MÜŞRİKLERİN ANLAŞMA ÇABALARI
Vallahi O’ndan öyle sözler işittim ki, bu sözlerin benzerini şimdiye kadar hiç işitmedim. Vallahi bunlar ne sihirdir, ne kehânet, ne de şiir. Ey Kureyş topluluğu! Gelin beni dinleyin. Siz bu işi bana bırakın ve benimle birlikte hareket edin. Bu adamı serbest bırakalım. O’na ilişmeyelim. O’ndan uzakla-şalım. Vallahi ondan duyduğum sözler öyle bir mesaj taşıyor ki, şayet Ö’nu Arap toplumu reddedip öldürürse, biz elimizi vurmadan bu işten kurtulmuş oluruz. Yok eğer O’nun söylediklerini Arap toplumu alır ve kabul ederse, onlarla bütün insanların hakkından geliriz. Bütün insanlara hükümdar oluruz. Çünkü onun kudret ve şerefi, bizim kudret ve şerefimiz olur. Böylelikle insanların en mesudu oluruz. Gelin bu söylediklerimi kabul edin. Eğer dediklerim olmazsa sonunda bana isyan edin.
Alaylar, aşağılamalar, hakaretler, tehditler ve işkencelerle geçen yılları takiben, önce Hamza b. Abdülmuttalib gibi güçlü kuvvetli ve Mekke’nin saygın bir şahsiyetinin, onu takiben Ömer b. Hattab gibi Mekke’nin en önemli adamlarından birisinin islâm davetini kabul etmesi, Mekke eşrafım telaşlandırdı. Şaşkınlık içerisinde kalakaldılar; korktular. Yıllardır yok etmeye veya durdurmaya çalıştıkları İslâm davetinin, gün geçtikçe daha da güçlenip yaygınlık kazandığını hayretler içerisinde izliyorlardı. Baskı, tehdit ve işkencelerin hiçbir işe yaramamasına bir türlü anlam veremiyorlardı. Bütün çabalarına rağmen gelişmelerin hiçbir şekilde kendilerinden yana gerçekleşmemesini, buna karşılık her yeni günün müminler açısından yeni umutların habercisi olmasını akıllarına sığdıramıyorlar di. iki önemli adamlarının İslâm’a girmesiyle korku ve telaşları iyice arttı. Bir şeyler, fakat kendileri açısından çözüm getirici bir şeyler yapılması gerektiğinin telaş ve heyecanı içinde Dâru’n Nedve’de toplandılar. Birbirlerine karşı ‘Muhammed’in işi büyüyor, bizim işimiz ise karışıyor’ diyerek, durumlarını iyileştirecek, sistemlerini koruyacak çözüm arayışına girdiler.
Mekke eşrafı, gelinen bu son aşamada şunu anlamıştı: Zorbalık, baskı, tehdit ve işkenceler kendilerine bir fayda sağlamadığı gibi, üstelik kendi aleyhlerine yeni ve önemli gelişmelere neden oluyordu. O halde problemi ‘hoşgörü’ ve ‘barış’ ortamında görüşüp, konuşarak; gerekirse anlaşarak halletmeliydiler. Aslında gayeleri ‘hoşgörü’ ve ‘barış’, yahut konuşup anlaşmak değil, bunlar aracılığıyla üstünlüğü, kontrolü tekrar ele geçirmekti. Bu nedenle meclisteki görüşmede, yıllardır inanmadıkları halde sırf İslâm davetine engel olabilmek için davetin lideri Resulüllah’ı sihirbaz, kâhin, toplumda karışıklıklara neden olan birisi… suçlamalarının işe yaramadığını belirtip; kendisiyle ‘dostça’ görüşmeye karar verdiler. Bu konuda kendilerine temsilci olarak Utbe b. Rabia’yı seçtiler.
Utbe b. Rabia’nın Anlaşma Girişimi
Utbe b. Rabi’a, Mekke Şehir Devletini büyük bir problemden kurtarma ‘şerefini’ elde edeceği inancıyla, kendisine verilen görevi büyük bir memnuniyetle kabul etti. İşini en uygun biçimiyle yerine getirip, başarılı olacağına emindi. Çünkü şiir konusunda derin ve geniş bilgi sahibiydi. Zira, düşüncesine göre, Resulüllah’ın insanlara bildirdiği sözlerin en önemli özelliği şiir olmasıydı. Kendisi şiirden iyi anlayan birisi olduğu için, bu özelliğiyle Resulüllah’ı yenip, davasından vazgeçirecek veya hiç değilse ortak bir anlaşma zemini bulması mümkün olabilecekti. Bunu ise ‘O’na bazı tekliflerle gideceğim. Bunlardan hangisini kabul ederse etsin, istediğini veririz. Böylelikle bizimle uğraşmaktan uzaklaştırmış oluruz’ sözleriyle dile getirdi. Toplantıda bulunanlar onun bu kararım destekleyip; Tekliflerini kabul ediyoruz; gereğini yerine getiririm. Git, O’nunla konuş ve anlaş’ dediler.
Mekke liderlerinin toplantı yaptıkları ve kendilerine temsilci olarak Utbe b. Rabi’a’yı seçtikleri sırada, Resulüllah’ın evlerin arasından çıkarak Kabe’ye doğru geldiğini gördüler. Müşrik liderler şanslı günde olduklarını düşündüler; Resulüllah’ı aramak zahmetinden kurtulmuşlardı. Resulûllah, Kabe’nin yakınma, Mekke ileri gelenlerinin toplantı yerlerinden biraz ileriye gelip, oturdu, Utbe b. Rabi’a toplantıda alman karar gereği arkadaşlarından ayrılarak Resulüllah’ın yanına gitti. Resulüllah’ın karşısına oturup, konuşmaya başladı. Önce övücü bir şeyler söyledi: ‘Yeğenim.’ biliyorsun ki sen ailece ve soyca hepimizden daha şereflisin’ dedi. Daha sonra ses tonu ve cümleleri değişti: ‘Ancak ne var ki sen kavminin başına büyük bir iş, büyük bir sıkıntı getirdin. Toplumumuzda dağılmalara, parçalanmalara neden oldun. Üstelik kavminin en akıllılarını akılsızlıkla itham edip, dinlerini ve ilahlarını reddettin. Atalarımızı suçlayıp, aşağıladın’. Suçlayan bu ifadeleri nasihat ve teklifler izledi; fakat sözlerinin arasına tehditlerini yerleştirmeyi de ihmal etmedi: ‘Bütün bunlara rağmen sana bir teklifte bulunacağım. Beni dinleyip, teklifimi düşün. Belki bu teklifimin hiç değilse bir kısmını kabul edersin. Araplar içinde bizi rezil ettin, Vallahi binler kılıçlarımızı sıyırıp, birbirimizi yok edecek bir çarpışmaya hazır bekliyoruz. Gel sen beni dinle de bütün bunlara gerek kalmasın’.
Utbe, yumuşak bir üslûpla başladığı konuşmasına, Resulüllah’ın kendileri açısından oldukça büyük olan kabahatlerini sıraladıktan sonra, ‘biz senin iyiliğini istiyoruz’ izlenimini verecek cümlelerle devam etti. Resulüllah’ı biraz yumuşattığını veya belki de korkuttuğunu düşündüğü için, teklifini açıkça dile getirdi: ‘Yeğenim! Eğer senin bu işe kalkışmaktaki amacın mal elde edip, zengin olmaksa, bunlara gerek yok. Sana mal verir en zenginimiz yaparız. Yok eğer senin amacın şeref ve şan kazanmaksa, seni en şereflimiz ilan ederiz. Eğer kral olmak istiyorsan, seni kralımı? olarak tanımaya hazırız. Yok eğer bunların hiçbirisi söz konusu değil de, bir cinin etkisine girmiş isen, o cini senden uzaklaştırmak için tedavini üstleniriz. Bu uğurda bütün malımızı harcamaya hazırız. Biliyoruz ki musallat olan bir cin, gerekli tedavi yapılmadıkça insandan uzaklaşmaz. Fakat amacın ve durumun bunların hiçbiri değil ise, söylediğin şiirlerin coşkusuna kapılıyorsan, biliyoruz ki Abdülmuttalib oğullarının şiirleriyle kimse baş edemez.
Resulüllah, Utbe b. Rabia’nın sözlerini hiç kesmeden sonuna kadar dinledi. Ne sözleriyle ve ne de davranışlarıyla herhangi bir tepki vermedi. Utbe’nin konuşmasını bitirdiğini anlayınca ‘Konuşman bitti mi Ey Ebü’l Velid?’ diye sordu. Sessizce dinlenmesi nedeniyle teklifinin kabul edileceği umuduna kapılan Utbe ıEvet’ deyince, ‘O halde şimdi de sen beni dinle’ diyerek Fussilet sûresini okumaya başladı.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,
Hâ. Mîm. (Kur’an) rahman ve rahîm olan Allah katından indirilmiştir. Bu, bilen bir kavim için âyetleri Arapça açıklanmış bir kitaptır. Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi; artık dinlemezler. Dediler ki: ‘Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen istediğini yap, biz de yapmaktayız!’ De ki: ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık O’na yönelin, O’ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!’ Onlar zekâtı vermezler; ahireti inkâr edenler de onlardır. Şüphesiz iman edip iyi iş yapanlar için tükenmeyen bir mükâfat vardır. De ki: ‘Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O’na ortaklar mı koşuyorsunuz?’ O, âlemlerin Rabbidir. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti. Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: ‘İsteyerek veya istemeyerek, gelin!’ dedi. İkisi de ‘İsteyerek geldik’ dediler. Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semâyı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, azız, alîm Allah’ın takdiridir. Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: ‘işte sizi Ad ve Semûd’un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırgaya karşı uyarıyorum!’ Peygamberler onlara, önlerinden ve arkalarından gelerek ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyin’ dedikleri zaman, ‘Rabbimiz düeseydi elbette melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz’ demişlerdi. Ad kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: ‘Bizden daha kuvvetli kim var?’ dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mj? Onlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı. Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez. Semûd’a gelince onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükler yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları çarptı. İnananları kurtardık. Onlar (Allah’tan) korkuyorlardı. Allah’ın düşmanları, ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi bir araya getirilirler. Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir. Derilerine: ‘Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?’ derler.
Onlar da: ‘Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu, ilk defa sizi o yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz’ derler. Siz ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne de derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya, işte sizi o mahvetti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz. Şimdi eğer dayanabilirlerse, onların yeri ateştir. Ve eğer (tekrar dünyaya dönüp Allah’ı) hoşnut etmek isterlerse, memnun edilecek değillerdir. Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için (uygulanan) azap onlara da gerekli olmuştur. Kuşkusuz onlar hüsrana düşenlerdi, inkâr edenler: ‘Bu Kur’an’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız’ dediler. O inkâr edenlere şiddetli bir azabı tattıracağız ve onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız. İşte bu, Allah düşmanlarının cezası olan ateştir. Ayetlerimizi inkâr etmelerinden dolayı, orada onlara ceza olarak ebedî kalacakları yurt (cehennem) vardır. Kâfirler cehennemde: ‘Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları bize göster’de aşağılanmalardan olsunlar diye onlan ayaklarımızın altına alalım!’ diyecekler. Şüphesiz, ‘Rabbimiz Allah’tif deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin!’ derler. Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız. Orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var ve istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır. Gafur ve rahîm olan Allah’ın ikramı olarak. (İnsanları) Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyenden kimin sözü daha güzeldir? İyilikle kötülük bir olmaz, Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur. Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur. Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işiten, bilendir. Gece ve gündüz, güneş ve ay O’nun âyetlerindendir. Eğer Allah’a ibadet etmek istiyorsanız, güneşe de aya da secde etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin! [271]
Burada ilk dikkati çeken şey, Resulüllah’ın tartışma ortamından özellikle kaçınması ve Utbe’nin sözlerini sonuna kadar hiç kesmeden dinledikten ve söyleyecek bir şeyi olup olmadığını sorduktan sonra, kendisinin de sonuna kadar dinlenmesi gerektiği anlamına gelen teklifiyle Fussilet sûresini okumaya başlamasıydı.
Resulüllah, Utbe’nin tehdit ve tekliflerine cevabı kendi sözleriyle değil, Kur’an ile vermişti.
Resulüllah’ı, iki elini yere dayayıp sessiz bir şekilde dinleyen Utbe önce şaşırdı; sonra korktu. İşittiği her sözle de korkusu katlanarak arttı, işittikleri karşısında söyleyecek bir kelime dahi bulamadan telaşla yerinden kalktı. Resulüllah’a yaklaşıp, elleriyle Resulüllah’ın ağzını kapayarak susturmaya çalıştı. Bir yandan da ‘Akrabalığımızın aşkına yeter. Ne olursun sus! diyerek yalvanyordu. Resulüllah, onun yalvarmalarına aldırmadan okumasını devam ettirdi. Fussilet sûresinin secde ayeti olan 37. ayetini okuyup secde ettikten sonra ‘Ey Ebû’l Velid! işitmekten özenle kaçındığın şeylerden birisini dinlemiş bulunuyorsun. Artık işte sen, işte o’ deyip ‘Senin, teklif ve tehditlerine karşılık cevabım budur anlamına gelen sözlerini bitirdi. Utbe perişan bir halde yerinden kalktı ve arkadaşlarının yanına gitti.
Utbe’nin Resulüllah’la konuşmasını uzaktan seyreden Mekke eşrafı, konuşma sonunda Utbe’nin garip bir şekilde yerinden kalkıp, yanlarına doğru aynı gariplik içerisinde geldiğini görünce telaşlandılar. Şaşkınlık içerisinde birbirlerine bakıp; ‘Vallahi Utbe’de değişmiş olarak dönüyor dediler. Utbe yanlarına gelince, heyecan ve merak içerisinde sordular: ‘Ey Ebû’l Velid! Ne oldu, ne konuştunuz?’. Utbe üzerinden atamadığı şaşkınlık ve gariplik içerisinde anlatmaya başladı: ‘Vallahi O’ndan öyle sözler işittim ki, bu sözlerin benzerini şimdiye kadar hiç işitmedim. Vallahi bunlar ne sihirdir, ne kehanet, ne de şiir. Ey Kureyş topluluğu! Gelin beni dinleyin. Siz bu işi bana bırakın ve benimle birlikte hareket edin. Bu adamı serbest bırakalım. O’na ilişmeyelim. O’ndan uzaklaşalım. Vallahi ondan duyduğum sözler öyle bir mesaj taşıyor ki, şayet O’nu Arap toplumu reddedip öldürürse, biz elimizi vurmadan bu işten kurtulmuş oluruz. Yok eğer O’nun söylediklerini Arap toplumu alır ve kabul ederse, onlarla bütün insanların hakkından geliriz. Bütün insanlara hükümdar oluruz. Çünkü O’nun kudret ve şerefi, bizim kudret ve şerefimiz olur. Böylelikle insanların en mesudu oluruz. Gelin bu söylediklerimi kabul edin. Eğer dediklerim olmazsa sonunda bana isyan edin.[272]
Utbe’nin bu sözler karşısında Dâru’n Nedve’nin üyeleri olan Mekke’nin müşrik ileri gelenleri iyice şaşırdılar. Utbe’nin de Resulüllah’ın etkisinde kalmış olmasını sihirle yorumlayıp; ‘Vallahi o, seni de sözleriyle büyülemiş’ dediler. Utbe’nin cevabı ise; ‘Bu sizin görüşünüzdür. Ben söyleyeceğimi söyledim. Ne istiyorsanız onu yapın’ oldu. Sonra da Resulüllah’la görüşmesini takiben kapıldığı şaşkınlık ve garipliği şöyle açıkladı: ‘Bunca gerçeklere rağmen, onlar yine de yüz çevirirlerse de ki: ‘Si-zı Ad ve Semûd’un uğradıkları helak edici azaba benzer bir azapla uyarmaktayım [273] deyince, ağzını tutarak, sözüne daha fazla devam etmemesi için akrabalık bağlarımız adına yemin verdim. Çünkü ben, Muhammed’in bir şey söylediği Zaman hep doğruyu söylediğini, yanlışının hiç açığa çıkmadığını bildiğim için, ettiği azabın üzerime ineceğinden korktum.[274]
Velid b. Muğire’nin Anlaşma Girişimi
Utbe b. Rabi’a’nın bazı teklif ve tehditlerle Resulüllah’ı davasından vazgeçirme veya bir anlaşma zemini oluşturma gayretlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasından kısa bir süre sonra, Velid b. Muğire de benzer bir girişimde bulundu. Mekke şehir devletinin en yaşlı ve sözü en çok dinlenen bu şahsiyeti kişisel girişimiyle problemi çözüme kavuşturabilecegini, böylelikle eski günlerindeki gibi mevcut sistemin devamını sağlanabileceğini umuyordu. Resulüllah, Utbe b. Rabia’ya karşı takındığı tavrı, aynı şekilde Velid b. Muğire’ye karşı da takındı ve onun konuşmalarını takiben bir kısım ayet okuyarak cevabını verdi. Velid de neye uğradığını anlayamadı; şaşırdı, garipleşti ve o hâl üzere arkadaşlarının yanına döndü. Arkadaşlarına ‘Ne söyleyeyim, bilmiyorum ki. Vallahi ben O’ndan öyle sözler işittim ki, o ne insan sözüne benziyor ne de cin veya kâhin sözüne. Vallahi içinizde şiirleri, şirin recezini, kasidesini, kâhin sözlerini benden daha iyi bilen yoktur. Vallahi O’nun sözleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. O’nun sözlerinde öyle bir tatlılık ve parlaklık var ki, ağaçları bol meyveli, gövdesi güçlü bir ağaç gibi. Muhakkak ki, o üstün gelecektir. Çünkü ondan daha üstünü olamaz’ dedi. Mekke eşrafı yine korkuya kapıldı: ‘Velid de dininden döndü’ dediler. Onu islâm’a girmekten alıkoymanın çarelerini düşünmeye başladılar. Bu konuda en gayretli olan ise Ebû Cehil’di. ‘Bırakın onun ben hallederim’ diyerek evine gitmiş olan Velid b. Muğire’nin yanma varıp “Kavminin ileri gelenleri senin için mal topluyorlar’ dedi.
Velid, Ebû Cehil’in ne demek istediğini anlayamadı; “Benim için mal mı topluyorlar? Neden?’ diye sordu. Ebû Cehil ‘Sana verecekler. Çünkü senin Muhammed’den etkilendiğini düşünüyorlar’ cevabını verdi. Velid durumu anlamıştı. Eğer Resulüllah’tan etkilenmiş ise, arkadaşları kendisine mal vererek Resulüllah’ı desteklemekten vazgeçmesini isteyeceklerdi. Ayrıca mal toplayarak gururuyla oynamaktaydılar. Her ne kadar Resulüllah’tan duydukları karşısında etkilenmişse de, islâm’a girmeyi düşünmüyordu. Gururu baskın çıktı. Kendisi için mal toplamalarının gereksiz olduğunu ifade etti. ‘Benim Mekke’deki herkesten zengin olduğumu bilmiyorlar mı ki, bana mal topluyorlar?’ dedi. Velid’i istediği konuma çekmeyi başaran Ebû Cehil, fırsatı kaçırmayıp, teklifini sundu: ‘O halde, sen kavmini memnun etmek için Mühammed’i inkâr edici bir şeyler söyle’. Velid, arkadaşlarını memnun edecek nitelikte söyleyebileceği bir şeyler düşündü. Fakat söyleyecek bir şey bulamadı. Resulüllah’ın yanından ayrıldığı zaman söylediği sözleri tekrarlamaktan kendisini alamayıp, ‘Beni kendi halime bırakın. Bu hususta bir şeyler düşüneyim’ diyerek Ebû Cehil’i yanından uzaklaştırdı.[275]
[271] Fussilet, 41:1-37
[272] Heysemî, Mecma’ü’z Zevâid, VI/20, 21; Rudanî, Cem’ulFevâid, 111/257, 258.
[273] russüât, 41:13
[274] İbn Ishak, Siyer, 266, 267;
[275] Nesefî, Medâriku’t-Tenzil Ve Hakâiku’t-Te’vÜ, IV/39; Koksal, İslâm Tarihi-Mekke Devri, İV/53.
Vallahi O’ndan öyle sözler işittim ki, bu sözlerin benzerini şimdiye kadar hiç işitmedim. Vallahi bunlar ne sihirdir, ne kehânet, ne de şiir. Ey Kureyş topluluğu! Gelin beni dinleyin. Siz bu işi bana bırakın ve benimle birlikte hareket edin. Bu adamı serbest bırakalım. O’na ilişmeyelim. O’ndan uzakla-şalım. Vallahi ondan duyduğum sözler öyle bir mesaj taşıyor ki, şayet Ö’nu Arap toplumu reddedip öldürürse, biz elimizi vurmadan bu işten kurtulmuş oluruz. Yok eğer O’nun söylediklerini Arap toplumu alır ve kabul ederse, onlarla bütün insanların hakkından geliriz. Bütün insanlara hükümdar oluruz. Çünkü onun kudret ve şerefi, bizim kudret ve şerefimiz olur. Böylelikle insanların en mesudu oluruz. Gelin bu söylediklerimi kabul edin. Eğer dediklerim olmazsa sonunda bana isyan edin.
Alaylar, aşağılamalar, hakaretler, tehditler ve işkencelerle geçen yılları takiben, önce Hamza b. Abdülmuttalib gibi güçlü kuvvetli ve Mekke’nin saygın bir şahsiyetinin, onu takiben Ömer b. Hattab gibi Mekke’nin en önemli adamlarından birisinin islâm davetini kabul etmesi, Mekke eşrafım telaşlandırdı. Şaşkınlık içerisinde kalakaldılar; korktular. Yıllardır yok etmeye veya durdurmaya çalıştıkları İslâm davetinin, gün geçtikçe daha da güçlenip yaygınlık kazandığını hayretler içerisinde izliyorlardı. Baskı, tehdit ve işkencelerin hiçbir işe yaramamasına bir türlü anlam veremiyorlardı. Bütün çabalarına rağmen gelişmelerin hiçbir şekilde kendilerinden yana gerçekleşmemesini, buna karşılık her yeni günün müminler açısından yeni umutların habercisi olmasını akıllarına sığdıramıyorlar di. iki önemli adamlarının İslâm’a girmesiyle korku ve telaşları iyice arttı. Bir şeyler, fakat kendileri açısından çözüm getirici bir şeyler yapılması gerektiğinin telaş ve heyecanı içinde Dâru’n Nedve’de toplandılar. Birbirlerine karşı ‘Muhammed’in işi büyüyor, bizim işimiz ise karışıyor’ diyerek, durumlarını iyileştirecek, sistemlerini koruyacak çözüm arayışına girdiler.
Mekke eşrafı, gelinen bu son aşamada şunu anlamıştı: Zorbalık, baskı, tehdit ve işkenceler kendilerine bir fayda sağlamadığı gibi, üstelik kendi aleyhlerine yeni ve önemli gelişmelere neden oluyordu. O halde problemi ‘hoşgörü’ ve ‘barış’ ortamında görüşüp, konuşarak; gerekirse anlaşarak halletmeliydiler. Aslında gayeleri ‘hoşgörü’ ve ‘barış’, yahut konuşup anlaşmak değil, bunlar aracılığıyla üstünlüğü, kontrolü tekrar ele geçirmekti. Bu nedenle meclisteki görüşmede, yıllardır inanmadıkları halde sırf İslâm davetine engel olabilmek için davetin lideri Resulüllah’ı sihirbaz, kâhin, toplumda karışıklıklara neden olan birisi… suçlamalarının işe yaramadığını belirtip; kendisiyle ‘dostça’ görüşmeye karar verdiler. Bu konuda kendilerine temsilci olarak Utbe b. Rabia’yı seçtiler.
Utbe b. Rabia’nın Anlaşma Girişimi
Utbe b. Rabi’a, Mekke Şehir Devletini büyük bir problemden kurtarma ‘şerefini’ elde edeceği inancıyla, kendisine verilen görevi büyük bir memnuniyetle kabul etti. İşini en uygun biçimiyle yerine getirip, başarılı olacağına emindi. Çünkü şiir konusunda derin ve geniş bilgi sahibiydi. Zira, düşüncesine göre, Resulüllah’ın insanlara bildirdiği sözlerin en önemli özelliği şiir olmasıydı. Kendisi şiirden iyi anlayan birisi olduğu için, bu özelliğiyle Resulüllah’ı yenip, davasından vazgeçirecek veya hiç değilse ortak bir anlaşma zemini bulması mümkün olabilecekti. Bunu ise ‘O’na bazı tekliflerle gideceğim. Bunlardan hangisini kabul ederse etsin, istediğini veririz. Böylelikle bizimle uğraşmaktan uzaklaştırmış oluruz’ sözleriyle dile getirdi. Toplantıda bulunanlar onun bu kararım destekleyip; Tekliflerini kabul ediyoruz; gereğini yerine getiririm. Git, O’nunla konuş ve anlaş’ dediler.
Mekke liderlerinin toplantı yaptıkları ve kendilerine temsilci olarak Utbe b. Rabi’a’yı seçtikleri sırada, Resulüllah’ın evlerin arasından çıkarak Kabe’ye doğru geldiğini gördüler. Müşrik liderler şanslı günde olduklarını düşündüler; Resulüllah’ı aramak zahmetinden kurtulmuşlardı. Resulûllah, Kabe’nin yakınma, Mekke ileri gelenlerinin toplantı yerlerinden biraz ileriye gelip, oturdu, Utbe b. Rabi’a toplantıda alman karar gereği arkadaşlarından ayrılarak Resulüllah’ın yanına gitti. Resulüllah’ın karşısına oturup, konuşmaya başladı. Önce övücü bir şeyler söyledi: ‘Yeğenim.’ biliyorsun ki sen ailece ve soyca hepimizden daha şereflisin’ dedi. Daha sonra ses tonu ve cümleleri değişti: ‘Ancak ne var ki sen kavminin başına büyük bir iş, büyük bir sıkıntı getirdin. Toplumumuzda dağılmalara, parçalanmalara neden oldun. Üstelik kavminin en akıllılarını akılsızlıkla itham edip, dinlerini ve ilahlarını reddettin. Atalarımızı suçlayıp, aşağıladın’. Suçlayan bu ifadeleri nasihat ve teklifler izledi; fakat sözlerinin arasına tehditlerini yerleştirmeyi de ihmal etmedi: ‘Bütün bunlara rağmen sana bir teklifte bulunacağım. Beni dinleyip, teklifimi düşün. Belki bu teklifimin hiç değilse bir kısmını kabul edersin. Araplar içinde bizi rezil ettin, Vallahi binler kılıçlarımızı sıyırıp, birbirimizi yok edecek bir çarpışmaya hazır bekliyoruz. Gel sen beni dinle de bütün bunlara gerek kalmasın’.
Utbe, yumuşak bir üslûpla başladığı konuşmasına, Resulüllah’ın kendileri açısından oldukça büyük olan kabahatlerini sıraladıktan sonra, ‘biz senin iyiliğini istiyoruz’ izlenimini verecek cümlelerle devam etti. Resulüllah’ı biraz yumuşattığını veya belki de korkuttuğunu düşündüğü için, teklifini açıkça dile getirdi: ‘Yeğenim! Eğer senin bu işe kalkışmaktaki amacın mal elde edip, zengin olmaksa, bunlara gerek yok. Sana mal verir en zenginimiz yaparız. Yok eğer senin amacın şeref ve şan kazanmaksa, seni en şereflimiz ilan ederiz. Eğer kral olmak istiyorsan, seni kralımı? olarak tanımaya hazırız. Yok eğer bunların hiçbirisi söz konusu değil de, bir cinin etkisine girmiş isen, o cini senden uzaklaştırmak için tedavini üstleniriz. Bu uğurda bütün malımızı harcamaya hazırız. Biliyoruz ki musallat olan bir cin, gerekli tedavi yapılmadıkça insandan uzaklaşmaz. Fakat amacın ve durumun bunların hiçbiri değil ise, söylediğin şiirlerin coşkusuna kapılıyorsan, biliyoruz ki Abdülmuttalib oğullarının şiirleriyle kimse baş edemez.
Resulüllah, Utbe b. Rabia’nın sözlerini hiç kesmeden sonuna kadar dinledi. Ne sözleriyle ve ne de davranışlarıyla herhangi bir tepki vermedi. Utbe’nin konuşmasını bitirdiğini anlayınca ‘Konuşman bitti mi Ey Ebü’l Velid?’ diye sordu. Sessizce dinlenmesi nedeniyle teklifinin kabul edileceği umuduna kapılan Utbe ıEvet’ deyince, ‘O halde şimdi de sen beni dinle’ diyerek Fussilet sûresini okumaya başladı.
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla,
Hâ. Mîm. (Kur’an) rahman ve rahîm olan Allah katından indirilmiştir. Bu, bilen bir kavim için âyetleri Arapça açıklanmış bir kitaptır. Bu kitap müjdeleyici ve uyarıcıdır. Fakat onların çoğu yüz çevirdi; artık dinlemezler. Dediler ki: ‘Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen istediğini yap, biz de yapmaktayız!’ De ki: ‘Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyolunuyor. Artık O’na yönelin, O’ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline!’ Onlar zekâtı vermezler; ahireti inkâr edenler de onlardır. Şüphesiz iman edip iyi iş yapanlar için tükenmeyen bir mükâfat vardır. De ki: ‘Gerçekten siz, yeri iki günde yaratanı inkâr edip O’na ortaklar mı koşuyorsunuz?’ O, âlemlerin Rabbidir. O, yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört günde isteyenler için fark gözetmeden gıdalar takdir etti. Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye: ‘İsteyerek veya istemeyerek, gelin!’ dedi. İkisi de ‘İsteyerek geldik’ dediler. Böylece onları, iki günde yedi gök olarak yarattı ve her göğe görevini vahyetti. Ve biz, yakın semâyı kandillerle donattık, bozulmaktan da koruduk. İşte bu, azız, alîm Allah’ın takdiridir. Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: ‘işte sizi Ad ve Semûd’un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırgaya karşı uyarıyorum!’ Peygamberler onlara, önlerinden ve arkalarından gelerek ‘Allah’tan başkasına kulluk etmeyin’ dedikleri zaman, ‘Rabbimiz düeseydi elbette melekler indirirdi. Onun için biz sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz’ demişlerdi. Ad kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: ‘Bizden daha kuvvetli kim var?’ dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mj? Onlar bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlardı. Bundan dolayı biz de onlara dünya hayatında zillet azabını tattırmak için o uğursuz günlerde soğuk bir rüzgâr gönderdik. Ahiret azabı elbette daha çok rüsvay edicidir. Onlara yardım da edilmez. Semûd’a gelince onlara doğru yolu gösterdik, ama onlar körlüğü doğru yola tercih ettiler. Böylece yapmakta oldukları kötülükler yüzünden alçaltıcı azabın yıldırımı onları çarptı. İnananları kurtardık. Onlar (Allah’tan) korkuyorlardı. Allah’ın düşmanları, ateşe sürülmek üzere toplandıkları gün, hepsi bir araya getirilirler. Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir. Derilerine: ‘Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?’ derler.
Onlar da: ‘Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu, ilk defa sizi o yaratmıştır. Yine O’na döndürülüyorsunuz’ derler. Siz ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne de derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz, yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya, işte sizi o mahvetti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz. Şimdi eğer dayanabilirlerse, onların yeri ateştir. Ve eğer (tekrar dünyaya dönüp Allah’ı) hoşnut etmek isterlerse, memnun edilecek değillerdir. Biz onlara birtakım arkadaşlar musallat ettik de onlar önlerinde ve arkalarında ne varsa hepsini bunlara süslü gösterdiler. Kendilerinden önce gelip geçmiş olan cinler ve insanlar için (uygulanan) azap onlara da gerekli olmuştur. Kuşkusuz onlar hüsrana düşenlerdi, inkâr edenler: ‘Bu Kur’an’ı dinlemeyin, okunurken gürültü yapın. Umulur ki bastırırsınız’ dediler. O inkâr edenlere şiddetli bir azabı tattıracağız ve onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız. İşte bu, Allah düşmanlarının cezası olan ateştir. Ayetlerimizi inkâr etmelerinden dolayı, orada onlara ceza olarak ebedî kalacakları yurt (cehennem) vardır. Kâfirler cehennemde: ‘Rabbimiz! Cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları bize göster’de aşağılanmalardan olsunlar diye onlan ayaklarımızın altına alalım!’ diyecekler. Şüphesiz, ‘Rabbimiz Allah’tif deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin üzerine melekler iner. Onlara: ‘Korkmayın, üzülmeyin, size vâdolunan cennetle sevinin!’ derler. Biz dünya hayatında da, ahirette de sizin dostlarınızız. Orada sizin için canlarınızın çektiği her şey var ve istediğiniz her şey orada sizin için hazırdır. Gafur ve rahîm olan Allah’ın ikramı olarak. (İnsanları) Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve ‘Ben Müslümanlardanım’ diyenden kimin sözü daha güzeldir? İyilikle kötülük bir olmaz, Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur. Buna (bu güzel davranışa) ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasibi olan kimse kavuşturulur. Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın. Çünkü O, işiten, bilendir. Gece ve gündüz, güneş ve ay O’nun âyetlerindendir. Eğer Allah’a ibadet etmek istiyorsanız, güneşe de aya da secde etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin! [271]
Burada ilk dikkati çeken şey, Resulüllah’ın tartışma ortamından özellikle kaçınması ve Utbe’nin sözlerini sonuna kadar hiç kesmeden dinledikten ve söyleyecek bir şeyi olup olmadığını sorduktan sonra, kendisinin de sonuna kadar dinlenmesi gerektiği anlamına gelen teklifiyle Fussilet sûresini okumaya başlamasıydı.
Resulüllah, Utbe’nin tehdit ve tekliflerine cevabı kendi sözleriyle değil, Kur’an ile vermişti.
Resulüllah’ı, iki elini yere dayayıp sessiz bir şekilde dinleyen Utbe önce şaşırdı; sonra korktu. İşittiği her sözle de korkusu katlanarak arttı, işittikleri karşısında söyleyecek bir kelime dahi bulamadan telaşla yerinden kalktı. Resulüllah’a yaklaşıp, elleriyle Resulüllah’ın ağzını kapayarak susturmaya çalıştı. Bir yandan da ‘Akrabalığımızın aşkına yeter. Ne olursun sus! diyerek yalvanyordu. Resulüllah, onun yalvarmalarına aldırmadan okumasını devam ettirdi. Fussilet sûresinin secde ayeti olan 37. ayetini okuyup secde ettikten sonra ‘Ey Ebû’l Velid! işitmekten özenle kaçındığın şeylerden birisini dinlemiş bulunuyorsun. Artık işte sen, işte o’ deyip ‘Senin, teklif ve tehditlerine karşılık cevabım budur anlamına gelen sözlerini bitirdi. Utbe perişan bir halde yerinden kalktı ve arkadaşlarının yanına gitti.
Utbe’nin Resulüllah’la konuşmasını uzaktan seyreden Mekke eşrafı, konuşma sonunda Utbe’nin garip bir şekilde yerinden kalkıp, yanlarına doğru aynı gariplik içerisinde geldiğini görünce telaşlandılar. Şaşkınlık içerisinde birbirlerine bakıp; ‘Vallahi Utbe’de değişmiş olarak dönüyor dediler. Utbe yanlarına gelince, heyecan ve merak içerisinde sordular: ‘Ey Ebû’l Velid! Ne oldu, ne konuştunuz?’. Utbe üzerinden atamadığı şaşkınlık ve gariplik içerisinde anlatmaya başladı: ‘Vallahi O’ndan öyle sözler işittim ki, bu sözlerin benzerini şimdiye kadar hiç işitmedim. Vallahi bunlar ne sihirdir, ne kehanet, ne de şiir. Ey Kureyş topluluğu! Gelin beni dinleyin. Siz bu işi bana bırakın ve benimle birlikte hareket edin. Bu adamı serbest bırakalım. O’na ilişmeyelim. O’ndan uzaklaşalım. Vallahi ondan duyduğum sözler öyle bir mesaj taşıyor ki, şayet O’nu Arap toplumu reddedip öldürürse, biz elimizi vurmadan bu işten kurtulmuş oluruz. Yok eğer O’nun söylediklerini Arap toplumu alır ve kabul ederse, onlarla bütün insanların hakkından geliriz. Bütün insanlara hükümdar oluruz. Çünkü O’nun kudret ve şerefi, bizim kudret ve şerefimiz olur. Böylelikle insanların en mesudu oluruz. Gelin bu söylediklerimi kabul edin. Eğer dediklerim olmazsa sonunda bana isyan edin.[272]
Utbe’nin bu sözler karşısında Dâru’n Nedve’nin üyeleri olan Mekke’nin müşrik ileri gelenleri iyice şaşırdılar. Utbe’nin de Resulüllah’ın etkisinde kalmış olmasını sihirle yorumlayıp; ‘Vallahi o, seni de sözleriyle büyülemiş’ dediler. Utbe’nin cevabı ise; ‘Bu sizin görüşünüzdür. Ben söyleyeceğimi söyledim. Ne istiyorsanız onu yapın’ oldu. Sonra da Resulüllah’la görüşmesini takiben kapıldığı şaşkınlık ve garipliği şöyle açıkladı: ‘Bunca gerçeklere rağmen, onlar yine de yüz çevirirlerse de ki: ‘Si-zı Ad ve Semûd’un uğradıkları helak edici azaba benzer bir azapla uyarmaktayım [273] deyince, ağzını tutarak, sözüne daha fazla devam etmemesi için akrabalık bağlarımız adına yemin verdim. Çünkü ben, Muhammed’in bir şey söylediği Zaman hep doğruyu söylediğini, yanlışının hiç açığa çıkmadığını bildiğim için, ettiği azabın üzerime ineceğinden korktum.[274]
Velid b. Muğire’nin Anlaşma Girişimi
Utbe b. Rabi’a’nın bazı teklif ve tehditlerle Resulüllah’ı davasından vazgeçirme veya bir anlaşma zemini oluşturma gayretlerinin başarısızlıkla sonuçlanmasından kısa bir süre sonra, Velid b. Muğire de benzer bir girişimde bulundu. Mekke şehir devletinin en yaşlı ve sözü en çok dinlenen bu şahsiyeti kişisel girişimiyle problemi çözüme kavuşturabilecegini, böylelikle eski günlerindeki gibi mevcut sistemin devamını sağlanabileceğini umuyordu. Resulüllah, Utbe b. Rabia’ya karşı takındığı tavrı, aynı şekilde Velid b. Muğire’ye karşı da takındı ve onun konuşmalarını takiben bir kısım ayet okuyarak cevabını verdi. Velid de neye uğradığını anlayamadı; şaşırdı, garipleşti ve o hâl üzere arkadaşlarının yanına döndü. Arkadaşlarına ‘Ne söyleyeyim, bilmiyorum ki. Vallahi ben O’ndan öyle sözler işittim ki, o ne insan sözüne benziyor ne de cin veya kâhin sözüne. Vallahi içinizde şiirleri, şirin recezini, kasidesini, kâhin sözlerini benden daha iyi bilen yoktur. Vallahi O’nun sözleri bunlardan hiçbirine benzemiyor. O’nun sözlerinde öyle bir tatlılık ve parlaklık var ki, ağaçları bol meyveli, gövdesi güçlü bir ağaç gibi. Muhakkak ki, o üstün gelecektir. Çünkü ondan daha üstünü olamaz’ dedi. Mekke eşrafı yine korkuya kapıldı: ‘Velid de dininden döndü’ dediler. Onu islâm’a girmekten alıkoymanın çarelerini düşünmeye başladılar. Bu konuda en gayretli olan ise Ebû Cehil’di. ‘Bırakın onun ben hallederim’ diyerek evine gitmiş olan Velid b. Muğire’nin yanma varıp “Kavminin ileri gelenleri senin için mal topluyorlar’ dedi.
Velid, Ebû Cehil’in ne demek istediğini anlayamadı; “Benim için mal mı topluyorlar? Neden?’ diye sordu. Ebû Cehil ‘Sana verecekler. Çünkü senin Muhammed’den etkilendiğini düşünüyorlar’ cevabını verdi. Velid durumu anlamıştı. Eğer Resulüllah’tan etkilenmiş ise, arkadaşları kendisine mal vererek Resulüllah’ı desteklemekten vazgeçmesini isteyeceklerdi. Ayrıca mal toplayarak gururuyla oynamaktaydılar. Her ne kadar Resulüllah’tan duydukları karşısında etkilenmişse de, islâm’a girmeyi düşünmüyordu. Gururu baskın çıktı. Kendisi için mal toplamalarının gereksiz olduğunu ifade etti. ‘Benim Mekke’deki herkesten zengin olduğumu bilmiyorlar mı ki, bana mal topluyorlar?’ dedi. Velid’i istediği konuma çekmeyi başaran Ebû Cehil, fırsatı kaçırmayıp, teklifini sundu: ‘O halde, sen kavmini memnun etmek için Mühammed’i inkâr edici bir şeyler söyle’. Velid, arkadaşlarını memnun edecek nitelikte söyleyebileceği bir şeyler düşündü. Fakat söyleyecek bir şey bulamadı. Resulüllah’ın yanından ayrıldığı zaman söylediği sözleri tekrarlamaktan kendisini alamayıp, ‘Beni kendi halime bırakın. Bu hususta bir şeyler düşüneyim’ diyerek Ebû Cehil’i yanından uzaklaştırdı.[275]
[271] Fussilet, 41:1-37
[272] Heysemî, Mecma’ü’z Zevâid, VI/20, 21; Rudanî, Cem’ulFevâid, 111/257, 258.
[273] russüât, 41:13
[274] İbn Ishak, Siyer, 266, 267;
[275] Nesefî, Medâriku’t-Tenzil Ve Hakâiku’t-Te’vÜ, IV/39; Koksal, İslâm Tarihi-Mekke Devri, İV/53.