TEFSİR NÂZİÂT Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
NÂZİÂT SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

NÂZİÂT Suresi 28.-29. Ayetler
NÂZİÂT Suresi 28.-29. Ayetler
Nâziât Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada yetmiş dokuzuncu, iniş sırasına göre seksen birinci sûredir. Nebe’ sûresinden sonra, İnfitâr sûresinden önce Mekke’de inmiştir.

Nâziât Sûresi Konusu

Bir takım kuvvetlere yemin edilerek kıyâmetin dehşeti gözler önüne serilir. Allah’ın kudret nişânelerine yer verilerek kıyâmetin mutlaka kopacağı ve iyi yada kötü herkesin dünyada yaptığına göre bir karşılık göreceği beyân edilir. Bu gerçeklere inanmayan kâfirlere, azgınlaşıp Rablik iddiasında bulunan Firavun’un fecî âkıbeti bir ibret levhası halinde hatırlatılır.

Sure, ahiret hayatını inkâr edenlerin bu inançlarında ne kadar dayanıksız olduklarını izah eden, özellikle kıyamet ve ahiret hayatını konu alan ve müşrikleri uyaran tehditkâr ayetlerden oluşmaktadır. İnkârda direnenlere, Hz. Musanın getirdiklerine inanmayıp düşmanlık yapan Firavunun acı sonu hatırlatılarak, onun akıbetinden ders almaları hedeflenmektedir.

Surenin ilk beş ayetinde, vücudun en uç noktalarından kâfirlerin canını "söküp çıkaran", müminlerin canını ise "yavaşça çeken" ; Allahın emirlerini süratle yerine getirmek için "yüzüp yüzüp giden ", bunu yerine getirirken birbiriyle adeta "yarışıp geçen"; "derken (Allah'ın izniyle kâinatı idare etme) işi(ni) düzenleyen" meleklere yemin edilerek, ardından gelen ayetlerde kıyamet, tüm şiddetiyle gözler önüne serilmektedir: "O gün bir sarsıntı sarsar, ardından başka bir sarsıntı gelir. O gün kalpler korkudan titrer. Gözler donakalır" (6-9). O gün yalnızca kâfirlerin, fâsıkların, günahkârların ve münâfıkların kalpleri oynar. Çünkü Allah; "O an büyük korku onları asla tasalandırmaz. Melekler onları şöyle karşılar: İşte bu size vâdedilen gündür" (el-Enbiyâ, 21/103) buyurarak müminlerin o günün korkusundan emin olacakları müjdesini vermektedir. Allah kıyamet gününün şiddetini açıklıyor ki; Biz çukura girip çürümüş kemikler olduktan sonra yeniden mi diriltileceğiz. (Eğer öbür taraf Muhammed'in dediği gibiyse bizim) bu dönüşümüz zararlı bir dönüştür" (10-12) diye alay edenler, belki düşünürler. Çünkü, o anın gelmesi öyle pek uzak ve zor değildir; "Tek bir haykırmaya bakmaktadır, onlar (uykularından uyanır gibi) hemen uyanırlar" (13, 14).

Müşrikleri, kıyamet gününün dehşetiyle korkutan Allah Teâlâ, küfürlerinde direnenlere, bu kez tarihten örnek veriyor; onların da iyi bildikleri Hz. Musa-Firavun kıssasını anlatıyor ki, belki bundan ibret alıp yola gelirler. Kur'an, olayı ayrıntısıyla açıklıyor. Çünkü durumları, hakka düşmanlığın cezasını suda boğulmakla ödeyen Firavuna çok benzemektedir. Üstelik, Firavun onlardan daha güçlüydü, emrinde hazineler ve ordular vardı. O bile, kendisini Allah'ın azabından kurtaramadı. Toplumun başında iyice azan Firavun, belki yaptıklarından arınır diye Allah, kendisine Mûsâ'yı gönderdi. Allah Teâlâ, Mûsâ'nın getirdiği mucizeler karşısında bile etkilenmeyen, üstelik ona düşman kesilen Firavun'u, adamlarını toplayıp: "Sizin büyük tanrınızım" diye meydan okuduğu için dünya ve âhiret azabıyla yakaladı" (15-25).

Sure boyunca Allah, müşrikler belki inatlarından vazgeçerler diye herşeyi kullanıyor, anlamaları için ibret alınacak herşeyi kendilerine hatırlatıyor. Onların gözleri, yirmi yedi ila otuz üçüncü ayetler arasında sürekli gördükleri tabiat olaylarına çevrilmek isteniyor: "Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? Onu (Allah) yaptı. Yükseklik miktarını yükseltti, onu düzenledi. Gecesini örtüp kararttı, kuşluğunu (güneşin ışığını) açığa çıkardı. Bundan sonra da yeri döşedi. Ondan suyunu ve otlağını çıkardı. Dağları sapasağlam çaktı (ki), sizin ve hayvanlarınızın geçimi için" (27-33). Buradaki; Bundan sonra da yeryüzünü serip döşedi" ifadesi, yeryüzünün gökyüzünden sonra yaratıldığı anlamına gelmez. "Sonra" kelimesi iki cümlenin arasında sadece bir bağlaçtır. Çünkü, Kur'an-ı Kerim'in başka bazı ayetlerinde yeryüzünün yaratılışı gökyüzünden önce zikredilmiştir.

Tüm bu hatırlatmalardan sonra, küfredenlere son uyarı yapılıyor: Herşeyi bastıran o büyük felaket (kıyamet) geldiği zaman, o gün insan neyin peşinde koşmuş olduğunu hatırlar. Gören kimseler için Cehennem ortaya çıkarılmıştır (o gün) Artık kim azar ve dünya hayatını tercih ederse (onun için) gidilecek yer Cehennemdir. Ama kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden vazgeçirirse (onun için) gidilecek yer Cennettir" (34-41).

Surenin son ayetlerinde hitap, Resulullah'a döndürülerek bu kadar uyandan sonra hâlâ yola gelmeyip kıyametin ne zaman kopacağım sorarak alay eden müşriklere, onun gaybden haber veren bir kâhin değil anlayan ve korkan kimseler için bir uyarıcı olduğu bildirilmekte ve son kez yapılan bir uyarıyla sûre sona ermektedir: "Onlar onu gördükleri zaman sanki bir akşam veya kuşluk vaktinden fazla kalmamış gibi olurlar" (46).

Nâziât Sûresi Hakkında

Nâziât sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 46 âyettir. İsmini, birinci âyette geçip “kökünden söküp çıkaran” mânasına gelen اَلنَّازِعَاتُ (nâziât) kelimesinden alır. Sûre اَلسَّاهِرَةُ (Sâhire) ve اَلطَّامَّةُ (Tâmme) isimleriyle de anılır. Mushaf tertîbine göre 79, iniş sırasına göre ise 81. sûredir.

Kur'an-ı Kerim'in yetmiş dokuzuncu suresi. Kırk altı ayet, yüz yetmiş kelime ve yedi yüz otuz harften ibarettir. Fasılası, elif, mim ve he harfleridir. Mekkî sûrelerden olup, Nebe' suresinden sonra nazil olmuştur. Adını ilk ayetinde geçen "Nâziât' kelimesinden almıştır.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
NÂZİÂT SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

1. Yemin olsun derinlere dalarak şiddetle söküp çıkaranlara,

2. Yumuşaklık ve kolaylıkla çekip alanlara,

3. Yüzüp yüzüp gidenlere,

4. Birbiriyle yarıştıkça yarışanlara,

5. Kendilerine verilen işleri en uygun yolla düzenleyip yapanlara ki siz yeniden mutlaka diriltileceksiniz!


Yüce Allah, bir kısım varlıklara yemin ederek yeniden dirilişin kesin bir gerçek olduğunu haber verir. Bu varlıkların kimler olduğu açık değildir. Onları vasfeden kelimelerin de birkaç mânaya ihtimali vardır. Bunlar hakkında yapılan izahların şu üçü ehemmiyet arz eder:

Birincisi; bunlar meleklerdir. Meleklerin yaptığı pek çok iş vardır. Burada daha ziyade insanların canını alma işleri üzerinde durulur. Dolayısıyla bunlar insanların ruhlarını bedenlerinden çekip çıkaran ölüm meleği ve yardımcılarıdır. Buna göre اَلنَّازِعَاتُ (nâzi‘ât), kâfirlerin ruhlarını ta derinlere dalıp şiddetle söküp çıkaran melekler. اَلنَّاشِطَاتُ (nâşitât), müminlerin ruhlarını incitmeden hafifçe çekip alan melekler. اَلسَّابِحَاتُ (sâbihât), Allah’ın emrini yerine getirmek için gelip giderken ufuklarda denizde yüzer gibi hareket eden veya dalgıcın denizde yüzdüğü gibi insan bedeninde yüzerek ruhunu çıkartan melekler. اَلسَّابِقَاتُ (sâbikât), müminlerin ruhlarını cennete, kâfirlerin ruhlarını cehenneme götürürken birbirleriyle yarışan melekler. اَلْمُدَبِّرَاتُ (müdebbirât), kâinatın nizamında Allah tarafından kendilerine verilen işleri aksatmadan en uygun şekilde yerine getiren meleklerdir.

İkincisi; insanların ruhlarıdır. Burada kullanılan vasıflar, ruhların ölüm anında bedenlerinden zorlukla veya kolaylıkla ayrılmalarını, hızla ruhlar âlemine varmalarını, ruhlar âlemindeki makamlarına yarışırcasına gitmelerini ve mânen kemâle ererek işleri idâre eden meleklerin mevkiine yükselmelerini anlatır. Yahut bu vasıflar, dünyada nefislerini terbiye ve tezkiye etme yoluna giren ruhların, nefis mücadelesi yaparak iç ve dış âlemlerini temizleme, şehevî arzularından sıyrılma, ahlâkî kemâle yükselme, sonra kusurlu nefisleri terbiye etme işiyle meşgul olmalarını beyân eder.

Üçüncüsü; Allah yolunda cihad eden mücâhidlerdir. Bu vasıflar, onların yayları iyice gererek ok atmalarını, oklarını kolayca fırlatmalarını, karada hızla yürümelerini, denizde yüzmelerini, havada uçmalarını, düşmanla savaşta yarışırcasına vuruşarak ileri geçmelerini ve savaş işlerini en uygun şekilde yürütüp idare etmelerini haber verir.

Bahsi geçen varlık ve hâdiseleri yaratan ilâhî kudret, söz verdiği üzere kıyâmeti mutlaka koparacak ve ölüleri yeniden kesinlikle diriltecektir. Şimdi o korkunç günden dehşetli bir manzara sunulur:

6. O gün bir sarsıntı dünyayı şiddetle sarsar her şeyi yıkar.

7. Onu arkadan gelip insanları kabirlerinden kaldıran ikinci sarsıntı izler.

8. İşte o gün yürekler korku ile titrer.

9. Zâlimlerin gözleri keder, utanç ve pişmanlıktan zilletle yere kayar.


Sûra birinci kez üflenir, yer ve gökler şiddetli bir şekilde sarsılır, dağlar paramparça olur, gökler açılır, yıldızlar dökülür, her şey toz duman olur; hâsılı kâinatın kıyameti kopar. Peşinden ikinci kez sûra üflenir. Bununla yeniden dirilme gerçekleşir ve insanlar mahşerde toplanır. Bu hengâmede kalpler korku ve dehşetle titrer. Gözler zillet ve pişmanlık içinde aşağı kayar, donup kalır, bir şey göremez hale gelir.

Verilen bu haberler hakikatin ta kendisi olmakla birlikte, kâfirler hâla yeniden dirilişi inkâr etmektedirler:

10. İnkârcılar diyorlar ki: “Biz öldükten sonra gerçekten ilk hâlimize mi döndürüleceğiz?”

11. “Hem de çürüyüp, ufalanmış kemikler hâline geldikten sonra ha?”

12. “O takdirde bu, bizim için pek ziyânlı bir dönüş olur” dediler.

13. Halbuki o hiç de zor değil, bir tek haykırışa bakmaktadır.

14. Bir anda uyanır, kendilerini mahşerde buluverirler.


10. âyette yer alan اَلْحَافِرَةُ (hâfire), bir işin ilk durumu, kişinin ilk hali, yürüdüğü yol ve çukur mânalarına gelir. Onlar bu sözleriyle: “Öldükten sonra dirilip tekrar ilk durumumuza mı getirileceğiz? Yeniden hayata mı döndürüleceğiz?” demek isterler. نَخِرَةٌ (nehıreh) ise çürümüş, ufalanmış, delik deşik olmuş, rüzgârla savrulan, rüzgâr estikçe ses veren kemik demektir. Bu sözleriyle de, canlılıktan bu kadar uzak olan kemiklerin diriltilmesinin hayal olduğunu iddia ederler. Halbuki bu, Allah’ın sonsuz kudretine göre çok basit bir iştir. Sadece bir çağrıya bakmaktadır. O çağrı yapılınca, herkes bir anda o Yüce Mahkeme’de toplanacaktır. اَلسَّاهِرَةُ (sâhire), geceyi uykusuz geçiren, sahra, düz alan gibi mânalara gelir. Mahşerde korkudan kimsenin gözüne uyku girmeyeceği için ona da “sahire” denmiştir. Çağrıyı duyanlar derhal o meydanda toplanırlar. Orası öyle heybetli ve dehşetli bir mahkeme meydanıdır ki, orada kimsenin gözüne uyku girmez. Korkudan uyumak mümkün değildir. Orada her can uyanıklığın en sınır noktasındadır.

Bu yüzden Peygamber’e ve mü’minlere gereken İslâm’ı yaşayıp yaşatma, tebliğ edip öğretme yolunda inkârcılara karşı sabırla göğüs germeleridir. İşte size bu hususta son derece dikkat çekici bir misal:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
15. Sana Mûsâ’nın haberi geldi, değil mi?

16. Hani Rabbi ona mukaddes Tuvâ vâdisinde şöyle seslenmişti:

17. “Firavun’a git, zira o iyice azgınlaştı.”

18. “Ona de ki: «Arınmaya gönlün var mı?»”

19. “«İster misin, seni Rabbine giden yola ileteyim de O’nu tanıyıp saygıyla O’na teslim olasın!»”

20. Bunun üzerine Mûsâ gitti, tebliğ etti ve ona en büyük mûcizesini gösterdi.

21. Fakat Firavun onu yalanladı ve ilâhî dâvete karşı geldi.

22. Sonra arkasını döndü, hakkı iptal için çalışmaya koyuldu.

23. Hemen adamlarını ve ordusunu toplayıp bağırdı:

24. “Sizin en yüce Rabbiniz benim!” dedi.

25. Allah da onu hem âhiretin hem dünyanın dehşet verici azabıyla cezalandırdı.

26. Şüphesiz bunda, Allah’ın azabından korkanlar için elbette büyük bir ibret vardır.


Din söz konusu olunca en mühim unsur, peygamberdir. Zira Allah Teâlâ, dinini onun vasıtasıyla beşeriyete ulaştırmaktadır. Dolayısıyla peygambere inanan Allah’a inanıp O’nun dinini kabul etmekte, Peygamber’e inanmayan ise hepsini reddetmiş olmaktadır. Bu sebeple Yüce Rabbimiz, burada âhiret hayatıyla alakalı delilleri serdetmeden önce, Hz. Mûsâ ve Firavun kıssasından dikkat çekici bir kesit anlatarak, inkârcıları, Resûlullah (s.a.s.)’e karşı çıkmanın ve ona başkaldırmanın hem dünyevî hem de uhrevî hazin neticelerinden sakındırmaktadır. Anlatılan kısmıyla kıssada şu hususlara dikkat çekilmektedir:

Firavun gibi azılı bir kâfire ve düşmana karşı bile Mûsâ (a.s.)’dan nasıl bir yumuşak ve nezaketli üslup kullanmasının istendiği.

Burada bir mânada: “Firavun’a gidin; çünkü o, gerçekten çok azgınlaştı. Ona yumuşak ve gönül alıcı sözler söyleyin. Belki o, böylece aklını başına alır veya hiç değilse biraz korkar” (Tâhâ 20/43-44) âyetlerinde emredilen “kavl-i leyin”in izahı vardır. Buna göre davetçi, insanları yumuşak, tesirli ve hikmetli sözlerle hidâyete çağırmalıdır. Kalplere ve ruhlara tesir edecek bir dil bulmalıdır.

Firavun’un davet edildiği husus, اَلتَّزَكّ۪ي (tezekkî) kelimesiyle ifade edilir.

Tezekkî, temizlenmek demektir. Bir taraftan kirliliklerden temiz, hâlis ve pam pâk olmak, bir taraftan da artıp, feyizlenip nemâlanmak anlamına gelir. Burada akide, ahlâk ve amellerin temizlenmesi kastedilir. Daha açık bir ifadeyle müslüman olup, İslâm’ı kabullenmek demektir. Mûsâ (a.s.)’ın “gönlün var mı?” diye sormasında, iman veya inkâr gibi tercihe bağlı olan hususlarda kulun iradesinin, meyil ve niyetinin şart olduğuna işaret vardır. Meyil ve niyet olmadan netice hâsıl edilemez. Ayrıca Allah’tan korkup O’nun râzı olmadığı şeylerden sakınmak için Rabbi tanımak şarttır. Nitekim âyet-i kerîmede: “Gerçek şu ki, kulları içinde ancak âlimler, Allah’tan gerektiği gibi korkarlar” (Fâtır 36/28) buyrulur. Çünkü bilmeyenin korkusu ve saygısı olmaz. Korkusu ve saygısı olmayan da günahlardan sakınmaz, her fenalığa atılır.

Mûsâ (a.s.)’ın bu kadar yumuşak, tesirli ve hikmetli davetine, üstelik ölülerin tekrar diriltilmesine de bir misal olacak şekilde asanın canlanıp ejderha haline gelivermesi gibi peygamberliğini ispatlayacak büyük bir mûcize göstermesine mukâbil, Firavun’un sergilediği tavır dikkate şâyandır:

Peygamberi yalanlamak, Allah’a ve emrine isyan etmek, Allah’a yönelecek yerde O’na sırtını dönmek, bununla da yetinmeyip hak davasını iptal edebilmek için var gücüyle çalışmak, bununla da yetinmeyip taraftarlarını toplayarak “en büyük rab olduğunu” iddia edecek derecede küfür ve azgınlık, hiddet ve taşkınlık, akılsızlık ve ahmaklık gayyasının dibine yuvarlanmak… Aslında Firavun’un “sizin en büyük rabbiniz benim” şeklindeki iddiası, insandaki makam ve mevki hırsı, benlik dâvasının nerelere kadar varabileceğini gösteren ibretlik bir vesikadır.

Allah Teâlâ, peygamberini yalanlayan ve emirlerine karşı böyle küstahça baş kaldıran o zalimi cezasız bırakmadı. Onu hem Kızıl denizin azgın dalgaları arasında boğmak sûretiyle dünya azabıyla, hem de imansız ölüp ebedi cehennemi boylaması sûretiyle âhiret azabıyla cezalandırdı.

اَلنَّكَالُ (nekâl), kelimesi اَلتَّنْك۪يلُ (tenkil) mânasındadır. “Tenkîl” ise görenlere ve işitenlere ibret olacak ve onları benzeri şeyleri yapmaktan men edecek biçimde cezalandırmaktır. İşte Firavun’un helakinde, kalplerinde ilâhî korku taşıyan insanları Allah ve Peygamber’e isyandan vazgeçirecek dehşetli bir ibret bulunmaktadır. Selim bir akılla bunu düşünen insan, peygambere karşı gelen, büyüklük taslayan, insanları zulümle ezen, kendisini tanrılaştıran insanların sonunda nasıl Allah’ın dünya ve âhiret cezasına çarptırılıp mahv ü perişan olacaklarını anlar. Firavun gibi kibirlenmeyip Allah’ın peygamberine inanır ve onun getirdiği dine itaat eder.

Şimdi:

27. Ey haşri inkâr edenler! Sizi yeniden yaratmak mı daha zor, yoksa göğü yaratmak mı? İşte bakın! Onu Allah nasıl da binâ etti.

28. Tavanını yükseltti ve onu mükemmel bir sistem hâlinde nizama koydu.

29. Gecesini kararttı, gündüzünü aydınlık yaptı.

30. Bundan sonra da yeri döşeyip yaydı.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Ondan sularını ve otlaklarını çıkardı.

32. Dağları sapasağlam yerleştirdi.

33. Bütün bunları Allah, sizin ve hayvanlarınızın yararlanması için yaptı.


Âhiret hayatının varlığını ispat sadedinde dikkatler göklerin ve yerin yaratılışına çekilir; kalpler bunlar üzerinde düşünmeye davet edilir. Burada “yaratılış” kelimesiyle, insanların yeniden dirilişi; “gök” kelimesiyle de, tüm yıldızlar, galaksiler, saman yolu ve güneş sistemi kastedilir. Çürümüş kemiklerin toz toprak olduktan sonra nasıl canlandırılacağını kafalarına sığdıramayan inkârcılara, bu muazzam kâinatı, içindekileri, geceyi, gündüzü, yeryüzünü, oradaki dağları, akan suları, çıkan otlakları ilk defa yoktan yaratan Allah Teâlâ için, ölüleri yeniden diriltmek dâhil hiçbir şeyin güç olamayacağını düşünmeleri öğütlenir. Çünkü ilk defa yaratmaya kâdir olan, elbette tekrar yaratmaya kâdirdir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Gökleri ve yeri yaratan Allah’ın, insanlar ölüp yok olduktan sonra onları aynı şekilde yaratmaya gücü yetmez mi? Elbette yeter! Çünkü O, her şeyi tam ve mükemmel bir şekilde yaratan, her şeyi hakkiyle bilendir.” (Yâsîn 36/81)

“Göklerin ve yerin yaratılması elbette insanların yaratılmasından daha büyük bir iştir; fakat insanların çoğu bunu bilmez.” (Mü’min 40/57)

Âhiret hayatının kesinliği böyle açık delillerle beyân edildikten sonra söz kıyametin dehşetine; inanç ve amellerine göre insanların orada karşılaşacakları neticelere getirilir:

34. Her şeyi bastıran o en büyük felâket geldiği zaman!

35. İnsan neyin peşinden koştuğunu o gün anlar, fakat artık iş işten geçmiştir.

36. Görecek herkese, o kızgın alevli cehennem apaçık gösterilir.


Kıyâmetin bir ismi اَلطَّٓامَّةُ (Tâmme)dir. “Tâmme”, dayanılamayacak derecede ağır olan, her şeyi bastıran, öteki bütün belâ ve musîbetleri unutturacak derecede büyük olan belâ demektir. Bir de buna “büyük” sıfatı eklenince o belânın şiddet ve vahametini tasavvur etmek gerekir. İşte kıyâmet öyle dehşetli bir gündür ki, koptuğu zaman başka tüm dertleri unutturacak, herkes başka dertlerini unutup sadece o günün derdine düşecektir. O gün insan dünyada neyin peşine koştuğunu anlayacak, yaptığı her şeyi amel defterinde hazır bulacaktır. Kızgın alevleriyle cehennem ortaya çıkacak, görmesi gerekenler yani oraya atılacak olan azgınlar onu görecektir. Zira başka âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“O gün cennet, kalpleri Allah’a saygı ile dopdolu olup günahlardan sakınanlara yaklaştırılacak. Cehennem de tüm korkunçluğu ile azgınların karşısına çıkarılacak.” (Şuarâ 26/90-91)

Netice itibariyle:

37. Artık kim hiçbir sınır tanımadan azgınlaşmış,

38. Dünya hayatını âhirete tercih etmişse,

39. İşte o kızgın alevli cehennem, onun varacağı yerin tâ kendisidir!

40. Kim de birgün Rabbinin huzuruna çıkıp hesap vereceği korkusuyla yaşamış ve nefsini kötü arzulara uymaktan dizginlemişse,

41. İşte cennet, onun varacağı yerin tâ kendisidir.


Âhiret âlemindeki mükâfat veya ceza, kişinin dünyadaki iman ve ameline bağlıdır. Bilindiği gibi insan, dünyada iki farklı hayat tarzından birini tercih edebilir. Ya Allah’a isyan ederek bütün ümitlerini dünyaya bağlar. Nefsânî ve dünyevî zevkleri tadabilmek için iyi veya kötü, helâl veya haram ayırımı yapmadan ne varsa işler. Ya da bir gün Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkacağını ve yaptıklarının hesabını O’na vereceğini düşünerek dünyada kendini dâimâ ilâhî murâkabe altında hisseder, nefsini Allah’ın razı olmadığı tüm arzulardan engeller ve hayatının her alanında İslâm çerçevesinde hareket eder. İşte birinci hayat tarzını sürenlerin gideceği yer ebedî cehennem olacağı gibi, ikinci hayat tarzını tercih edenlerin gideceği yer de ebedî cennet olacaktır.

Buna rağmen hâlâ:

42. Rasûlüm! Sana kıyâmeten soruyorlar: “Ne zaman gelip demir atacak?” diye.

43. Ama sen nereden bilebilir, onun vaktini nasıl söyleyebilirsin ki?

44. Onun hakkındaki nihâî bilgi sadece Rabbine aittir.

45. Sen ise, kimin kalbi ondan korkup ürperiyorsa ancak onun için bir uyarıcısın.


Kıyâmetin vaktini ve o vakit meydana gelecek hâdiseleri tam olarak yalnız Allah Teâlâ bilir. Resûlullah (s.a.s.)’in vazifesi de, kıyametin vaktini bildirmek değil, ondan korkup ürperenlere Allah’ın emir ve yasaklarını hatırlatmaktır. Ancak Allah Resûlü (s.a.s.)’in son peygamber olarak gönderilmesinin, kıyâmetin yaklaştığının büyük bir alameti olduğu da ortadadır. Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.s.), şehâdet parmağıyla orta parmağını bir araya getirerek:

“Benimle kıyâmetin arası şu iki parmağım arası kadar yaklaştığı zamanda ben peygamber olarak gönderildim” buyurmuştur. (Buhârî, Tefsir 79/1; Müslim, Cum‘a 43)

Dolayısıyla bizzat Efendimiz (s.a.v )’in bi’seti, kıyametin yaklaşmakta olduğunu anlatıp dururken, inkârcıların bununla yetinmeyip onun vaktini sormaya kalkışmaları, üzerlerine düşmeyen mânasız bir iştir. Bu hususta ne onların sormaları, ne de Peygamber (s.a.s.)’in bir açıklama yapması, matlup bir durumdur.

Unutmasınlar ki:

46. Onlar onu gördükleri gün sanırlar ki, dünyada sadece ya bir akşam vakti kalmışlar, ya da bir kuşluk vakti.

Gafletin tesiriyle bitmeyeceği zannedilen dünya ömrü, bahar bulutu yaz yağmuru gibi çarçabuk geçer. Hayatını İslâm dininin ölümsüz esaslarına göre tanzim edenler, kısacık dünya hayatı bitince, tüm korkularından kurtulur, ebedi bir emniyete kavuşurlar. Fakat günahlardan sakınmayıp keyiflerine bakanlar, ömürlerini bir gün gibi geçirir, neticede kıyâmet denen o sonsuz belâya düşerler. O zaman ebedî olan âhirete göre dünya hayatının bir akşam vakti veya bir kuşluk vakti gibi ne kadar kısa olduğunu anlarlar. Şâir ne güzel söyler:

“Bu gül devrinde ömrünü geçirme zâyi’ ey gâfil
Ki gül devri bigî tezcek geçer bu ömr devrânı.”
(Dehhânî)

“Gül mevsimine benzeyen şu gençliğini boş yere harcama. Zira insanoğlunun ömrü hakîkaten gül zamanı kadar kısadır; hızla gelip geçer, farkında bile olmazsın.”

O halde “Kıyamet ne zaman?” diye alaylı alaylı sorup duracak yerde o dehşetli güne hazırlık yapmak gerekmez mi?

Nâziât sûresinin sonunda yer alan uyarı ve nasihatin kimlere fayda vereceği örnekleriyle açıklanmak üzere gelen Abese sûresinde, uyarıcının öncelikle kendi nefsinden başlaması lazım geldiğine tenbih yapılarak buyruluyor ki:
 
Üst Alt