdik. Mudğayı kemikler hâline soktuk ve bu kemiklere et giydirdik. Nihâyet onu bambaşka bir yaratışla güzel bir insan kıvamında ortaya çıkardık. O eşsiz, en güzel yaratıcı olan Allah yüceler yücesidir; bütün nimet ve bereketlerin asıl kaynağıdır!
15. Bütün bunlardan sonra hepiniz mutlaka öleceksiniz.